28 Aralık 2014 Pazar

EŞCİNSELLİK…



EŞCİNSELLİK SOSYOPSİKOLOJİK BİR DEVİASYON (AYRIMCILIK)’DUR.

 Dr.İsmet Turanlı
  
Her canlının ve her organın yaşamda bir faydası vardır. Bu faydalı tarafını inceleyen bir ilim dalı TEHELEOLOJİDİR (Theolojiyle karıştırmamak lazım. Çünkü Theoloji ilahiyat ilmidir.) Arıların balyapması, tavukların yumurta yapması gibi. Organlarımızın çoğu otonom çalışır. Yani isteğimiz dahilinde değildir. Kalbin, midenin çalışmasını düzenleyen vegetatif dediğimiz bir otonom sinir sistemine bağlıdır.

 Vücudumuzun en alt bölümünde bulunan cinsiyet organlarının, kadında ve erkekte ödevi ÜRETİMDİR. Bunu destekleyen, garantileyen mekanizmada SEKSUALİTEDİR. Seksüalite haz verici, keyf vericidir. Eşcinsellerde üreme fonksiyonu mümkün değildir. Onlar sadece seksüaliteyi haz verdiği için yaparlar. Böylece tabiatın bu organlar için ön gördüğü Üreme fonksiyonu peşinen kullanamıyorlar. Halbuki Üreme fonksiyonu canlıların varlığının devamını garantiler. Hernekadar eşcinsellere saygım varsada, Üretimin Sosyobiolojik bir amacı vardır. İngiliz müzüsyeni Elton John İngilteredeki kanunların el vermesi ile yirmi senedenberi beraber yaşadığı arkadaşı ile evlendi.Türkiyede en meşhur müzisyenlerimizden Zeki Müren’in eşcinsel bir yaşamı vardı. Bunların İnsan denen bir varlığın yaşamının devamlılığında bir payları olamaz.

 Vucudun gövde bölümünde organların çalışması ise Otonom Vegetatif sistemce ayarlandığını biz hekimler detayları ile bilmekteyiz.

Vucudun en üst bölümünde ise BEYİN vardır. Bu organ görmemizi, düşünmemizi, konuşmamızı, hafızamızı temin eder ve diğer canlılardanda üstün kılar.

Benim bu hulaseten izah ettüğüm  ilmi girişten sonra asıl söylemek istediğim bu organın SOSYOPSİKOBİOLOJİK kabiliyetinin en üst seviyedeki siyasteciler tarafından hatalı işlemleri Milletlere, insanlara nekadar acılı yaşamların müsebbibi olmasıdır. Bir Hitlerin, bir Stalinin, hatta bir Atatürk’ün hatalı kararları bugüne kadar süren poblemlerin yaşanmasını sağlamış olmasıdır. Hitler Almanya ve Almanlar için başlangıçta doğru sayılabilecek atılımlar yapmış olsa bile TELADAM durumuna gelince 40 milyon insanın katline sebep olmuştur.

LOZAN’da İsmet Paşa ‘’ Biz savaşı Türkler ve Kürtler birlikte yaptık, devleti birlikte kuruyoruz’’ demiş olmasına rağmen, Cumhuriyeti kurunca Atatürk ve etrafı Kürtleri unutmuş,Türklüğü öne çıkarmıştır. Türklerin ve Kürtlerin birliğini sağlayan Hilafetinde kaldırılması sonra  Şeyh Sait, Dersim isyanları Kürtlerin özgürlüğü ve islamiyetin bozulmaması için yapılmıştır. Bu isyanları resmi tarihte çarpıtarak eşkıyaların isyanı gibi göstererk yüzbinlerce Kürdün imhasını artık kimse inkara edemez. Yüz senedenberi bu hatanın düzeltilmesi için siyasetçiler uğraşmakta, fakat beyinlere işlenmiş önyargılar çözüm sürecinde tökezlemelere sebep olmaktadır. Irakta otonomi yönünden aşama sağlanmışsada Suriyede kaos yaşanmaktadır. Erdoğanın Suriyede Kantonların ön görülmesini Türkiye için tehlike arz ettiğini söylemesi Milliyetçilerin gönlünü almak içindir. Çünkü orada ve Irakta olan gelişimin Türkiyedede yankı bulacağı bilincindedir. Öcalan dirayetli bir manevra ile böyle bir arzudan vazgeçtiğini duyurmuşsada, Barzani Kürdistanın bağımsızlığı hayalimizdir demiştir. Dörde bölük Kürdistanda gününbirinde dört özerklik bölgesinin birleşmesi kaçınılamaz. Ondan sonra hudutlarda ki suni yapılanma düzeltilip AB formunda hudutları kaldırıp birlikte yaşam gerçekleşir mi onu zaman gösterecektir.

Bugün Türkiyenin Kürt politikasını eşcinselliğe benzetiyorum. Biolojik temellere dayanmayan, Türklerin keyfine uygun olmayan, Kürtlerin 100 sene önceki durumuna yani ASLINA RÜCU gerçekleşmezse Kürt sorunu Türkiyede bir elli sene daha devam edebilir. Siyasetçilerimizin beyinleri doğru çalışırsa çok vakit kaybetmeden barışı yakalamak, mutlu günleri yaşamamız mümkün olur.

26.12.14 Antalya  

Fikret Başkaya-Gün Zileli söyleşisi...





“Kapitalizmden Kopmadan Sorunları Çözmek Mümkün değil”

“Din Soslu, Faşizm/Bonapartizm karması AKP Rejimine Karşı Ortak Muhalefet Cephesi Oluşturmak Şart”


Fikret Başkaya: İstersen genel bir çerçeveden başlayalım. Bugün geçerli olan paradigma az-çok eş zamanlı olarak, XVIII. Yüzyılın son iki on yılında tarih sahnesine çıkan iki devrimin enterseksiyonunda oluştu. Bunlardan birincisi, İngiliz sanayi devrimiydi. Sanayi devriminin başlangıcı için kesin bir tarih vermek zor olsa da, belki James Watt’ın buhar makinasının telif hakkını resmen aldığı tarih olan 1784 yılı alınabilir; Ve ikincisi de, 1789 Büyük Fransız Devrimiydi. Bunlardan birincisi ondan sonraki ekonomik rotayı, ikincisi de politik yönetim tarzını belirledi. Ve yaklaşık 250 yıldan az bir zamanda bu paradigma artık iflas etmiş bulunuyor. Zira, sistem çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol alamaz durumda. Üstelik sadece sosyal kötülükleri büyütmekle, azdırmakla da kalmıyor, ekolojik dengeleri de sarsıyor ve toplum-doğa metabolizmasında bir kırılma yaratıyor. Velhasıl tam bir sürdürülemezlik durumu söz konusu...

Dario Bötancourt ve Maria Garcia: “Kapitalizm yasal mafya, mafya ise yasa dışı kapitalizmdir”  demişlerdi. Dünya’nın bugünkü ahvâl-i umumiyesi ortadayken, bu tespit gerçekten doğrulanmış gibi görünüyor. Mafyalaşmış-çeteleşmiş, her türlü ilişkinin meta ilişkisine indirgendiği bir dünyada  yaşadığımızı söylemek artık bir abartma sayılmaz... Her şey hızlı bir çürüme halinde, araç- amaç ilişkisi ters-yüz olmuş, değer ölçüsü ve nirengi noktası yok olmuş durumda... Velhasıl hızlı bir dibe vuruş durumu söz konusu. Tabii bu hem bir dizi olanaklar demeye geldiği gibi, birçok büyük riski de içeriyor... Başka türlü söylersek insanlık ve uygarlık kritik bir eşiğe gelip dayanmış durumda... Bu konuda neler söylemek istersin?

Gün Zileli:

Kapitalizm öldürür. Kapitalizm öldürmeden önce çürütür. İşin kötü tarafı, çürüyen, kapitalizmin kendisiyle birlikte toplumdur, insanlardır, insanlar arasındaki ilişkilerdir. Kapitalizmin çürüyüp çökmesinden elbette şikâyetçi değiliz ama çürüme genel bir hal almış durumda. Ve her tarafı çürüyen cesedin kokusu kaplıyor. Gazete okuduğunuzda, televizyon seyrettiğinizde bu kokuyu daha kuvvetli duyuyorsunuz. Entelektüel dünyaya yöneldiğinizde çürümenin oraya da sirayet ettiğini görüyorsunuz. Bu alemde de paranın ve piyasanın çürütücü etkileri ayan beyan ortada. Piyasanın “görünmez eli” gerçek entelektüel çalışmaları devre dışı bırakıyor, onun yerine her alanda “soup opera” yazımları ön plana çıkarıyor. Sinemada, tiyatroda, bütün sanat kollarında aynı durumu görüyoruz.

Oldukça karamsar bir tablo ama ne yazık ki gerçek bu? Bu durumda sanırım toplumların çürümeye karşı güçlerinin bir şeyler yapması, bir toplumsal muhalefet gücü olarak dünya çapında bir dayanışmaya girmesi gerekiyor. ABD’de polisin sokak cinayetlerine karşı direnişlerin süreklilik arz etmesi umut verici. Bu direnişler de gösteriyor ki, baskı olan yerde insanların direnişi de söz konusu. Benim de sana sormak istediğim nokta şu: İnsan bu kritik eşikte nasıl bir yol izlemeli? Yani şu malum soru: Ne yapmalı?

FB: Elbette bu ölçüde bir saldırının muhatabı olan geniş kitlelerin, özellikle de saldırıdan en çok etkilenen yeryüzünün lânetlilerinin sessiz ve tepkisiz kalması eşyanın tabiatına aykırıdır. Nitekim, dünyanın her yerinde insanlar ayakta. Lâkin, tepkiler şeylerin seyrini ve gerçeğini etkileyebilecek yüksekliğe de bir türlü çıkamıyor. İşte senin sorunla ilgili can alıcı nokta bu... Her yerde insanlar ayakta ama protestolar, itirazlar, isyanlar... bölük pörçük ve hepsini kapsayacak ortak bir paradigma ve perspektif eksikliği var. İkincisi, birçok karşı hareket kültüralizm batağına hapsolmuş durumda. Rejimle pazarlık yaparak bir şeyler kazanmayı mümkün ve yeterli görüyorlar. Aslında bu, yerel ve küresel oligarşilerin tuzağına kısılmaktan başka bir şey değil. Mesela, Güney Afrika’da kültüralist bir rotaya savrulan ANC’nin durumu ne demek istediğime iyi bir örnek... Biz ezilenler, biz sömürülenler demekle, biz siyahlar, biz Aleviler, biz Kürtler, biz çevreciler, feministler, insan hakları savunucuları, vb. demek arasında devasa bir fark var. Zira birinci durumda sistem hedef alınmış oluyor, yani sistemi-rejimi aşma perspektifi var; ama ikincide kısmî kazanımlar için rejimle pazarlıklar söz konusu... Tabii bu, kısmî mücadeleler yapılmasın demek değil ama, mücadele o düzeyde kaldıkça, kalıcı ve anlamlı bir şey kazanmak, şeylerin seyri üzerinde etkili olmak mümkün değil. Bir de zaten egemenler cephesi tarafından araçlaştırılmış STK denilenler var ki, onlar karşı tarafın, gericiliğin  hizmetinde ve kafa karıştırma, yanılsama yaratma konusunda da oldukça başarılılar... Bence hepsinden önemlisi, ütopya zaafı. Zira, insanları harekete geçiren teorik bilgi değil ütopyadır. Bu da vakitlice “yaratıcı ütopyanın” oluşturulmasını, formülasyonunu, ve insanlar tarafından da içselleştirilmesini gerektiriyor.

İyi de ütopya zaafı  nereden kaynaklanıyor denirse, sanıyorum şunları söyleyebiliriz: Geride kalan yaklaşık yüz elli, iki yüz yıllık dönemde, kapitalizme, kolonyalizme ve emperyalizme karşı yürütülen hareketlerin, başka türlü söylersek, kapitalizmi aşmayı “yeni ve farklı bir şey yapmayı” amaçlayan mücadelelerinin başarısızlığa uğraması, yeni bir paradigma, perspektif ve “yaratıcı ütopya” oluşturmayı zorlaştırıyor. Mesela kolonyalizme karşı yürütülen mücadelelerin sonuçları son derecede güdük kaldı. Aynı şekilde kapitalizmi aşma, “yeni bir şey yapma”, sosyalizmi, dahası komünizmi kurma hedefi olan mücadeleler de iflasla sonuçlandı. Tabii bu çok şey söylemeyi gerektiriyor  ama insanların rejim muhalifi hareketlere fazla yüz vermemesi, uzak durmasının bence önemli bir nedeni daha var ki, nedense pek sorun edilmiyor. Bir ideoloji veya bir teori kitleleri harekete geçiriyor, zamanla ve hareket yükselip, etkinliği ve görünürlüğü büyüyünce bir hareket eliti oluşuyor. Mücadele başarıya ulaştığında o elit iktidarı ele geçiriyor ve kendini başlangıçtaki ideolojinin veya teorinin tecellisi – timsali olarak görüyor ve/veya öyle takdim ediyor. Sonuç itibariyle, elit devleti ele geçiriyor ve devlet oluyor, devlet de teoriyi-ideolojiyi ele geçirip kendine benzetiyor... Netice itibariyle de başa dönmek gibi bir durum ortaya çıkıyor... Julien Benda, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında, “Aydınların İhaneti” (La Trahison des Clercs” başlığını taşıyan bir kitap yazmıştı. Galiba XXI’inci yüzyılın ilk yarısında da: “ ‘Devrimci’ Elitlerin İhanneti” başlığını taşıyan bir kitap yazmak gerekecek! Malûm, devlet iki şey demektir: güvenlik-asayiş ve ekonomi yönetimi... Bu söylediğim, ister sınıf temelli işçi mücadeleleri olsun, isterse kolonyalist egemenlikten kurtulmak olsun ve isterse başka bir şey olsun... hepsi için geçerli. Öyle sanıyorum ki, bundan sonra bir şeyler başarmanın koşulu, bu tür sorunları tartışabilme yeteneğimize bağlı gibi görünüyor... 

GZ: Evet, kültüralizm diye adlandırdığın bu sorun önemli. Bu, 1980 sonrası neo-liberal dalganın getirip önümüze koyduğu bir sorun. Herkes kendi kimlik sorunuyla uğraşsın gibi bir şey. 1980 öncesinin tam zıddı. Yani sarkaç bir uçtan öbür uca gitmiş görünüyor. 1980 öncesinde de sömürüden ve “sınıf mücadelesinden” başka bir şeyden söz edilmezdi. Kısmi sorunlar ya da kültürel sorunlar gündeme geldiğinde hemen şu kart gösterilirdi: Sömürü düzeninin toptan yıkılması. O zaman akan sular dururdu. Kadın sorunu mu? Sınıf mücadelesi ve devrim bunu zaten halledecekti. Kadın sorunu devrime tabi kılınmalıydı. Milliyetler meselesi mi? Onu da devrim halledecekti. Diğer her şey de öyle. O zaman bu konulara ilgi azalıyordu ya da bunlara önem vermek isteyenler kendilerini düzen içi bir talebin takipçisi suçlamasıyla karşı karşıya buluyorlardı. Üstelik devrim denilen de ne? Bir partinin iktidarı ele geçirmesi. İşte bu noktada da senin elitizm diye çok güzel özetlediğin durum devreye giriyordu. Devrim adına “öncülüğü” yüklenenler eğer başarırlarsa devleti ele geçiriyor ama aslında devlet kendi yeni elitlerini ele geçirmiş oluyordu.

Bu sarkaçtan kurtulmanın bir yolu olmalı. Geçmişin modası olan devlet devrimciliği (elitizm) de yanlış, günümüzün modası olan kültüralizm de. Kapitalizmi aşmak isteyen insanlığın hem bütünsel devrimci perspektife, hem de bu perspektifle bağdaşma içinde olan, toplumların parçalı kesimlerinin ve sorunlarının çözümü perspektifine. Bugün yapılamayan da bu bence. Böyle bir bakış açısına sahip, yönetici-taban ayrımını reddeden, tüm katılımcıların en aktif katkısını ve dayanışmasını sağlayan bir örgütlenmeye, bir örgüte ihtiyaç var gibi geliyor bana. Ne dersin? Eğer sorunun önemli bir parçası buysa o zaman da ister istemez “nasıl?” sorusunu sormamız gerekiyor galiba.

FB: Alışık olduğumuz şey iflas edince, işe yaramaz hale gelince, işe yaraması muhtemel olanı oluşturma konusunda insanlar bir süre isteksiz oluyorlar sanki. Geride kalan dönemin örgüt modelleri genel bir çerçevede ve esas itibariyle “burjuva” örgüt modelleriydi. Bu sorunu seninle daha önce defaaten tartıştık, gündeme getirmeye çalıştık. O zaman, bürokratikleşme riskinin bertaraf edildiği,  devrimci elitler tarafından gasp edilmeyen bir tarz oluşturmak gerekiyor ama bunu söylemek yapmaktan daha kolay... Hem örgüt olacak, hem etkin olacak, amaca uygun bir işleyişe sahip olacak ve hem de kitleye yabancılaşmayacak! İşte bütün mesele bu. Bence, “yaratıcı ütopya” ne kadar çekici ve insanları ne kadar çok cezbederse, bu kitle katılımının ve katılımın sürekliliğinin güvencesi olabilir. Alınan tüm kararlara herkesin dahil olduğu bir işleyiş asla imkânsız değil. Bunun için de “alışkanlıklardan” kurtularak, geçerli geleneksel/burjuva örgüt modelini ret ederek  yola koyulmak gerekecek. Peki bu hangi durumda gerçekleşebilir? Her bir bireyin gerçek bir yurttaş tavrı ortaya koyduğunda, herkesin kendini her şeye ehil olarak gördüğünde... İşte işin püf noktası burada. Bugünün “sayın seyirci” tipiyle böyle bir şey tabii ki, mümkün olmaz. İnsanlar politikayı kaşarlanmış profesyonel politikacıların işi, onların korunmuş alanı olarak görüyor... Durum “ben sol politika yapıyorum” denince değişmiyor tabii... Her bir yurttaşın aktif özne durumuna gelmediği yerde, sen istediğin kadar etkinliği artıracak model önerisi yap! Bir işe yarama şansı yok... Tabii en azındın neyin neden yürümediğini bilmek de o kadar önemsiz değil ama yeterli de değil, sonuç itibariyle... İnsanlar ayağa kalktıklarında “yeni ve etkili” şeyler keşfetme imkânı da artıyor ama bu bir “kültür devriminin” gerçekleşmesinin güvencesi değil. Buradan Türkiye’deki genel duruma geçersek, neler söyleyeceksin?

G.Z: Ben de aynı şeyi sana sormaya hazırlanıyordum, sen benden önce davrandın. Peki ben bir şeyler söyleyeyim ama esas seni dinlemek isterim bu konuda. Ekonomik alana ilişkin benim söyleyebileceğim çok fazla bir şey yok. Sanırım bu konuda da bayır aşağı gidiyorlar ama esas toplumsal ve siyasal planda olanlara bakınca artık “bayır aşağı” deyimi de yeterli olmuyor. Sanırım “uçurumdan aşağı” demek daha doğru. Kendi iç çatışmaları nedeniyle ideolojik hâkimiyet balatalarını artık tamamen işe yaramaz hale getirdiler. Artık “hukuk devleti”, “adalet”, “yargı”, “şeffaflık”, “kuvvetler ayrılığı” gibi, burjuva devlet sisteminin ideolojik “beyazlatıcıları” işe yaramaz halde. İnsanlar olan biteni gördükten sonra bu sözleri duyduklarında gülümsemesinler de ne yapsınlar? Eskiden işkence vardı. Bugün de tamamen ortadan kalkmamakla birlikte işkencenin yerini sahte delil üreticiliği aldı. Adamın evine bir bomba koyarsınız ya da bilgisayarına bir şey yüklersiniz, al sana delil. Ondan sonra uğraş ki, bunların benimle ilgisi yok diye de, dışarı çık. En az beş yılını alır bu. Daha da korkuncu, bu “1984” rejimini George Orwell adına kutsayan yazarların ortalıkta cirit atabilmesidir. Ben şimdilik bu kadarını söylemiş olayım. Esas sen ne diyorsun Türkiye’de olup bitenlere?

FB: Aslında rejimin tüm cephelerde tökezlediğini söylemek mümkün. Resmi söylemle realite arasında bariz bir uyumsuzluk var. Gerçek durum, medyanın, akademinin, “konunun uzmanlarının”... tevatür ettiğinden çok farklı. Bir ülke iç ve dış sömürüye ne kadar açıksa, o ölçüde emperyalist Batı’nın takdirini kazanır ve başarı öyküleri uydurulur. Artık başarı öyküsü uydurmak zorlaşmakta. Geride kalan 12 yılda AKP’nin “başarısı” olarak sunulanın gerisinde iki şey vardı: Birincisi, Türkiye 2001’de derin bir krize girmişti. IMF destekli bir programla kriz atlatıldı. (Tabii ne pahasına atlatıldığından hiç söz edilmedi!) Araç rayına oturtuldu. Derin bir dibe vurmadan sonra yükseliş işin doğası gereğidir. Dolayısıyla AKP kurulmuş, bakımı yapılmış bir aracın direksiyonuna oturtuldu; İkincisi, dış kredi bulmanın, borçlanmanın çok kolay olduğu bir döneme rastlamıştı AKP’nin kuruluşu ve iktidar oluşu. Dışardan sağlanan paraları inşaata yatırdılar, bir de devlete ait olan (aslında kamunun, halkın olması gereken) işletmeleri özelleştirme adı altında sermayeye peşkeş çektiler. Netice itibariyle ekonominin iç eklemlenmesini ve performansını iyileştirecek hiçbir şey yapmadılar ama bozacak çok şey yaptılar... Bütçeyi ve hazineyi yağmaladılar. Siyasi partinin misyonu ve varlık nedeni de zaten bütçeyi ve hazineyi yağlamamak ve yağmalatmaktır... Artık eskisi kadar borçlanmak zor ve satılacak bir şey de kalmadı. Tarımı da dışa açılma saçmalığıyla iflasa sürüklediler. Dolayısıyla genel tablo hızla grileşmekte. İşsizlik tam bir felaket halini almış durumda ve o alanda bir iyileşme ihtimali yok. Gelir dağılımı da skandal kelimesiyle ifade edilebilecek bir dengesizlik tablosu arz ediyor. Nüfusun %’1’i, ülke servetinin (zenginliğinin) % 54,3’üne el koyuyor, sonra da kişi başına işte ne bileyim, 10 bin dolar düştüğünü söylüyorlar... Şahsen, “kişi başına düşmeyen gelir” demeyi tercih ediyorum! Sadece bu durum rejimin meşruiyetini tartışmayı gerektirirdi. Çünkü bu bir skandal, yani utanılacak bir durum. Tabii iktisat profesörü bizimle aynı fikirde değildir. Öğrendiği ve öğrettiği iktisat “bilimine” göre, sermaye sahiplerinin, mülk sahibi sınıfın servetindeki her artış “herkes için mutlaka gereklidir ve iyidir!”... İşsizlik, yoksulluk da işçinin, emekçinin, mülksüzleştirilmiş, yaşam için gerekli asgari araçlardan mahrum edilmiş geniş toplum kesimlerini ilgilendirir... O duruma düşmüşlerdir, zira kafalarını kullanamamışlardır... rasyonel davranmayı becerememişlerdir... Bu işte sistemin bir kusuru yoktur yani...

Aslında tuhaf bir durum ortaya çıkmış görünüyor: Bir taraftan insanları işsiz, aç ve çaresiz bırakıyorlar, öte yandan da yoksullardan alınan vergilerin (Zaten zenginler vergi vermez, tam tersine vergileri yağmalarlar, onların vergi vermesi bir muhasebe oyunudur sadece, zira vergi vermek demek tüketimden kısmaktır. Siz hiç tüketimini kısan bir zengine rastladınız mı? ) oluşturduğu bütçeden sadaka olarak cüzi miktarı yoksullara veriyorlar ama sanki kendi keselerinden veriyormuş izlenimini de yaratarak... Yardım almak için yoksul kâğıdı gerekiyor, yoksul kâğıdı da iktidar tarikiyle veriliyor. Ve tabii oy karşılığında veriliyor. Oy vermeyen kâğıttan olma riskini göze almalıdır ve çaresiz bir insan için hiç de kolay bir şey değildir... Velhasıl, AKP, yoksulları rehin almış durumda... Tabii belirli bir eşik aşıldığında artık bu durumu sürdürmek mümkün olmaz ve o sınıra yaklaşılmakta olduğunu söyleyebiliriz. Lâkin içinden çıkılamaz olan sadece sosyal mahiyetteki sorunlar, kötülükler değil. Ekolojik yıkım da pupa- yelken yol almaya devam ediyor. Giderek çok tehlikeli bir sınıra hızla yaklaşılıyor... Nerdeyse, “imara açılmayan”, satılmayan, bir karış toprak kalmamış gibi... Böyle bir genel sürdürülemezlik tablosu söz konusuyken, rejimin her geçen gün faşizm sathi mailinde hızla yol alması şaşırtıcı değil. Zira başka türlü yönetemiyorlar, yönetemezler... Tabii faşizme koşar adım ilerlerken, “demokratikleşmeden”, “hukuk devletinden”, “hukukun üstünlüğünden” ne kadar söz edilse yeridir...

GZ: Şu “büyüme” aldatmacasına da biraz değinmek gerekiyor galiba. Büyüyen nedir?

FB: Aslında büyüme, sermayenin büyümesi, kârın büyümesi, sömürü, yağma ve talanın büyümesidir. Böylece mülk sahibi sınıfların (kapitalist sınıfın) topluma ait ne varsa, ele geçirmesi mümkün oluyor. Kapitalizm koşullarında, özellikle de şimdiki neoliberal küreselleşme çağında, “ekonomik büyüme” denilen tam bir yıkıma dönüşüyor. Malûm, kapitalist üretim söz konusu olduğunda, insana, topluma, doğaya zarar vermeden ilerlemek mümkün değildir. Zira üretim, insan ihtiyaçları karşılansın diye yapılmıyor, üretimin birinci ve yegâne amacı kâr etmek, kârı büyütmektir. Elde edilen kârın da yeniden yatırılması, sermayeye dönüştürme zorunluluğu var ki, netice itibariyle üretmek, sermaye üretmek şeklinde tezahür ediyor. Her ileri aşamada da zenginlik sınırlı ellerde toplanıyor ve bu bir başarı olarak sunuluyor... Tam bir kepazelik... Bir fikir vermek için, 85 kişinin serveti, 3,5 milyar insanın gelirine eşit... Böyle bir dünyada, barıştan, özgürlükten, insanlıktan, refahtan bahsetmenin bir kıymet-i harbiyesi olur mu? İşte bu durum, onca öğünülen ekonomik büyümenin sonucu. Elbette büyüme gerekiyor, ihtiyaçların karşılanması gerekiyor ama, tam bir kadavra medeniyeti olan kapitalizm dahilinde büyüme insana ve doğaya zarar vermeden yol alamıyor. Canlı yaşam tehdit altında ve vakitlice harekete geçilmezse, kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir... Şahsen kapitalist büyümeye “modern çağın afyonu”  diyorum. Kavramın jenerik anlamında komümü ihya etmeden insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak. Herkesin olanı herkese iade etmek, yanlışı düzeltmek neden mümkün olmasın. Aslında kapitalizm bir sapmaydı ama insanlığın yegâne vazgeçilmez ufku ve alternatifsiz olduğunu söylemeye devam ediyorlar ve buna inanan ahmakların sayısı da az değil...

G Z: “AKP, yoksulları rehin almış durumda...”sözün bana çok ilginç geldi. Bunu biraz daha açar mısın? Bu rehin almanın mekanizmalarını. Bir yandan da HES’lere karşı bir köylü direnişi var. Hem de AKP’ye en çok oy çıkan yerlerde. Demek ki, bu rehin alma denen şey o kadar da sağlam değil. Bir yerlerden yarılması mümkün. Yüzde 10 barajlı bir seçim sisteminde oy yoluyla bu pek mümkün görünmüyor. Önümüzde yeni bir seçim var ve muktedirler parlamentoda Anayasayı değiştirecek çoğunluğu elde etme hesapları peşindeler. Hatta bunu Kürt mücadelesini yanlarına alarak yapmayı planladıkları da ortada. 

FB: Aslında rejim tüm veçheleri itibariyle batağa saplanmış durumda. İktidar partisi olan AKP,  kendini kurtarmanın peşinde ve bu amaçla yapamayacağı, göze alamayacağı bir şey yok. Hârika trajedi yazarı Sophocles,  Antigone  adlı ünlü oyununda: “ İnsan, iyiyle kötüyü birbirine karıştırdığında, Tanrılar ruhunu öylesine feci bir felâkete sürüklerler ki, artık felâketin farkına varmak için çok az zamanı kalmıştır” diyordu.  Senin de söylediğin gibi AKP, kendini kurtarmak için Kürt muhalefetini de yanına çekmek istiyor. Din soslu bir dikta rejimini yerleştirmek için Kürtleri aldatma hesapları yapıyor. Kürtler eğer “kısmî” çıkar hesabıyla bu oyuna gelirlerse, bunun vebalinin altından bir daha asla kalkamazlar. Şahsen öyle bir ihaneti göze alabileceklerini sanmıyorum.  Gerçi AKP’nin kendini kurtarması mümkün değil ama Türkiye’nin AKP’den kurtulması mümkün ve bunu da vakitle yapmak gerekiyor. Tabii ondan kurtulmakla da iş bitmiyor, bitmeyecek. Onun yerini alacak olan sadece “daha az kötü” olabilir ve daha az kötüyle düzlüğe çıkma ihtimali yok. Bu da radikal bir paradigma ve perspektif değişikliğini dayatıyor. O halde eğri oturup doğru konuşma zamanı gelip çattı demektir. Bir kere bu araba bu yükü taşıyamaz durumda. O zaman yeni bir arabayla yola devem etmek zorunluluğu var ama önce o yeni arabayı üretmek geriyor ki, yola devam edilebilsin. Kapitalizmden kopmadan, tutarlı ve kararlı bir kapitalizmi aşma perspektifine sahip olmadan artık karşı karşıya olduğumuz sayısız sorunu çözmek ve yola devam etmek mümkün değil. Fakat acilen müdahaleyi gerektiren bir durumla da karşı karşıyayız: AKP rejimi din soslu, faşizm/bonapartizm karması, tuhaf bir rejime dönüştü-dönüşüyor... Tehlikeli eşik hızla aşılmakta. O zaman bir ortak muhalefet cephesi oluşturmak şart. Tarihte bu tür kritik durumlardaki basiretsizliğin yıkıcı sonuçlarına dair epey örnek var... Onun için, aklını başına almayı gerektiren bir eşikteyiz...

“Rehin alma” meselesine gelince, yaşam araçlarından yoksun, işsiz, aç, hiçbir gelire sahip olmayan insanlara yardım edildiğinde, onlara bir şey verildiğinde, doğal olarak verene kendilerini borçlu hissederler. Dolayısıyla vermek, bir bakıma egemen olmak demektir. AKP de ülke zenginliğini yağmalar ve dar bir oligarşiye peşkeş çekerken, geniş emekçi kesimler işsiz, yoksul, çaresiz duruma geliyor ve açlık sınırında yaşamalarını sağlayacak yardımlar da ona oy olarak geri dönüyor. Tabii bu durumu belirli bir eşiğin ötesinde sürdürmek mümkün değildir. Ama HES’lere direnenlerin durumu farklı. Onlar varlık nedenlerini ortadan kaldıran bir saldırıyla karşı karşıyalar. Suları, toprakları ellerinden alınıyor, toprakları, suları, soludukları hava kirletiliyor ki, bu onların (tabii hepimizin) yaşam koşullarının yok edilmesi demek.  Böyle bir saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalmaları mümkün değil. Fakat bu tür mücadeleler daha kapsamlı bir muhalefet hareketine dönüşmediği zaman, kalıcı başarı şansı yoktur. 

G.Z: Galiba daha fazla gecikmemek gerekiyor aşağıdan böyle bir muhalefet hareketi oluşturmak için. “Felaketin farkına varmak ve önlemeye çalışmak için” bizim de çok az zamanımız kalmış gibi görünüyor. Çok teşekkürler bu güzel söyleşi için.

F.B: Asıl benim sana teşekkür etmem gerekiyor her halde!

24 Aralık 2014 Çarşamba

Suriye’den mektup...


Suriye’den mektup: ”Dimdik ayaktayız, ikiyüz ellibin şehide rağmen!”

Salamoun Jabbour  

Yeni Yılın size ve ailenize mutluluğu, saadeti getirmesini dilerim. Sizlere ve tüm sevdiklerinize Gönülden sağlık dolu bir yıl olmasını dilerim.

Özlemlerimizle, selamlar, Sevgiler. Burada, (Suriye) başkent olmak üzere tüm çevre illlerde normal yaşam sürüyor. 5 Universite var, 4’ de eğitim / öğrenim sürüyor. Biri kapalı. O’da,  en doğuda, Bedevilerin yaşadığı bölgelerde olduğu için kapalıdır. Oradakilerin,  fikirleri gibi,  ”hayata kapalı oldukları için”, kapalıdır.

Ülkemiz Suriye,  72 ülke saldırıyor. 4 yıldır saldırıyorlar. .Büyük bir direnişle,  savunma halindeyiz. Bence, direnişimiz,  Vietman direnişinden daha büyuk ve daha kuvetlidir

Dimdik ayaktayız, ikiyüz ellibin şehide rağmen!!!! Halk ve ordu direniyor: Ya ölüm,  ya zafer olacak diyoruz! Ama bizi ezen,  bizleri yıkan  olay; köylerden,  haince,  alçakça kaçırlan kandınlarımız,  çocuklarımız,  hâlâ,  Yezidi teröristlerin ellerindedir. Bilinmeyen yerlerde, ya da ”alçak yeni yezidler hükumeti,  Tc ’nin” hudutları içindedir.

Birbirimize daha çok yardım edelim,  daha çok birbirimizi sevelim. Daha çok,  gelişmemiz için beraberce,  ekonomik konularda, savunmada halkımız için çalışalım.

Esir kadınlarımız,  çocuklarımızın kurtarılmalarına hasret, özlem var. Büyük bir seferberlik var.
Evet kurtarılmaları için, her türlü çaba ve uğraş veriliyor. Bu konuyu,  yakında,  yeni yılda İnternasyonal boyuta taşıyacağız.

Gerekli bilgiler sizlere ulaştırılacaktır.

Yeni Yıla,  yeni, azimli,  yeni kuvvetle olmak üzere.  Özlemler,  selamlar.


17-12-2014  / Damascus.

14 Aralık 2014 Pazar

ARTIK HER ŞEY MÜMKÜNDÜR!





Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.
-Rahip Martin Niemöller-

Beklenen oldu… Birkaç gündür Tweeter âleminde Fuat Avni imzasıyla duyurulan “operasyon” gerçekleşti; 14 Aralık 2014 sabahı, cemaatine yakın medya organlarının yöneticileri, kimi gazeteciler, eski emniyet mensupları, Erdoğan’ın “Bunlar peygamberimizi miraçtan indirip kamyona koyacak kadar ahlaksız bunlar. Bu millet bunlara asla geçit vermeyecek, fırsat sunmayacak" diye tepki gösterdiği dizinin senarist ve yapımcıları gözaltına alındı…
Hâkim İslâm Çiçek’in imzasını taşıyan karardaki suçlamalar şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenliğini ele geçirmek amacıyla baskı, yıldırma ve tehdit yöntemlerini kullanarak örgütsel yapı oluşturarak bu yapılanma altında iftira, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, belgede sahtecilik”.
Bir zamanlar AKP iktidarıyla iç içe olan ve hem adalet, hem de emniyet teşkilatları içerisinde -yine bizzat AKP iktidarının koşulsuz teşviki ve desteğiyle- önemli mevziler kazanmış olan Gülen Cemaati’nin KCK Operasyonları başta olmak üzere, Devrimci Karargâh, Ergenekon, emniyetin yeniden dirilttiği, “THKP-C” davaları, Nedim Şener ile Ahmet Şık’ın tutuklanması, basılmamış kitapların toplatılması… gibi “operasyon”ların mimarı olduğunu unutmadık.
Fakat durumun, “yesinler birbirini” diye geçiştirilemeyecek bir yönü var:
Erdoğan Rejimi, “koynunda beslediği yılan”ı boğarken, korkunç bir iktidar tarzının “yol”unu döşüyor. Beğenmediği, onaylamadığı, kendisine muhalefet eden medya organlarını keyfî, uyduruk gerekçelerle sindirip, ardından kendi denetimi altına almak istiyor.
Bugün Samanyolu TV’ye,  Zaman gazetesine yapılan harekâtın, yarın AKP’ye biat etmeyen diğer yayın organlarına öbür gün muhalefet partilerine, AKP’ye muhalif örgütlere, kişilere yöneleceği apaçık ortaya çıktı. 
Erdoğan Rejimi otoriterlikten totaliterliğe yürüyor. 
Özetle, bu artık bir kaos ortamıdır; bundan sonra her şey mümkündür!


ANKARA DÜŞÜNCEYE ÖZGÜRLÜK GİRİŞİMİ

SİBEL ÖZBUDUN
TEMEL DEMİRER
BASKINORAN
İNCİ TUĞSAVUL
DOĞAN ÖZGÜDEN
FİKRET BAŞKAYA
İSMAİL BEŞİKÇİ
MAHMUT KONUK
RAMAZAN GEZGİN
ATTİLA TUYGAN
MUZAFFER ERDOĞDU
İBRAHİM SEVEN
SERDAR KOÇMAN
PINAR ÖMEROĞLU
NALAN TEMELTAŞ
CELAL İNAL
GÜL GÖKBULUT
ADİL OKAY
ERTUĞRUL GÜMÜŞ
NİVART BAKIRCIOĞLU
ERKAN METİN
BİRTEN ÇELİK ???
AZİZ TUNÇ
BÜLENT TEKİN
NADYA UYGUN
FATİME AKALIN
RÜSTEM AYRAL
OKTAY ETİMAN
TAMER ÇİLİNGİR
TÜRKAN BALABAN
LEYLA POYRAZ
YÜCEL DEMİRER
ABUT CAN
YALÇIN ERGÜNDOĞAN
SENNUR BAYBUĞA
SERHAT KARABEYOĞLU
MUSTAFA ELVEREN
ADNAN GENÇ
NECATİ ABAY
SAİT ÇETİNOĞLU



OTORİTARYANİZMDEN TOTALİTARYANİZME....




OTORİTARYANİZMDEN TOTALİTARYANİZME: ARTIK HER ŞEY MÜMKÜNDÜR!


SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 “Cehalet korkuya,
korku kine,
kin şiddete yol açar.
Denklem budur.”

(Michael Moore.)


Beklenen oldu… Birkaç gündür Tweeter âleminde Fuat Avni imzasıyla duyurulan “operasyon” gerçekleşti; 14 Aralık 2014 sabahı, cemaatine yakın olduğu iddia edilen medya organlarının -‘Zaman’ gazetesi ve ‘Samanyolu’ TV-  yöneticileri, kimi gazeteciler, eski emniyet mensupları, dizi senarist ve yapımcıları hakkında hazırlandığı duyurulan “liste”den isimlere ilişkin gözaltılar başladı…

‘Sol Haber Portalı’nda duyurulduğuna göre, “Hâkim İslâm Çiçek’in imzasını taşıyan operasyon kararında ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenliğini ele geçirmek amacıyla baskı, yıldırma ve tehdit yöntemlerini kullanarak örgütsel yapı oluşturarak bu yapılanma altında iftira, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, belgede sahtecilik’ suçlamaları,” yer almaktaydı.

Bir zamanlar AKP iktidarıyla iç içe olan ve hem adalet, hem de emniyet teşkilâtları içerisinde -yine bizzat AKP iktidarının koşulsuz teşviki ve desteğiyle- önemli mevziler kazanmış olan Gülen Cemaati’nin KCK Operasyonları başta olmak üzere, Devrimci Karargâh, Ergenekon, emniyetin yeniden dirilttiği, “THKP-C” davaları, Nedim Şener ile Ahmet Şık’ın tutuklanması, basılmamış kitapların toplatılması… gibi “hukuk katliamları”nın mimarı olduğunu unutmadık, unutulmamalı.

Gün geçti, devran döndü…

AKP ile Cemaatin arası açıldı. Dershanelerin kapatılması kararı, Fethullahçı kadronun düğmesine bastığı 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ve AKP’nin karşı hamleye geçerek boyutlarının dudak uçuklatıcı olduğu ortaya çıkan yolsuzluğu, dört bakan firesiyle savuşturması vb. vb.

AKP iktidarı, 17 Aralık’tan bu yana Gülen cemaatini elde ettiği mevzilerden kazımak için elinden geleni ardına koymuyor. Gülen medyasına yönelik tutuklamalar da bu “temizlik”in bir parçası.

Buraya kadarını bu ülkede gündemi izleyen herkes biliyor.

Ancak kanımızca, durumun, devrimciler, sosyalistler açısından “yesinler birbirini” diye geçiştirilemeyecek bir yönü var.

Hayır, niyetimiz “demokrasi(cilik) oyunu” oynamak, “bitaraf âkîl” tutumuna girip “hukuk devleti”nden, “basın özgürlüğü”nden filan dem vurmak değil. O bahsi çoktan geride bıraktığımızın bilincindeyiz.

Elbette biliyoruz ki, iki klik arasındaki çatışmadan demokrasi çıkmaz. Uzun yıllar el ele, kol kola yürüyenler şimdilerde birbirlerine düşman olmuşsa; önce bu yolculuklarının hesabını vermeliler… Ve nihayet, bunların tümü Dario Bätancourt ile Marta Maria “Mafya yasadışı kapitalizm, kapitalizm de yasal mafyadır!”; Antonio Marchel’in, “Mafya devletin bilinçaltıdır”; Jean Paul Tardivel’in,  “Günümüzde paraya, iktidar deniyor,” saptamalarının doğrulanmasıdır.

Ancak şunun altı çizilmeli: AKP iktidarı, koynunda beslediği “yılan”ı boğarken, bir iktidar tarzının “yol”unu döşüyor: beğenmediği, onaylamadığı, kendisine muhalefet eden medya organlarını keyfî, uyduruk gerekçelerle sindirip, ardından olasılıkla kendi denetimi altına almak.

Bugün ‘Samanyolu’ TV’ye,  ‘Zaman’ gazetesine yapılan harekâtın, yarın AKP’ye biat etmeyen diğer yayın organlarına öbür gün muhalefet partilerine, AKP’ye muhalif örgütlere, kişilere yöneltilmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Daha önce TMSF eliyle yürüttüğü “medyayı ele geçirme” operasyonunu bu kez “AKP-polisi” ve “AKP-yargısı” eliyle gerçekleştirmek… Bir adım sonrasında, her türlü karşı duruşu susturmak, bastırmak, sindirmek…

Cemaat medyasına yönelik bu AKP harekâtı, ülkenin AKP-Cemaat ortaklığıyla hayata geçirilen otoritaryanizmden, AKP ve onun “Tek Adam”ına biat edenlerden başka hiç kimsenin sesini çıkartmasına olanak tanınmayacak bir “totalitaryanizm”e yöneldiğinin bir başka göstergesi. Bir başka deyişle, Recep Tayyip Erdoğan’ın merkezinde yer aldığı bir “tekciliğe” doğru hızla ilerliyor Türkiye.

Özetle, gelişmeler “istikrarlı istikrarsızlık” durumu olarak tanımlanabilir. Bu bir “kaos ortamı”dır; bundan sonra her şey mümkündür!



14 Aralık 2014 12:18:26, Ankara.

12 Aralık 2014 Cuma

NE YEYİP NE İÇECEĞİMİZE KİMLER KARAR VERİYOR?




Dr. Cengiz Başkaya

Endüstriyel tarım ve gıda üretiminin yaygınlaşması bütün ülkelerin neredeyse aynı biçimde beslenir hale gelmesi sonucunu doğurdu. Üretilen gıda türleri gitikçe azalıyor. Gıdaların işlenme ve saklanma, hazırlanma yöntemleri de tek tipleşme yolunda. Bu durum halkların gıda güvenliğini ve gıda egemenliğini yok ediyor. Yerel ürünlerin yerine tekellerin üretim ve dağıtım haklarını sahiplendiği sertifikalı tohumlar, fideler ve fidanların kullanılması dayatılıyor. Büyük bir zenginlik olan genetik zenginlik büyük ölçüde kaybedildi ve süreç bu yönde ilerlemeye devam ediyor. Yerinde sağlanabilecek gıdaların az sayıdaki merkezden büyük masraflar ve enerji harcanarak dağıtılması maliyetleri yükseltiyor. Kriz durumlarında gıdaya ulaşmayı tehlikeye atıyor. Uzun yolculuklar yapması gereken ve raflarda bekletilen besinlerin bu süreçte bozulmaması gerekli. Bunun için fiziksel ve kimyasal işlemlerden geçirilmeleri şart. Yapılan müdahalelerin asıl amacı kontaminasyonun önlenmesi, yani bakteri, mantar ve küfler nedenşyle gıdaların çürümesini, kokuşmasını engellemek.

Gıda endüstrisi için sağlıklı gıda sadece günlerce hatta aylarca bozulmayan gıda demek. Ne var ki, bakterilerin yok edilmesi ve üremelerini önlemek için uygulanan yoğun enerji biçimlerinin ve etkili kimyasalların seçici olarak sadece bu organizmaları etkileyeceğini düşünmek biyoloji, fizik ve kimyanın prensiplerine aykırıdır. Bir bakterinin genetik yapısını bozan, protein zincirlerini kıran radyasyon, yüksek basınç ve yüksek ısıl işlemler gibi yoğun enerji uygulamalarının besinlerin yapısını moleküler düzeyde etkilememesi mümkün değildir. Ortaya çıkan ara ürünlerin sağlığa zararlı olduğu bilinen birçok etkileri var. Zamanla ortaya çıkacak olanlar ayrı bir endişe kaynağı. Gıda endüstrisine göre sağlıklı sayılan işlenmiş gıdalar aslında birçok açıdan gerçek gıda olmaktan çıkmış oluyor. Etlere, hububat ve baklagillere radyoaktif ışın ve elektron ışını uygulanır. Uzun süre depolanan ve uzun mesafelerde gemilerle nakledilen buğday ve mısır güçlü zehirlerle korunur. Süt homojenize edilmek amacıyla ince kanallarda çok yüksek basınçlar altında geçirilir. Kısa süre için de olsa 300 dereceye kadar ısıtılır. Paket sütlerdeki UHT ibaresi bu ısıl işlemi tanımlar; "Ultra High Temperature - Çok Yüksek Isı."

Tarımda 60 yıl önce yaygınlaştırılan yeşil devrimin olmazsa olmazı pestisit, fungusit ve herbisitler de tükettiğimiz birçok gıdaya kaçınılmaz olarak bulaşıyor.

Bu güçlü zehirler doğanın tanımadığı sentetik moleküller. Doğal süreçlerle zararsız elementlere parçalanamıyorlar. Yıllarca doğada kalıp, toprağı, suyu ve havayı kirletiyorlar. Her yıl daha etikili olduğu iddiasıyla daha pahalı yeni zehirler piyasaya sürülüyor. Ne var ki ürün zaralıları için üretilen bu ilaçlar zararlılar dışında bütün canlıları öldürmek konusunda çok başarılı oldu. Zararlıların doğal düşmanları yok edildi.

Artık rakipleri yok ve yeni ilaçlara da kısa sürede uyum sağlayıp dirençli hale geliyorlar. Yani meydan onlara kaldı. Bir kısır döngüye girilmiş durumda.

Her seferinde yeni ilaçlar üretip piyasaya sürmek gerekiyor. Piyasadan çekilen ya da sağlığa zaralı olduğu ispatlandığı için üretimi durdurulan zehirler artık kullanılmaz olsa da binlerce tonu yeryüzüne serpilmiş durumda olduklarından doğal yaşamı öldürme hizmetine uzun yıllar devam ediyorlar. 40 yıl önce yasaklanan DDT günümüzde dünyanın ucunda Güney Kutbunda penguenlerin karaciğerinde tespit ediliyor. Artık gökyüzünde uçan yüzlerce kuş türünden kurtulduk. Uğur böcekleri, kelebekler görünmez oldu. Arı popülasyonları geri dönülmez bir yok olma sürecine girdi.

Sorun şu ki biz insanlar da kelebekler ve kuşlar gibi biyolojik varlıklarız. Doğadaki diğer canlılar gibi biz de etkileniyoruz. Çocuklarda lösemi ve beyin tümörlerinde korkutucu bir artış var. Erişkinlerde de kanser olguları ve nörolojk hastalıklar daha sık görülüyor.
Uluslarüstü tarım tekellerinin ve gıda endüstrisinin dünya piyasasını tümüyle ele geçirmek için uyguladığı yöntemlerin başlıcaları alternatif tür ve üretim yöntemlerini yok etmek, dünya halklarının beslenme alışkanlıklarını ve damak tatlarını kalıcı olarak değiştirmek, gıdalara bağımlılık yapan maddeler eklemek. Bütün ülkelere dayattıkları ve gerekçesi serbest rekabet ve ticaretin önündeki engelleri kaldırmak olarak sunulan fakat gerçekte rekabeti fiilen imkansız hale getiren yasalar ve zorlayıcı ticaret anlaşmaları ile rakipsiz hale geliyorlar. Türkiye'de ikinci dünya savaşı sonrası Marshall yardımı kılıfı altında gerçekleştiren tarımda yapısal dönüşüm bizden bir örnek. Zeytin yağı ve tereyağı tüketimi yerine margarinlerin piyasaya sürülmesi, yemek yapma yöntemlerini temelinden değiştirdi. Margarinler ayçiçek yağının fakat daha çok soya yağının hidrojenizasyon işemiyle katılaştırılmasıyla üretilir. Bir bakıma yarı sentetik bir maddedir. Doğanın en büyük armağanlarından olan ve tohum yağı değil, meyve yağı olduğu için çevresindeki doğanın birçok unsurunu içinde barındıran zeytin yağı yerine yapay bir ürüne alıştırıldık. Tıp otoriteleri devreye sokularak tereyağı şeytanlaştırıldı, birçok hastalığın sebebi olup çıktı.

Öte yandan üretilen sentetik yağı kötülenen tereyağına benzetebilmek için de her yönteme başvuruldu. Tereyağının klasik rengini taklit etmek için boyalar eklendi. Kıvam sağlayıcı katkılar, yapay aromatiklerle ortaya tereyağının bir taklidi ortaya çıkarıldı.

Anadoluya özgü, farklı toprak ve iklim şartlarına özel birçok buğday türünü yok etme pahasına, Meksika buğdayı üretimine geçildi. İthal tohuma, yapay gübreye, ithal akaryakıta bağımlı hale geldik, Anadolu'da sulanmadan yetişebildiği, için kuru mahsul olarak bilinen hububatı sulamak mecburiyeti yüzünden yer üstü ve yer altı su kaynaklarımızı daha da azalttık.

Artık her mevsim domates yiyebiliyoruz, ne mutlu. Birçok domates türünü unutup domates tadı vermese de elma gibi soyulabilen sağlam kabuklu, uzun mesafelere taşınabilen, uzun süre çürümeyen tek bir domates türü olsa da elde kalan… İthal tohumunun gramı altından sadece biraz dah pahalı. İnce kabuklu, bol sulu, kokulu renk renk domateslerimizin çekirdeklerini ayırıp fide hazırlama derdinden kurtulduk. Şirketlerden her yıl satın alıyoruz.

Pancar şekeri yerine nişasta bazlı mısır şurubunun kullanımı gittikçe yaygınlaşıyor. Cargill Bursa'da mısır şurubu tesisini kurdu. Doğal olan nişastalı besinleri aldığımızda pankreasın salgıladığı amilaz enzimiyle nişastanın zincirinin kırılarak glukoza dönüşmesi ve kana geçmesidir. Nişasta bazlı şeker sanayii bu parçalama işini bizim yerimize yapıyor. Mısır şurubu % 80 Früktoz, % 20 oranında glikozdan oluşuyor. Ton başına maliyeti pancar şekerinden çok daha ucuz. Fruktoz kana geçtiğinde glukoz gibi tokluk hissi vermediğinden kişiyi daha çok yemeye yönlendiriyor.

Fast food restoranlarında mısır şurubu boca edilmiş kolalı içeceklerin menünün ayrılmaz parçası olması tesadüf değil. Fruktoz Kolayca yağa dönüştürülüp vücutta depolanıyor. Bu yüzden obez çocuk sayısında artış var. Diabetin salgın hale gelmesinde de payı büyük, Kola, gazoz, meyva suları, çukulatalar, şekerlemeler, hazır reçeller, dondurmalar, pasta ve tatlılarda daha ucuz ve daha tatlı olduğu, katı değil sıvı halde bulunduğundan her türlü yiyeceğe kolayca karıştırıldığı için, pancar şekeri yerine mısırdan elde edilen nişasta bazlı şeker tercih ediliyor.

Şeker pancarı üretimimiz azaltıldı. Özelleştirilen ve özelleştirilecek olan şeker fabrikalarının lüzümsuz yere kapladığı alanları da ticari yapılaşmaya açma imkanımız doğdu. Unutmamak gerekir ki, ülkemizin ekonomisinin lokomatifi inşaat sektörüdür. Ona ne kadar alan açabilirsek o kadar iyidir. Varsın 10 yılda onbeş milyon dekar değerli tarım arazisi konut, sanayi, turizm, otoyol için kaybedilmiş olsun. Artık yüksek teknoloji, yüksek sermaye, ithal bitki besleyicilerle gerçekleşen topraksız tarım uygulamaları da başladı. Finans sermayesi yeni değerlenme alanları buluyor kendine.

Tarımla uğraşan nüfusun fazlalığı bir ülkenin “geri kalmışlığının” göstergesi sayılır!. Biz de bunun “bilincinde” olduğumuz için kırsal alanı boşaltıp insansız hale getiriyoruz. Gelişmemiz daha da hızlanıyor böylece. İnsansız bankacılık ne büyük bir gelişme oldu. Sıra insansız topraklarda topraksız tarım yapmaya geldi. Tarım köylülere bırakılamıyacak kadar ciddi bir iştir öyle ya!. Bırakalım bu işi en iyi bilenler, yani dev agribusiness şirketleri yapsın. Göçe mecbur olan köylüler de şehirleşsinler, medeniyetin nimetlerinden faydalansınlar! Kırsal alanlarda kuş cıvıltıları kesildi, insan sesi duyulmaz oldu diye üzülmeyelim. Zaten kırlarda dolaşmak iyi değil, kene riski var! Sayıları beşyüze yaklaşan dev AVM lerimizi gezelim. Yazın serin, kışın ılık, her daim temiz. Penceresiz oldukları için gece gündüz farkı da yok. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamaz insan…

Ucuz, genetiği değiştirilmiş soya yağını hazır halde ithal etme imkanı varken, zeytin üretmek, zeytinyağı üretmek ekonomik akla uygun değil… Biz katma değeri yüksek işlere bakalım… Zeytinliklerin yerine termoelektrik santralleri, sanayi tesisleri ve yerleşim alanları kurmak, maden ocakları, taş ocakları açmak gayri safi milli hasılamızı arttıracakken, zeytin ağaçlarıyla oyalanmak bu ülkenin gelişmesinin önüne set çekmektir…

Monsanto, ki dünyanın en şeytan şirketi namıyla maruftur, modern teknikler ve yöntemlerle, tüm dünyanın tarım üretimini 30 milyon kişiyle gerçekleştirebileceğini savunuyor. Yani halen kırsalda yaşayan üç milyar insanın yüzde biriyle… Kalan yüzde doksandokuzu da başlarının çaresine baksınlar bir şekilde! İhtiyacın hızla arttığı özel güvenlik işine girsinler, önemli kişilerin özel koruması olsunlar, halkla ilişkiler, ürün tanıtımı gibi alanlarda çalışsınlar, yeni kurulacak işçi kiralama şirketleri de yeni iş olanakları yaratacak! Bu şirketler sayesinde esnek çalışma olanağına kavuşsunlar. Hergün aynı işe gidip gelmek yerine günlük, hatta saatlık işlerde çalışıp ufuklarını genişletsinler, sosyalleşsinler…

Monsanto, Cargill, Du Pont gibi tekeller, Ukrayna'nın geniş ovalarında lüzumsuz yere çok sayıda köylü yaşadığını öğrenmişler. Şimdi ülkeyi bu gerilikten kurtarmak için ikna çalışmaları yapıyorlar.

Hükümetin tarım alanlarına genetik modifiye ürünlerin ekilip dikilmesine ve toprakların şirketlere satılmasına izin verilmesi başta gelen talepleri. Monsanto bu sorunu çözmek için Dünya Bankası ve İMF ye Ukrayna'ya koşullu kredi açtırıyor. Türkiye'de Kemal Derviş döneminde partiler halinde serbest bırakılan ve her partide tekeller için tohum yasası ve kamu tarım kuruluşlarının özelleştirilmesi veya lağvedilmesiyle sonuçlananlar dahil, birçok yasanın geçmesi şart koşulan İMF kredilerini hatırlayalım…

Monsanto başkan yardımcısı Jesus Madrazo "Ukrayna'nın kara toprakları bizim için altın madenidir" diyor. Kara topraklarda GDO temelli tarım yapmak için turuncu bir devrim gerekti. GDO lar özgürlük ve refahı da getirecek Ukrayna'ya. Birlikte nükleer başlıklı füzeler de bonus olarak gelecek.

Irak, savaş sonrası şirketler tarafından kabul ettirilen kanunlarla sadece genetiği değiştirilmiş ürünlerin tarımını yapmayı taaahüd eden ilk ülke oldu. Yeni silahların uygulamalı fuar yeri olma görevini tamamladı. Şimdi ulusötesi tarım şirketlerinin uygulama laboratuvarına dönüştü.

Ülkeler güzellikle kabul etmelidir şirketlerin isteklerini. Sorun çıkarırlarsa dünya barışını tehdit etmiş olurlar ki, bu hem ayıp, hem tehlikelidir . Amerikan askerlerini gurbet ellerinde önleyici savaşlar yapmaya zorlamasınlar. Akıllı olsunlar.

Karnımızı doyurmak için her fedakarlığa katlanan, bizden genetiği değiştirilmiş gıdaları, sığır büyüme hormonu ve bol antibiyotikle zenginleştirilmiş sığır etlerini, yine bol antibiyotik ve hormon soslu piliç etlerini, çocuklar ve gençler daha çok sevip alışsınlar, ömür boyu içebilsinler diye bolca kafein ekledikleri, bolca mısır şurubu koyup gürbüzleşmelerini sağladıkları kolalı içecekleri, gazozları, meyve sularını sunan bu büyük dünya şirketlerine gereken her kolaylık gösterilmelidir. Onlara karşı durmak, bilime de karşı gelmektir. Zaten tarım ve gıdanın bilimini de onlar geliştiriyor. Hükümetler, kamu kuruluşları bu tür gereksiz işlerle uğraşıp, bağımsız araştırmalara para ayırarak kamu kaynaklarını çarçur etmek durumunda kalmıyorlar bu sayede. Bütçeler halkın refahı ve sağlığına tahsis ediliyor. Daha ne olsun!
----------------------------------------------

Faydalanılan kaynaklar;

- Counterpunch 22-24, 2014, 412
GM Food, Ukraine and the Return of Hill + Knowlton Monsanto and Ukraine
JOYCE NELSON
-Dr. Yavuz Dizdar; Yemezler, Hayy Kitap 2013 -http://www.highfructosecornsyrup.org/2009/02/guess-whats-lurking-in-your-food
-www.naturalnews.com/022967.html
Apr 9, 2008 - The Facts About Pasteurization and Homogenization of Dairy Products Jo Hartley


8 Aralık 2014 Pazartesi

Kadavra medeniyeti...
















Fikret Başkaya

                                                                                                                                                                
“Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim
                                                                                                                                                                               akar suyun,
                                                                                                                                                                               meyve çağında ağacın,
                                                                                                                                                                               Serpilip gelişen hayatın düşmanı”.
                                                                                                                                                                                                                                       
N. Hikmet
   
                                                                                                                                                                                                             
Son dönemde en çok duyduğumuz şeylerden biri “imara açıldı, imara açılıyor” oldu. İmar, Arapça ümrân’dan türeme bir kelime: 1. Ma’murluk, bayındırlık, bayındırlaşma; 2. Medeniyet, ilerleme, refah ve saadet, mutluluk anlamlarını içeriyor. Bir bütün olarak insanın ve toplumun durumunun iyileşmesi, bir üst aşamaya yükselmesi, uygarlaşması demeye geliyor. Oysa, şimdilerde imar adı altında akıl almaz bir hız ve kapsamda yapılanların, kelimenin asıl içeriğiyle pek ilgisi kalmadığını söylemekte bir sakınca yoktur. Bu yüzden şeylerin gerçeğine nüfuz  edebilmek için, her kelimeyi, her kavramı ihtiyatla kullanmak durumundayız. Zira her şey gibi zamanla kavramlar da eskiyor, içerikleri boşalıyor ve somut sosyal realiteyle uyumsuz hale geliyorlar. Aslında bunda şaşılacak bir şey yok, zira sosyal gerçeklik sürekli bir değişim halinde. O zaman, değişime uğramış olan bir sosyal olguyu veya süreci, o değişimin gerisinde kalmış, eskimiş, içi boşalmış bir kelime ve kavramla ifade etmeye çalışıyorsunuz demektir... Daha önce de yazdığım gibi, yaşanan gerçekliği ölü kelimelerle [bilgilerle] açıklamak gibi bir zaaf söz konusu olabiliyor. Dolayısıyla, bu gün imar kelimesinin başlangıçtaki içeriğinden çok farklı şeyler ifade ettiğini söylemek mümkündür. Şimdilerde, neoliberal kapitalist saldırganlığın, sömürü, yağma ve talanın pupa-yelken yol aldığı koşullarda, imar diye sunulan aslında yıkımdan, yok etmekten başka bir şey değil. Eğer gerçek durum öyleyse, o halde neden öyle oldu, sorusu akla gelir.

Aslında bu, kapitalizmin mantığının ve işleyişinin sonucu olarak tezahür eden bir şey. Malûm, kapitalizmde araç-amaç tersliği söz konusudur. Üretimin birincil amacı, insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmektir... Normal olarak, aklın, sağduyunun ve toplumsal yararın bir gereği olarak, yeni bir şey yapmak söz konusu olduğunda, buna ihtiyacımız var mı? Bu gerekli mi, yararlı mı? İnsana, topluma, doğaya olumsuz bir etkisi olur mu?... gibi soruların akla gelmesi gerekir ve soruya verilecek cevaba göre de o işe girişilir veya vazgeçilir. Diyelim bir yere bir köprü, bir yol, bir kamu binası, bir enerji santralı, vb. inşa etmek bir ihtiyaç olarak görülüyorsa, inşası lehine karar verilir ve gerçekleştirilir. Ve yapılan şey gerçek anlamda bir ümran etkinliğidir.

Lâkin kapitalist mantığın ve işleyişin geçerli olduğu durumda, soru yukardaki gibi sorulmaz: Soru, şöyle sorulur: Bu kârlı bir iş midir? Soruyu soran da kapitalistlerdir, sermaye sahipleridir, değilse kapitalist sınıf adına karar veren siyasi otoritenin adamlarıdır. Şimdilerde kalkınma, büyüme, ilerleme adına ne yapılıyorsa, sadece ve sadece kapitalist için kârlı olduğu için yapılıyor. Ve kapitalist için iyi olan da, kârlı olan anlamındadır, dolayısıyla toplum için de iyi olması, yararlı olması diye bir kural ve kesinlik söz konusu değildir. Zira kâr mantığının, tutkusunun ve çılgınlığının geçerli olduğu, yegane amacın kârı büyütmek olduğu koşullarda, toplumsal yararın gerçekleşmesi mümkün değildir... Netice itibariyle, Kapitalist için iyi olan herkes için iyi değildir. Tam tersine, kapitalist için iyi olan ekseri toplum için kötüdür, zararlıdır. Dolayısıyla, kapitalizmin geçerli olduğu yerde kamu yararı, toplumsal fayda gibi kaygıların esamesi okunmaz

Aksi halde su, hava, toprak ve denizler kirletilmez, tatlı sular azalmaz ve kirletilmez, parayla alınıp-satılmaz, göller kurumaz, nehirler  birer lağım haline gelmez, peyzajlar çirkinleşmez, kentler yaşanamaz yerler haline gelmez, canlı türleri, biyolojik çeşitlilik ve ortak yaşam alanları yok edilmez... velhasıl bir sürdürülemezlik  durumu ve gezegen riski ortaya çıkmazdı. Elbette üretim etkinliği demek, doğadan bir şeyler almadan (eksiltmeden) ve doğaya bir şeyler atmadan (kirletmeden) mümkün değildir ama bu üretim ve tüketim etkinliğini  doğanın dengesini bozmadan, doğanın kendi kendini yenileme yeteneğini dumura uğratmadan yapmak da pekâlâ mümkündür.

Doğaya zarar vermeyen, doğanın kendi kendini yeniden üretmesini tehlikeye atmayan bir üretim-tüketim ve yaşam tarzı mümkündür ama böyle bir şey yegane ereği kâr, daha çok kâr olan, başkaca hiç bir kaygının söz konusu olmadığı kapitalist üretim koşullarında, üstelik onun “neoliberal” denilen bu günkü evresinde asla mümkün değildir. Yaklaşık son 35 yılda, neoliberal barbarlığın kendini dayattığı, sömürü, yağma ve talanın önündeki sınırlı engellerin de tasfiye edildiği koşullarda, yıkım, yok etme ve kirletme artık tarihte görülmemiş boyutlara ulaşmış bulunuyor.

Kapitalizm demek, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürmek demektir. Zira, kâr etmenin ve kârı büyütmenin başkaca bir yolu yoktur. Bu yüzden kapitalist üretim tarzı bir kadavra medeniyetidir. Ölü metalar medeniyetidir. Mesela, kapitalist için ağacın kesilmiş olanı makbuldür. Dünya neden giderek koca bir çöle dönüşüyor sanıyorsunuz? İçtiğimiz sudan kâr etmenin yolu onu metalaştırmak, şeyleştirmek, parayla alınır-satılır bir nesneye indirgemekten geçer. Sermayenin mantığı, çiftçinin kendi tavuğunun yumurtasını yemesini, kendi ineğinin sütün içmesini kabul etmez? Onlara sütü ve yumurtayı satması gerekir. Bunun için de köylünün mülksüzleştirilmesi, toprağından, ineğinden, tavuğundan edilmesi gerekir... Zaten tavuk bir kere kapitalist tavuk çiftliğe girdiğinde o artık bildiğiniz tavuk olmaktan çıkmıştır... Nasıl çıktığı da herkesin malûmudur. Aynı şey inek için de öyledir... Fakat kapitalist mantık işi o aşamada  bırakmaz. Bir sonraki aşamada sıra yumurtayı tavuktan, sütü inekten değil, kimyasal girdilerden üretmeye gelir... Eğer bu gün geçerli eğilimler ve süreçler durdurulamaz, tersine çevrilemez ise, yakın bir gelecekte tavuk ve inek sadece zooloji tarihi kitaplarında görülebilir hale gelecektir...

Durum böyleyse eğer, şu soru akla gelir: İşler neden bu rotada yürüyor? Yürüyebiliyor? Bunca sömürü, yağma ve talan nasıl mümkün oluyor? Elbette bir başlarına kapitalistler böyle bir yıkımı, yağma ve talanı gerçekleştirilemezlerdi. Topluma ait olan, herkesin olan müştereklerin mülk sahibi sınıflar (şimdilerde küresel kapitalist oligarşi) tarafından sahiplenilmesi, özel mülk kategorisine indirgenmesi, burjuva devletin dahli olmadan asla gerçekleşemezdi...  Devletin kamu yararını gerçekleştirmenin hizmetine koşulmuş bir aygıt  olduğu sanılır ama bunun tam tersi  doğrudur ve devlet oldum-olası mülk sahibi sınıfların hizmetindedir Onun için, kiminle çuvala girdiğini bilmek önemlidir... Çevre bakanlığı kurulduktan sonra çevre tahribatının ve yıkımın hızlanması bir tesadüf değildir. Eğer Orman Bakanlığı, gerçekten ormanları korumanın hizmetinde olsaydı, o güzelim orman alanlarına 5 yıldızlı, 7 yıldızlı oteller kondurulur muydu? O halde Orman Bakanlığı ormanları kimin hesabına kimden koruyor sorusunun akla gelmesi gerekirdi...  Akkuyu nükleer santraline ÇED raporunu Çevre Bakanlığı verdiğine göre...  Şehircilik bakanlığının neye yaradığı konusunda hâlâ kuşkusu olan kalmış mıdır? Bu bakanlık rantçıların etkin bir yağma aracı değil mi?

O halde sadede gelebiliriz...

Neden yağmalanmamış bir şey bırakmıyorlar. Bu inşaat çılgınlığının sebebi ne? Geride kalan bir kaç on yılda insanlar mülksüzleştirildi, proleterleştirildi, yaşam için gerekli asgari araçlardan yoksun bırakıldı. Bu sömürü ve yağmanın karşılığı olan da belirli ellerde (oligarşi cephesinde) birikti. İnsan havsalasını zorlayacak bir yağma ve talandı söz konusu olan. Dolayısıyla, değerlenme sorunu yaşayan devasa bir sermaye fazlası var. Aslında sermaye fazlası denilenin öteki adı  toplumdan çalınandır... Ve sermaye değerlenmediği (büyümediği) zaman değersizleşir. İşte dağı taşı bir inşaat şantiyesine dönüştürmelerinin sebebi bu... Toplum yoksullaştıkça satın alma gücü azalıyor. Sermaye de doğa ve kent yağmasıyla oradaki zaafı ödünleme yoluna gidiyor.

Ve süreç şöyle işliyor: Bir kapitalistin sermayesini değerlendirmesi, büyütmesi için, önce yol, köprü, baraj, HES, termik santral, AVM, vb. inşasına karar veriliyor, sonra da işin nerede yapılacağına karar veriliyor. Bu yağma da,  “büyüme”, “kalkınma”, “ilerleme”, “10 yılda dünyanın 10 büyük ekonomisi arasına girme” gerekçesiyle sunuluyor... Tabii öyle olunca, yapılacak işin, insana, topluma, doğaya verdiği zarar, ekilebilir alanların betonlaştırılması, suların ve orman alanlarının yok olması, suyun kirlenmesi, insanların aç kalması, hastalanması, yerinden yurdundan olması, tolumun geleceğinin çalınması asla sorun edilmiyor...

Lâkin bir şey daha var: Proje ne kadar büyükse kâr da o kadar büyüktür. Onun için olabildiğince büyük projeleri dayatıyorlar ve proje büyüdükçe  kâr, yağma, talan ve yıkım da büyüyor. Mesela 1 kilometre Yüksek Hızlı Tren (YHT) yolu için harcanan kaynakla belki 2, 2.5 kilometre normal hızlı tren yolu yapılabilir ve bu her bakımdan tercih edilebilir bir şeydir ama Yüksek Hızlı Tren yolu yapıyorlar... Zira büyük proje büyük kâr demektir. Aynı şey otoyollar için de geçerli ve örnekleri çoğaltmak mümkün. Aslında proje büyüdükçe toplumsal yararlılık kat sayısı küçülüyor ama kâr, dolayısıyla yağma büyüyor. Ve bütün bunlar yapılırken o inşaatların yapıldığı yerde yaşayan insanlar yok sayılıyor... Yağma ve talanın da “milli iradenin” bir gereği olduğu söyleniyor... Öyle bir “milli irade” ki, değme gitsin...

Zararlı büyük projelere bir kaç örnek

Finansal portesi 30 milyar Euro olan, “çılgın proje” de denilen Kanal İstanbul, 1.9 milyar Euro harcanacağı söylenen 3. Boğaz Köprüsü, 22 milyar euroluk 3. İstanbul Hava Limanı, 1 milyar, 140 milyon Euro portesi olan Ilısu Barajı, 17 milyar euro’luk Sinop Nükleer Santrali, 20 Milyar dolarlık Akkuyu Nükleer Santrali, 1 milyar 70 milyon euroluk Avrasya Tüneli, 40 milyon euro portesi olduğu söylenen Çamlıca Camii, şu ana kadar 1 Milyar 370 milyon TL harcandığı söylenen ve inşaatı devam eden kaç-Ak Saray... Bunlara halen faal olan 205 ve yapımı devam eden 514 HES, aynı şekilde sayası belirsiz termik santralleri ve 114’ü İstanbul’da olmak üzere, 299 faal, 1222 kadar da yapımı devam eden 1521 AVM de  eklendiğinde yıkımın manzarası az-çok netleşiyor... Aslında ilan edilen ve bilinen rakamlar yaklaşık maliyet rakamlarıdır. Projeler tamamlandığında, ilân edilenin hayli üstünde  maliyet rakamlarının ortaya çıkması şaşırtıcı olmaz... Dolayısıyla, yoksul halkın ödeyeceği faturanın ilân edilenin mutlaka üstünde olacağı kesindir... Fakat, sadece o kadar da değil, asıl önemli olan bir bütün olarak topluma, doğaya ve gelecek nesillere çıkacak olan faturadır...

Zararlı, toplumun geleceğinin karartan, doğanın dengelerini kesinlikle ve geri dönüşü olmayan bir şekilde bozacak olan bu projeler, bu toplumun arzuladığı, ona yakışan gerekli şeyler değildir. Tam tersine, halka rağmen dayatılan yıkım projeleridir. Daha geç olmadan bu kör gidişin durdurulması gerekiyor. Bunun için de işe, bir kadavra medeniyeti olan kapitalizmi sorun ederek başlamak gerekecek!