22 Nisan 2015 Çarşamba

KiME HiZMET ETSEM...




                                  KİME  HİZMET  ETSEM                                    

Haci Cirik / Fezali

Kime hizmet etsem belası geldi
Başımın ağrısı bitmiyor ondan
Can ciğer dedim de, kalbimi kırdı
Çilesi başımda gitmiyor ondan

Maddi mani saygı amelim benim
İnsanı  sevmekti  aslında  dinim
Kolladım insanı bulunmaz kinim
Nimetim bilinmez yetmiyor ondan

Yakın uzak koştum sardım insanı
Yediler içtiler doymaz bir yanı
Gelecek  içinde incitmem canı
Sökükler çoğaldı tutmuyor ondan

Belalı günlerim geldi de, geçti
Dostlarım derince  yarayı  açtı
Hak yiyen tırpanla rüzgarı biçti
Elin veren şifa katmıyor ondan

Ah dedikce içim dertle doluyor
Yüreğim yaralı dertli duruyor
Fezali uğruna  özüm soluyor
Can dostlar sohbeti etmiyor ondan

18 Nisan 2015 Cumartesi

SEVDAMI SÖYLEYEN DİLİM...




Haci Cirik / Fezali
Sesimi, sevdamı söyleyen dilim
Ne olur isyanım bilesin canım
Yürekte yaramı sarardı elim
Çaresiz halimi göresin canım

Günler geçti soran olmadı beni
Şah bildim içimde inan ki seni
İçimde sızıya melhemsin yani
Acıyan yaramı sarasın canım

Fezali yürekten yanar aşk ile
Feryadından güller geliyor dile
Bülbüller gülünden ayrılmış bile
Gönülden bağlanıp durasın canım


17 Nisan 2015 Cuma

CANI CANAN İLE…



CANI CANAN İLE…

Haci Cirik / Fezali

Niyazım ehline kâmili insan
Canı canan ile vardım erenler.
Uğramaz semtime şöhret ile şan
Canı canan ile durdum erenler.

Cem olur meydanı bendine irfan
Aşk ile döner, dinlemez ferman.
Üryan püryan olur, sevgi ile can
Canı canan ile nurdum erenler

Katında rahımız aslı keremi
Yüce Şah hak ile sardı yaremi
Hakka yakın etti bütün alemi
Canı canan ile serdim erenler

Mevlayı sır ettim vicdanım ile
Pervane dönüyor erkanım ile
Cem olduk yüzyüze meydanım ile
Canı canan ile girdim erenler

Fezali el-ele badeyi içtik
Seyrimiz sıfatı pirimiz seçtik
Evrenin içinde göklere uçtuk
Canı canan ile erdim erenler

16 Nisan 2015 Perşembe

Örtülü ödenek, "örtülü işler" ve üstü örtülmüş toplum!






Fikret Başkaya

"Devlet bir tasmadır ki, amacı et obur bir hayvan olan insanı zararsız hale getirmek ve onu bir ot obur gibi davranmaya zorlamaktır". Arthur Schopenhauer


AKP iktidarı faşizmi kurumsallaştırmak amacıyla peş peşe torba yasalar çıkarıyor. Son torbayla cumhurbaşkanına da örtülü ödenek kullanma yolunun açılmasını, parti devleti ve faşizmi dayatma niyetinin bir tezahürü olarak görmek gerekir. Neden usule ve teamüllere uygun yasa çıkarmak yerine, torba yasa çıkarmayı tercih ediyorlar? Yasa çıkarma işini oldu-bitti ye getirmek ve halktan gizlemek için... Oysa yasa teklif ve tasarılarından önce parlamento üyelerinin bilgilendirilmesi, komisyonlarda tartışılması, kamuoyunun da bilgisine sunulması, olgunlaştırılması, en sonunda Meclis genel kurula getirilmesi ve kabul edilmesi gerekir. Bırakın halkın bilgisine sunmayı, yangından mal kaçırırcasına çıkarılan torba yasalar, muhalefet milletvekillerinden, dahası iktidar partisi milletvekillerinden bile gizleniyor. Çoğu zaman AKP'li vekiller neye oy verdiklerini bile bilmiyorlar. Bir de onlara halkın temsilcileri diyorlar. Meclis üyelerinin aslında kimin temsilcisi oldukları sanılıyor?

"Örtülü ödenek", raison d'État' nın bir gereğidir ve Fransızca bir kavram olan raison d'État, Türkçeye devlet aklı veya hikmet-i hükümet şeklinde tercüme ediliyor. Raison d'Etat, "devletin yüksek çıkarları" gerekçesiyle kendi yasallığının dışına çıkması, yasa dışı, ahlâk dışı, insanlık suçu kategorisine giren "örtülü", karanlık işler yapması demektir. Aslında raison d'État'nın varlığı demek, devletin suç üstü yakalanması, kendini ele vermesidir ama rejimin tabularından biri olduğu için, maalesef tartışma konusu yapılmıyor. Dolayısıyla olağan, dahası "gerekli bir şey" sayılıyor. Türkiye bakımından ilave bir sorun daha var: Türkiye'de kutsal devlet geleneğinin geçerli oluşu, "karanlık işler", 'örtülü işler' yapmayı kolaylaştırıyor.

Bizde örtülü ödenek uygulaması, 1927 tarih ve 1050 sayılı Muhasebe-i Umumiye Kanununa dayanıyor. Söz konusu kanunun 24'üncü maddesi şöyle: " Örtülü ödenek; kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri, Devletin milli güvenliği ve yüksek menfaatleri ile Devlet itibarının gerekleri, siyasi, sosyal ve kültürel amaçlar ve olağanüstü hizmetlerle ilgili Hükümet icapları için kullanılmak üzere Başbakanlık bütçesine konulan ödenektir... İlgili yılda bu amaçla tahsis edilen ödenekler toplamı genel bütçe başlangıç ödenekleri toplamının binde beşini geçemez". Aslında 24.üncü maddede ifade edilen "kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri" zaten MİT, Polis İstihbaratı ve diğer devlet kurumları tarafından yapılıyorken, neden böyle bir kanuna ve uygulamaya ihtiyaç duyulduğu tartışma konusu yapılmıyor! Örtülü ödenek demek, yasa dışı, ahlâk dışı, karanlık işler yapılacağının ilânıdır. Bununla devlet kendi yasallığının dışına çıkacağını ilân etmiş oluyor. Örtülü ödenek, devlet yetkileri tarafından işlenen suç fiillerinin, karanlık işlerin, komplo, provokasyon, siyasi cinayetlerin, vb. finansmanı için, bir de başbakanın "gerekli gördüğü" başka amaçlar için kullanılıyor. Fakat o "başka işlerin" ne olduğu, ödeneğin nelere harcandığı hiç bir zaman bilinmiyor... Kanunda "devletin yüksek menfaatleri ile devlet itibarının gerekleri" deniyor. Acaba gizli kapaklı, gayri kanunî, karanlık işler yapılmadan da 'devletin yüksek menfaatlerini gerçekleştirmenin, itibarını artırmanın başka bir yolu yok mudur? Eğer öyleyse bu devletin yüksek çıkarlarıyla halkın yüksek olmayan çıkarlarının çeliştiği demeye gelmez mi? Türkiye'de neden bu kadar kolay siyasi cinayet işleniyor, neden bu kadar çok "faili meçhul" katliamlar yapılabiliyor sanıyorsunuz?

Cumhuriyet Gazetesi yazarı Çiğdem Toker, AKP'nin iktidar olduğu ve ilk bütçeyi yaptığı 2003'den bu yana geçen 12 yılda, örtülü ödenek harcamalarının 7,5 milyar TL'yi aştığını yazdı.* Bu rakam bazı bakanlık ödeneklerinden daha yüksek. Fakat hepsi bu kadar da değil, Çiğdem Toker yazısında ilginç bir gelişmeye de dikkat çekiyor: " 2003’te, 100 milyar TL civarındaki genel bütçe gelirleri, 2013’te 375 milyar TL’ye ulaşmış. Bu yıl 393 milyar TL hedefleniyor. En iyimser söyleyişle devletin genel bütçe gelirleri, 11 yılda 4 kat artmış. Buna karşılık, 2003’te yaklaşık 100 milyon TL ile başlayan örtülü ödenek, 2013 sonuna gelindiğinde 1 milyar 240 milyon TL’ye ulaşıyor. Yani 11 yılda 12 kat artmış. Başka bir ifadeyle Erdoğan’ın 11 yıl boyunca örtülü ödenekten kullandığı para, bütçe gelirlerindeki artış hızının 3 katı!"**.

Ekmekten, sudan, asvalttan...akla hayâle gelen her şeyden vergi alan bu devlet, nereye, neden harcandığı bilinmeyen 7,5 milyar TL'nin hesabını vermiyor. Hesap sormayı akıl eden de pek yok gibi... İnsanlar öyle bir sorunun varlığından habersiz... Bu durumda Parlamento kendi varlık nedenine ihânet etmiş olmuyor mu? Yoksul emekçi halktan alınan her kuruş verginin hesabının sorulması gerekmiyor mu? Hesap sormak için önce yurttaş olmak, yurttaş bilinci taşımak ve sorumlu yurttaşlar olarak davranmak gerekir ve bizde maalesef yurttaş olamama sorunu var. Öyle olunca da her türlü haksızlığı, hukuksuzluğu, ilkesizliği, ahlâksızlığı dayatmak, 'köpeksiz köyde değneksiz gezmek' kolaylaşıyor...

Bundan sonra örtülü işler iki koldan yürüyecek. Hem Cumhurbaşkanı ve hem de başbakan örtülü ödeneği daha çok ve daha rahat kullanacaklar. "Devletin yüksek çıkarları" ve " itibarı" büyük hamleler yapacak... İçgüvenlik yasası polis devletini bir üst aşamaya taşımak için çıkarıldı. Ve 12 yıllık AKP iktidarının sonunda TC artık tipik bir parti devlet'e dönüşmüş bulunuyor. Parti devletin ne olduğunu insanlar yaşayarak öğreniyor. Artık hiç bir asgari yasallık dikkate alınmıyor. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere devlet yöneticileri yürürlükteki kanunları hiçe sayıyorlar. Cumhurbaşkanı ve bakanlar Anayasayı ihlâl ederken, onun askeri darbenin ürünü olduğunu söylüyorlar ama unuttukları bir şey var: Kendilerinin de darbe anayasası ve darbe yasaları sayesinde iktidar olduklarını, o sayede bu ülkenin bütçesini, hazinesini, varını-yoğunu yağmaladıklarını, talan ettiklerini ve ettirdiklerini unutuyorlar. Daha doğrusu unutmak işlerine geliyor. %34 küsür oyla, TBMM'de sandalyelerin %646'sına nasıl oturdular? Cuntanın çıkardığı siyasi partiler ve seçim yasasına göre değil mi?

Hangi yasayı nasıl değiştireceklerini de çok iyi biliyorlar. Mesela 13 yıldır YÖK kanununa dokunacak zamanları olmadı. Yüzde on (%10) barajlı seçim kanununu, keza siyasi partiler kanununu değiştirmeye de elleri ermedi... Daha önemli işlerle meşgüldüler çünkü... Ama, bütçeyi, hazineyi, kamu kaynaklarını yağmalamak için Kamu İhale Kanununu 11 yılda 164 kez değiştirdiler. 2003- 2013 aralığında mera kanunu 9 kez, Toprak koruma arazi kanunu 3 kez, ÇED yönetmeliği 17 kez, ağaçlandırma yönetmeliği 4 kez; Orman yasası 21 kez değiştirildi... Her yıl 170 bin dönüm orman alanı neden yok uluyor sanıyorsunuz? Bu yağma ve talanı sürdürmek için ne yapıp-edip iktidarlarını korumak istiyorlar. Bunun için şiddetten, yalandan, manipülasyondan medet umuyorlar.

Gözü kara neoliberal ekonomik ve sosyal politakalar uygulamayı marifet sayan bir rejimin gideceği yer faşizmdir. Kimse kendini aldatmasın. Nüfusun %1'inin ülke gelirinin %55'ine sahip olduğu, günlük asgari ücretle bir kilo et almanın bile mümkün olmadığı bu ülkede, hangi demokrasiden, hangi demokratikleşmeden, hangi hukuktan ve adaletten söz edilebilir? Lâkin insanlar bu saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalmazlar, kalmayacaklar, öyle bir şey eşyanın tabiatine aykırıdır çünkü. İnsanların sesini kesmenin, tepkileri etkisizleştirmenin yolu, baskıyı artırmaktan, yasakları ve şiddeti tırmandırmaktan geçiyor. İç güvenlik yasasını o amaçla çıkardılar ama nafile... İnsanlar bu saldırıyı püskürteceklerdir. Baskı yasalarıyla, polis şiddetiyle, medyatık yalanlarla insanları susturacaklarını sananlar, saldırı-karşı saldırı diyalektiğinden habersizler. Nasıl iktidar, siddeti ve baskıyı tırmandarmak zorundaysa, başka türlü yapamazsa, saldırıya maruz kalanlar da direnmekten geri duramazlar... Örtülü ödeneği sorun ederek, tartışma gündemine taşıyarak, devlet ve dolayısıyla rejimin niteliğine dair yanılsamadan kurtulmanın yolu aralanabilir... Toplumun üzerindeki örtüyü kaldırmanın yolu, ideolojik kölelik zincirini kırmaktan geçiyor... Haysiyetli insanlar olarak yaşamanın başkaca bir yolu yok! Zira, boşuna "direnmek yaratmaktır" denmemiştir...
-----------------------------------------------------------------------------------------------------
*. Cumhuriyet, 20 Aralık 2014.
** Cumhuriyet, 17 Şubat, 2015,


6 Nisan 2015 Pazartesi

KADIN, DEVRİM, KIZILBAŞ, ÖZGÜRLÜK...




Remzi Aydın

...Dini tekelinde tutan zümre mutlak itaat isterken, siz; emeği elinde tutan halkın, mutlak güce sahip olmasını savundunuz. Bunu her aşamanızda rahatça görebiliyoruz. Babek, Babaî, Kalender Çelebi, Şeyh Bedrettin, Torlak, Babailer, Mazdekler, Hallac-ı Mansur, Pir Sultan Abdal ve diğer yansımalarınızda bu açıkça ortada. Üreten kadın bu anlamda sizin baş tacınız ve erkekle yan yana gözüküyor. Bu nedenlerden dolayı da katledilmeniz gerekirdi ya da onlara dönüşüp, kişiliksiz kalmanız gerekirdi. Her yol bu anlamda denendi. Siz, yılanı da kadını da inançlarınızda küçümsemediniz, her ikisini de hak ettiği yere koydunuz. Tabi bu hem zahir hem de batın anlamda. İnsanın çamurdan yaradılışını, cennet ve cehennemin ödülünü, cezasını, halifeyi ve hatta peygamberi ret ettiniz. Kutsal kitap olarak insan yüzünü ve sözünü gerçek kabul ettiniz. Kamilleriniz, Haq’a ve onun yansıması olan Halk’a devir-daim felsefesini kabullendi. Ezilenden, hor görülenden, yoksuldan ve zayıftan yana oldunuz, bu sizin ezilmeniz için yeterli sebep. Söylesene, Desim de o anlamda yetki ya da güç kimin tekelindedir?..” R.A

Susukunluk hakimdi, ılık bir rüzgar yalayıp geçti ruhumuzu belki de kan kokusuydu, kimbilir. Bu acılar hiç bitmedi, üçyüz yıl sonra Fuzuli boşuna şöyle dememişti;
Aceb yoh eylesem ikrâh ehl-i imândan,
Cemî‘-i zümre-i İslâm’dan olup bî-zâr, 
Necef’de bağlamayam Haq hidmetine kemer,
Gidüp Firenk diyârına bağlayam zünnâr…” 
İslam Dini’nin içindeyiz demekte bu halkı kurtarmamıştı, hep ötekiydi. Topraklarımızda hep yabancı gibiydi, sürgünler, saklanmalar, katliamlar… Papaz kemeri de bağlasak kurtuluşumuz olmayacaktı, ta ki sisteme boyun eğip ümmetçi kul olana dek. İyi de o zaman da biz biz olamayacaktık zaten ölü sayılırdık. 
Burda mısın? Ne düşünüyorsun?
Üreten, emek harcayan ve terleyen halk; yoksul ve ezilmiş halde. Hem ürettiği gasp ediliyor hem de hor görülüyor. Karşı tarafta ise üretmeden elinde sermayeyi tutan ve har vurup harman savuran asalak bir kesim var. Güç, üreten kesimde yani halkta olması gerekirken, Tanrıya, oradan onun halifesine, oradan ise asalakların tekeline verilerek sömürüye âlet ediliyor. Çatışmanın kaynağı, emeksiz egemenliği elde tutma savaşı. Bunun içinde feodaliteye ihtiyaçları var. Ama ışık insanları bireyi, bireyden de halkı mutlak güç yapınca tehlikeli oluyor. Çünkü bu aynı zamanda ezilen ve sömürülen diğer halka örnek teşkil ediyor.
Dini tekelinde tutan zümre mutlak itaat isterken, siz; emeği elinde tutan halkın, mutlak güce sahip olmasını savundunuz. Bunu her aşamanızda rahatça görebiliyoruz. Babek, Babaî, Kalender Çelebi, Şeyh Bedrettin, Torlak, Babailer, Mazdekler, Hallac-ı Mansur, Pir Sultan Abdal ve diğer yansımalarınızda bu açıkça ortada. Üreten kadın bu anlamda sizin baş tacınız ve erkekle yan yana gözüküyor. Bu nedenlerden dolayı da katledilmeniz gerekirdi ya da onlara dönüşüp, kişiliksiz kalmanız gerekirdi. Her yol bu anlamda denendi. Siz, yılanı da kadını da inançlarınızda küçümsemediniz, her ikisini de hak ettiği yere koydunuz. Tabi bu hem zahir hem de batın anlamda. İnsanın çamurdan yaradılışını, cennet ve cehennemin ödülünü, cezasını, halifeyi ve hatta peygamberi ret ettiniz. Kutsal kitap olarak insan yüzünü ve sözünü gerçek kabul ettiniz. Kamilleriniz, Haq’a ve onun yansıması olan Halk’a devir-daim felsefesini kabullendi. Ezilenden, hor görülenden, yoksuldan ve zayıftan yana oldunuz, bu sizin ezilmeniz için yeterli sebep. Söylesene, Desim de o anlamda yetki ya da güç kimin tekelindedir?
Felsefi ve yol anlamında mı?
Evet!
Raewer, Pir-Mürşit, Bava, Ana olarak basamakları var. Cemleri Pir yoksa Raewer, o da yoksa Bava yönetir. Fakat bir kural var. Pir, posta oturmadan önce halktan rızalık almak zorundadır. Rızalık vermeyen olursa, Pir posta oturamaz. Yol erkânına ters davranışta bulunan birinin Pirliği yok sayılır. Halktan biri de yol erkânına ters bir davranışta bulunursa getirdiği lokma koltuğunun altına sıkıştırılıp cemden uzaklaştırılır. Suçun derinliğine göre kendisine ceza verilir, bu cezayı Pir yalnız vermez. Cemaatle yani halkla birlikte verir. 
Yani hala halk tek güç.
Ana Kadın, ya da ana bacı dediğimiz ışık kadınları, halkı aydınlatmak için üç telli saz çalardı. Sözlü geleneği ve kadim bilgiyi aktarmanın tek yoluydu bu. Anlayacağın bu kültür yeni değil, şaşırma. Kırklar cemini anlatmıştın, orada kadın ve erkek eşitliğini bir sözle muhteşem aktarmıştın. Büyüğümüz de küçüğümüz de uludur bu mecliste. Kadın ve erkek yok, küçük ve büyük yok, tam anlamıyla komün bir yaşam. Üzümün kırka bölünmesi, peygamberin hırkasını çıkararak can olarak içeriye girmesi, birinin parmağı kesilince hepsinin bu acıyı hissetmesi ve aynı yerinin kanaması, dışarıdan gelen peygamber bile olsa kırk bir olamaması! Sanırım haklısın, tuzlu ve tatlı su karışmıyor. Seley de Pir Ana olabilir.
Pirike desek daha doğru. 
Cemlerde yan yana oturmanızın en büyük nedeni de işte bu. Kadın ve erkek fark etmiyor, önemli olan “Işık Yolu’nda” yürümüş olması, çünkü cem esnasında maddeler yok oluyor, Haq katında aynı güneşe ait birer kıvılcım oluyorlar.
Saf ışığa koşan ve güneşe ait olan ışık. Bu anlamda ışık cinsiyetsiz ya da çift cinsiyetli.
Önceki inançlarda “Mâ” olan kadın, toprağa ilk tohumu atan, ağaçları aşılayan, filizi oluşturan, hayvanı evcilleştiren, toprağın doğurganlığına duyduğu saygıdan dolayı onunla tekleşen ve kızgın güneşin altında nasırlı ellerle, kendine yüklenilen sıfatları yerine getiren varlık iken, sizde bir üst boyuta sıçramış.
Nasıl?
Toprağa hayat veren ışık olmuş. Toprak olmayı ret ederek, toprak üstü yapıya bürünmüş, toprağa olan bağlılığı esaret olarak kabul edip, güneşin yani saf ışığın içine girerek, onunla tekleşmiş. Bu da sizin felsefenizin sürekli geliştiğini, dogmalara sırt çevirdiğini gösteriyor. Çam ağacındaki gibi, gereksiz dalları budayarak yeni filizlerin doğmasına izin vermişsiniz. Fakat anlayamadığım şey şu, bir kitabınız yok, peygamber kabul etmiyorsunuz, halifelerle işiniz yok, Kaygusuz, Azmi, Seyyid Kızıl Deli, Mısri, Suhreverdi, Şeyh Bedrettin, Pir Sultan, Yunus, Cüneyd-i Bağdadî, Hallacı Mansur gibi Pirleriniz, yol önderleriniz Tanrıyı sorguluyor iken, bu gelişmeyi nasıl sağladınız, rehberiniz neydi? Nereden beslendiniz?
Bizdeki Ana bacılar ya da ana kadınlar bireysel kurtuluştan önce toplumsal kurtuluşu hedef edinmişler. Bu erkeğe hükmetmek ya da tek söz sahibi olmak değil, yan yana yürüyebilmek, tekleşebilmek felsefesinden doğuyor. Biraz da Lilith mitini anımsatıyor bana! Kırklar cemi bu anlamda bana göre yeterli. 
—“Eğer herhangi bir kadın; derviş hayatı yaşama bahanesi ile Tanrının ona bağımlılığını ve itaatini hatırlatmak için verdiği uzun saçlarını, bu bağımlılık düzenini bozmak için keserse; ona lanet olsun.’’(Çankırı Konsülü kanun no:17) Bunu daha önce duymuş muydun? 
Hayır, nedir bu?
Hıristiyanlığın 13–14. Yüzyılda Anadolu’da yayılmasının önünde en büyük engel “Ana Bacı ya da Ana Kadın” dediğimiz harekettir. O nedenle Konsül “Ana Kadınları” sindirmek ve hatta yok edebilmek için bu tür kanunlar yaptı. Fakat bu kanunlar bile “Ana Kadın” yapısını yok edemedi. 
Bu sefer de Kadın azizeler ve Meryem Ana gibi sembollere farklı “Ana Kadın” sıfatları yükleyerek, kadını etkisizleştirme çalışmaları denedi. Daha sonrasını biliyorsun, cadı avları ve yakılan “Ana Kadın” topluluğu, çırılçıplak soyularak kilometrelerce buzun üzerinde yürütüldükten sonra, buz nehirlerinde boğulan kadınlar.
Kadınlar teslim olunca, toplumu teslim almak ne kadar kolay değil mi? İşte günümüzde bunu en iyi şekilde görüyoruz, teslim olup örtünen, eve kapanan kadın, aynı zamanda toplumun zihnine perde örtüp, onu hapsediyor, kulluk, ümmetçilik, kayıtsız itaat ve koyunlaşan bir nesil. Adamlar bunu yüzyıllar öncesinden fark edip mücadeleye başlamışlar, vay be! Saçın kesilmesi ve özgürleşme, bu bağın kökeni ta oralar demek ki! 
Bu sembolik bir tavır. Tabiî ki saç ve özgürleşme arasında bağ yok ama örtünme, hapsedilme ilk buradan başlıyor. Önce giysiler ve fiziksel yapı, sonra zihin veya ruh. Teslimiyet alanı, fiziksel koşuldan geçiyor. Düşünsene Abdal Musa’ya el veren ve “Yol Oğlu” olarak yetiştiren bir Ana Kadın Pir’dir. 
Medusa’nın başına gelenler ya da anlatılanlar; kadının gözden düşürülmesi için tasarlanmıştır. Aynı kültü, Havva’da da görmekteyiz. Yılan ve kadın özdeşleşmesi ile şifacı olan bilge yılan, doğurgan ve üretken olan kadın aynı anda düşmanlaştırılmıştır. Tecavüze uğrayan Medusa bu tecavüzden dolayı suçlu bulunmuş, sürgüne gönderilmiş, ardından kellesi kesilerek, kanı diyar diyar gezdirilmiş. Tıpkı İslâm ülkelerindeki recim ile aynı şeyi anlatıyor. Tecavüze uğra, taşlan ve kirleten olarak hiç olmayacak yere, vebalı leş gibi gömül! 
Kadın Ana’lar bu düzene karşı çıktığı için lanetlendi, öyle mi?
Kendi nefsine egemen olamayan erkek, aynı zamanda kendi nefsine egemen olamayıp dünyayı sömüren sistemi temsil eder. Şayet erkek egemenliğine son verilir ise sıra ezen sistemin egemenliğine son vermeye gelir. Eşit iki gücü ortadan ayırmanın en iyi yolu budur. Geb ve Nut aynı zamanda bunu anlatır, teklikten ikiliğe düşme. Oysa siz cemlerinizde hala ikilikten vazgeçip tekliğe dönüşmeyi anlatıyorsunuz, o nedenle iftiralara uğrayıp taşlanarak öldürülüyorsunuz, bu bir nevi ötekileştirilenlere uygulanan recm cezasıdır.
Ancak böyle anlatılır, ağzına sağlık Luwi! Pirikeler’e (Ana Kadın-Dapir-Pire) ne oldu? Nasıl yok oldu bu yapı?
Moğol istilasında savaşırken öldüler. 
Savaştılar mı?
Hem de nasıl bir savaşmak. Bazı kitaplar on binlerden bahseder. Fakat Ana kadın-bacıların önemini Baba İshak başkaldırısında daha net görüyoruz. 
Bak bu konuyu biliyorum. Piro, Seley ve Bava bir gece ateşin başında otururken Seley anlatmıştı. Konu Ana Fatma’dan açılmıştı. 
Fatma Bacı (Pire) bu anlamda bir sembol. Nasıl anlatmıştı bu olayı Piro.
İlk komün sistem olan Babek Hurrem’den bahsetmişti. Fakat Baba İlyas’ın kafasındaki sistem şayet gerçekleşmiş olsaydı, gerçek komünist sistemi hayata geçirebilirdi.
Çok benzeşiyorlar bu anlamda. 
Evet bir çok ortak noktaları var. Baba İlyas'a yüklenilen “peygamberlik misyonu” Tanrı-İnsan bütünlüğü ve Tanrı'nın insan olarak görünüm alanına çıkması yani insanlaştırılmasıdır. Tanrı'yı köylü kılığında tanımlama, köylü kitlesinin, yani o günkü halk çoğunluğunun yüceltilmesi, tanrılaştırılması olarak algılanmalıdır. Bu çoğunluk, yani halk; her şeyin mutlak sahibidir, her şeyi yapmaya gücü yeter. Yönetim erki de onundur, o kullanır ancak. Biz, tasavvuftaki "Enel Haq (Tanrı benim)" inancının bir çeşitlemesi olan "El-Haq-u Hüve 'l-Halk, v-el-Halk-u Hüve 'l-Haq (Tanrı Halk'tır, Halk da Tanrı'dır)" söyleminin, bir veli tarafından uygulamaya konulması olarak görüyoruz. Bu bağlamda Halk'ı, Haq'ın gölgesi ve örtüsü olarak yorumlayan tasavvufî görüşlere rağmen sonuç aynı. Peygamberin isminin Muhammed olması işte bu nedenledir. Muhammed halk demektir, Haq’ın yeryüzündeki halifesidir.
"Halk Haq'ın gölgesi ve örtüsüdür' yorumu da, Ortodoks İslam'ın devlet ve iktidar anlayışına taban tabana zıttır ve Halk demokrasisi anlayışıdır. Çünkü Şeriat yönetiminde: mutlak iktidar Allah'ındır. Ancak yeryüzündeki gölgesi ve peygamberin vekili halifeye devretmiştir. Bütün halk, Halife'nin teba'sıdır. 
Demek ki, Malik-i Mülk (mülkün, dünyanın sahibi), Haq ile eşitlenen Halk'tır. İktidar doğrudan halkındır. Baba İlyas yorumladığımız inancıyla oluşturduğu siyasette, örnek aldığı Babek Hurremi'den daha ileridedir.
Babek Hürrem işkenceyle öldürülmesine rağmen tek kelime ağzından çıkmamıştır. Mücadeleye kaldığı yerden eşi devam etmiştir. Sonuç Abbasîlerin de sonu oldu.
Selçuklularda da aynı durum vardı, saray ve efradı zevk içindeyken, halk özelliklede Türkmenler açlık ve yoklukla mücadele ediyordu. Boşalan hazine, halkın cebinden zorla alınarak tekrar dolduruluyordu. Kendi zenginlerini oluşturmuşlardı. Her iki hareket de dinsel değil sınıfsal harekettir. Açlık ve yoksulluğa başkaldırıdır. Kadın-erkek eşitliğine dayalı bir hareket olarak tarihe damgasını vurur.
PEKİ GELDİĞİMİZ NOKTA NEDİR… 1000 YIL ÖNCE NEREDEYDİK!!!…NEREDEYİZ!!!


Piro-Romandan alıntıdır...

3 Nisan 2015 Cuma

Cengiz Başkaya ile söyleşi...



 TOPLUMA KARŞI, TEKELLERDEN YANA GIDA POLİTİKALARI


"Paranın imparatorluğu tarihteki tüm imparatorluklardan daha büyük..."


Fikret Başkaya:  Dün öğleden sonra bir şeyler almak için çıktım. Küçük bir yeşil soğan demeti yedi liraydı ve almaktan vazgeçtim. Ortalama ücretin asgari ücret düzeyinde olduğu ve emekli maaşları de ortadayken o küçük soğan demetini kim alacak? Türkiye'de tarım ve gıda konusuna geçmeden önce dünyadaki durumla ilgili genel bir değerlendirmeyle başlayabilir miyiz?
     
Cengiz Başkaya: Gıda fiyatlarında artış enflasyon oranlarından daha yüksek. Bu durum bazen iklim koşullarına bağlı olsa da başka etkenler de var. Üretici ile tüketici arasındaki aracı kurumlar ve kişiler fiyatların artmasına neden olurken birçok ürünün maliyet artışları nedeniyle  çiftçiler tarafından üretilemez duruma gelmesi giderek büyüyen bir sorun.
   
Dünya ölçeğinde gıda üretiminin biçimi ve amaçları büyük ölçüde farklılaştı. Bu değişiklikler sözde insanlığın artan gıda ihtiyacını karşılamak, açlığı önlemek adına uygulanıyor. Ne var ki açlık ve yetersiz beslenme halen milyarlarca insanın temel sorunu durumunda. Endüstriyel tarım ve hayvancılık yöntemleri giderek gıda üretim ve kontrolünü halkların elinden alıp şirketlere devredilmesi sonucunu doğuruyor. Şirket mantığı  maksimum kârı, kazancı esas aldığından tüm insanların hak ve söz sahibi olması gereken en yaşamsal konuların başında gelen gıda üretimi ve dağıtımı az sayıda küresel şirketin kontrolüne ve egemenliğine terk ediliyor. Sözde verim artırmak için geliştirilen teknoloji ve yöntemler küçük üreticileri borç batağına sürükleyip sistem dışına itiyor.  Çitçiler şirketlerden her yıl satın almak zorunda bırakıldıkları tek tip tohuma, yapay gübreye, kullanılması zorunlu hale getirilen  kimyasallara mahkum edildi. Aşırı sulama ve enerji kullanımı gerektiren ürün ve yöntemler maliyetleri her yıl arttırırken üreticiye sağlanan destekler, üretici birlikleri ve tüm düzenleyici kurumlar küreselleşmenin acımasız araçları olan Dünya Bankası, Dünya  Ticaret Örgütü, IMF'nin yaptırımlarıyla yok ediliyor. Kendi yarattığı yapay krizlerin bedelini tüm insanlığa ödeten finans sermayesi, trilyonlarca dolar kamu kaynağını kendine aktarmayı ekonominin gereği olarak savunurken, küçük üreticiye verilecek en küçük desteği serbest rekabete, pazar ekonomisinin kurallarına aykırı görerek engelliyor.
  
Patent altına alınan genetiği değiştirilmiş türlerin ve hibrid tohumların kullanımını yasalar çıkartarak zorunlu hale getirip, binlerce türün sonsuza dek yok olmasına neden olmak da kutsal pazar ekonomisinin gereği. Serbest ticaret kılıfıyla yaygınlaştıran küreselleşme aslında küçük üreticiyi ve küçük ölçekli yerel ticaret alanlarını yok ediyor. Bir çiftçinin kendi toprak yapısına ve iklimine uygun tohumunu kendi ürününden ayırıp kullanmasını yasaklayıp,  her yıl küresel ölçekli şirketlerden satın almasını yasayla zorunlu hale getirmek aslında  rekabeti yok edip tekelleşmeye götüren bir uygulama. Serbest piyasa söyleminin sahte yüzünü açığa çıkarıyor. 
     
Gıdanın üretimi yanında dağıtım mekanizmaları da çok az sayıda tekelin kontrolüne giriyor.          Halkın  temel gıda gereksinimlerini ülke topraklarında sağlamak mümkünken, yoksul ülkeler ihracata dönük fakat ithalata bağımlı ürünleri yetiştirmeye zorlanıyorlar. Bu ürünler de şirketlerin belirlediği düşük fiyatlarla satılıyor. Tekeller stokladıkları fazla ürünü dünya piyasasında fiyat kırmak için kullanıyorlar. Gıda en temel insan hakkı olmaktan çıkıp, acımasızca kazanç sağlama alanına dönüştürülünce bu çelişkiler olağandır.
Yoksul ülkelere deniyor ki, "Siz buğdayı pahalıya mal ediyorsunuz. Üretmeyi bırakın, daha ucuza bizden satın alın." Cezayir bu oyuna gelmişti. Buğday üretimi durdurulunca iş gücünü oluşturan gençler şehirlere göç etti. Üç yıl sonra ithal buğdayın fiyatı birden yükselince hata anlaşıldı. Tekrar ekim yapılmak istendiğinde artık kırsal alanda aktif iş gücü yok olmuş, toprak vasfını yitirmişti. Bizde de bir dönem buğdayı kendimiz üreterek akılsızca davrandığımız, ithal etmekle kilo başına  üçte bir oranında tasarruf edeceğimiz düşüncesi rağbet gördü ve bazı iktisatçılarımız tarafından ısrarla savunulmuştu...
     
Küresel yağma tüm şiddetiyle sürüyor, Afrika'nın, Güney Amerika'nın verimli toprakları şirketlere ve büyük servet sahiplerine satılıyor veya kiralanıyor. Yerli halklar bulundukları topraklardan sürülüyor. Ormanlar zenginlerin aşırı et ihtiyacını karşılamak için fabrika hayvancılığına yer açmak amacıyla yok ediliyor. Toprağını henüz kaybetmeyen çiftçiler de tek ürün tarımına mecbur bırakıldıkları için, verimli toprakların üstünde yaşadıkları halde açlığa mahkum olabiliyorlar. Hindistan'da yüzbinlerce çiftçi borç batağına düştüğü için intihar etti ve intiharlar durmuyor. Su kaynakları şirket ve şahıs malına dönüştürülüyor. Üreticinin tüketiciye  doğrudan ulaşmasını engelleyecek her türlü tedbir alınıyor.
  
Tekellerin çıkarlarına uygun olarak biçimlendirilen üretim yöntemleriyle doğallıktan zaten çıkarılan ürünler maksimum kazanca yönelik pazarlama yöntemlerine uygun hale getirilmek üzere yoğun işlemlerden geçiriliyor. Şirketler açısından gıdanın sağlıklı oluşunun tek ölçüsü haftalarca, hatta aylarca bozulmaması. Aslında bu amaçla yaptıkları işlemler zaten o yiyeceği bozmuş oluyor. Sütü süt, eti et olmaktan çıkarıyor. Yüksek verim için besi hayvanları doğal olmayan yollarla adeta şişiriliyor. Hormonlar, antibiyotikler özel yemler ve mutlak hareket kısıtlamalarıyla en kısa sürede en fazla ağırlığa eriştirip en uygun zamanda kesiliyor. Az sayıda hayvan yetiştiren ailelere şirketlerin lehine olmak üzere yasaklar getiriliyor. Çoklu üretim yöntemleriyle kendi yiyeceğinin büyük bölümünü kendisi üretebilecek milyonlarca aile yiyeceğini pazardan almaya mahkum ediliyor. İnsanlar toprak ananın kucağında otururken bile aç kalabiliyor.
 
Halk sağlığı gerekçe gösterilerek açıkta gıda satışına yasaklar getiriliyor. Üretici pazarları engellenip kapatılıyor. Ambalajsız gıda satışını engellemek gerekçesiyle semt pazarları perakende devleri yararına yok edilmek isteniyor. Artık halkların gıda egemenliği büyük ölçüde ellerinden alındı. Gıda güvenliğinden bahsetmek de zor. Günümüzde gıda bir insan hakkı olmaktan çıkarıldı. Su da özelleştiriliyor. Irmaklar hidroelektrik santralları kurma bahanesiyle şahıslara veriliyor.


Halktan alınan vergilerle kurulan barajlar, sulama sistemleri şirketlere bırakılıyor. İçme suyu kaynakları paylaşıldı. Temel bir insan hakkı olan gıdaya ulaşma hakkı ancak halkların toprağa, suya ve tohuma serbestçe ulaşabilesiyle ve gıda egemenliklerini ellerinde tutmalarıyla sağlanabilir.
    
Halen uygulanan yöntemler her şeyden önce akıl dışıdır. Gıda sistemi çok çürük temeller üzerine oturtuldu. Günümüzün tarım ve hayvancılık teknikleri doğal ve geleneksel yöntemler bir kenara bırakıldığı için gezegendeki su kirliliğinin, kıymetli toprak kaybının ve küresel ısınmanın en büyük sebebi haline geldi. Orta Amerika'da şirketlerin plantasyonlarında insanlık dışı koşullarda  işçi çalıştırarak ürettikleri muz Avrupa ve Asya'ya taşınıyor. ABD de üretilen ve gemilerle taşınan yemle Suudi Arabistan'da dev tesislerde on binlerce sığır adeta şişirilerek besleniyor. Etleri Avrupa'da işleniyor, oradan tekrar  ABD ye getirilip  fast food zincirlerinde satılıyor. Büyük ölçüde  enerji  kullanılıyor, deniz taşımacılığı canlanıyor, ekonomik büyüme sağlanıyor. Yani saptırılmış ekonomik akla uygun ama, tam da bu yüzden insan aklına aykırı yöntemler.

F.B. ; Türkiye 1980'den beri neoliberal politikalara teslim olmuş durumda. Dev küresel tekellerin egemenliğine "serbest piyasa ekonomisi" diyorlar ve durum malûm. Genel olarak ekonomiyi özel olarak da tarımı "dış belirleyiciliklere" teslim etmek demek, iflası daha baştan kabullenmek demeye geliyor. Oysa yapılması gereken, "içeriyi dışarıya uyumlandırmak değil, dışarıyı içerinin ihtiyaçlarına tâbi kılmaktır". Aksi halde toplumun kaderi dışarıya, dışardaki dev tekellere ihale edilmiş oluyor. Şimdilerde dünya gıda üretimi bir elin beş parmağı kadar çokuluslu şirkete havale edilmiş durumda. Mesela, Nestlé'nin 2000 markası, 10 000 ürünü, 86 ülkede 447 fabrikası var, ürettikleri 136 ülkede pazarlanıyor, 330 000 kişiyi istihdam ediyor, 5000 araştırmacının çalıştığı 29 araştırma merkezi var, 76,66 milyar euro işlem hacmi var, yılda 10,34 milyar kâr ediyor... Böyle bir şirketin faaliyet gösterdiği bir sektörde nasıl rekabet edip ayakta kalınabilir? Sana göre
hesap baştan yanlış yapılmış değil mi?



C.B. Neoliberal politikaların amacı zaten insanlığa ait ne varsa yağmalamak üzerine kurulu. Bu aynı zamanda doğal varlıkların acımasızca tüketilmesini ve yok edilmesini de gerektiren bir program. Ulusötesi tekeller ve finans devleri ülkelere sözde ekonomik gelişme sağlama, yeni istihdam alanları yaratma, ticaret hacimlerini arttırma amacıyla geliyorlar. Aslında yatırım denilince eskiden üretime dönük, uzun vadeli maddi yatırımlar, fabrika, alt yapı gibi alanlar akla gelirdi. Artık elektronik ortamda borsa oyunları oynayan ve bu yolla ülkelerin kaynaklarını dışarı akıtanlara yatırımcı deniyor. Adeta emme basma tulumba gibi çalışan sistem düzenli olarak tatlı kazançlar sağlarken, oluşturulan yapay dalgalanmalarla belli aralıklarla büyük vurgunlar yapılıyor ve krizler yaşanıyor. Tabii ki, söz konusu kriz soyulan halklar içindir. Büyük sermaye için her kriz kolayca kazanılmış devasa kazançlara vesile oluyor. Sabit yatırım için gelenlerin asıl amacı da ucuz iş gücünden yararlanmak.
   
Gıda tekelleri tohumdan sofraya kadar tüm gıda üretim ve dağıtımını kontrol etmek üzere yola çıktılar. Çünkü gıda en vazgeçilmez ve süreklilik gösteren bir tüketim alanı. Amaç gıda egemenliğini tümüyle halkların elinden almak.

Gıda yaşamı sürdürmek için en temel unsur. Gıdaya ulaşamayan insanın yaşama hakkından bahsedilemez. Açlık söz konusu olduğunda her şey önemini yitirir ve anlamsızlaşır ve artık
herhangi bir düzenden ve sistemden, insanî değerden bahsetmek mümkün olmaz. Açlık yoksulluk değil sefalettir fakat sefaletin en derin biçimidir. Bu nedenlerle eğer bir toplumda tek bir insanın değil açlıktan ölmesi, aç kalması bile  ortada gerçek bir toplumdan bahsetmeyi abes hale getirir. Akılcı önlemler ve uygulamalarla bir halkın gıda egemenliği ve gıda güvenliği pekala garanti altına alınabilir. Fakat tercih ve öncelikler bu kaygılarla belirlenmiyor.
    
Bugün pazarlama teknikleri ve reklamlarla bireyler için yapay ihtiyaçlar üretiliyor. İnsanların öncelikleri değiştiriliyor. Aynı şekilde  ülkeler için de egemen ekonomik aktörlerin çıkarlarına uygun yapay ihtiyaçlar üretiliyor. Ekonomik sistem büyük ölçüde silah ve petrol şirketlerince şekillendiriliyor. Gittikçe yaygınlaştırılan bölgesel savaşlar bu amaçla çıkarılıyor. Ülkelerin  kaynakları en temel gereksinmeler yerine silahlanma için harcanabiliyor. Örneğin Suudi Arabistan en büyük silah alıcısı ülkelerden biri durumunda. Petrol gelirlerini silah ithalatı yoluyla zengin ülkelere geri veriyor. Fakat aldığı silahları ancak yoksul komşusu Yemen'in halkını kırmak için kullanabilir. Dünya egemen sistemine aykırı en ufak adımı atamaz. Ama en azından kendi halkını baskı altında tutabilir.
   Birbirleriyle iyi komşuluk ve işbirliği içinde birçok sorunu kolayca çözecek olan ülkeler arasında sürekli olarak yapay bir gerginlik ve düşmanlık yaratılıyor.   Tank ve uçak filoları, savaş gemileri sürekli yenileniyor. Aynı askeri paktın içinde oldukları için birbirleriyle savaşmaları asla söz konusu olmayacak iki komşu ülke hep sıcak tutulan bir gerilimle dev silah üreticisi tekellere sürekli kaynak aktarırlar. Öncelikli ihtiyaçlar sürekli ötelenir.
    
Konuya gıda açısından baktığımızda akla uygun olan, tekellerin doymak bilmez açgözlülüğüne teslim olmak değil, halkın gıda güvenliğini sağlamaktır. Bu da gıda egemenliğini elde tutmakla mümkündür.
    
Temel gıdalar mutlaka ülke topraklarında üretilmelidir. Ülke nüfusunun çoğunun birkaç mega kente yığılması yerine ülke yüzeyine düzenli bir şekilde dağılması için gerekli   önlemler alınmalıdır. 20 milyonluk bir kente her gün devasa miktarlarda gıda taşınması yaratılmış bir sorundur ve akıl dışıdır. Fakat bu tuhaflık sorgulanmaz. En ufak bir kriz durumunda zaten olağan şartlarda sıkıntıyla yürütülen taşımacılık imkansız hale gelebilir ve bu kaos ve felaket demektir.
  
Ülke yüzeyine yayılmış, mega kentlerin insan silolarında değil, doğayla iç içe ve onu tahrip etmeden kurulmuş  kent, kasaba ve köylerde huzur içinde yaşamak pekala mümkündür. Akılcı bir planlamayla  kırsal alanın boşalması önlenebilir. İnsanlar büyük iç göçlere mecbur olmazlar.
Bölge coğrafyasına uygun ve öncelikle o bölgede tüketilmek üzere gıda üretimi esas olmalıdır. Taze gıdayı en kısa sürede ve doğal haliyle ve ticari kaygılarla zararlı birçok işlemden geçirmeden tüketiciye ulaştırmak amaçlanmalıdır. Kentlerin temel gıda ihtiyacını birkaç yüz kilometrelik yarıçapındaki bir dairenin içinde üretmek gerekir. Bu sayede kriz durumlarında gıdaya ulaşım mümkün olur. Taşıma maliyetleri azalır.
     
Çözüm odaklı bir yaklaşım benimsendiğinde, örneğin yüzlerce buğday türünü bir kenara bırakıp, dünyanın öteki ucunda geliştirilmiş ve değişik koşullarda nasıl ürün vereceği belli olmayan tek bir tohuma mahkum olmazsınız. Bu tohumdan  verim almak için arazinin şeklini değiştirmek, yapay gübre, yabani ot öldürücü, böcek öldürücü zehirleri ithal etmek, toprağı, suyu, havayı, tüm hayvanları ve insanları zehirlemek durumunda kalmazsınız. Kendi topraklarınızda yetişen kaliteli  muzu ürettiğiniz alanları turizm tesisleri ve binalarla kaplayıp orta Amerika'dan muz ithal etmezsiniz. Ülkenin dağlarını ve yaylalarını insanlara ve hayvanlara yasaklamaz, eti Arjantin'den, Avustralya'dan, peyniri ve tereyağını Hollanda,dan ithal etmek, zorunda kalmaz, doğal ortamda özgürce dolaşan sığırların, koyun ve keçilerin sağlıklı sütünü içmekten mahrum olmazsınız. Çocuklarınız fabrikalarda üretilmiş, şeker, yağ ve tuz yüklü, kalorisi yüksek, besin değeri düşük hazır yiyeceklere alıştırılıp bunlara mecbur kalmazlar. Binlerce yıllık insanlık birikiminin ürünü tarım teknikleri ve gıda hazırlama, saklama yöntemleri  neredeyse tümüyle unutulup gitmez. Yerel tatlar kaybolmaz, gıda egemenliğinizi ve güvenliğinizi elinizde tutar, sürekli aç bırakılma tehdidi altında kalmazsınız. Doğayı alt edilmesi gereken bir düşman değil, parçası olduğumuz, saygı gösterilip uyum sağlanacak bir varlık olarak görürsünüz. Küresel rekabet adına, tüketmeyeceğiniz birkaç türü sadece döviz kazanmak adına üretmez, kendi gereksiniminiz için zengin bir çeşitlilikle üretirsiniz. Kısaca sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen dev gıda tekellerinin planlarına ve çıkarlarına  göre değil, kendi yurttaşlarınız için ve onların tercihlerini esas alarak üretirsiniz. Aksi halde edilgen, kaderini büyük sermayenin ellerine ve insafına terk etmiş bir ülke olursunuz.
 
F.B:  Türkiye'deki durumun akılla, mantıkla sağ duyuyla, hâlâ bir ilgisi kalmış mıdır? Son 20-30 yıldan beri uygulanan tarım politikaları ortadayken, insanın aklına "acaba daha kötüsü olabilir mi?" diyesi geliyor. Bu konuda neler söylemek istersin?

C.B. Mevcut gidişatın varacağı son evre küçük çiftçiliğin tümüyle yok olması gibi görünüyor.
 Bir kilo gübre bir kilo buğdaydan, bir litre mazot, bir kilo yem bir litre sütten pahalıysa, tohumlar, fide ve fidanlar ve yem her yıl artan fiyatlarla satın alınıyorsa ne çiftçilik, ne de hayvancılık sürdürülebilir... ABD ve Avrupa ülkeleri kendi tarım sektörüne büyük destekler sağlarken Türkiye ve benzer ülkelerde destek uygulamaları engellendi. Tarımda düzenleyici kurumlar kaldırıldı veya özelleştirildi. Bu uygulamaların amacı sonunda tarım üretimini tümüyle şirketlere teslim etmekti. Devlet üretme çiftlikleri şirketlere devredildi. Şimdi Trakya'daki otlakların özelleştirilmesi gündemde. Otlak ve meraların çevresi çitlerle çevrilecek, bu alanlarda yapılaşma mümkün olacak. Geçimini bu alanlarda hayvan otlatarak sağlayan küçük sürü sahipleri sistem dışına itilecek. Milyonlarca dekar değerli tarım arazisi konut, sanayi kuruluşları, turizm yatırımları, ticari alanlar ve otoyollar için geri dönülmez biçimde feda edildi.
    
Bugün Anadolu' da köyler büyük oranda boşalmış, topraklar kendi haline bırakılmış durumda. Sanayi, madencilik, turizm gibi sektörlere döviz getirdikleri, iş olanakları yarattıkları gerekçesiyle büyük imkanlar ve kolaylıklar sağlanırken çiftçilik ve hayvancılık kasıtlı olarak kendi haline bırakılıyor. Halbuki  yeterli gıda üretimi ve halkın gıda güvenliğinin sağlanması öncelikli olmalıdır. Tarım ve hayvancılık için çok yüksek bir potansiyele sahip bir ülkenin buğday, saman et ithal edip döviz harcaması akıl ve mantık dışıdır. 
   
Bu gidişin acilen durdurulması gerekirken yıkım bütün hızıyla sürüyor. Toprağın değerli, gıda üretiminin çok önemli olduğu, temel gıdaların mutlaka ülke içinde üretilmesinin hayati önem taşıdığı üretim ve dağıtım tümüyle ulusötesi tekellerin ve onların yerli ortaklarının eline geçince anlaşılacak. Fakat artık çok geç olacak. Bugün mazotun litresi 4 lirayı aşmışken buğdaya 70-80 kuruş fiyat biçen yetkili kurumlar, şirketler gıda sistemine tümüyle hakim olduğunda onların istediği fiyatları makul bulacaklardır. Çünkü gıda üretiminin çok değerli bir faaliyet olduğu aniden fark edilecektir. O zaman bugün küçük üreticiden esirgenen her türlü kolaylık ve destek sağlanacaktır. Ne var ki halkın gıda egemenliği ve gıda güvenliği tümüyle ortadan kalkacaktır.
   
Tekeller dünya piyasalarında satış değeri olan ürünleri üretecekler, ülke insanının ihtiyaçları nazara almayacaklardır. Şirket aklı bunu gerektirir zira. Gerçi bizde devletin de şirket gibi yönetileceği en yetkili ağızdan dile getirildi. Tekellerin hissedarları için yıl sonu kazanç grafikleri tek ölçüdür. O grafik sütunlarının altında kaç milyon insanın ezildiği, işini ve toprağını kaybettiği, aç kaldığı, intihara sürüklendiğiyle ilgilenmezler. Küreselleşme iyi sonuçlar getirmiştir. Ekonomiler büyümüş, tekellerin marka değeri artmıştır. Yoksulluk yoksulların suçudur. Gıda tekellerinin elinde genetiği değiştirilmiş mısırdan elde edilen milyonlarca ton mısır şurubu, ve bolca genetiğiyle oynanmış soya yağı var. Bu stokların eritilmesi ve insanlığın şirketlerin ürettikleriyle yetinmesi gerek. Bunları satın almak için de bol dövize ihtiyaç var. İhracatla bu dövizi kazanabilmek için rekabetçi olmak şarttır. Maliyetler ucuzlatılmalıdır. Bunun en pratik yolu da iş gücünün üretim maliyetindeki payını en aza indirmektir. Milyonlarca aile kendi iş alanlarını  kaybedip  mülksüzleşerek işsizler ordusuna katıldığından ucuz iş gücü temini de sorun olmayacaktır. Taşeronluk sistemi, iş güvencelerinin kaldırılması, esnek çalışma uygulamaları, sendikaların işlevsizleştirilmesi hep bu sorunu çözmek için değil midir? Yani hükümetler sanıldığı gibi sistemin tıkandığı durumlarda çözüm getirmiyor değiller. Küreselleşen egemen ekonomik sisteminin önündeki engelleri kaldırma yolunda gerekenleri en hızlı biçimde yapıyorlar.
   
Tohuma serbestçe ulaşma hakkı tohum yasasıyla engellendi. Toprak betonlaşmayla ya da tarımın ekonomik nedenlerle yapılamaz hale gelmesiyle kullanılamaz duruma geliyor. Su kaynakları büyük ölçüde özelleştirildi. Yani gıda egemenliği ve gıda güvenliğinin üç temel bileşeni toplum için her geçen gün daha da ulaşılmaz hale geliyor. İşlerin daha kötüye gidip gidemeyeceği konusuna gelince, Fırat ve Dicle'nin özelleştirilme, daha doğrusu şirket malı haline getirilme projesi bu konuda bir fikir verebilir. İnsanlığın gelişiminde kilit rol oynayan bu iki nehir yerleşik topluma öncülük eden Sümer medeniyetine kaynaklık etmişti. Sümerler bu nehirleri tanrıların bir armağanı olarak görüyorlardı. Beş bin yıl sonra dolar tanrısına teslim edilmeleri gündemde. Yani artık her şey mümkün demektir... Dünya zenginlerinin elinde tüm nehirleri, tüm gölleri, su kaynaklarını, tüm verimli arazileri satın alabilecek kadar para birikmiş durumda. Satın alarak tek seferde toplu ödeme yapmak yerine ülke borsalarını manipüle ederek tatlı kârlar sağlamayı tercih ederlerse yine sorun yok. Gerekli kolaylık sağlanabilir. Kırk dokuz yıllığına kiralama seçeneği de var. Paranın imparatorluğu tarihteki bütün imparatorluklardan daha büyük ve artık sınırları da yok...

F.B.  Doğrusu çok teşekkür ediyorum. Durumu gayet net ve çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğun için... 


2 Nisan 2015 Perşembe

Ve aşk…






والحب يا غزالة
أن يصعد الموج
كل ليلة
من بحر يافا
حتى ينام
أسفل نوافذ المخيم


Ve aşk ey ceylân:
Dalgalar yükseliyor
Her gece
Yafa denizinden.
En sefil mülteci pencerelerinde insanlar
Uyuyuncaya dek!