19 Temmuz 2010 Pazartesi

V O D V İ L


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


Türkçe sözlükte izahı şöyledir. Dolap, düzen ve entrika üzerine kurulmuş KOMEDİ.

Üniversiteli, gençlik yıllarımızda Beyoğlunda Ses tiyatrosu vardı. İlk Vodvilleri orada seyretmiş, kahkahalarla gülmüştük.

Bugün Türkiye de hangi mevzuya yönelsem VODVİL oynandığı intıbaı uyanıyor bende. Birinci sırada SİYASET geliyor.

Bir akıl tutulması var bu alemde. Türkiyenin birinci problemi KÜRT ve PKK sorunudur. Parti liderlerinin, genelkurmayın 30 senedenberi hiçbir netice alamadıkları yöntemlerden başka çareleri olmadıkları aşikar. Birbirlerine, karşılıklı küfür kalitesini aşarak hakaret etmekle hırslarını tatmin etmekla meşguller. Öylesine gülünç, vodvillere mevzu olacak tarzda davranıyorlar ki enerjilerine yazık oluyor. Hududa badem bıyıklı askerlerden kurulacak özel kuvvetler mi yerleştirilmeli?die tartışıyorlar.. Çinliler kilometrelerce duvarlar örmüşler düşmandan korunmak için. Doğu Almanya dikenli tellerden yapılmış duvarlar yaptılar Almayanın batısından korumak için. Şimdi İsrail Filistinlileri izole etmek için beton duvarlar örüyorlar. Türkiyenin güney sınırların da mayınlar ve tel örgüleri vardı zaten. Şimdide özel rambolarla hudutları korumak istiyorlar. Dağ yine bir fare doğurdu. Aklın bu derece kifayetsizliği, binlerce sene evvelki ÇİN usullerine müracaat edilmesi cidden çok üzücü.

Almanlar siyasilerin yaz gelince komik davranışlarına’’ SOMMER THEATER’’, yani yaz tiyatrosu derler.

Türkiye de ki 2011 genel seçimlerinde yurtdışındaki vatandaşlar yine oylarını kullanamayacaklar (SABAH gazetesi). Sebebini size izah edeyim. Seneler öncesi içişleri bakanı Mustafa Kalemli’ye gidp bu oy hakkımınızı neden kullandırmadıklarını sordum. ‘’ Yurtdışında Kürtler ve solcular öyle örgütlenmişler ki oy hakkını kullanırlarsa meclise Kürt ve komunist mebuslar gelir dedi. Bende ‘’ Siz seçilmiş mi, yoksa atanmış mebusmu istiyorsunuz?’’ demiştim ona. Seçimlerde % 10 barajından vazgeçmemelerinin sebebi Kürt mebusların meclise girmesini önlemek içindir. Bunu bilmeyen aklıbaşında vatandaş yok zannediyorum. Kürtler müstakil adaylıklarla, 20 kadar mebusla meclise girmeği başardılar. Bu Kürtler ‘’huysuz otlar’’ gibi ne yaparsan yap yeşermeleri önlenemiyor. 4 bin köyü boşaltıp Kürtleri batıya muhacerete necbur kılınca neticede 10 milyona yakın Kürt batıya yerleşmek mecburiyetinde kaldı, iş sahibi oldu, okula gitme imkanı buldu ve en mühimide kimliğine bilinçlendi. Mareşal Fevzi Çakmak ne demişti.’’Fırat’ın ötesine okul yapılmasın. Bu Kürtlerin cahilleri ile başımız ağrırken, okumuşları ile hiç başa çıkamayız’’. Avrupaya göç ettirilen 1 milyon Kürt’te bilinçlendi, organize oldu, lobileri teşekkül etti, seçilme yasağı ile bir yere varılamadı. Avrupa parlamentolarında Kürt vekilleri siyasette söz sahibi oldular. Dediğim gibi bu Kürtler Huysuz otlar gibi seçim yasağıda koysan yeşerip duruyorlar. Bir başka VODVİL mevzuu.

Kürditanın kuzey ile güneyinden ayıracak askeri hıdtları sığlaştır, Siysallaşma çabalarını seşimle gelmiş belediye başkanlarınıa kalapçe takıp, hapse at, istiklaline bilinçli gençleri öldür, binlerce taş atan çocukları senelerce hapse mahkum et, anadillerinde eğitimi yasakla ondan sonrada Kürt açılımı yapıyoruz deyin.

Hudutları Kürt saldırılarından korumak için özel rambolu timler kur, ister seçimlerde Kürtlerin seçilmesi için her türlü entrikaya baş vur önleyemiyorsun ateşli hastaları aspirinle tedavi etmek mümkün olmıyor. Kan akmasını önlemek istiyorsa tek çare Kürtleri adam yerine koyman, onlara adam muamelesi yapmanla daha açık söylemek gerekirse Kürtlerin istediklerini içine sinmesede kabullenmekle mümkündür. Bütün dolambaçlı, entrikalarla, VODVİL oynamakla netice alamassın. Birinci derecede kazançlı çıkanda silah üreticileri olur. Kaybedenlerse Türk ve Kürt gençleri olur. Ne çıkarılan kanunlar, nede silahlar Kürtleri sarfınazar etmede başarı sağlar. Bu Vodviller AHMAKLIĞIN açığa vurması gibi sırıtıyor. 300 milyar dolarlık bir israf ortada. İdam sehbalarını isteyenlerden korkan hükumetlerin başarı şansları yoktur. Heronlar, Skorskyler için harcanan paralar israftır. İsraf islamiyette GÜNAH sayılır. Kürtler ne çakıl taşı istiyor, nede onun üstüne oturmaktan vazgeçiyor. Türkiye Türklerindir sözünü kabullenmiyor. Türkiye Kürtlerinde olduğunun kabulünü istiyor.

Silahlar ne ordunun çaydırıcılığını nede PKK nın kabulunü sağlıyor. Silahlar canlı virus aşıları gibi hastalığı azdırıyor. Silahlar kanatıyor. Silahlar öldürüyor. Parmakları tetikten çekin. Beyninizi, aklınızı kullanın. Ne derler. ‘’Kabul görmeyen dualara AMİN denmez.’’ VODVİL oynamaktan vazgeçin. Yazık oluyor o gençlere. Günün birinde göz yaşı döken analar bu kör döğüşüne sebp olan yöneticileri yüce divana gönderecek. Hele şu vatandaşın anayasaya gitme hakkı kabul edilirse avukat ordusu enflasyonu olacak Türkiye de. Karnını kaşıyan halk TV.ler sayesinde öylesine politize olmuş ki siyasiler Ankara da Bizansta meleklerin dişimi, erkek mi olduğunu tartışan rahipler durumuna düşecekler. Halkın sağ duyusu çoktan siyasilerin afaki fikirlerinden öteye geçmiş durumda. Vurdum duymazların kulakları çınlasın. Vodvillerden vazgeçsinler.

Köln.15.07.10

18 Temmuz 2010 Pazar

Beşikçi: Namus balyozu!

Demir Bilgin
Demir.bilgin@yahoo.dk

Aydınların onuru, namus balyozu, sosyolog İsmail Beşikçi, bir dergide, “Çağımızda Hukuk ve Toplum” dergisinde yazdığı “ Ulusların kendi geleceğini tayin hakkı ve Kürtler” başlıklı bir makalesi nedeniyle hakkında dava açılmış bulunuyor. İstanbul Cumhuriyet Savcısı bay Hakan Karaali, Beşikçi’yi, yazısında; “PKK propagandası yapmakla” suçluyor. Hakan Karaali savcı ama okumuyan ve araştırmayan bir savcı oluyor. Cahil, ebu cahil oluyor. Tiksinti veriyor!

Açtığı davadan da belli; Savcı Hakan Karaali, tam bir ebu cahil tipidir. Ebu cahil Hakan Karaali, aydınların onuru ve namus balyozu sosyolog İsmail Beşikçi’yi hiç tanımıyor. Nereden tanıyacak ki!

İsmail Beşikçi, ‘Kürt Ulusal Sorunu’ nu en zor dönem ve koşullarda yazı ve kitaplarıyla bizlere ulaştırdığı zamanlarda, kimbilir bu ebu cahil Karaali, İstanbul’un ya da başka bir kentin hangi kahvesinde tavla oynuyordu!..

Ama okumamak ve araştırmamak “mazaret” değildir. Kabûl etmeyeceğiz!

Hatırlatmak bizden: İsmail Beşikçi, yıllar öncesinde aydın olmanın onuru ile, namus balyozu ile, Karaali gibi kafaları sömüge olan savcı ve her türden aydınların kafalarına vurarak, Kürt Yol haritasını bizlere çizmiş ve sunmuştur. Bunun bedeli 17 yıl cezaevinde tutulmak olmuştur. Anlaşılan ebu cahil Karaali bunu da bilmiyor!

Hakan Karaali, bir savcı. Ama okumayan ve bilmeyen bir savcıdır. Bu ebu cahil savcıya şunu da hatırlatmak gerekir: Bugün nüfusları 35 milyonu aşan bir toplumu, yani Kürtleri savunmak, onların ayrılma ve ayrı devlet kurma haklarını savunmak, savcı ya da aydın olmak bir yana, sıradan insan olmanın kıstasları arasına giriyor. Ama, anlaşılan ebu cahil Hakan Karaali, sıradan insan olmanın evrimini dahi tekmil etmeyen bir tip, bir savcı oluyor. Tiksinti veriyor!

Okumamak, araştırmamak ya da dünyaya geç gelmek, mazaret olamaz. Bunu da tekrar belirteyim.

Hakan Karaali, unutmasın; İsmail Beşikçi, hem Orta-doğu’da, hem de tüm dünyada, duruşu, çizgisi, Kürt realitesi gerçeği ve felsefesi ile tanınan, bilinen ve sevilen bir sosyologdur. Böylesi bir sosyologu tekrar ”dünya dönüyor mu, dönmüyor mu?” gibi eskimiş dönem sorularına çekmek ve sorgulamak kolay olmayacaktır.

Başta bizler olmak üzere, tüm insan hakları savunucuları, namus balyozu sosyolog İsmail Beşikçi’ yi hem dava açılmasına vesilen olan son yazısı, hem de bugüne kadar yazdığı tüm makale ve kitaplarını savunuyor ve onunla birlikteyiz, diyoruz.

28 Temmuz 2010’da ilk duruşması yapılacak olan sosyolog İsmail Beşikçi ile birlikteyiz.

Namus balyozu İsmail Beşikçi’ye selam, yola devam!

15 Temmuz 2010 Perşembe

Sürgün Kürtlerine çağrı


Bir resim bazen her şeyi anlatmaya yetiyor. Başka ulusların bundan yüz-iki yüz yıl önce bazen savaşarak, çoğu zaman barışarak çözdükleri sorunları Kürtler ve Türkler 21.yüzyılın başında birbirlerini öldürerek çözmeye çalışıyorlar. Yerde bir asker ölüsü yatıyor. Genç bir ölü… Öldüğünün farkında olmadığı gibi, ne için öldüğünün de farkın da değil. Bu genç asker ölüsü elli yıl sonra dirilse, muhtemelen şöyle diyecektir: Diaspora Kürtlüğüne çağrı

Ahmet Alim/Hasan Bildirici

Bir resim bazen her şeyi anlatmaya yetiyor. Başka ulusların bundan yüz-iki yüz yıl önce bazen savaşarak, çoğu zaman barışarak çözdükleri sorunları Kürtler ve Türkler 21.yüzyılın başında birbirlerini öldürerek çözmeye çalışıyorlar. Yerde bir asker ölüsü yatıyor. Genç bir ölü… Öldüğünün farkında olmadığı gibi, ne için öldüğünün de farkın da değil. Bu genç asker ölüsü elli yıl sonra dirilse, muhtemelen şöyle diyecektir:

“Çok saçma gerekçelerle ölmüştüm. Vatandaşım olan Kürdün kendi dilinde okuyup yazması kanıma dokunuyordu. Bazı renkleri sevmesinden huylanıyordum. Ülkesinin adını andığında, ora neresi diye aşağılıyordum. Sonra vatandaşım olan Kürtten bir mermi geldi. Beni toz duman edip savurdu… Şimdi ne mi düşünüyorum? Ölüm gerekçem çok saçma idi… Çünkü onun köyünü ve dağlarını onun kadar sevmem mümkün değildi.”

Fiziği tanınmaz hale gelmiş bir gerilla ölüsü dirilse, muhtemelen o da şöyle diyecektir:

“Yıllarca, yaralı bir varlık olarak mağaralarda, kaya oyuklarında, kar sığınaklarında ölme ve öldürme psikolojisi ile yaşadım. Kendimi hep en iyi pusuyu atmaya endeksledim. Tamam, her şey çok zordu. İnsan yerine konmuyorduk. Fakat ölmek ve öldürmek dışında başka yollar bulabilirdik.”

Vurmak ve vurulmak bazen tek seçenekmiş gibi görünür. Ölümler, başka ölümleri kışkırtır. Zamanla baskının, pusunun ve ölümün olmadığı günler rahatsızlık vermeye başlar. Bir, iki, üç ölü yetmez. Çatışmalarda ve pusularda ortaya çıkan ölü sayılarıyla konuşuruz. Ölen Türk ve Kürt gençleri artık ölmüş birer rakam olarak zihnimizde yer eder.

Biz Kürdüz, elbette tarafız, ölümün değil, kendi toplumumuzu insanca yaşatabilmenin tarafıyız. Başka toplumların, halkların ve ulusların yüz yıllardır rahatça kullandıkları hak ve özgürlüklerin çok uzağındayız. Yazgımız yüz yıl önce böyle bağlanmış. Kabul etmemişiz, isyan etmiş, defalarca yenilmişiz. İsyan önderlerimizin bir mezarına dahi sahip olamamışız.

Fakat bu kez en uzun soluklu kavganın içine düşmüşüz. Bu nedenle Kürt tarihinin en büyük katliamlarına uğramış, en büyük göçertme hareketlerine maruz kalmışız. Şimdi, ülkemizden uzakta, uzun metrajlı bir savaş filminin hiç bitmeyen cenaze törenlerini izliyoruz. Görüntüler korkunç. Türk savaş makinesi Kürdistan’ın dağ ve ovalarında kendi çevresinde kıvranıp duruyor. Günlerce süren savaş operasyonlarında dağlardan birkaç gerilla cenazesi indirmekle rahatlayabiliyor.

Ardından PKK misillemesini yapıyor. Türk devletinin inkar ve zulmüne öfke duyanlar, gerillanın öldürdüğü asker sayısıyla kızgın yüreklerindeki ateşi söndürmeye çalışıyorlar. Bu, hiç bitmiyor ve bitecek gibi görünmüyor.

Tek taraflı ateşkeslerin hiçbir hükmünün olmadığı artık anlaşılmış bulunuyor. PKK silahlarının hiç işletilmediği zamanlarda Türkiye yönetimi sorunun üstünde yan gelip yatıyor. Ta ki, çözümsüzlükten bulanan Kürtlerin savaş homurtuları yeniden yükselene kadar. PKK, planlamasını yaptığı askeri birliğe ağır bir saldırı düzenliyor… Türk savaş makinesi, şiddet dozajını artırarak harekete geçiyor… Ankara toplanıyor, yeni güvenlik önlemleri devreye sokuluyor, daha çok gerilla öldürebilmenin siyaseti ve teknolojisi ele alınıyor.

Biz Kürt tarafı bu kez yenilmemekte ve teslim olmamakta kararlıyız. Dağlardaki PKK’lilerin harcanması ve yok edilmesi üzerine mutlu bir Kürt yaşamının inşa edilemeyeceğini de iyi biliyoruz. Türkler için Türk askeri ne kadar değerliyse, Kürtler için de artık dağdaki gerillalar o kadar değerlidir. Bu da aslında anlaşılmış bulunuyor. İtirazımız, Türk askerinin ve Kürt gerillasının öldürülmesi üzerine kurulu bir siyasetedir. Türk veya Kürt, insan yaşamı değerlidir. Türkün ölümü üzerine özgürlük kurulamayacağı gibi, Kürdün ölümü üzerin de teslim alınmış yeni bir hayat kurulamaz.

Öldürülüp kokmaya bırakılmış gerilla cenazelerinin derelerde toplu yıkanmasından Türk devletine ve halkına kalan tek şey, Kürt halkının öfke ve nefretidir. Basılmış karakollardan Türk şehirlerine götürülen asker cenazelerinden Kürtler düşen öfke ve nefrettir. Milyonlarca insanın ölümüne neden olan Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasından doğrulan insanlık:

“Savaş mı? Bir daha asla” demişti.

Fakat yirmi yıl sonra 60 milyondan fazla insanın öldüğü 2. Dünya Savaşı’nın çıkmasına engel olamamıştı. Onca insan kaybına rağmen, dönülen aynı sınırlar ve aynı noktalardı. Türk devleti ne kadar öldürürse öldürsün, PKK bunun ne kadar misillemesini yaparsa yapsın, savaşsız ve ölümsüz de varılacak nokta bellidir. Özgürlük ve eşitlik…

Birkaç gündür biz Kürdistan Post yazarları neler yapabiliriz diye konuşup duruyorduk. Öneri Yaşar Kaya’dan geldi. Sürgündeki ve ülke dışındaki Kürtlerin ölmeye ve öldürmeye dayalı yöntemlere karşı çıkmamız gerektiğini söyledi. Özellikle Türk basınının yazarları, sürgündeki Kürtlerin şiddet karşısında tavırsız kaldığını söylüyorlardı. Doğrudur, Diaspora Kürtlüğü rolünü oynamaktan çok uzaktır. Her görüşten Kürt aydınlarını ve siyasetçilerini bir araya getirip tartışacakları ortak ulusal kurumları yoktur. Naklen ölüm olaylarını kendi köşelerimizden izliyoruz…

PKK’yi ve Türk devletini karşılıklı silahları susturmaya çağıran kısa bir metin kaleme aldık. İstedik ki, bu tavır, Kürdün özgürlük ve eşitlik talebinden asla vazgeçmeyecek Diaspora Kürtlerinin silaha ve öldürmeye dayalı çözüm yöntemine karşı bir çığlığı olsun.

Belirli bir imzaya erişildikten sonra, hazırladığımız metin birkaç gün sonra Kürdistan Post’ta yayınlanacak. Bir süre sitenin ilk sayfasında bekletilecek. Dünyanın bütün ülkelerine dağılmış Kürtlerden ve dostlarından ve aydınlardan beklentimiz, hangi görüş ve inançta olursa olsun bu metni imzalamalarıdır…

Daha pratik olması açısından, çeşitli ülkelerdeki arkadaşlarımız yaşadıkları ülkedeki Kürtlerin imzalarını kendileri bir araya toplayıp, öyle gönderebilirler. Gelen imzalar Kurdistan Post’taki imza metninin altına alınacak ve bu böylece devam edip gidecektir. Savaş değil barış; korku değil özgürlük; ölüm değil, yaşam isteyen bu haykırışımızı Türkiye’nin duyarlı basın mensuplarına, aydınlarına ve siyasetçilerine de ulaştıracağız…

Savaşa, inkara, şiddete ve çözümsüzlüğe karşı bir ses…

****

Not: “Barış için silahlar susmalıdır” adlı metni okuyup imzalamak isteyenler, ahmalim@hotmail.fr e-mail adresiyle ilişki kurabilirler….


Kürdistan Post
http://www.kurdistan-post.com/

12 Temmuz 2010 Pazartesi

KILIÇDAROĞLU, BAYKAL’IN DÖNMESİNİ Mİ ARZULATIYOR




Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Hocam derdi ki aklı yetmeyenler kurnazlığa başvurur. Kılıçdaroğlu’nun kurnazlığa başvurması sırıtmağa başladı. Söylediklerini tevil etme mecburiyetinde kalması kurnazlığından ileri geliyor. Bu davranışa Almanlar ‘’Bauernschlaüche ‘’, yani kurnazlık denir. Hürriyet gazetesinden Ahmet HAKAN’ın sıraladığı gibi onun her söyleşide söylediğini tevile kalkışdıklarına bir göz atalım.

1. AK partili Dengir Fırat düellosunda sahte evraklar, Ankara belediye başkanı ile yaptığı tartışmada yanlış rakamlar vermesi dikkatimizi çekti.

2. Dersim katliamı hakkında Onur ÖYMEN’in hatalı, yöre halkını acıtıcı beyanına Kılıçdaroğlunun yorumu kamuda pozitif yankı uyandırmışken, Ankara’ya dönünce açıklamalarını yalanlaması.

3. Keza Batman’da PKK’lılara af getirlmesini söylemişken, Ankaraya dönünce, Baykal’dan zılgıtı duyunca sözlerini tevile çalışmıştır.

4. PKK’lıları dağdan indirmek için yaptığı açıklaması Kürt sorunun ne olduğuna cehaletini ortaya koydu. Dağdaki çocukların karnını doyurursak dağa çıkmağa ihtiyaç duymazlar demesi IQ seviyesini tahminizi kolaylaştırdı. Bu gençler dağda karınları mı doyuruyorlar, yoksa dahada açlığa maruz kalıyorlar. Bu gençlerin çoğu universite talebesi. Bu gençlerin bir kısmı Suriyeli, Iraklı, İranlı hatta Ermeni kökenli olduğundan bihaber mi? Kürt sorunu öncelikle KİMLİK sorunudur. Ebediyen bu millet dörde bölük yaşamak istememsidir. Sorun Enternasyonaldir.

5. Kendisi Kürt ve Alevi kökenlidir. Bunu Dersimliler çok iyi bilir. Aslını inkar eden HARAMZADE olduğu için hilafi hakikat beyanda bulunarak TÜRKMEN kökenli olduğunu söylüyor. Yahut korkak, sünepe bir şahsiyet olduğu için hicabet duygusundanda mahrum olduğunu isbat ediyor.

6. CHP başkanlığına aday olmacağını defalarca beyan ettikten sonra Önder SAV’ın kucağına oturunca Baykal’a sırtını dönmüş ve siyasi entrikalardan kendini kurtaramamıştır.

7. Başbakan ile buluşabileceğini beyan ettikten sonra Başbakan’ın davetine icap etmeyeceğini söylemiştir. Başbakanın onun ayağına gelmesi lazımmış. Siyasi anane öyleymiş. Yine bir TEVİL hokkabazlığı. Bahçeli’nin bu hususta ki ifadeside gülünç.

Başbakan inanınırlığını kaybetmiş. Anketlerde ise Erdoğanın % 50 den fazlası bu milletin destekçisi olmasını HİÇ’e mi indirgiyor. Hele hele idam tatbikatını, OHAL’in uygulanmasını istemesi geçen asırdan kalma bir kasaba politikacısı olduğunu isbatlamaktadır.

8. Siperde çömelmeyeceğini deklare etmesi onun düşünce seviyesindeki düşüklüğünün bir ibaresidir.

9. İstanbul CHP il başkanını SAV’ın emriyle diskalifiye etmesi davulun tokmasının kimin elinde olduğunu göstermiştir.

10. Kürt ,Ermeni, Kıbrıs, Kürdistan sorunları, TÜRBAN sorununu kendisinin çözeceğini, fakat önerilerinin neler olduğunu söylememsi inanırlılığını top yekün berheva etmiştir.

11. Baykal seneler önce seçim hazırlıkları yaparken Köln’e gelmişti.Ona işsizliği nasıl yok edeceğini sorduğumda Kılıçdaroğlu gibi bir cevap vermişti. İktidara gelmesi bu sorunun çözülmesinin bir garantisi demişti. Maalesef TBMM’sine dahi girememişti.

KURNAZ’lıktan ileri gitmeyen, içi boş sloganlar atarak nereye varmak istiyor. Bana öyle geliyor ki BAYKAL’ı özletmeğe başladı. Gelecek kongreye kalmadan başkanlık koltuğunu kaybedeceğini iddia ediyorum. Kürt ve alevi kökenli olmasına trağmen CHP nin başına gelmesi ‘’CHP’nin Obaması’’ olduğunu zannetmiştim.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

İSMAİL BEŞİKÇİ YENİDEN YARGILANIYOR…


İSMAİL BEŞİKÇİ YENİDEN YARGILANIYOR…

İSMAİL BEŞİKÇİ IS BEING TRIED ONCE MORE …

ENOUGH! EDI BESE! YA BASTA!
ARTIK YETER! EDİ BESE!

İktidar partisi AKP tarafından şaşaalı biçimde ilan edilen “Kürt Açılımı”nın büyük bir fiyaskoyla duvara toslamasının ardından, egemen sistemin her bir aksamı, yaşamı Kürtlere ve Halkların eşitlik ve özgürlük temelindeki kardeşliğini savunan herkese zehir etme yönünde yemin etmiş gözüküyor.

DTP’nin kapatılması, Kürtlerin seçilmiş yerel yöneticilerinin “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla toplanıp naklen yayın altında cezaevlerine kapatılması; ilkokul çocuklarının tutuklanıp örgüt üyeliği suçlamasıyla yaşlarını aşkın ceza talepleriyle TMK’dan yargılanması; Kürt dergi ve gazeteleri üzerindeki amansız takip, her Kürde “potansiyel terörist” muamelesi yapan zihniyetin ülkede kol gezmesi… yeni -ve korkarız ki şimdiye dek yaşadıklarımızdan daha vahim- bir cehenneme doğru giden yolun döşeme taşlarını oluşturuyor.

Üstelik bu taşların çoğu, hedefte egemenlerin her vesileyle ilan ettikleri üzere PKK’nin değil, Kürtlerin Kürtler olarak var olma haklarının olduğunu gösteriyor. Bunların sonuncusu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, İsmail Beşikçi Hoca hakkında, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) İstanbul Şubesi yayın organı ‘Çağımızda Hukuk ve Toplum’ dergisinde yer alan “Ulusların kendi geleceğini tayin hakkı ve Kürtler” başlıklı yazı nedeniyle “PKK örgütü propagandası yapmak” savıyla dava açması…

İstanbul Cumhuriyet Savcısı Hakan Karaali, İsmail Hoca’nın bu yazıda yer alan, “Kürtler 200 yıldır özgürlük için, özgür bir vatana kavuşmak için mücadele etmekte, bedel ödemektedir... Suriye, İran, Türkiye Kürtleri baskıyla, zulümle yönetmektedir... Kürtleri müştereken baskı altında tutan devletler her zaman politik, ideolojik ve askeri güçlerini, diplomatik güçlerini Kürtlere karşı birleştirebilmişlerdir. Bu müşterek denetimin hukuk, adalet yaratmadığı, bilakis hukuk ve adalet duygularını çiğnediği, rencide ettiği çok açıktır. Bu baskı ve zulüm süreçlerine karşı baskıya karşı direnme meşru bir hak olarak belirmektedir...” sözlerini “PKK propagandası” olarak değerlendirmiş!

PKK yönetimine yönelik gözünü budaktan sakınmayan eleştirileri dünya alemce bilinen bir kişiyi “PKK propagandası”yla suçlamanın abesliği bir yana, salt bu davanın açılmış olması dahi, düşünce ve ifade özgürlüğünün nasıl tehdit altında olduğunu somut biçimde gözler önüne sermektedir. Cumhuriyet Savcısı’nın cezalandırılmasını istediği “örgüt propagandası” değil, doğrudan fikir ve ifade özgürlüğüdür; bu ise, egemenlerin başları her sıkıştığında, kabul ettikleri o daracık hak ve özgürlükler çerçevesini gözlerini kırpmadan nasıl çiğneyebileceklerini bir kez daha -kimbilir kaçıncı kez- gözler önüne sermektedir.

Bizler, yaşamının 17 yılını cezaevlerinde geçirmiş, entellktüel dürüstlüğün ve bilim namusunun timsâli Beşikçi hocamızın aklını ve kalemini hapis tehditleriyle kilit altına almanın mümkün olmadığını biliyoruz. Bizim itirazımız, 90 yılı aşkın süredir her başı sıkıştığında ilk aklına gelen önlem, aydınları, ana-akım dışında düşünenleri, aykırı sesleri boğmak, zindanlara kapatmak olan bu rejimin kireçleşmiş reflekslerine… Bu ülkenin “düşünce suçluları” beşinci kuşağına erişirken, egemenlerin hiç bıkmadan, usanmadan aynı korku masallarını anlatmalarına… Bu ülkenin yıllardır patlayıcı biriktiren sorunlarına egemenlerin (kısır) tahayyülleri dışındaki her türlü alternatif önerinin tartışmaya açtırılmayışındaki o kifayetsiz ceberutluğa…

Bu nedenledir ki, yargılandığı her sözcük, her cümle, her satıra sahip çıktığımızı, “suç”unu onurla üstlendiğimizi ve 28 Temmuz 2010, saat 09.10’da İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki ilk duruşması ve bundan sonraki bütün duruşmalarında İsmail Hoca’mızın ve onunla birlikte yargılanan yazı işleri müdürü avukat Zeycan Balcı Şimşek’in yanında olacağımızı duyuruyoruz.

Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu

İSMAİL BEŞİKÇİ IS BEING TRIED ONCE MORE …
ENOUGH! EDI BESE! YA BASTA!

Each and every part of the regime seems to have sworn to plague the life of the Kurds and the defenders of brotherhood of peoples on the base of equality and freedom out, after the fiasco of the “democratization” attempts of the party in power, the Party of Justice and Development.
The banning of the Kurdish party, the Party of Democratic Society; the broadcasted imprisonment of the elected local representatives of Kurds; cases opened against Kurdish elementary school students on charges of “adherence to terrorist organization”; the implacable persecution of Kurdish magazines and papers; the spreading of a mentality which treats each and every Kurd as a “potential terrorist”… are alarming signs which signify that the country is heading towards a new –and graver, we fear, than those lived before- hell…

And these signs show that the target is not the PKK –as claimed on every occasion by those who govern- but the rights of Kurds to exist as they are: Kurds… The last of these signs is the charge brought by the attorney general of Istanbul against Dr. Ismail Besikci, on the account of “PKK propaganda”, for his article entitled “The rights of the nations to self-determination and the Kurds” published in the magazine of the Association of Contemporary Lawyers….

The attorney general of Istanbul claims that “Ismail Hoca” (as he is popularly known within the progressist circles) is “propagating the PKK cause” in his following lines: “The Kurds have been fighting for freedom, for a free land for the last 200 years; and they are paying the price... Syria, Iran and Turkey are dominating over the Kurds with an iron hand… The states that dominate over the Kurds were always able to unite their political, ideological, diplomatic and military powers against them. It is obvious that this common control does not create justice but is a constant violation of it. In these conditions, resistance against opression is a legitimate right...”
The absurdity of accusing someone whose open and acute criticism against the leadership of the PKK on charges of “PKK propaganda” aside, the fact that such a case has been opened, demonstrates concretely the threat against the freedom and expression of thought in Turkey. What the attorney general demands to be penalized is not “PKK propaganda” but the freedom of thought and expression; and this demonstrates clearly, once again, how willing the ruling class is to violate the limited frame of rights and liberties it has agreed to accept.

We, the signers of this petition are certain that it is not possible to lock up the brilliant mind and pen of Dr. Besikci under menaces of imprisonment. He already has spent 17 years of his life in prison, and will willingly venture another 17, for the sake of telling what he holds to be the truth.
Our rebellion is against the calcified reflexes of this regime, whose immediate reaction is to imprison those who do not agree with its dogmas, those divergent voices, whenever it feels itself in trouble… Against the unceasing recounting of the same horror tales by the rulers, while the “prisoners of consciousness” have reached the fifth generation in this country… Against the incompetent despotism of the non-discussion of every alternative proposition for the accumulated problems of this country…

For this reason, we announce that we proudfully espouse each and every word, each and every sentence of Dr. Beşikçi for which he is being tried, and that we will be with him and with the barrister Zeycan Balcı Şimşek, the editor of the magazine, for their first hearing on July 28th, 2010, on 09.10 a.m. in the 11th High Criminal Court of İstanbul, and throughout the following hearings.

The Ankara Initiative for the Freedom of Thought

Fikret Başkaya, Sibel Özbudun, Temel Demirer, Yücel Demirer, Sait Çetinoğlu, Mahmut Konuk, Mustafa Kahya, Hüseyin Taka, Fatime Akalın, Pınar Ömeroğlu, Serdar Koçman, Hüseyin Gevher, Ragıp Zarakolu, Attila Tuygan, Ayşe Günaysu, Cemil Gündoğan, Faruk Arhan, Altan Açıkdilli, Bawer Çakır, Necati Abay, Leman Yurtsever, Baskın Oran, Recep Maraşlı, Emrah Cilasun, Ulvi Bacıoğlu, mehmet Özer, Fettah Karagöz,...

beşikçi'ye destek kampanyası:
http://gercek-inatcidir.blogspot.com/

8 Temmuz 2010 Perşembe

Attilâ İlhan Selçuk



Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Ölenlerin arkasından yazı yazmayı sevmem. Objektif olamama kaygısıdır bunun nedeni. Sıcak duygularını ortaya döksen başkalarına göre çok duygusal kaçabilirsin. Öveyim desen, sırf öldüğü için bunları yazdığın düşünülebilir. Eleştireyim desen, ölünün arkasından konuşuyor konumuna düşebilirsin. “Şimdiye kadar aklın neredeydi, ölünce mi aklına geldi bütün bunları söylemek” diyebilir haklı olarak birileri. Gerçi sessiz kalsan, bir şey yazmasan, bu sefer de, “aslında yazarsa kötü yazacak da onun için yazmıyor” diye düşünebilir bazıları. Anlayacağınız, ölüm kötü bir olay. Ölenin arkasından bir şeyler yazmaksa bu kötülüğü aratmayacak zorlukta.

Gerçi Attilâ İlhan öleli beş yıl oluyor. O zamandan beri bazen aklıma gelirdi bu büyük yazar ve şair hakkında bir şeyler yazmak. Ölümünden yedi yıl kadar önce, bir yazımda (“Galiyev Üzerinde El Sıkışmak”, Birikim, sayı: 111-112, Temmuz-Ağustos 1998) onun ulusalcı tezleriyle her ne kadar karşı karşıya gelsem ve şiddetle eleştirsem de, Attilâ İlhan’ın şairliğine ve roman yazarlığına (ilk romanlarına) olan hayranlığımdan hiçbir şey eksilmedi.

Bu yazı aslında bir anma yazısı değil. Her ikisi de 1925 doğumlu, benden 21 yaş büyük olan ve bir anlamda öğretmenlerim olarak gördüğüm Attilâ İlhan’la, daha geçen ay kaybettiğimiz İlhan Selçuk’un şahıslarından ve yazarlıklarından hareketle yazarlık ve politika üzerine bir yazı yazmak niyetim.

Attilâ İlhan iyi bir şair ve yazar olduğu kadar kötü bir politika teorisyeni; İlhan Selçuk ise, akıllı ve ihtiyatlı bir politika stratejisti olduğu kadar kötü bir yazardı. Açıklamaya çalışayım.

Attilâ İlhan, büyük bir aşk, gençlik, kent şairi ve yazarıydı. Neredeyse tüm şiirleri eşsiz güzelliktedir. Gençliği, aşkı ve kentin gizemini bulursunuz o şiirlerde. İlk iki romanı, Sokaktaki Adam (1953) ve Zenciler Birbirine Benzemez (1957) de öyle. Attilâ İlhan’ın insanı büyüleyecek güzellikteki bu iki romanının ötesindeki romanları başarısızdır. Attilâ İlhan’ın bu gençlik dönemi romanlarından, şiirlerinden aldığınız o eşsiz tadı alırsınız. Kentin, aşk ve macerayla yoğrulmuş genç insanını bulursunuz bu iki romanda. Sizi müthiş bir aşk ve hayat rüzgârıyla anaforuna alıp savurur. Hayatın genç ve dinç tadı sizi sert bir içki içmişçesine çarpar.

1960’lardan itibaren Attilâ İlhan’ın şiirleri seyrekleşir. Romanları (örneğin Kurtlar Sofrası) o aşk dolu gencin, orta yaşlara gelip politikleştiği ölçüde aşktan uzaklaşıp “kurt”laştığına tanıklık eder. Hâlâ gençlik rüzgârlarının zayıflayan esintilerini hissedersiniz ama gençliğin o özgürlük kokan delidoluluğu, yavaş yavaş hafif külhanbeyi bir politikleşmiş aydına bırakmaya başlamıştır yerini.

Attilâ İlhan’ın yazarlık çizgisi, bundan böyle gittikçe kalınlaşan ve koyulaşan bir çizgi halinde politikaya evrildi. 1970’li yıllarda hapisteyken, ara sıra elime geçen Demokrat İzmir gazetesinde makalelerini okurdum. Kemalist bir sosyal demokrat profili veriyordu bu makelelerde. Fazla akil ve akıl vericiydi. 1970 yılında yazdığı Hangi Sol kitabını ne yazık ki, ancak 1980 sonrası ortamda okuma olanağı bulabildim. Bu kitaptaki yazıları bir hayli iyiydi. Yine fazla akil ve akıl verici olmakla birlikte, 1970’ler solunun Stalinist rüzgârını göğüslemeye ve solun önyargılarını kırmaya yönelik yazılardı bunlar. Geçenlerde bir sahafta rastladım bu kitaba. Üstümde on liram olmadığı için alamadım. Yeniden okumak isterdim, bugün bana daha da ilginç gelen, yakından ilgilendiğim konular olduğunu gördüm “içindekiler” kısmına bakınca.

Bu böyle olmakla birlikte, Attilâ İlhan’ın, 1980’den sonra daha da sağa kaydığını, bir Kemalizm teorisyeni olmaya doğru evrildiğini düşünüyorum. Bu politik teorisyenlik, Attilâ İlhan’ın en reaksiyoner yanıydı ve onu ömrünün sanırım son on yılında sağcı-Kemalist bir muhafazakâra dönüştürdü.

Bununla kalsa yine iyi. 1990’lı yılların sonuna doğru Attilâ İlhan, “sol” fikirlerle harmanlamaya çalıştığı bir Kemalist-Türkçü haline geldi ve bugün “ulusalcılık” dediğimiz akımın politik teorisyeni olarak temayüz etti. Evet, “ulusalcı cephe” fikriyatının babası herkesten önce Attilâ İlhan’dır. Üstelik, bugünkü ulusalcıların kavrayamayacağı ölçüde bir “geniş” görüşlülükle yerine getirmiştir bunu. Geniş görüşlülük derken anlatmak istediğim şudur: “Emperyalizm”e karşı ulus-devleti savunmak üzere, ülkücüleri ve solcuları aynı cephede birleştirmeye çalışmakla yetinmemiştir Attilâ İlhan. Bu cepheye İslamcıları da katmaya çalışmıştır. Laiklik kanalından ordunun Atatürkçülüğüne oynayan bildiğimiz ulusalcıların kavrayamayacağı ya da kucaklayamayacağı kadar geniş bir cephe önerisidir bu: Bir köşesinde laiklikle ve solculukla barışmış Türkçülerin, diğer köşesinde Türkçülükle ve İslamcılıkla barışmış solcuların, üçüncü köşesinde ise solculukla ve Kemalizmle barışmış İslamcıların yer aldığı bir üçgen. Attilâ İlhan’ın geniş cephesinin orijinalliği burada yatar.

Bu öneri orijinal olmasına orijinaldir ama bu, Attilâ İlhan’ın, ömrünün son yıllarında, eski maceralı gençlik yıllarının güzelim şiirlerini ve romanlarını çok uzaklarda unutmuş, politikleştiği ölçüde yazarlığını da köreltmiş kötü bir politik stratejist haline geldiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.

İlhan Selçuk da benim gençlik dönemimin yazarıydı. Çetin Altan’la birlikte, her gün sıkı sıkıya takip ettiğim iki yazardan biriydi. Öyle ki, o yıllarda (1964) bir yandan Sait Faik’i taklit eden öyküler yazarken, bir yandan da İlhan Selçuk’u taklit eden “siyasi” makaleler yazmaya özeniyordum. 1960’lı yılların ilk yarısındaki ilk anti-emperyalist gençlik gösterilerinde, İlhan Selçuk, bizlerin yol gösterici yıldızı gibiydi.

İlhan Selçuk’un Yüzbaşı Selahattin’in Romanı gibi romanlarını okumadım. Okumadan konuşmak gibi olmasın ama İlhan Selçuk kadar istikrarlı bir karakterden, onun tam zıddı delişmen bir karakterde olan Attilâ İlhan’ınki gibi ruhları ayağa kaldıran romanlar beklemek hata olur gibi geliyor bana.

İlhan Selçuk, 60 yıl köşe yazarlığı yapmış Refii Cevat Ulunay’ı saymazsak, üstelik de aynı gazetede, aynı köşede ve aynı başlık (Pencere) altında 47 yıl boyunca yazılar yazarak muazzam bir istikrarlı yazarlık performansı göstermiştir. Ne var ki, eğer beyniniz, aynı İlhan Selçuk gibi durmamış ve donmamışsa, bir süre sonra, her gün aynı makaleyi okuduğunuz izlenimine kapılmanız ve artık “Pencere” köşesine bakmamaya başlamanız kaçınılmazdı. Ben de İlhan Selçuk’u 1965 yılından sonra okumamaya başladım. Son yıllarda ara sıra elime geçen Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasındaki “Pencere” sütununa gözüm iliştiğinde, bu köşeyi sadece, “acaba 40 yıl önce yazdığı şeyleri yazmaya devam ediyor mu” merakıyla okumaya teşebbüs ettim sadece ve makalenin yarısına geldiğimde okumayı bıraktım. Evet anlamıştım, aynı şeyleri yazmaya devam ediyordu bıkmadan.

Bir yazarın istikrarı ve ilkeliliği bir anlamda övgüye layıktır ama böylesi bir “tutarlılığın” da aynı zamanda yazarı muhafazakârlaştırdığını, içten içe kuruttuğunu, kurumuş ve içi boşalmış bir böcekten farksız hale getirdiğini de unutmamak gerekir. Ruh yoksa yazarlık da yoktur.

Ama ruh yoksa politikacılık ya da politika stratejistliği pekâla var olabilir. Hatta belki de bunlar bir ölçüde ruhsuzluğu gerektiren mesleklerdir. İlhan Selçuk hiçbir zaman bildiğimiz anlamda politikacılığa tevessül ve tenezzül etmedi. Her zaman bir politika yazarı olarak, batan gemisinin kaptan köşkünden ayrılmayı reddeden sorumlu ve şerefli bir kaptan gibi, gazetesinin yönetiminde kaldı. Tabii, bu görevi yerine getirirken kimleri harcadı, kimlere haksızlık etti, yakından ve iç yüzünü bilmediğim olaylar hakkında fikir ileri sürmem mümkün değil ama böyle şeylerin olmuş olabileceğini en azından teorik planda tahayyül etmek zor değil. Bu arada, 12 Mart döneminde bizzat uğradığı haksızlığı belirtmeden geçmemek gerekir elbette. 12 Mart döneminin Amerikancı-sağcı paşalarından Memduh Tağmaç-Faik Türün çetesinin önayak olmasıyla tutuklandı ve meşum Ziverbey Köşkünde işkenceye uğradı. Bütün bu badirelerden onuruyla çıkmasını bilmiştir.

İlhan Selçuk da, Attilâ İlhan gibi, 1990’lı yıllarda, ülkücülerle ve MHP’lilerle barış yanlısı oldu. Hatta, hatırladığım kadarıyla, bundan on- on iki yıl önce MHP’lilerle görüşüp onları “vatansever” ilan etti. Neyse ki bu konuda çok fazla ileri gitmedi, belki de sağ kesimden umduğu cevabı alamadı. Bununla birlikte, aynı Attilâ İlhan gibi, bugüne kadar ulusalcı bir cephe için çaba gösterdi.

Seksen yaşının üzerindeyken AKP iktidarının polisi tarafından sorgulanması elbette iktidarların her zamanki işgüzarlığının ürünüydü. Buna rağmen soğukkanlılığını korudu, hatta ihtiyatı her zaman elde tutan bir politik stratejist olarak, AKP’nin aba altından sopa gösteren tutumu karşısında fazla belli etmeyen bir geri çekilme stratejisi bile izledi. Bir politika stratejisti ve taktisyeni olarak belki de doğrudur bu yaptığı, onu bilemem ama bu tutum, “delikanlı” kültüründe “korkmak” olarak değerlendirildiğinde, buna ne cevap verilir, onu da bilemem. Zaten politik stratejistlikle ruhsal enginlik ve şövalyelik pek bağdaşır şeyler değildir. Makyavel, böylesi ruhsal coşkuları elinin tersiyle iterdi bir kenara.

8.7.2010

1 Temmuz 2010 Perşembe

Sivas Katliamı’nın 17. yılı…



Mezopotamya Sosyalist Partisi (MESOP) Girişim: Sivas Katliamı’nın 17. yılı…

Bundan tam 17 yıl önce, 2 Temmuz 1993 günü Sivas'ta faşist ve şeriatçı güçlerin devlet desteğiyle gerçekleştirdikleri katliam sonucunda 35 demokrat, yurtsever ve devrimci katledildi.

Evet, Sivas Katliamı’nın üzerinden 17 yıl geçti. Bu süre içinde katliamda kullanılan tetikçiler cezalandırıldı, ama gerçek failler hala ortaya çıkarılmadı. Yapılan Ergenekon soruşturmaları gösteriyor ki, devlet içindeki yasadışı yapılanmalar bu ve benzeri katliamlardan doğrudan doğruya sorumludurlar. Ancak, hala bu çetelerden hiçbiri Maraş, Çorum, Sivas katliamları başta olmak üzere hiçbir katliam nedeni ile suçlanmıyorlar. Çünkü mevcut Ergenekon soruşturmalarında sadece darbe teşebbüsleri soruşturuluyor, soruşturulanlar bununla suçlanıyor. Halka karşı suç işleyenler bu suçları nedeni ile suçlanmıyorlar, Ergenekon soruşturmaları sınırlı kalıyor, özellikle Fırat’ın öte yakasına ulaşmıyor.

Toplumsal bellek önemlidir!

Oysa toplumsal bellek geleceğimiz için önemlidir. Toplumsal belleği olmayan toplumların sağlıklı gelecek kurabilmeleri mümkün değildir. Onun için de tarih, toplumlar açısından vazgeçilmezdir. Toplumlar sırlarını, köklerini ve kültürlerinin izlerini ancak tarih içerisinde bulurlar. Tarihsiz bir toplumun geleceği olmaz, zira köksüz bir toplum öksüz kalmaya mahkûmdur. Kabul edilir ki, değişimin vazgeçilmezliği, toplumların geleceklerinin de vazgeçilmezliğidir. Toplumun değişim diyalektiğini yakalaması, bizi başka bir yere, yani 'aynı derede aynı suyla iki kere yıkanılmaz' sözünün doğruluğuna ulaştırır. Toplumların tarih ve gelecek kurgusunda her iki sözün de geçerliliği göz ardı edilemez.

Bu anlamda, Sivas Katliamı ve diğer Kızılbaş-Alevi katliamlarını neden-sonuç ilişkisi içerisinde ele alırken, tarihsel referans noktalarını unutmamak gerekiyor. Çünkü yaşanılan bütün bu katliamların şifreleri tarih içerisinde gizlidir. İddia edildiği gibi bu katliamlar salt bir avuç sivil faşistin veya birkaç gerici yobazın öfke ve tepkileri olarak ele alınırsa büyük bir yanılgı olur. Bu yanılgı yeni katliamlara davetiye çıkarmak anlamına gelir. Doğal olarak bu da mevcut egemen zihniyetin tarihten soyutlanmış, 'kışkırtma' ve 'tepki' sözleri ile ifade edilen açıklamaları, yanıltma, saptırma ve manipülasyonun dışında bir anlam taşımaz.

Toplumsal tarih belleğimize baktığımızda, Kızılbaş-Alevi katliamları tarih boyunca egemen olan zihniyetlerin sürekli başvurdukları bir yöntem olagelmiştir. Kuşkusuz, Kızılbaş-Aleviliğin inanç ve felsefesinin farklılığı bu katliamların başlıca sebebi olmuştur. Öz itibari ile felsefi olarak eşitlikçi, paylaşımcı ve evrensel duruşları, çeşitli dönemlerin iktidar çekişmeleri ile buluşunca, Kızılbaş-Aleviler için katliamlar kaçınılmaz olmuştur. Tarih boyunca Kızılbaş-Aleviler kendilerini katliamlardan kurtarmak amacıyla kimliklerini gizleseler de, yer yer -deyim uygunsa- takıyye yapma zorunluluğu hissetseller de, bu anlamda kaderlerini değiştirmeyi başaramamışlardır. Çünkü her dönemin egemenleri, varlıkları ve iktidarları için en kolay hedef olarak Kızılbaş-Alevileri seçmişlerdir. Yakın dönem cumhuriyet tarihini kendileri açısından kurtuluş olarak gören Kızılbaş-Aleviler bir kez daha hayal kırıklığına uğramışlardır. Uğramışlardır, çünkü mevcut cumhuriyet rejimi ya da onu kuranlar, daha ilk günden itibaren iktidar hesaplarında en büyük destekçileri olan Kızılbaş-Alevileri katletmekten çekinmemişlerdir. Koçgirî katliamı ile başlayan bu süreç, farklı yöntemlerle de olsa bugün de devam etmektedir.

Belirttiğimiz gibi, bugün 17. yılını dolduran Sivas Katliamı’nı anlamak, tarihi anlamaktan geçiyor. Koçgiri Katliamı’nı, Dersim Katliamı’nı anlayamayan, egemenlerin yaklaşımını ve karakterini çözemeyen bir anlayışın Sivas Katliamı’nı doğru anlayabilmesi mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki, Sivas Katliamı’nı gerçekleştiren asıl fail ve zihniyet yerine, tetikçilikten öte rolü olmayanları katliamın sanığı olarak görme gafletine düşülmektedir.

Tarih boyunca egemen zihniyet tarafından ‘dinsiz’, ‘ahlaksız’ ve ‘tanrı tanımaz’ olarak ifade edilen, çeşitli dönemlerde haklarında fetvalar çıkarılan Kızılbaş-Alevilerin, biraz kışkırtıcılıkla beraber böyle bir barbarlıkla karşılaşmaları kaçınılmaz olmuştur. Bu katliamlarda en büyük suç bizzatihi devletin kendisindedir. Devlet, kendi yurttaşlarına karşı sorumluluk görevlerini yerine getirmemiştir. Devlet, eşitlik ilkesine aykırı davranarak, resmi ideolojisinin gereği olarak Sünni inancı yaygınlaştırıp korurken, Alevileri resmi olarak kabul etmemiş ve yok saymıştır. Dün olduğu gibi bugün de mevcut devlet, Aleviliği, yüzeysel ve sığ bir biçimde “Ali’yi sevmek Alevilikse, biz de Aleviyiz” söylemine sıkıştırıp asimile etmeye çalışmıştır/çalışıyor. Devlet, tarih boyunca haklarında fetva verilen Alevilere karşı önyargı ve düşmanlıkların önüne geçmemiş, bizatihi yer yer bunları kullanmıştır. En azından yakın cumhuriyet döneminde Koçgirî ile başlayan katliamlar dizisinin sorumluları açığa çıkarılmamış, bir hesaplaşma ve yüzleşme yaşanmadığı için yeni katliamların önü hep açık kalmıştır.

İşte bu perspektiften baktığımızda Sivas Katliamı, devletin egemen politikalarının sonucudur. Katliamdan günlerce öncesinde sivil faşist ve gerici örgütler gazete ve dergilerinde açıktan cihad çağrıları yapmalarına, Kızılbaş-Aleviler ve dostlarının kanlarının helal olduğunu söylemelerine rağmen, devlet hiçbir tedbir almamıştır. Çevre illerden faşist yobaz sürüleri otobüslerle akın akın Sivas'a taşınırken, devletin istihbarat birimlerinden polisine ve askerine kadar herkes sanki ölüm uykusundaydı. Ya da öyle görünmek işlerine geliyordu.

Otel önünde toplanan güruh intikam çığlıkları atıp Madımak'ı ölüm ayinine çevirirken, Kıbrıs'a beş saate operasyon yapmakla övünen TC Ordusu 8 saat boyunca ortalarda gözükmüyordu. Alevler içerisinde yaşam çığlıkları atan insanların sesini duyan ne bir başbakan, ne de herhangi bir devlet yetkilisi vardı.

Her dönemde CHP rol almıştır

Dersim’de, Maraş’ta, Sivas’ta sözde ‘sosyal demokratlar’ ya bizzat iktidarda ya da iktidar ortağı olarak yer almışlardır. Durum bu kadar açık olmasına rağmen her dönem sanki hiç sorumlulukları yokmuş gibi davranmaya devem etmişler, suçu başka yerde arama arayışı içine girerek kitleleri yönlendirmeye çalışmışlardır. Hatırlanacaktır; Sivas Katliamı sonrasında dönemin başbakanı Çiller, “Çok şükür, vatandaşlarımıza bir şey olmadı” diyerek, devletin 'duyarlılığını' ve kimi 'vatandaş' olarak gördüğünü açık bir şekilde ifade ederken, aynı şekilde Deniz Baykal, Solingen’de yaşanan barbarlık için gösterdiği duyarlılığın binde birini Sivas için göstermeyerek CHP ve geleneğinin devlet 'duyarlılığını' göstermekten çekinmemiştir.

Evet, tarihsel süreç içerisinde CHP’nin, Alevi katliamlarının yaşandığı her dönemde iktidar ya da iktidar ortağı olması tesadüf olarak değerlendirilemez. Cumhuriyetin ve devletin partisi olarak kendini ifade eden CHP, ‘sol ve ilerici’ görünümü ile devletin siyaset ve toplum mühendisliğinde ‘sol’ rolü oynamaktadır. Bu anlamda Alevileri siyasal ve toplumsal anlamda çarpıtma ve yönlendirme rolü, devlet tarafından CHP’ye verilmiştir. Ve CHP de bugüne kadar bu görevini yerine getirmiştir. Bugün de bu görevini sürdürebilmek, CHP’den uzaklaşan Kızılbaş-Alevi kitlesini tekrar CHP’ye çekebilmek için Dersimli ve Alevi birini genel başkan yapmıştır.
Bütün bu süreç boyunca CHP’ye ve dolayısıyla devlete yanılgılı yaklaşan Aleviler o yüzden sistemden kopmamış, sahte laiklik söylemleri ile devlete yedeklenmiş ve katliam politikalarından kurtulamamışlardır. Çünkü Aleviler cellâdına âşık olma pozisyonundan kendilerini kurtaramadıkları için cellâtlarından kurtulamamışlardır.

Katliamları anlamak yüzleşmekten geçiyor

Devlet açısından başta Sivas Katliamı olmak üzere katliamlarla ilgili çok şey söylenebilir, ama herkes artık neyin ne olduğunu bilmektedir. Bu anlamıyla katliamları biraz sorgulayanlar için devlet teşhir olmuştur. Bundan sonra yapılması gereken, devletin yürüttüğü psikolojik manipülasyon ve çarpıtmalara karşı, katliamların gerçek faillerini geniş halk yığınlarına anlatmaktır. Bunun yolu da Kızılbaş-Alevilerin kendi gerçek tarihleri ile yüzleşmelerinden geçmektedir. Artık gelinen süreçte, Kızılbaş-Aleviler, devlet olgusunu ve cumhuriyet gerçekliğini iyi sorgulamalıdırlar. Kendi cellâdına âşık olma ruh halinden kurtulamadıkları müddetçe kendilerini doğru temelde var edebilmeleri ve geleceğe taşımaları mümkün değildir. Çünkü Koçgirî ve Dersim katliamlarını Alevi katliamı olarak görmeyen bir zihniyetin Sivas Katliamı’nı anlaması mümkün değildir. Belirttiğimiz üzere her katliamda iktidar ya da iktidar ortağı olan CHP’yi kendine ‘öncü’ ve ‘kurtarıcı’ olarak gören bir Kızılbaş-Aleviliğin, katliamların gerçek sorumlusu olan zihniyeti sorgulayabilmesi mümkün müdür?

Siyaseten sağlıklı bir karar veremeyen ve CHP’nin kuyruğundan ayrılamayan bir Kızılbaş-Aleviliğin varacağı nokta, sahte laiklik söylemi altında devlete yedeklenmenin ötesine geçmeyecektir. Bu durum ise, yeni katliamların zeminini hazırlamaya devam etmek demektir.
Evet, bugün Sivas Katliamı’nın acısını bir kez daha yüreklerimizde hissederken, Kızılbaş-Alevilerin yapması gereken, kendileri ve sistemle yüzleşmektir. Bu yüzleşmeyle birlikte, özüne sahip çıkma bilinci oluşturmaktır. Bu ise ancak mevcut sistemden köklü bir kopuşla mümkün olacaktır. Kuşkusuz ki başta Madımak’ın müze olması talebi olmak üzere Kızılbaş- Alevilerin talepleri bizim de taleplerimizdir. Ancak, Sivas Katliamı’nın her yıldönümünde bir araya gelerek, sloganlarla işin tetikçisi olan figüranları protesto ederek, sistemin istediği yanılgılı noktaya düşmekten kurtulamayız. Yukarıda da belirtildiği gibi, Kızılbaş-Aleviler başta Koçgirî olmak üzere tüm katliamlarda yer alan CHP’yi bir kurtuluş olarak görmekten vazgeçmeliler.

Sivas Katliamı’nın 17. yılında Kızılbaş-Aleviler, Madımak’ın müze olması başta olmak üzere tüm taleplerini haykırırken, diğer taraftan yaşanan tüm katliamlardan dolayı mevcut devletin bu katliamların hesabını vermesi ve özür dilemesi için sosyalistler/komünistler ile birlikte mücadelelerini geliştirmelidirler.

Devlet politikası olarak gündeme getirilen ve bütün derdi Kızılbaş-Alevilerin devletle zayıflayan konumlarını güçlendirmek, Kürt ulusal özgürlük mücadelesiyle aralarına set çekmek olan ‘açılım’ politikalarına karşı daha duyarlı olmalıdırlar.

Mezopotamya Sosyalist Partisi (MESOP) Girişimi

Yürütme Kurulu