30 Ağustos 2009 Pazar

KÜRT SORUNUNUNA NAİF YORUMLAR



Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com



Afaki, Naif Yorumlar.

Kürt sorunu için yapılan yorumlar maalesef o derece naif tarzda ki üzülmek elden gelmiyor. Sorunun ne kadar ciddi olduğunun farkında olmadan ağzı olan konuşuyor. Kimisi bir spor yazarının Fenerbahçe hakkında ki düşüncelerini açıklar gibi; kimisi Türkiye’de ki çevre problemlerini irdeler gibi. Bazıları ise bir tarih uzmanı gibi. Velhasıl herbiri bir köşe yazısı ile aklının erdiği kadar, dilinin döndüğü kadar beyanda bulunuyor. Her ne kadar bir takım doğru fikirler içeriyorsa da asıl problemin tümünü gören, ciddi analizler yapan çıkmadı. Karikatürist yeteneğim yok ama Sibel Can’ın bile yorumu gazetelerimizde manşetten veriliyor. Backgraound da Boğaziçinin görüntelendiği bir TV programında kazip , hasbelkabel, 100 e yakın yüksek okul kalitesindeki üniversitelerinin öğretim üyeleri, magazin değerindeki yayın organlarının bilgi dağarcıkları ciddiye alınamayacak derecede kifayetsiz köşe yazarları mahalle sohbeti yapar gibi yorumlar yapmaktalar. Hani zahmet edipte Diyarbakır’a, Hakkari’ye gidip ora halkı ile, aydını ile müzakere etseler, görüşler alsalar aklım yatar.

Aşağıda izah edeceğim görüşlerimden anlayacağınız gibi yapılan yorumları KÜÇÜMSEMEK gibi bir gayretin içinde değilim. Tek tek ağaçlar hakkında yorumlar yapılırken, asıl ormanın görülmediğini, yahutta kimilerinin görmekten kaçındığını tesbit etmiş bulunuyorum. Bugün hâlâ‚ “Kürt sorunu diye bir şey yoktur” diyen, hatta “Kürt yoktur” diyen, “Kürt halkının istediği bir şey yoktur”diyen var. “Kürt kimliği diye bir istem yoktur” diyen aklı evveller var. ”Türk kelimesinin ulusun”, “Kürt kelimesinin ise sadece etnik bir mana taşıdığını” söyleyenler var. Peki Bulgaristan’daki Türklerin dile getirdiği Türklükleri, Bulgaristan ’da Türk ulusunu mu kastediyor? Yoksa orada Türk kelimesi bir etnik guruba mı aittir? Hakeza Özbekistanda’kilerin ulusu Özbek mi, yoksa Türk ulusu mu demektir?. Irakta’ki Türkmenler Türk ulusuna mı ait, yoksa orada etnik bir guruba mı ait?

Anadilde eğitim

Bir başka sual Almanya’da ki Türklerin Türkçe anadilde eğitim istemeleri makbul görülüyorda Türkiye ’de Kürtlerin böyle bir eğitim istemeleri niçin vatana hıyanet sayılıyor?. Almanya’da ki NDP’ ye göre Türkçe eğitim yasaklanmalı. Tıpkı Türkiye de ki MHP ve CHP aynı Almanya’daki NPD konumunda olmuyor mu? Türkler yabancı memleketlerde böylesi bir insan hakkını istemeleri evlada Kürtlerin kendi vatanlarında aynı istemleri vazetmeleri, Kürt oldukları için, anavatanlarında vatan hainliği, bölücülük istemi olarak algılanıyor. Bulgaristan’ da,Almanya ’da Türkler anadilde eğitim istemesinler mi? Bu oradaki vatandaşlara sorulmamalı da NDP’ ye mi sorulmalı?. Bulgaristan ’da ki soydaşlar ”ne mutlu Bulgarım mı desinler?” Onlar Bulgaristan vatandaşı Türkler değil mi?

Ne mutlu Türküm diyene.

Bir cümleyi iki defa negatifleştirirseniz, aslı ile identiktir. Mesela ‚ Ne mutlu Türküm’ ü iki defa negatif söyleyelim. ‚Ne mutsuz Türküm demeyen’’ dersek aynı manayı ifade eder miyiz? Türküm demeyenlerin mutsuz olacağını düşünebiliyor musunuz?. Tam aksi. Bir Kürt, yahut Ermeni Türk değilim demekle mutlu olur. Türk kelimesi bir ulusun adı imiş. Ama bunu hiç bir azınlık kabul etmiyorsa kimin hakkıdır ki onlara bunu kabul ettirmeğe çalışıyor?. Türkler böyle zannediyorlarsa , kendi kendilerini kandırmıyorlar mı? Kendi kendilerini tatmin hali değil mi?

1. Sorun KÜRT sorunumu?


, Güneydoğu sorunu mu, Demokratikleşme sorunu mu, PKK sorunu mu, adını ne koyarsanız koyun, ortada bir problem var demenin yanlış olduğu kanaatindeyim. Dördüde ayrı ayrı sorunlardır. Örtüşen tarafları vardır. Kürt sorunu elbetteki bir güneydoğu, elbetteki bir demokratikleşme sorunudur. Ama Kürt sorunu tarihi, sosyolojik, yahutta siyasi yönden daha kapsamlı , enternasyonal bir sorunu olduğunu bilmek lazım. Sorunu nasıl adlandırırsanız adlandırın demek , sorunu anlamadığınızı deklare etmektir. Kürt sorunu Suriye ’de ki, İran’ daki,Irak’ta ki Kürtlerin de sorunudur.O zaman Güneydoğu ile, ekonomi ile sınırlandıramazsınız.. Kürt sorunu 40 milyon Kürdün sorunudur. Temelinde yatansa ÖZGÜRLÜK sorunudur. Arnavutlar, Bulgarlar isyan ettiklerinde sorun terröristik bir sorun mu idi yoksa onların Özgürlük sorunu mu idi? Katalanların ekonomik, eğitim sorunları yok. Neden isyan ediyorlar. İsyanların temelinde yatan Özgürlük sorunudur. Siz DTP nin bütün isteklerini yerine getirseniz de Kürt sorunu bitmez. PKK yerine bir başka gurup ortaya çıkar. Osmanlı’da da, TC zamanında da başka isimler verilen isyanların temelinde özgürlük sorunu yatar. İşte bu noktada bütün teşhis ve yorumlar hatalıdır.

Bir ağaç düşünün. Bunun kökleri vardır. Bu kökten yukarıya doğru bir ağaç yetişir. Dallanır, yapraklanır, çiçekleri olur, nihayet meyveleri. İşte Kürt ağacının da köklerinde ÖZGÜRLÜK arzusudur. Bu arzu dünya yüzündeki her milletin arzusudur. Hemde doğal bir hakdır. Şeyh Sait isyanı Halifeliği getirtmek içindi demek kafayı kuma sokmaktır. Kendi kendini kandırmaktır. Efendim Kürtlerin KİMLİK diye, Özgürlük diye bir istekleri olmamıştır deniyor. Yani Kürtler kendi kendilerini inkar mı ediyorlar? Korkularından isteklerini söyeleyemiyorlardı. Sırf Kürt kelimesini ağıza almak bölücü damgası yemeğe, hapse girmeğe kafi değilmi idi?
Yok zannetmek, inkar etmek devri geçti. Bakın bir misal vereyim. Onur Öymen Bonn ’da elçi iken bana dediki; Ben Güneydoğu’da belediye başkanlarına anadilde eğitim istermisiniz diye sorduğumda hep negatif cevap aldım. Dedim ki sayın Öymen’e; Evet deselerdi PKK cı, bölücü damgası yemezler mi idi? Bulgaristan’da siz oradaki Türklere sorsaydınız anadilde eğitimi, istemeyiz mi derlerdi. Diyenler ya korkudan, yahutta assimile olduklarından istemeyebilirlerdi. İstemeyiz diyenler kendi kendilerini inkar etmezler mi idi? İnsan kendi kendini kandırırken gülünç olmuyor mu?.30 bin evladını kaybetmiş bir millete hâlâ ne istiyor bunlar demek kadar naif bir sual olabilir mi.?

Kürt nüfusu.

Kürtlerin nufusuna gelince. Nufus sayımında şu kadar, oy dağılımında bukadar demek tam bir safdillikdir.Dörde bölük yaşayan Kürt halkı dört devlette de 50 li senelerde 5 te bir nufusa sahiptiler. Türkiye de 25 milyon nufusun beşte biri 5 milyon Kürt vardı doğuda. Kürtlerin Türklere nazaran daha doğurtkan oldukları göz önüne alınırsa (Ortalama 8 yaşayan, 3-5 te ölen çocukları vardı) Çoğalma nisbetine göre hesap etmek gerekir.Birgün bir Kürt anneye kaç çocuğu olduğunu sorduğumda şöyle cevap verdi; 4 ü bu dünya da, dördü öteki dünya da.Bu sözden çok etkilenmiştim. Demekki annenin kalbinde hala 8 çocuk yaşıyordu.

Bire 8 çoğalan bir millet 50 sene zarfında 5 milyondan 13 milyona çıktı demek absürd sayılmaz mı.? Elbette assimile olanlar var.Assimilasyon politikası uygulamadık lafıda geçersizdir. Ben on yaşında Kahtaya gittiğimde memurlardan başka Türkçe bilen yoktu.Şimdi Kürt akrabalarım dahi evlerinde çocukları ile Türkçe konuşuyorlar. En azından % 50 si Kürtlerin assimile olmuştur. Birde 80 li yıllardaki Kürtçe konuşma yasağı vardı. PKK vesilesi ile Kürtlüğünü iddia etmek bölücüğünüzü deklare etmek gibi idi. Birde batıya göç Türkleşmeyi kolaylaştırmıştır. Bugün en azından 20 milyon Kürt vardır Türkiye de. Benim gibi, Hülya Avşar’ın dediği gibi melez Kürtler var ki onları saymasak bile en azından 20 milyon Kürt vardır.

Kürdistan kelimesi

Kürditan kelimesi şu anda coğrafi bir isimdir. Bu ismi tarih atlaslarında görmeniz mümkün. Türkiye kelimesi geçen asırda ortaya çıktı.Tarih atlaslarında Asia minor geçiyordu.

Bir anekdot; Evimde Bedri Rahmi’nin orijinal tabloları olduğu gibi bir kaçda eski haritalar vardır Türkiyeyi gösteren. Bir büyük elçiyi misafir ettiğimde eşi bu haritaların birinde Kürdistan bölgesine Kürdistan yazılmış olmadığını görünce çok sevinmişti. Çok şükür bu haritada Kürdistan yazmıyor dedi. Benimde hayretimi mucip olmuştu. Hanımefendinin böylesine sevinci. Şovenist köşe yazarlarının Kürt nufusu hakkındaki beyanları gerçek dışı olduğu gibi Kürdistan sözcüğünün Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerin Kürdistan olarak adlandırılması da ayrı bir gerçektir.

Kürtçe dili


Aynı argümanları Kürt dili hakkında da yapmak mümkün. Güya Kürtlerin konuştuğu dilin bir Türk lehçesi, yahut şivesi diyenler kendi kendilerini aldatıyorlar. Bir Türk dilini konuşanlar konferansı olmuştu geçen senelerde. Asyadaki Türk kökenliler Rusça konuşarak anlaşabildiler. Uygurlar, Özbekler hatta Azerilerin Türkçelerini de anlamak mümkün değildi.
Yukarda dile getirdiğim mevzularda Türklerin kendi kendilerini nasıl aldattıklarını anlamak mümkün.

Kürtleri kültürleri

Asıl korkuncu 80 senedir Kürtlerin kültürlerini geliştirmelerine mani olmak Türklerin Kürtlere yaptıkları en büyük zulümdür. Hala okullarda okutulan tarih, edebiyat, müzik kitablarında , yani müfredatta tek kelime Kürtlerden bahsedilmemesi.Yani Milli eğitim bakanlığı Kürtleri yok saymaktadır. Bu açılım sürecinde Nimet hanımda uyanır. Bu Kürtler ne istiyor sorulması gülünç oluyor. Ne acıdır ki bu inkar politikasının neticesi bugün RTÜK ve yeni kurulacak Kürdoloji enstitüsüne Kürtçe bilen öğretim üyesi Türkiyede bulunmadığı için Kuzey Iraktaki Kürdistan federal hükumetine müracaat etmek mecburiyetinde kalmıştır.Bu durum assimilasyon politikasının neticesi olduğuda aşikarlaşmış oldu.

NEDEN Mİ?

1. Kürt sorunun tarihine bakalım: Bunun için Malazgirt’ten, Yavuz Selim’in İranla savaşına kadar geriye gitmemiz lazım. Osmanlı devrindeki Kürt isyanlarına bakmamız lazım.

İngilizlerin ve USA nın orta doğu planlarına bakmamız lazım. Sevr’e, Lozan’a bakmamız lazım.
Daha sonra Cumhuriyet devrinde ki isyanlara ,12 Eylül ihtilaline ve PKK’nın oluşumuna .

2. Kürt milletinin bugünkü siyasi ve sosyolojik ENTERNASYONAL konumuna.
3. Türkiyenin demokratikleşmesinde Kürtler yönünden eksikleri.
4. Güneydoğunu ekonomik yapısına.
5. Kürtler için Kültürel açılım zorunluklarına.
6. Çözümler ve geleceğe dönük projeksiyonlar.

Şimdi sıra ile tesbitlerimizin analizine ve çözüm önerilerine geçelim.

1. Asırlardan beri Mezopotamya’ da, coğrafi adı Kürdistan’da yaşarken Alpaslanın Bizans ordusuna karşı Malazgirt’te savaş verirken, on binlerce Kürt, Türklere destek vermiş, Türklerin Anadoluya girişi sağlanmıştı. Türk tarihçilerinin, Kürtlerin bu katılımından bahsetmemeleri ilmen büyük bir ayıptır.

Osmanlıların Yavuz Selim zamanında, Safaviler savaşında da Kürtler birlikte savaşmışlardır.

1808 de Baban aşiretinin Osmanlıya isyanını mütehaddi isyanlar takip etmiştir. Bu özgürlük çabalarını unutarak, ciddiye almayarak, Kürtlerin şimdiye kadar KİMLİK sorunu olmamıştır demek, tarihi inkar etmek, Türklerin yine kendi kendilerini kandırmaktan ileri gitmez.

Osmanlının son devrinde diğer azınlıklar gibi Kürtler’de kendi derneklerini kurmuş ve nihayet Wilson prensiplerine göre Ermenilere ön görüldüğü gibi Kürtlere de , Sevr anlaşmasına göre ,kendi devletlerini kurmaları karara bağlanmıştı.

Atatürk kurtuluş savaşına başlamadan önce Erzurum ve Sivas kongrelerinde ,Amasya deklarsyonunda Kürtlerle sıkı iş birliğinde bulunmuş,hatta Lozan’da İsmet paşa Kürtlerin Türklerle birlikte savaştıklarını ve Türkiye devletini kurduklarını söylemişti.Zaten İngilizler birinci dünya savaşından sonra Arapları ona bölüp yeni krallıklar kurdurduğu gibi, Kıbrısı resmen imparatorluğuna katmış, Kürtleri de dörde bölmüş, belkide petrol kaygısı ile, Kürtlerin özgürlük imkanını yok etmişlerdir. 1925 de Şeyh Sait isyanı ile Kürtler inkar edilmiş, asimilasyon politikası tatbik edilmiştir. 12. Eylül.80 ihtilalinden sonra Kürtçe konuşmağa yasak konulması, PKK ile özgürlük isyanı patlak vermiştir. Bu harekatı teröristik bir olay olarak deklare eden Türkiye hükümetleri 5 bin askerin, ve 30 bin de Kürt gençlerinin yaşamlarını yitirmesine sebebiyet vermiştir. Kürtlerin bu özgürlük kavgasını hâlâ askeri müdahelelerle sona erdireceklerini sanmaktadırlar. 25 senedenberi başarı sağlayamayan TSK nihayet PKK yı yok edemiyeceğini kabul etme konumuna gelmiş ve siyasilerden ilave tedbirlerin alınmasını istemiştir. Genel Kurmay başkanı orgeneral Başbuğ ‘’Kürt gençlerinin dağa çıkmasınısını önlemekte başarılı olduk mu? Hayır ”diyerek bir itirafta bulunmuştur. Buna rağmen, daha dün bir orgenaral son PKK’lıyı öldürünceye kadar savaşa devam edeceklerini söylemiş. Her yok edilen PKK’lının en azından 3-5 kardeşi ,akrabası gencin dağa çıkmağa çıkmasının tahrik edildiğini, yani dağa çıkmağı körüklediğini idrakten aciz oldukları aşikardır. Bu kör döğüşünün temelinde ÖZGÜRLÜK, KİMLİK sorunu olduğunu kabullenmek problemin çözümüne katkı sağlar. Daha dün cumhurbaşkanı Çankayada şehit annelerine verdiği iftar yemeğinde bir Kürt anne ile Türkçe konuşamamasının ne mana ifade ettiğini kavrayamamış, yahutta görmezden gelmiştir.

Kürtlerin 30 bin şehit vermeleri, 17 500 katili meçhul katliamların, korucu adındaki saf Kürtleri para ile angaje edip Kürdü Kürde kırdırmaktan vaz geçmemeleri ,durumun ciddiyetini kavrayamayanların hâlâ Kürtler ne istiyor, demeleri içler acısıdır.

Kökünde özgürlük arzusu olan bu gibi isyanlar, ağaçlar silahlarla yok edilemezler. Türklerin kendi kendilerini kandırmaktan vazgeçerek, sulhcu yaklaşımlarla çözüm sağlayabileceklerini anladıkları gün barış sağlanacaktır. Bahçeli’nin, Baykal’ın hezeyanlarına uyup katliama devam edilirse binlerce gencin ölümüne mani olunamaz.

MHP’nin ve CHP’ nin hırçınlığı


AK partinin bu hususta başarı sağlaması MHP ’nin ve CHP’ nin oy kaybına sebep olacağı için parti yöneticileri hırçınlaşmakta, Ak partililerde bu tuzağa düşerek onların polemiklerine cevap yetiştirmeğe çalışmaktadır. Erdoğan muvaffak olursa Nobel’e bile aday olabilir. MHP’ ninde CHP’ ninde politikadaki varlıkları meşrutiyetini kaybedeceği her aklı başında vatandaşın bilincinde. Genelkurmayın muhalefetin tehditlerinden korkması , politik vesayetini sürdürmek gayreti Türkiyeyi felakete sürükleyebilir.

AK partisi dik durmaz, iktidarda olmanın mesuliyetine sahip çıkamazsa da Türkiye felakete sürüklenir. Türkiye siyasi yaşamında çok önemli bir dönüm noktasında.

REFERANDUM

Bir referandum yapılırsa bunun sadece Kürdistan’da yapılması ve Kürtlere sorulması lazım, bundan böyle hangi egemenliği tercih ettikleri. Referandum Türkiye çapında yapılması hatalı neticeye götürür. Kürtlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi lazımdır. Ne AB ne de USA karar vermelidir.

2. Üzerinde durulmayan en mühim Kürt sorunun enternasyonal olması bir sorun olmasıdır. Bugün Orgeneral Başbuğ Türklerle, Kürtlerin kardeş olduğunu söylüyor. Fakat Kürtlerin asıl kardeşlerinin Suriye de, Irak’ta, İran da yaşamasına rağmen, onların durumu hiç kaale alınmıyor. Onlarla Türkiye’de ki Kürtlerin birliktelikleri mümkün olmadığı müddetçe Kürt sorunu sona ermez. Bu duruma dikkati çekerken, hemen bir Kürt devleti kurulsun manası çıkarılmasın. Almanya 45 sene iki bölük yaşarken çektikleri acıyı Kürtler dörde bölük yaşamağa mecbur edilirken onların acılarını , sorunlarını Türkler anlayabilirler mi? Bu durum elbetteki ilahi bir kader neticesi değildir. Bu durumu birinci dünya savaşından sonra İngilizler yaratmıştır. İngilizlerin tarihi hatalarını dile getireceğim bir anektodum var. Köylü bir kadın hastam karnındaki ağrıyı tarif ederken şöyle söyledi:
”Karnımın şurasına giren ağrı bir İngiliz gibi oturmuş , gitmek bilmiyor. İngilizlerin bir yere girip oturunca gitmek bilmediğini” söylemesi beni hayrete düşürdü. İngilizlerin hala Falk adalarında, Cebelitarıkta, Kıbrısın güneyinde, Basra da ne işi var?. Ne hakkı var.?

3. Türkiye demokratik açılım yaparken evvela Kürtlerin TBMM de temsilini siyaseten mümkün kılması için evvel emirde seçim kanununda değişiklik yapıp BARAJI düşürmesi şarttır.
Kürtlerin yoğun yaşadığı doğu ve güneydoğuda bölgelerinde DTP nin birinci parti olarak çıkması ,belediye seçimlerinde 250’den fazla belediyede iktidara gelmeleri , dış görünüşüyle Türkiye’nin Kürdistan’la coğrafi bir bölünmüşlüğe dönüştüğü intibaını vermiştir. Kürtler’de bir kimlik bilinçenmesinin artığını gösteriyor. Gerek ekonomik zorluklar, gerekse yakıp yıkılan köylerden zorunlu göç sayesinde Kürtlerin yarısı, Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşamağa başladılar. Bu durumun husulüne Türkler sebep olmuşlardır. Bu bir nevi kendi kalesine gol atmağa benzer. Zira batıda yaşayan Kürtler, doğuda mevcut olmayan imkanlara kavuştular. Çocuklarını okula göndermeğe, işyeri kurup ekonomik durumunu düzeltmeğe ,sağlık hizmetlerinden daha çok istifade ederek, çocuk ve anne ölümleri azalmış, gebelikten korunma imkanlarını kullanma fırsatını yakalamış, daha doğrusu sağlık yönünden daha iyi konuma gelmiş oldular. Bunun neticesi Türk, Kürt akrabalıkları artmış, dolayısıyle de Türkiye’nin bölünmesi imkanı azalmıştır. Buna rağmen tek vatan iddiasını Kürtler kabul edemezler. Çünkü Kürtler sadece Türkiye ’de yaşamıyorlar. Suriye ’de, Irak’ ta, İran’da, Ermenistan ’da, Azerbaycan’ da, Avrupa memleketlerinde yaşadıkları için tek vatandan bahsedemezler. Tek dilden bahsetmekte mümkün değil. Çünkü Kürtler Kürtçenin yanında Türkçe, Arapça, Farsça, Almanca, Fransızca konuşmaktadırlar. Tek millet ise Kürtler için Ortadoğuda yaşayan 40 milyonluk Kürt milletidir

4. Ekonomik durumuna gelince;

Kürdistan Ortadoğunun en zengin ekonomik imkanlarına sahip olmasına rağmen, fakir hayat şartlarına mecbur kılınmıştır.Mezepotamya, Ortadoğu’nun tahıl ambarıdır. Zengin petrol yatakları olan bir bölgedir. Adıyaman ve Batman , Kuzey Irakta’ki Kürdistan petrol bölgesidir. Gap ve Keban barajı su ve enerji kaynağı, Fırat ve Dicle en zengin su kaynağı, Nemrut, Hasankeyf, Mardin en enterasan Turistik merkezleridir. 80 seneden beri ön görülen ekonomik paketler gerçekleştirilmediği için Türkiye’nin ekonomik yönden en düşük seviyededir.

Kültür varlığı

5. Bütün baskılara rağmen, Türkiye’nin yetiştirdiği, dünya çapında yazarı Kürt asıllı Yaşar Kemal, sinema yapıcısı Yılmaz Güney, Türkiye’nin en popüler türkücüsü İbrahim Tatlıses, Şıvan… edebiyat alanında enternasyonal bir kıymet Mehmet Uzun, Yılmaz ve Mustafa Erdoğan sanatkar çalışmaları ve daha bir çok kültürel yönden Kürtler büyük katılım gösteriyorlar. Kürtlerin kültürel yönden gelişimleri kendi dillerini kullanmaları, anadillerinde eğitim verilmesini önlemekle Türkler büyük günah işlemişlerdir. Acaba bu hususta özür dilemeği düşünürler mi Türkler.

Düşünme ve fikir özgürlüğü

Orgeneral Başbuğ risk sayılabilecek düşünce ve fikirlerden kaçınılmasını , daha doğrusu beynimizin düşünme yeteneğine bir sınır getiriyor. Voltair ‚’ Düşünüyorum o halde varım’’ diyor. Heykeltraş Rodin’in düşünen insanın heykelini yapmıştı. Ne yazık ki bizdeki kopyası Bakırköy Tımarhanesinde duruyor. Başbuğ’un istediği de buydu herhalde. Birde şöyle bir şiir vardı hamasi edebiyatımızda. ‚’Hür yaşadım .v.s.’’. Entellektüel olması varsayılan bir genelkurmay başkanı, orgenaral böyle ayıplı bir ifadeyi nasıl dile getirir?

Gene filozof hür düşünceye saygısını da şöyle ifade ediyor: ”Fikirlerinizin karşıtı olmama rağmen, hür düşünmeye inancımdan dolayı düşüncelerinize saygılıyım.’’

Başbuğ, saygı duymayı bir yana bırakın , düşünme yeteneğimize sınır çiziyor. Ben ne İsa’yı, ne de Musa’yı severim, ama İsa’yı çarmıha gerenden de nefret ederim. Bahçeli, Öcalan’ın idamı için hükumete ilmik atsa bile fikrine saygı duyuyorum. İdam fikri taşıyanlardan da nefret ediyorum.

Mümtaz Sosyal ırkçıdır

Beynini kötü fikirlere teslim etmiş olan Mümtaz Sosyal Kürtlere nerdeyse Tehcir tatbikatı öneriyor. Böylesi habis fikirli aydınlara karşı sağ duyulu avamdan vatandaşların varlığı beni mutlu kılıyor. Hani iktidarsız CHP’lilerin cahil dedikleri halk yok mu? Onlarla her fırsatta konuşmaktan keyf duyuyorum. Onlar yok yalan söylemiyorlar.

Geçen hafta Belçika ’da Bitlisli bir berberde traş oldum. Bana söyledikleri , afaki konuşan kalemşörlerin ‚’Kürtler ne istiyor? ‚’ sorusuna samimi cevaplardı.

”Biz Kürtler Türklerle eşit hakları istiyoruz. Vatanımızın bölünmesini istemiyoruz. Bize Türk denilmesini istemiyoruz. Çocuklarımıza anadilde eğitim verilmesine mani olunmasını istemiyoruz. Üniter devlet, tek millet, tek dil derken eşitsizliği sağlayan TÜRK ifadesini istemiyoruz. Türklerin sahip olduğu anayasal özgürlük haklarının Kürtlere de verilmesini istiyoruz. Babam köyü yakılıp, yıkıldıktan sonra zorunlu göçe tabi olarak Belçika’ya gelemse idi ne buradaki sosyal ve ekonomik haklara sahip olabilirdik. Silahların duyulmadığı bir barış dünyasında huzur içinde yaşıyoruz. Bu bölgede Almanlar, Flamanlar ve Fransızlar yaşıyor. Her üç milletine dilinde resmi eğitim var. Gerçi onlar da bölünmek istiyorlarsa da Türkiye’deki gibi halk öylesine akrabalılaştığı için bir türlü birbirlerinden kopamıyorlar. Dünya da devleti olupta tek milleti olmayan burası. 40 milyon Kürt milleti ise dörde bölük yaşadığı için dünya da devleti olnmayan tek millet. Bu bölünçmüşlüğün acısını hangi Türk kafasında, gönlünde hissedebiliyor. Babaları, abileri asker tarafından katledilenlerin çocukları polise taş attığı için 25 sene hapis cezası ile yargılanıyor. Bu çocuklar yarının dağdakileri olmaz mı? Bu hakikatları göremeyen ordu mensupları o çocuklara şefkat gösterip gül atsalar dağa çıkmaları önlenmez mi? Bizim ne bölücülük , ne de düşmanlık arzumuz var. Biz sadece eşitlik ve barış istiyoruz. Burada ki mutlu yaşamamıza rağmen memleket hasretini elbetteki çocuklarımıza aktarıyoruz.”

Ben bu ifadeleri samimi buldum. Türkiye elbette yalnız Türklerin değil, Kürtlerin de, Ermenilerin de, diğer gayri müslimlerin de. Gerçekte milyonlarca gayri müslim yaşarken bugün sayıları 80 bine düşmüş. ONlardan Türkiye arındırılmış. Şimdi Mümtaz Sosyal, Kürtlerden de arındırılmak isteniyor. Böylesi ırkçı kafalar Türkiyeye zarar veriyor. Hürriyet gazetesi hâlâ ”Türkiye Türklerindir” diyor.

Çözüm için temel prensipler:

1.Kürtlerin özgürlük ve kimliklerinin kabulü arzusu, 40 milyon Kürt için geçerli.
2.Anadilde eğitim, kültürlerinin geliştirilmesi, 40 milyon Kürdün arzusu.
3. Kürdistan vatanının bölünmesi değil, birleştirilmesi, 40 milyonun arzusu. Bugünkü konjunktür buna müsaade etmese bile.
4. Silahların susması, kan akımasının durması, 40 milyonun arzusu.
5. Şimdi Kürtçe şarkılar söyleniyor ve sanki Yaşar Kemal’in dediği gibi Türkiye’ de çiçekler açmağa başladı. Birlikte yaşamı perçinleştirmeğe başladı. Bu güzelliği göremiyenler, müziğin birliktelik mutluluğunu duymayanlar, vicdanlarını kirletmiyorlar mı?

Köln, 29.08.09

25 Ağustos 2009 Salı

Liberalizm, Kapitalizm ve Sol


“Türkiye’de sol hareketin adına lâyık olabilmesi için iki şey yapması gerekiyor: Birincisi, tarihsel solun ve kendi geçmişinin radikal bir eleştirisini yapmak; ikincisi de realiteyi anlamak üzere içine sürüklendiği atâletten kurtulmak. Toplumsal sorunların bilince çıkarılabilmesi için yeni, farklı, orijinal yöntemler keşfetmek, günlük yaşamın farklı veçhelerini tartışıp-tartıştırmayı başarmak, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki tutarlılık konusunda ikna edici, inandırıcı olmak... Sosyalizm demek aynı zamanda eleştiri demektir...”

Fikret Başkaya

Son dönemde, özellikle de neoliberal çılgınlığın ideolojik alanı kuşatıp, alternatifsiz tek düşünce olarak sunulduğu koşullarda, zaten geçerli olan kafa karışıklığı daha da büyüdü. Esas itibariyle bir sistem olan kapitalizmle bir düşünce akımı olan liberalizm bir, aynı şey sayılır hale geldi. Oysa bazı kesişme alanları olmakla birlikte kapitalizm ve liberalizm kavramları aynı içeriğe sahip değildir. Liberalizm, insanlık tarihinde bir dönüm noktası, müthiş bir entellektüel devrim olan Aydınlık Felsefesinin sonucunda ortaya çıkan bir düşünce akımıydı. Entellektüel bir devrim olan Aydınlık Felsefesi insan özgürlüğünü amaç, aklı da araç sayıyordu. Liberalizm de, esas itibariyle iki bileşenden oluşuyordu: İnsanı merkeze alan, insanın eşit ve özgür olduğunu ilân eden politik felsefe ve mülkiyeti esas alan ekonomik doktrin.

Politik bir felsefe olan liberalizmin ekonomik doktrin olan liberalizme önceliği vardı. Ekonomik liberalizm kapitalizmin bir sistem olarak sahneye çıkıp kendini dayattığı koşullarda formüle edilmişti. Bir politik felsefe olan liberalizmse aydınlıklar [lumières] yüzyılı da denilen XVII yüzyılın hemen sonrasında ortaya çıkmıştı.

Ekonomik doktrin olarak liberalizm özel mülkiyeti ‘doğal bir hak’ sayıyordu ve bireylerin kendi çıkarlarını gerçekleştirmeleriyle kollektif çıkara ulaşılacağını öngörüyordu. Başka türlü ifade edersek, teker teker kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin, kollektif çıkarı gerçekleştireceği varsayılıyordu. Bu daha sonra görünmez el metaforunda ifadesini bulacak ve zihinlere yerleşip bıktırıcı bir tekerlemeye dönüşecekti. Fakat bir ekonomik doktrin olarak liberalizm aynı zamanda kapitalizme dair bir söylemdi. Buna göre piyasanın işleyişine hiçbir şey engel olmamalı, devlet de oyunun kurallarına riayet edilmesini sağlayacak kadar müdahale etmeli, kurallara uymayanları cezalandırmalıdır.

Büyük Fransız Devrimi’nin üç sloganı: özgürlük, eşitlik, kardeşlik, modernite devriminin ve aydınlanmanın tezahürüydü. Sol hareket de modernitenin ve aydınlanmanın doğal mirasçısı ve devamı olarak sahneye çıkmıştı. Sosyalizm, Fransız Devrim’inin üç sloganında ifadesini bulan amaçların gerçekleşmesi ve insanın her türlü yabancılaşmadan arınarak özgürleşmesi [emansipasyon], kendini bütünüyle gerçekleştirmesi perspektifiydi. Sosyalizm, hem politik felsefe olan, bireysel özürlüğü önemseyen politik liberalizmin mirasçısı, hem de onu eleştirip aşmak zorunda olan bir politik-entellektüel akımdı. Zira, Politik felsefe olarak liberalizm insanı merkeze alıp, insan özgürlüğüne vurgu yapmakla birlikte, özgürlüğü bir amaç [finalité] olarak görmüyordu... Bir araç olarak görüyordu ve yaklaşım kabaca şöyleydi: eğer insan [birey] kilise [din], gelenek ve hükümdar [prens] üçlüsünün [ Eski Rejimin] tahakkümünden kurtulursa, özgürleşmesinin, kendini gerçekleştirmesinin önü açılacaktır... Politik liberalizm eğer insanın hareketi engellenmez ve akıl galip gelirse, özel girişimin önü açılırsa, adaletin ve genel çıkarın gerçekleşeceğini öngörüyordu. Oysa, özel mülkiyetin kutsandığı, rekabetin yüceltildiği kapitalizm koşullarında ne insan özgürlüğünün gerçekleşmesi, ne de genel çıkarın tecellisi mümkün olabilirdi ki, işte XIX’uncu yüzyılda sahneye çıkan sosyalist felsefe ve sosyalist hareket, liberalizmin bu vaatlerinin boşa çıktığının anlaşıldığı koşullarda, ona bir tepki olarak doğdu, ayıbı teşhir etti... Bireyin, Eski Rejimin, eski düzenin densin kısıtlarından kurtulması gerekliydi ama yeterli değildi. Ücretli kölelik düzeninden başka bir şey olmayan kapitalizm koşullarında liberalizmin vaat ettiği özgürlüğün gerçekleşmesi mümkün değildi. Kapitalizm, özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği gerçekleştirmeyi hedef alan perspektifin içinin bütünüyle boşaltılması demekti. Nitekim, özel mülkiyetin ve prodüktivizmin kutsandığı, özgürlüğün girişim [teşebbüs] ‘özgürlüğü’ [sömürme, yağmalama ve talan özgürlüğü], eşitliğin yasalar karşısında ‘biçimsel eşitlik’ sayıldığı, onun dahî bir retorik olmanın ötesine geçemediği koşullarda, kardeşlikten [fraternité] söz etmek abesti [zira, rekabetin ve bireysel egoizmin kutsandığı koşullarda artık dayanışma diye bir şey mümkün değildir] Her türlü sosyal bağdan kopmuş, her türlü koruma ve sosyal güvenceden yoksun, emeğini satmadığı zaman aç, kaderi sermayenin insafına terkedilmiş, ekonomik planda özerk olmayan, meta denizinde boğulmamak için sürekli debelenen bireyin özgürlüğünden, oradan hareketle de toplumsal refahtan söz edilebilir miydi? Böylesi bir ortamda tarih sahnesine çıkan, aydınlanmanın ve modernitenın mirasçısı ve devamı olan sosyalist eleştiri ve sosyalist hareket bir tür ikinci düşünsel-entellektüel devrimdi. Aydınlanmanın vaatlerini ve Büyük Fransız Devrim’inin üç sloganının da [libérte, égalité, fraternité] somutlananı nihai hedefe taşımayı vaat ediyordu. Sorun bireyi özgürleştirerek [ o sayede] ‘iyi toplumu’ yaratmak değil, tam tersine, bireylerin özgürlüğünü ayağı yere sağlam basan dayanışmacı bir toplumsal düzen kurarak tesis etmekti... Velhasıl sosyalizm politik felsefe olan liberalizmin içeriğinin ters-yüz edilmesiydi. Başka türlü ifade etmek istersek, sosyalizm, bir bireysel özgürleşme [emansipasyon] felsefesiydi ama bunu bireyi yalnızlaştıran liberal felsefenin aksine, toplumsal dayanışmayı, toplumsal bağları güçlendirerek gerçekleştirmeyi vaat ediyordu... O halde kritik sorun ne idi? Sol bireysel özgürlükle ilgili nasıl bir tutum benimsemeliydi? Sol ekonomik liberalizme karşı çıktığı gibi politik liberalizme de karşı çıkmalı mıydı? Eğer bizdeki özgürlüğün karşılığı libérté ise, sol anti-libéral olamazdı ama bu onun asla liberal olduğu, liberalizmle uzlaştığı anlamına gelmezdi. Tarihsel sol sözünü ettiğimiz ince çizgi üzerinde yürüyemedi ve liberalizme karşı çıkarken özgürlüğü [libérté] önemsemedi. Bireysel özgürlüğün önemini kavramakta sınıfta kaldı. Öyle ki, solun bu talihsiz tavrı çocuğu leğendeki kirli su ile birlikte atmak gibi bir şeydi. Buna başka olumsuzluklar ve yanlışlar da eklenince iflas kaçınılmazdı. Ekonomik liberaller gibi sol da ekonomik büyümeyi [prodüktivizmi] esas aldı ve maddi zenginleşmeyle tüm sorunların çözüleceğine dair burjuva saplantısına ortak oldu... Sosyal sorunların çözümünün maddi zenginlikten geçtiğini ve maddi zenginliğe giden yolun ve araçların değiştirilmesiyle sorunların çözüleceği beklentisi tam bir hata idi... Bu ‘biz yaparsak iyi yaparız’ demekten ibaretti ve sonucun hüsrân olması kaçınılmazdı.

Tarihsel solun bu tür zaaflarının ve yanlışlarının, teorik, ideolojik, pratik ve entellektüel planda azgelişmiş Türkiye toplumunda daha derin olarak yaşanması kaçınılmazdı. Zira, Türkiye’de bir aydınlanma ve modernite devrimi yaşanmamıştı. Eski rejimle ve onun ‘geleneksel’ ideolojisiyle bir hesaplaşma hiçbir zaman söz konusu olmamış, ‘kopuş’ gerçekleşmemişti... Eleştiri bilinci, kültürü ve üslûbu gelişmemişti [bugün de gelişmiş değildir] Böyle bir durumun, bizzat aydınlanma ve modernite’nin devamı ve mirasçısı olan sosyalist düşüncenin algılanışı ve özümlenişi bakımından sorunlar yaratması kaçınılmazdı. Türkiye’deki sol hareket, Avrupa solu’nun zaaflarını ve yanlışlarını miras aldığı gibi, yegâne referansı da sosyalizmin teorik ve pratik planda inkârı demek olan Stalinizmdi. Oysa Stalinistse sosyalist değildir denecektir. Sol hareket Sovyetler Birliğinde geçerli olanı tartışmasız sosyalizmin tecellisi saydı. Sovyet devrimine ve devrim sonrasına dair bildiği, Sovyetler Birliğinin oluşturduğu resmi tarih ve resmi ideolojiye dayandı... Devrimi, rejimin kendisiyle özdeş saymak gibi bir aymazlıktan bir türlü yakayı kurtaramadı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından bile hâlâ orada ‘yaşanın’ sosyalizm olduğuna inananların varlığı ibret verici. Sadece ibret verici de değil aynı zamanda rahatsız edici... Kolayca iki şey birbirine karıştırıldı ve karıştırmak işlerine geliyordu: Birincisi Sovyet Devrimi insanlık tarihinin tartışmasız en önemli olaylarından, şanlı insanlık tarihinin kritik ‘emansipasyon’ aşamalarından biriydi; ikincisi, devrimden kısa bir süre sonra devrim rotadan çıktı ve başlangıçtaki amaca yabancılaştı. İç Savaş’ın sona erdiği 1921 sonunda ortada ne Sovyetler ne de Bolşevik Parti diye reel bir şey kalmıştı. Moshe Lewin’in dediği gibi, “Sovyet devleti sosyalist değildi ama Ekim Devrimi’ni yapanlar sosyalistti.” Elbette bu, devrimin karşı karşıya geldiği sayısız iç ve dış sorunları ve olumsuzlukları, emperyalist kuşatmayı, vb. hafife almak anlamına gelmezdi ama, bunlar sosyalizmin gerçekleşmeyişinin gerekçesi de olamazdı. Lenin durumun farkındaydı ve yeni bir perspektif önermeye hazırlanırken önce hastalandı sonra da öldü. Yaşasaydı olayların seyrini değiştirebilir miydi? Bu ‘tarihte bireyin rolünü’ angaje eden bir soru ve soruya olumlu cevap vermek pek mümkün değil... O aşamadan sonra Lenin’in rotayı değiştirmesi belki imkânsız değildi ama çok zayıf bir olasılıktı... Retorik sosyalist olsa da realite çok farklıydı ve sosyalizm düşmanı gerici bürokrasi çoktan yerleşmişti... Lenin’in ölümünden sonra Bolşevik Parti artık Bolşevik parti değildi. Stalinist otokrasinin bir iktidar aracına dönüşmüştü. Söylemle gerçek durum arasında büyük bir uçurum vardı. Sovyetler Birliği sosyalist değildi ama Stalinist rejim Sovyetler Birliğini dünya siyasetinin başlıca aktörlerinden biri haline getirmeyi başarmıştı. Bu durum rejimin prestijini artırırken, soldan eleştiri konusu yapılmasını da engellemiş, değilse zorlaştırmıştı... Elbette Sovyet Sisteminin niteliği, neden ve nasıl çöktüğü ciddi bir tarihsel-sosyal-entellektüel eleştiriyi hak ediyor ama rejimin bir otokrasi olduğu ve hiçbir zaman özgürlük diye bir kaygısı olmadığı, özgürlüğün kırıntısına bile yaşama şansı tanımadığı, velhasıl o tarakta bezi olmadığı kesindi... Oysa özgürlük, demokrasi ve sosyalizm özdeş olmasalar da akraba kavramlardır ve aynı aileye mensupturlar... Özgürlüğün ve demokrasinin olmadığı yerde sosyalizm mümkün değildir. Tabii bunun tersi de aynı derecede doğrudur: sosyalizasyon yoksa özgürlük ve demokrasi kavramlarının içi boştur. Birinin gelişip- serpilmesi diğerinin gelişilip, olgunlaşmasının da koşuludur. Bu temel gerçeğin farkında olmayanların inandırıcı olmaları da, bir şeyleri başarmaları da asla mümkün değildir...
Türkiye’de sol hareketin adına lâyık olabilmesi için iki şey yapması gerekiyor: Birincisi, tarihsel solun ve kendi geçmişinin radikal bir eleştirisini yapmak; ikincisi de realiteyi anlamak üzere içine sürüklendiği atâletten kurtulmak. Toplumsal sorunların bilince çıkarılabilmesi için yeni, farklı, orijinal yöntemler keşfetmek, günlük yaşamın farklı veçhelerini tartışıp-tartıştırmayı başarmak, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki tutarlılık konusunda ikna edici, inandırıcı olmak...
Sosyalizm demek aynı zamanda eleştiri demektir ama bizdeki solun o tarakta bezi yok gibi. İktidarı alırlarsa, direksiyona kendileri geçerlerse, sorunun ilelebet çözüleceğini sanıyorlar. Bu yaklaşım sosyalizme özgü bir anlayışı temsil etmez. Son tahlilde bu, biz de aslında aynı zemin üzerindeyiz demeye gelir... Eğer ‘reel sosyalizmler’ de denilen tarihsel deneyleri eleştirel bir tarzda değerlendirebilselerdi, aracın direksiyonuna kendileri geçtiğinde hedefe ulaşılacağını düşünmezlerdi.
Dünyayı anlamadan onu değiştirmek mümkün değildir ve dünyayı anlamanın yolu radikal eleştiriden geçiyor. Solun kitlelerin gözünde bir çekim merkezi olamamasının asıl nedeni yeteri kadar radikal olamamakla, farklı olduğuna kitleleri ikna edememekle ilgili. Kaldı ki, bizdeki sol hareket radikallikten başka şeyi anlıyor. Onlara göre radikal olmak, iktidarı silahlı mücadeleyle [zorla] ele geçirmek üzere gizli örgüt kurmaktan ibaret... Zaten bu yüzden de sadece iktidarı hedef alıyor ve gözü başka bir şey görmüyor. Elbette iktidar el değiştirmeden süreci farklı yöne çevirmek mümkün değildir ama bu kafayla iktidarı almak dahi mümkün değildir.
Sol retorik bir yana bırakılırsa, sol örgütlerin iç işleyişi burjuva örgütlerdekinden farksız. Kendi içinde demokrasiyi, gayri hiyerarşik, eşitlikçi ilişkileri bir yaşam tarzına dönüştürememiş, eleştirel bilinci gelişmemiş, daha da ötede eleştiriyi yasaklayan örgütlerin farklı bir şeyin taşıyıcısı olmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar sosyalizme, komünizme, sınıfsız topluma gönderme yapsınlar, bu tür bürokratik yapıların kendi kendilerini yeniden üretmeleri bile problemlidir. Kaldı ki, bürokrasinin olduğu yerde bırakın canlı, verimli, ufuk açıcı tartışmayı, canlı hiçbir şeyin yaşaması mümkün değildir. Bürokrasi demek statüko ve statükonun korunması demektir...
Bir zamanlar solcu olduğunu sanan/sanılanların şimdilerde ‘ulusalcılığa’ iltica etmesi, bürokratik yapıların nereye varacağının ibret verici bir göstergesidir... İnsanlık içine sürüklendiği kepazeliğe razı olmayacak, olmaması gerekiyor... Kepazelikten kurtulmanın yolu da radikal eleştiriden geçiyor... Öyleyse insanlığın kurtuluşu onun eleştiri ve örgütlenme yeteneğine ve kapasitesine indirgenmiş demektir...

ROMAN’lar da BİTER.


Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Romanlar ‘da biter,
Yaşamlar sona erince.
Bitince Aşklar
Biter FİLİM’ler .

Bakıyorum şöyle etrafıma,
Bir çok arkadaşım,
Nice Akrabam,
Çekip gitmişler
Veda etmeden.

Ölümü en çok,
En güzel işleyense,.
Cahit Sıtkı Tarancı’dır.
’Nerden çıktı bu Cenaze?,
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar’’

Yahya Kemal’se ‚’Sessiz Gemi’sinde’’şöyle der.;
’Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol,
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.’’

Dünya da sevilmiş ve seven nafile bekler,
Bilmezki; giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin herbiri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti dönen yok seferinden.

Ya Yemen türküsünde;
Giden gelmiyor,acep nedendir?

Abdulhak Hamit’in Makber’ini çınlatırdı
Hamiyet Yüceses hanımefendi.

’Her yer karanlık,billur o mevki!’’

Bense şöyle demiştim Vasiyetim şiirimsimde ,

‘’Gittikçe kısalıyor yollar ,

Dostlarım,
Mezartaşlarına doğru.’’

Velhasıl ;

Romanlar’da biter,
Yaşamlar sona erince.!

Köln. 24.08.09

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Kürt Sorunu Hakkında Algılamalar, Tartışmalar


İsmail Beşikçi

Bugünlerde, (Ağustos 2009) Küt sorunu üzerinde yoğun bir tartışma yaşanmaktadır. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, 1 Ağustos 2009 da, Ankara’da, Polis Akademisi’nde, 15 gazeteciyle ve üniversite mensubu hocalarla bir toplantı yapması bu sürece hızlandırmıştır. Her gün, televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde, Kürt sorunu üzerinde konuşmalar, tartışmalar yapılmaktadır.

Bu ortamın dikkati çeken en önemli özelliği devletin ve hükümetin hiç özeleştiri yapmaması, geçmişle yüzleşmemesidir. Devletin ve hükümetin bu konuya özen gösterdiği kanısındayım. Devlet ve hükümet hiçbir özeleştiri yapmadan, geçmişle yüzleşmeden bazı küçük düzenlemeler yapmayı planlamaktadır. Tartışmalara katılanlar da, devletten ve hükümetten özeleştiri yapmasını, geçmişle yüzleşmesini talep etmemektedir. Bu da, bu ortamda dikkati çeken başka bir özelliktir. Halbuki bu aşamada, devletin iki önemli kurumunun, yargı organlarının ve üniversitelerin özeleştiri yapmaları, geçmiş uygulamalarıyla yüzleşmeleri gerekir. Asimilasyona, inkara, imhaya dayalı politikalar ve uygulamalar bu iki temel kurumun işbirliğiyle gerçekleştirilmiştir. İnkar ve imha siyasetinin, asimilasyon siyasetinin, gerek üniversitede, gerek yargıda, memur zihniyetli bürokratlar yetiştirdiği açıktır. Bu süreçte idari organların, kamu yönetiminin, örneğin, Cumhurbaşkanı’nın, ordunun, Milli Güvenlik Kurulu’nun, basının işlevi de şüphesiz çok büyüktür. Ama, resmi ideolojinin gereklerini yerine getiren iki kurum başta üniversite ve yargıdır. 1960’ları, 1970’leri, 1980’leri düşünelim. Yargı organları, Kürtlerden, Kürtçe’den söz edenleri çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılıyordu. Yargı organları, mahkemeler, kararlarında, Kürtlerin Türk olduğunu, Kürtçe diye bir dil olmadığını vurguluyordu. Kürtlerin Türklüğünü, Kürtçe’nin aslının Türkçe olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. Üniversite, Kürtlerden, Kürtçe’den söz edenleri bünyesinden uzaklaştırıyordu. Bu konuda, yargı, üniversite, idari organlar ve basın arasında yoğun bir işbirliği vardı. Üniversite idari cezalarla, tahkikat komisyonu kararlarıyla ilgili kişinin görevine son veriyor, yargı organları mahkemeler de bu kişilere çok ağır cezalar veriyordu. Bunlar geçmişte kaldı, bugüne bakalım, denemez. Kanımca bu iki kurum, resmi ideolojinin iki önemli icracısıdır. Hatta hakkımızda mahkumiyet hükmü vermiş bazı yargıçlar, aynı dönemde gördükleri başka davaların sanıklarının ailelerinden rüşvet alırlarken suçüstü yakalanmış ve mahkum olmuşlardır. Buna rağmen, yüz kızartıcı suçlardan mahkum olan bu yargıçların hakkımızda verdiği mahkumiyet hükümleri hala geçerlidir. Çünkü yargıçlar, sonuç olarak Kürtlere veya Kürtlerden söz edenlere haddini bildirmiştir. Devlet açısından, resmi ideoloji açısından önemli olan budur. Bu cümleden olarak kitap yasakları, hukuksuzluk hala sürmektedir.

Bugün üniversitede, bilim yöntemi anlayışına uygun hareket eden, Kürtlerin ve Kürtçe’nin varlığının inkar edilemeyeceğini bilen hocalar az da olsa olabilir. Yargı organlarında adalet duygusuna sahip savcılar ve yargıçlar az da olsa olabilir. Fakat bunlar, özeleştiri yapılmasının, geçmişle yüzleşmesinin gereklerini ortadan kaldırmaz.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 28 Temmuz 2009 da, Kürt sorunu konusundaki “açılım”ın yöntemini dile getiren bir konuşma yapmıştı. 1 Ağustos 2009 da, Polis Akademisi’nde 15 gazeteciyle yaptığı konuşma, bu konudaki tutumunu pekiştiren bir etki yarattı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, Kürt sorunundaki tutumunu belirleyen esas olgu, 4 Nisan 2009 da, Mardin’in Mazıdağı ilçesinin Zangırt Köyü’nde meydana gelen katliam üzerine yaptığı açıklama olmuştu. Bu katliamda aynı aileden 45 kişi yaşamını yitirmişti. Yaralananlar da vardı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, olayın cereyan ettiği gün, olay mahalline gitmiş, “bu olay terör saldırısına benzemiyor” demişti. Halbuki, bu, PKK’nin üzerine atılmak üzere planlanan bir katliamdı. “Olay terör saldırısına uymuyor” açıklamaları da bununla ilgiliydi. İçişleri Bakanı’nın açıklamalarıyla bu senaryonun önü alınmış oldu.

Kürt sorunuyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün tutumunun da olumlu olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Başbakan’ın tutumunun da. Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın, 11 Ağustos 2009 da, Adalet ve Kalkınma Partisi Meclis Grubu’nda yaptığı konuşma, sorunla ilgili olarak olumlu bir konuşmadır. Bu konuda, Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, İçişleri Bakanı’nın, kendilerinden önceki cumhurbaşkanına, başbakana ve içişleri bakanına benzemedikleri söylenebilir.

Kürtlerin ve Kürtçe’nin inkarı ve imhası nedeniyle başlayan savaş, Kürdistan’ın yakılmasını, yıkılmasını getirdi. Kürt coğrafyası tahrip edildi. Ormanlar yakıldı, Temel geçim kaynakları tahrip edildi, imha edildi. Binlerce “faili meçhul” denen cinayetler işlendi. Köyler yakıldı, yıkıldı, onbinlerce hayvan telef edildi. Milyonlarca Kürt yerini yurdunu terke zorlandı. Kürt toplumu çok büyük, çok ağır sarsıntılar yaşadı. Üretim çağında olan, 40 binden fazla Kürt yaşamını yitirdi. Bundan daha fazlası sakat kaldı, üretim dışı kaldı. Bu tahribatın temel nedeni de Kürtlerin ve Kürtçe’nin inkarını, imhasını ve Kürtlerin asimilasyonunun amaçlayan devlet politikalarıydı. Kürt dilinin ve kültürünün tahrip edilmesi için her türlü önlem yaşama geçirildi. Bunun için her türlü operasyon mübah sayıldı. “Kürt açılımı”yla ilgili konuşmalarda, tartışmalarda bu konulara da hiç değinilmiyor. Ama konuşmacılar, hala, Kürtlere “şöyle yap, böyle yapma” diye akıllar veriyor. Bu tutum da son günlerde yaşanan Kürt tartışmalarının, konuşmalarının ikinci bir özelliği oluyor.

Bu konuşmaların, tartışmaların üçüncü bir özelliği de sorunun temel niteliğine hiç değinilmemesidir. Sorunun ana niteliği, şüphesiz, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasıdır. Dönemin emperyal güçleri, Büyük Britanya ve Fransa, bu politikayı, Ortadoğu’daki, Arap, Fars ve Türk yönetimleriyle işbirliği yaparak, Sovyetler Birliği’yle de anlaşarak gerçekleştirmiştir. Bu, Kürtlerin ve Kürdistan’ın iskeletinin parçalanması, beyninin dağılması gibi bir etki yarattı. Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Kürtlerin ilk karşılaştıkları bölünme, parçalanma ve paylaşılma değildir. 15. yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında, yani Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail arasında gerçekleşen savaşta Kürdistan ikiye bölünmüş, 1639 da bu bölünme ve parçalanma resmiyet kazanmıştır. Ama bugünü belirleyen esas süreç, 1920’lerde yaşanandır. Konuşmalarda, tartışmalarda, bu ana etkene değinilmemesi şüphesiz eksikliktir. Bu ana etkene vurgu yapılmadığı, değinilmediği, bu süreçler işlenmediği, bilince çıkarılmadığı için, Kürt coğrafyasının, insan kaynaklarının, dil ve kültür varlıklarının tahribi bilince çıkarılmadığı için, Demokratik Toplum Partisi yöneticileri ve Qandil’deki PKK yöneticileri gayet kolay bir şekilde, “17 bin ‘faili meçhul’ cinayeti unutabiliriz”, “geçmişi unutabiliriz” açıklaması yapıyorlar. Bu tahribatlar işlense, bilince çıkarılsa “unutabiliriz” sözü bu kadar kolay bir şekilde söylenemez.

Konuşmaların, tartışmaların dördüncü bir özelliği daha var. Konuşmalarda, tartışmalarda, devletin kırmızı çizgileri korunuyor. Kürt insanı, Kürt özgürlüğü, temel hareket noktası olmuyor. Kürt sorunu, devletin Kürtleri ve Kürtçe’yi inkarıyla , Kürtlerin asimilasyonuyla, asimile olmayanların imha edilmesiyle ilgili bir sorundur. “Çözüm” gündeme gelince, insan, Kürt insanı, Kürt özgürlüğü, elbette ön planda olmalıdır. Halbuki, tartışmalarda, konuşmalarda, hala insan değil, özgürlükler değil, devletin korunduğunu görüyoruz.

Konuşmalarda, tartışmalarda dikkati çeken beşinci bir özellik olarak şunu belirtebiliriz: Günümüzde, Kürtlerle ilgili birçok kitap yayımlanıyor. Bu kitaplarda “kardeşlik”e vurgu yapılıyor, “ayrımız-gayrımız yok, asırlarca birlikte yaşadık, birlikte ağladık, birlikte güldük” deniyor. Bu çok çirkin bir yalandır. Etik bir tutum değildir. Mücadelenin kızıştığı dönemlerde, Kürtler, Türk basını tarafından, yazarlar tarafından, “eşkıya”, “hain”, “sergerde”, “haydut” “mikrop” “haşere” vs. diye anılıyordu. Daha dün, “eşkiyayı inlerinde vurduk” deniyordu. “Hainlerin tepesine yağmur gibi bombalar fırlattık” deniyordu. Bu dönemlere ilişkin yazılara, haberlere yorumlara baktığımız zaman , Kürtlerin, temizlenmesi gereken mikroplar, haşereler olarak değerlendirildiği görülmektedir. “Barışa giden yol”daysa, “kardeşlik”e vurgu yapılıyor, “ayarımız-gayrımız yok, asırlarca birlikte yaşadık, birlikte ağladık, birlikte güldük” deniyor. Bu da kanımca, Kürtlere, temel insan haklarını, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını vermemek için yapılıyor. “Biz zaten kardeşiz, şu hakka bu hakka ne gerek var “ anlayışı egemen… “Şu hakka bu hakka gerek yok” derken elbette, Türk dili ve Türk kültürü içinde bir “birlik”ten, bir “kardeşlik”ten söz ediliyor. Bu konulardaki temel soru şudur: 1923, Lozan. Lozan’ı Türkler nasıl değerlendiriyor, Kürtler nasıl değerlendiriyor? 1984 Eruh ve Şemdinli baskınları… Bu olayı Kürtler nasıl değerlendiriyor, Türkler nasıl değerlendiriyor? 1992. Güney Kürdistan’da Kürt Parlamentosu’nun kurulması. 2005 Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulması… Bu olguları Türk basını nasıl değerlendiriyor, Kürt basını nasıl değerlendiriyor? Em. Orgeneral Abdullah Alpdoğan, Em. Orgeneral Mustafa Muğlalı… Bu isimler Kürtler tarafından nasıl algılanıyor, Türkler tarafından nasıl algılanıyor? Bütün bunlara rağmen “birlikte ağladık, birlikte güldük yalanları nasıl söylenebiliyor?

Bugünkü Kürt tartışmalarında, konuşmalarında dikkati, bu temel özelliklere çekmek gerekiyor. Hükümet, Türk aydınları, bir kısım Kürt aydınları sorunu bu temel niteliklere vurgu yapmayarak tartışıyor. Bunlara rağmen Kürtler, bu temel özelliklere vurgu yapabilmelidir. Devlet ve hükümet, bireysel ve kültürel haklarla sınırlayarak ucu kapalı bir siyaset yürütmeye çalışmaktadır. Kürtlerse ucu açık bir siyaset yürütmelidir. Irak Cumhurbaşkanı ve Kürdistan Yurtseverler Birliği başkanı Celal Talabani’nin “Kürt devleti hayaldir” demesi, yazar Yaşar Kemal’in, “Kürtler devlet istemiyor, endişelenmeyin…” demesi yanlıştır. Hiç kimsenin, gelecek kuşakların iradesine ambargo koymak hakkı olmamalıdır. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma, Kürdistan’ın iç dinamiklerini bozmuştur, tahrip etmiştir. Bugün Kürdistan’da dış dinamikler daha belirleyicidir. On yıl kadar öncesine bakalım, Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı Celal Talabani’nin, Irak’a Cumhurbaşkanı olacağını kim düşünebilirdi?

1960’ların sonlarından beri, İsrail’in egemenlindeki topraklar üzerinde bir Filistin Arap devletinden söz ediliyor. Hiç kimse, hiçbir kurum, Filistinlilere, “ayrı devlet iyi değil, Musevilerle kardeşçe yaşayın, zaten sınırlar kalkıyor…” demedi. Bilakis, Filistin Arap Devleti’nin kurulması yoğun bir şekilde teşvik ediliyor. 25 yılı aşkın bir zamandır Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti varlığını sürdürmektedir. Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasının istemektedir. Türkiye’nin, Birleşmiş Milletler’den, Avrupa Konseyi’nden, Avrupa Birliği’nden, İslam Konferansı’ndan, Rusya Federasyonu’ndan vs. istediği budur. Türk basınında, yazarlar arasında bu sürece de bir itiraz, eleştiri yoktur. Ne zaman ki, Kürt devleti olasılığı gündeme geldi, (2000’lerin başları) işte o zaman, Türk basını, yazarlar, sivil toplum örgütleri vs. ‘devlet kötüdür, devlet başta Kürtler için kötüdür, sınırlar zaten kalkıyor, sınır yapmak için uğraşmaya ne gerek var, zaten bin yıldır beraber yaşıyoruz, İslam kardeşliği…” vs. demeye başladılar. Bu devletçi görüş, enternasyonalizm adına, kardeşlik adına, devrimcilik adına da savunuluyor.

Halbuki, kardeşlik de, enternasyonalizm de, ancak, eşitlik söz konusu olduğu zaman gerçekleşebilir. Bugün, Türkiye –Suriye kardeşliğinden, Türkiye- İran kardeşliğinden söz edilebilir. Türkiye-Yunanistan kardeşliğinden söz edilebilir. Çünkü siyasal birimler egemenlik açısından eşittir. Egemenlik haklarına aynı derecede sahiptirler. Filistin’de, Arap-Musevi kardeşliğinin gerçekleşmesi için yine, Filistin Arap Devleti’nin kurulması gerekir. Kıbrıs’ta, Rum-Türk kardeşliğinin kurulması da, ancak, Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin uluslar arası toplum tarafından tanınmasıyla mümkün olabilir. Bugünkü koşullarda, “Kürt-Arap kardeşliği”, “Kürt-Fars kardeşliği”, “Kürt-Türk kardeşliği” sloganları gerçek durumu ifade etmiyor. Bu sloganlar, Kürtlere dayatılan resmi görüşlerin ifadesi oluyor. Eşitlik gerçekleşmeden kardeşlik olmaz. Barış da olmaz.

---------
Kürdistan-Post
http://www.kurdistan-post.com/

21 Ağustos 2009 Cuma

Kürt Sorunu'nu konuşmaktan hapis yatan aydınlar 'açılımı' değerlendiriyor

Kürt meselesinin konuşulmasının dahi tabu olduğu yıllarda bu konuda açıkladıkları görüşleri nedeniyle mahkum olan aydınlar, Hükümet’in Kürt sorununun çözümüne yaklaşımını eksik buluyorlar ve Hükümet’in sorunu çözeceğine inanmıyorlar. Haluk Gerger Hükümet’in samimiyetinin ‘dış mihrakların’ değil, İmralı’nın önerilerine uygun davranmakla ölçüleceğini ifade ederken, Fikret Başkaya, sorunun yalnızca Türkler’le değil, Kürtler’le de konuşulması gerektiğini kaydetti. İsmail Beşikçi ise başta yargı ve üniversitelerin özeleştiri yapması gerektiğini belirtti.



Haluk Gerger, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesiyken YÖK tarafından görevine son verilmişti. İnsan Hakları Derneği kuoucu üyesi de olan Gerger, Kürt sorununa ilişkin açıklamaları nedeniyle Terörle Mücadele Yasası’nın çeşitli maddelerinden mahkum olmuş ve 1994-95 ile 1998-99 yılları arasında Haymana Kapalı Cezaevi’nde hapis yatmıştı. Hükümet’in Kürt sorununun çözümüne ilişkin yaklaşımını ANKA’ya değerlendiren Haluk Gerger, Türkiye’nin Kürtlerin milli varlığını tanıması gerektiğini, bunu tanımamanın ‘hayatla inatlaşmak’ olduğunu ifade etti.
"Türkiye, her açıdan hayatla inatlaştı ve çok büyük bedeller ödedi, Kürtlere büyük bedeller ödetildi ama kendisi de büyük bedeller ödedi" diyen Gerger,
"Türkiye’nin kendi sıkışıklığı aşmaya çalıştığını, ancak Kürt sorununu çözmeye çalışmadığını, ana sorunun bu olduğunu" söyledi. Türkiye’nin bu süreçte ekonomisi, siyaseti, ahlakı, askeriyesiyle beraber uluslararası ilişkiler sisteminin de tıkandığını dile getiren Gerger, "Türkiye, Kürtleri inkardan kaynaklanan sıkışıklığına karşı manevralar üretiyor. Onun için de doğrusunu isterseniz karamsarım. İkinci söylemek istediğim şu: Şimdi Türkiye’ye onların sevdiği bir deyimi söyleyeyim: Dış mihraklardan bir çözüm, reform yapma talebi var. Bunu Obama Türkiye’ye geldi ve çok açık bir biçimde hem TBMM’de söyledi, hem de Ahmet Türk’le görüşerek fiili, pratikte de gösterdi" diye konuştu.

"SAMİMİYETTE ÖLÇÜT İMRALI"
Hükümet’in son açılımlarını ABD’den gelen önerilerin bir biçimde yürürlüğe konması olarak yorumlayan Gerger, şöyle konuştu:

"Bence doğrudan bu coğrafyadan kaynaklanan, ayakları bu coğrafyaya basan, yani içerden kaynaklı, otantik, yerel çözüm önerisi de var; o da İmralı’dan geliyor. Bu açık. Şimdi ben Hükümet’in samimiyetine ölçüt olarak bunu koymaktan yanayım. Dış mihrakların önerilerine uygun mu davranacak, yoksa doğrudan bu topraklara ayağı basan, doğrudan sorunun muhatabından kaynaklanan yerel çözüm önerisini mi muhatap alacak? Şimdilik gördüğümüz dış mihrakların önerileri doğrultusunda göstermelik göz boyacılığı yapılıyor. Bunu biraz daha bekleyip göreceğiz."

İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın partilerle ve sivil toplum örgütleriyle görüşmelerini "göz boyama" olarak değerlendiren Gerger, "Çünkü sorunun yerel çözümü konusunda herhangi bir şey değil, bu görüşmelere bir itirazım yok ama sorunun ana muhatabıyla görüşmeyip de başkalarının müdahil olduğu bir görüşme süreci anlamlı değil. Eksik buluyorum, yanlış bulmuyorum ama yetersiz buluyorum" görüşünü belitti.
Gerger, Başbakan Recep Tayyip Eroğan’ın "AKP Genel Başkanı" sıfatıyla DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’le görüşmesinin "olumlu ancak eksik" ifade ederek "AKP Genel Merkezi’nden Kürt sorununun çözümünü kimse beklemiyor. Sorunu Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti çözecek. Dolayısıyla Başbakan olarak görüşmediği zaman bana göre bir kıymeti harbiyesi yoktur" diye konuştu.

"KÜRTLERİN MİLLİ VARLIĞININ YASAL OLARAK TANINMASI GEREKİR"
Çözüme giden ilk adımın "savaşı durdurmak" olduğunu kaydeden Gerger, bununla birlikte son derece geniş bir demokratik tartışma, özgürlük ortamı oluşturması gerektiğini belirtti. Gerger, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Tarafların açık bir biçimde belirlendiği bir büyük toplumsal mutabakatın yaratılması gerekir. Bunun için de bence iki şey lazımdır. Birincisi; şiddetle zehirlenmiş olan, aşırı militarizm ve aşırı milliyetçilik ve şovenizmle zehirlenmiş bulunan kamuoyunu önce bu işe hazırlamak lazım. Elbette Kürtleri bir muhatap olarak kabul etmek lazım, eğer onların yazgısı üzerinde de karar veriliyor ise herhalde eğer bu sorunun çözümü Kürtlerin milli varlığının tanınması ise herhalde sürecin başında onları tanımak lazım. Kürtleri muhatap kabul etmeden, tanımadan Kürtler adına Kürtleri tanımak gibi bir garabet herhalde doğru olmaz. Ondan sonra tabii yeni bir Anayasa, yeni yasal düzenlemeler lazım. Çünkü Kürtlerin eşit ve ulusal varlığının mutlaka yasal olarak da tanınması gerekir."

BAŞKAYA: SORUN SADECE TÜRKLER’LE DEĞİL, KÜRTLER’LE DE KONUŞULMALI
Resmi ideoloji karşıtı görüşleriyle tanınan ve Terörle Mücadele Yasası’na muhalefetten 20 ay hapis cezasına çarptırılan Fikret Başkaya, cezasını Haluk Gerger’le birlikte Haymana Kapalı Cezaevi’nde çekmişti. Başkaya, Kürt sorununun çözümü konusundaki son gelişmeleri ANKA’ya değerlendirdi. Kürt sorununun tartışılmaya başlamasının olumlu olduğunu ancak konunun gerektiği gibi tartışılmadığını söyleyen Başkaya, devletin yanlış yaptığını kabul etmesi gerektiğini ifade ederek

"Önce Türkiye’nin yetkili adamları, otoriteleri çıkacak televizyona diyecek ki ‘Biz 80 yıldır yanlış yaptık, ısrarla bunu sürdürdük. Şimdi bu yanlıştan dönüyoruz.’ Bu şeklinde bir tavır ortaya konması gerekiyor. Şimdi bunu yapmıyorlar" dedi. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın "Türk tarafıyla" konuştuğunu dile getiren Başkaya, "Türk tarafıyla ne konuşup duruyorsun, bunların ne dediği belli değil mi? Her gün yazısı okunan köşe yazarına gidip de sormanın ne alemi var, TÜSİAD’la konuşmanın ne alemi var?" diye sordu. Sorunun çözümü için doğrudan doğruya Kürtler’le ve onların çeşitli örgütlerinin temsilcileriyle konuşulması gerektiğini ifade eden Başkaya, çözüm için Abdullah Öcalan’ın da muhatap alınması gerektiğini dile getirdi. Başkaya, şunları söyledi:
"Siz diyorsunuz ki burada şiddeti durduracağız. O zaman karşı tarafın ilgili adamlarını muhatap almamanız mümkün mü? Kim inanır size ‘Yok ben şununla görüşmem, bununla görüşmem’ derseniz. Sorunu çözmeye samimiyetle niyetiniz varsa o zaman kiminle görüşecekleri kendiliğinden ortaya çıkar. ‘Ama ben onunla konuşmam.’ O zaman gidip köşe yazarlarıyla konuşsunlar. Buradan bir şey çıkmaz ama bir şeyler yapılıyor izlenimini yarattılar. Yeni bir zaman kazanma, yeni bir manipülasyon imkanı doğdu."

"GENEL AF ERGENEKON’U KAPSAYABİLİR"
Başkaya, Kürt sorununun çözümü için konuşulan genel affın Ergenekon davasını da kapsayabileceğine işaret ederek "Bu meseleyle birlikte başka şeyleri manipüle edecekler. Kürt sorunuyla birlikte bir genel af çıktığı durumda sanıyorum Ergenekon davasıyla filan bunları bir şekilde toplumun gündeminden çıkaracaklar" dedi.

BEŞİKÇİ: BAŞTA YARGI VE ÜNİVERSİTE ÖZELEŞTİRİ YAPMALI
Kürt sorunu üzerine araştırmalarıyla tanınan İsmail Beşikçi ise görüşlerinden dolayı yıllarca hapis cezası çekmişti. İlk olarak 12 Mart 1971 muhtırasının ardından yargılanan Beşikçi, 8 kez cezaevine girip çıkmış, yaşamının 17 yılını cezaevinde geçirmişti. Beşikçi, 1999’da yapılan yasal düzenlemeyle tahliye olduğunda hakkında verilmiş 100 yıl hapis cezası bulunuyordu. Beşikçi’nin yayımlanan 36 kitabından 32’si de Türkiye’de yasaklanmıştı. Beşikçi, Hükümet’in Kürt sorununa yaklaşımını kurdistan-post.com adlı internet sitesinde dün yayımlanan "Kürt sorunu hakkında algılamalar, tartışmalar" başlıklı yazısında değerlendirdi. İçişleri Bakanı Atalay’ın çeşitli partiler ve sivil toplum örgütleri ile gazeteci ve akademisyenlerle görüştüğünü anımsatan Beşikçi,

"Bu ortamın dikkati çeken en önemli özelliği devletin ve hükümetin hiç özeleştiri yapmaması, geçmişle yüzleşmemesidir. Devletin ve hükümetin bu konuya özen gösterdiği kanısındayım. Devlet ve hükümet hiçbir özeleştiri yapmadan, geçmişle yüzleşmeden bazı küçük düzenlemeler yapmayı planlamaktadır" dedi. Tartışmalara katılanların da, devletten ve hükümetten özeleştiri yapmasını talep etmediğine dikkat çeken Beşikçi, "Halbuki bu aşamada, devletin iki önemli kurumunun, yargı organlarının ve üniversitelerin özeleştiri yapmaları, geçmiş uygulamalarıyla yüzleşmeleri gerekir. Asimilasyona, inkara, imhaya dayalı politikalar ve uygulamalar bu iki temel kurumun işbirliğiyle gerçekleştirilmiştir" görüşüne yer verdi. 1960’larda, 1970’lerdei, 1980’lerde yargı organlarının, Kürtler’den ve Kürtçe’den söz edenleri çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşıladığını, üniversitelerin de idari cezalarla, ilgili kişinin görevine son verdiğini anımsatan Beşikçi, "Bunlar geçmişte kaldı, bugüne bakalım, denemez" dedi.

Kürt sorunuyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın tutumunun olumlu olduğunu belirten Beşikçi, "Bu konuda, Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, İçişleri Bakanı’nın, kendilerinden önceki cumhurbaşkanına, başbakana ve içişleri bakanına benzemedikleri söylenebilir" dedi.

"Kürt dilinin ve kültürünün tahrip edilmesi için her türlü önlem yaşama geçirildiği" görüşüne yer veren Beşikçi, "Kürt açılımı’yla ilgili konuşmalarda, tartışmalarda bu konulara da hiç değinilmiyor. Ama konuşmacılar, hala, Kürtlere ‘şöyle yap, böyle yapma’ diye akıllar veriyor" dedi.

"BİRLİKTE AĞLADIK, BİRLİKTE GÜLDÜK’ ÇİRKİN BİR YALAN"
Kürt sorununun çözümüne ilişkin tartışmalarda "kardeşliğe" vurgu yapıldığını, "ayrımız-gayrımız yok, asırlarca birlikte yaşadık, birlikte ağladık, birlikte güldük" denildiğini bildiren Beşikçi, "Bu çok çirkin bir yalandır" dedi. Beşikçi, şunları kaydetti:

"Mücadelenin kızıştığı dönemlerde, Kürtler, Türk basını tarafından, yazarlar tarafından, ‘eşkıya’, ‘hain’, ‘sergerde’, ‘haydut’, ‘mikrop’, ‘haşere’ vs. diye anılıyordu. Daha dün, ‘eşkiyayı inlerinde vurduk’ deniyordu. ‘Hainlerin tepesine yağmur gibi bombalar fırlattık’ deniyordu. Bu dönemlere ilişkin yazılara, haberlere yorumlara baktığımız zaman, Kürtlerin, temizlenmesi gereken mikroplar, haşereler olarak değerlendirildiği görülmektedir. ‘Barışa giden yol’daysa, ‘kardeşlik’e vurgu yapılıyor, ‘ayrımız-gayrımız yok, asırlarca birlikte yaşadık, birlikte ağladık, birlikte güldük’ deniyor. Bu da kanımca, Kürtlere, temel insan haklarını, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını vermemek için yapılıyor. ‘Biz zaten kardeşiz, şu hakka bu hakka ne gerek var’ anlayışı egemen. ‘Şu hakka bu hakka gerek yok’ derken elbette, Türk dili ve Türk kültürü içinde bir ‘birlik’ten, bir ‘kardeşlik’ten söz ediliyor. Bu konulardaki temel soru şudur: 1923, Lozan... Lozan’ı Türkler nasıl değerlendiriyor, Kürtler nasıl değerlendiriyor? 1984 Eruh ve Şemdinli baskınları... Bu olayı Kürtler nasıl değerlendiriyor, Türkler nasıl değerlendiriyor? 1992... Güney Kürdistan’da Kürt Parlamentosu’nun kurulması. 2005 Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulması... Bu olguları Türk basını nasıl değerlendiriyor, Kürt basını nasıl değerlendiriyor? Em. Orgeneral Abdullah Alpdoğan, Em. Orgeneral Mustafa Muğlalı... Bu isimler Kürtler tarafından nasıl algılanıyor, Türkler tarafından nasıl algılanıyor? Bütün bunlara rağmen ‘birlikte ağladık, birlikte güldük’ yalanları nasıl söylenebiliyor?"

Beşikçi, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin "Kürt devleti hayaldir" sözleri ile, yazar Yaşar Kemal’in, "Kürtler devlet istemiyor, endişelenmeyin" demesinin yanlış olduğunu savunarak "Hiç kimsenin, gelecek kuşakların iradesine ambargo koymak hakkı olmamalıdır" dedi. (anka)
------------------
Radikal Gazetesi
http://www.radikal.com.tr/

19 Ağustos 2009 Çarşamba

DEMOKRASİNİN İKİLİ NİTELİĞİ VE SOSYALİSTLER



Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@fbi.h-da.de

Kürt Açılım’ı politikanın gündeminin birinci maddesi olmaya devam ediyor. Her sorunun çözümü, demokratik bir zihniyeti ve demokratik bir ortamı gerektirir. Bu nedenle demokrasi konusunu genel ve kısaca ele almakta yarar var.

‘Demokrasi’ sözcüğü, son 150 yılın siyasi literatürünün en yaygın sözcüklerinden biridir. Geçmişte, Liberalizm ve Marksizm arasında bu sözcük etrafında çok yoğun bir ideolojik mücadele yürütülmüştü.

Liberalizmin demokrasi anlayışı şöyle : Demokrasi eşittir kapitalizm, kapitalizm eşittir demokrasi. Liberal görüş, kapitalizmin ötesinde bir demokrasi olamayacağı düşüncesini yaymaya çalışır.

Sosyalistlerin demokrasi konusundaki görüşleri nedir ?

Marks, devlet ve demokrasi hakkında bir yazı yazmak istemişti. Hatta bu yazıyı Kapital’e eklemeyi düşünmüştü. Ömrü yetmedi. Lenin, bu eksikliği gidermeye çalıştı. Ancak o da, siyasal pratiğin gerektirdiği ölçüde bu konuyla uğraştı ve bir eser ortaya çıkardı: ‘Devlet ve Devrim.’ Lenin, bu kitabı üzerinde çalışarak yeniden yayınlamayı düşünmüştü. Ama Ekim Devrimi’nin pratik işleri içinde zamanı olmadı.

Marksist devlet kuramının yetersiz olduğuna inanan Gramschi, Althusser gibi Marksistler devlet konusunu ele aldılar.

ÖZ ve BİÇİM

Demokrasi konusunda yanlış anlayışların arkasında felsefi bir sapma vardır. Bu sapmanın özü şudur: Öz ve biçim arasındaki ilişkinin doğru kavranamaması.

Her devletin özü diktatörlüktür. Doğru. Ama bu, biçimin ihmal edilmesi anlamına mı gelir ? Hayır.

Öz, farklı biçimler alır. Burjuva devletinde bu öz iki biçimde ortaya çıkar: 1-Açık ve çıplak zor biçiminde; 2- Demokratik bir biçimde. Örneğin, faşizm, burjuva diktatörlüğünün en açık, en çıplak ve en gaddar biçimidir. Faşizm, demokratik biçimleri ortadan kaldırır. Burjuva demokrasisi ise, burjuva diktatörlüğünün demokratik biçimidir.

Burjuva devleti, ‘öz olarak burjuva diktatörlüğüdür’ diye, bu devletin biçimleri arasında ayrım yapmamak, vulgar materyalist bir bakış açısıdır.

Geçmişte sosyalistler burjuva demokrasisi hakkında şöyle söylerlerdi: ‘Burjuva demokrasisi burjuvazinin diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğü burjuvazinin en demokratik devletinden bin kat daha demokratiktir.’ Bu düşüncede öze vurgu yapılmaktadır. Ancak özü görüp, biçimi dikkate almamak yanlışa götürür. Öz, biçimle birlikte ele alınmalı.

Önceleri, ‘Burjuva demokrasisi bir aldatmacadır,’ diyen Komintern, daha sonra burjuva demokrasisini savunmak gerekir diyerek, sağ bir yanlışa sürüklendi. Bir uçtan diğer uca gidip gelmemek için demokrasi anlayışı doğru bir zemine oturtulmalı.

Doğru demokrasi anlayışı bir pusula gibidir. Siyasal mücadelede yolu şaşırmamak için böyle bir pusulaya ihtiyaç vardır. Demokrasi konusunda doğru bir perspektife sahip olanlar, enerji ve güçlerini asıl hedefler yönünde harekete geçirebilirler.

DEMOKRASİNİN İKİLİ NİTELİĞİ

Önümüzdeki süreçteki sorulardan biri şudur: Burjuva demokratik devleti karşısında sosyalist solun tutumu ne olmalı ?

Bu soruya cevap vermek için burjuva demokratik devletinin ikili niteliğini anlamak gerekir. Bu ikili yapısı anlaşılmadan tutarlı bir çizgi izlenemez.

Burjuva demokratik devletinin ikili yapısı nedir ?

Birincisi, burjuva devlet kurumları; ikincisi, yığınların demokratik hak ve özgürlükleri.

Demokratik hak ve özgürlükleri kazanmak için mücadele etmek, burjuva demokrasisini savunmakla özleştirilemez. Özgürlükleri savunmakla, burjuva demokrasisini savunmak bir ve aynı şey değildir. İkisi arasında ince, ama özsel bir farklılık var. Bu özsel farklılığı anlamayanlar, eninde sonunda sistem partilerinin kuyruğuna takılırlar.

Bu özsel farklılığın anlaşılamaması yüzünden, geçmişte dünya sosyalist hareketi çok büyük yanlışlar yapmıştı. III Enternasyonal, İspanya’da faşizme karşı mücadelede burjuva devletini savunma konumuna düşmüştü

Demokrasi mücadelesi, burjuva demokratik devlet kurumlarını elde etme mücadelesine indirgenemez. Bunu yapan bir sosyalist, sosyal-demokratlaşmaya aday olan bir sosyalisttir.

18 Ağustos 2009 Salı

Kürtler ne istiyor?



Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Kürtler, 1808 denberi 30 kere isyan ederek özgürlük savaşı vermiştir. PKK 25 senedenberi isyan bayrağını çekmiş , bu savaşta, Genelkurmay’ın bildirisine göre 5 000 Mehmetcik hayatını kaybederken, 30 bin PKK’lı genç hayatını yitirmiştir. Bu kadar ciddi tarihi bir gerçek ortada iken hâlâ bazı şovenist kalemşörler ve aklını peynir ekmek ile yemiş siyasiler ‚’ Kürtler ne istiyor ‚’ sualini soruyorlar.

Kürtler, Türkler kadar bu vatanda özgürlük istiyorlar!

Kürtler, Irak Kürdistanı’ndaki kadar özgürlük istiyorlar!

Kürtler, Kıbrıs’taki Türkler kadar özgürlük istiyorlar!

Kürtler, Kosovo’dakiler kadar özgürlük istiyorlar!

Kürtler, TV’lerde Türkler kadar yayın özgürlüğü istiyorlar!

Kürtler, Türkler kadar kendi dillerinde eğitim serbestisi istiyorlar!

Kürtler tarih, edebiyat, müzik kitablarında bahsedilmesini , müfredata girmesini istiyorlar!

Kürtler, Türk kelimesinin Kürt kelimesi gibi etnik bir isim olduğunu, eşitler arasında üstünlük yutturmacasından vazgeçilmesini istiyorlar!

Kürtler, yaşadıkları coğrafi bölgenin, binlerce senedenberi olduğu gibi, KÜRDİSTAN olarak anılmasının bölücülükle algılanmamasını istiyorlar!

Kürtler, 80 senedenberi kültürlerinin gelişimine Türklerin mani omak gibi bir zulme son vermelerini istiyorlar!

Bir Kürt fıkrası ile ‚’Kürtler ne istiyor?’’ sualine cevap vereyim:

Bir Kürt, arkadaşına sorar: ‘’Sen padişah olsan ne yerdin? Cevap: Pekmez ile soğan. Arkadaşı da ötekine sorar: ‘’Peki, Sen padişah olsan ne yerdin? ‘.Arkadaşı da şöyle cevap verir: "Sen bana ne bıraktın ki. En iyilerini, en makbulunu sen aldın. Bana geriye ne kaldı ki?’’

Yukarda saydığım isteklere Türkler peşinen hayır diyorlarsa Kürtlerin isteyebileceği ne kalır ki geride.?

Anlayabildiler mi acaba kalın kafalılar Kürtlerin ne istediklerini(!)
--------
15.08.09 Viyana.

16 Ağustos 2009 Pazar

AMAN ALLAH



Cirik Haci - FEZALİ
cirik.haci@gmx.de


Aman Allah ne bu iş, darda kaldım
Sevgiyi insanda gördüm göreli
Hizmet ettim nice kendimi yordum
Sevgiyi insanda bildim bileli

Tek yanlı duygular yerin bulmuyor
İçim yanar candostum onu görmüyor
Çaresiz çileme derman olmuyor
Sevgiyi insandan aldım alalı

Temelinde insan olan özümü
Gerçegi görünce verdim sözümü
Deryanın içinde açtım gözümü
Sevgiyle insana geldim geleli

Fezalim, Haci’de açar gülünü
Dosta bağlar ince uzun yolunu
Yaprak sarar bedenini dalını
Sevgiyle insanda oldum olalı

13 Ağustos 2009 Perşembe

KÜRT AÇILIMI ve DEVLET



”Haftalardır gözler, PKK lideri Öcalan’ın 15 Ağustos’ta açıklayacağı ‘Yol Haritası’nda. Öcalan Yol haritasını açıkladıktan sonra, yüzlerce yazı yazılacak. İmralı Yol Haritası olarak tarihe geçecek. Üzerine kim bilir ne kadar yazı yazılacak ve ne kadar konuşulacak.

Şimdiden şunu söylemek mümkün: İmralı Yol Haritası’nın açıklanması iki gelişmeye yol açabilir: Birincisi, Kürtler, özne olarak devlet politikasının şekillenmesine katkı sunma olanağını elde edebilir; ikincisi, İmralı Yol Haritasının doğuracağı tartışmalar, Kürt Özgürlük Hareketinin görüşlerini Türk halkına tanıtma olanağı sağlayabilir. Nasıl devlet ve din ayrımı Ortaçağ’dan çıkmak için bir çözüm olduysa, devlet ve milli kimlik ayrımı da milliyetçilik ve ulusal devletten kurtulmak için bir zemin yaratabilir…”

Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com

’Sakin havada fırtınayı kestirmek güçtür.’ (Machiavelli)

‘İlericilik ve Demokratlık’ adlı yazımda, her demokratın ilerici olduğunu, ama her ilericinin demokrat olmadığını ifade etmeye çalıştım. Bu ayrım son dönemlerde ‘Kürt Açılımı’ konusunda bize ip uçları vermektedir.

Son dönemlerde basında ‘Kürt açılımı’ndan, ‘Demokratik Açılım’ dan çok söz edilmeye başlandı. Türkiye’nin en önemli sorunu olan ‘Kürt Sorunu’ konusunda ilk defa bir umut ışığı beliriyor. İlk defa ciddi bir sürece giriyoruz. Yeni bir gelişmenin eşiğine girmiş bulunuyoruz.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk ile görüşmesine umutla yaklaşanların sayısı bir hayli çok. Öte yandan Doğan Medya’nın Öcalan ve PKK konusunda tutumunu değiştirmesi gibi ilginç değişimler ve gelişmeler de yaşanmaktadır. AKP ve basın, demokrat olmadan, ilerlemeyi, ilerici olmayı öğrenmektedir.

Haftalardır gözler, PKK lideri Öcalan’ın 15 Ağustos’ta açıklayacağı ‘Yol Haritası’nda. Öcalan Yol haritasını açıkladıktan sonra, yüzlerce yazı yazılacak. İmralı Yol Haritası olarak tarihe geçecek. Üzerine kim bilir ne kadar yazı yazılacak ve ne kadar konuşulacak.

Şimdiden şunu söylemek mümkün: İmralı Yol Haritası’nın açıklanması iki gelişmeye yol açabilir: Birincisi, Kürtler, özne olarak devlet politikasının şekillenmesine katkı sunma olanağını elde edebilir; ikincisi, İmralı Yol Haritasının doğuracağı tartışmalar, Kürt Özgürlük Hareketinin görüşlerini Türk halkına tanıtma olanağı sağlayabilir. Nasıl devlet ve din ayrımı Ortaçağ’dan çıkmak için bir çözüm olduysa, devlet ve milli kimlik ayrımı da milliyetçilik ve ulusal devletten kurtulmak için bir zemin yaratabilir.

Kürt Özgürlük hareketi, tek başına Kürtleri temsil etme tekeline sahip değil. Ama ‘Kürt sorunu’nun çözülmesinde en etkin siyasal öznedir. İmralı Yol Haritası’nın tartışılması ve tanıtılmasının doğuracağı sonuçları kestirmek kolay değildir, ama her durumda bu tartışmalar Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde toplumda uygun bir atmosfer yaratabilir.

Kısacası, yeni bir durum ve yeni bir gelişmeyle karşı karşıyayız: Dolayısıyla bu yeni durumu ve gelişmeyi sunduğu şanslar/olanaklar ve getireceği ve riskleriyle birlikte ele alacak bir yaklaşıma ihtiyacımız var.

Önce bu yeni gelişmeyi ortaya çıkaran koşulların etraflı analizi gereklidir. Bir köşe yazısında etraflı bir analiz yapmayı beklemeyin benden. Sadece sorular sormakla yetineceğim.

TC devletindeki ve AKP’deki değişim nasıl izah edilmeli? Ne oldu ki AKP bir ‘Kürt Açılımı’ veya ‘Demokratik Açılım’ından söz etmeye başladı?

Gerçi ‘Kürt Açılım’ı somut olarak neyi içeriyor, bunu tam bilmiyoruz, ama nedenler ne olursa olsun devletin ve AKP’nin politikasında bir değişim vardır. Ama bu değişim stratejik bir değişim değildir, taktik bir değişimdir. Çünkü stratejik değişimi doğuran yeni bir gelişme yoktur. Dolayısıyla hedef ve amaç değişmemiştir, sadece araçlar değişmiştir. Yani Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiye edilmesi planından vazgeçilmiş değil. AKP, sadece tasfiyeyi kolaylaştıracağını düşündüğü araçları kullanmaya çalışıyor. AKP ’Kürt Açılım’ projesini hazırlamakta ve bu hazırlığı sürece yaymaktadır.

İçine girilen süreçte her iki taraf için de olanaklar ve tehlikeler içermektedir. Bu süreci tek yanlı olarak algılamak, politik hatalara ve büyük hayal kırıklıklarına yol açar. Sürecin iki yanı göz önünde tutulmalı. Çözüm ve mücadele aynı anda yürütülecektir.

Önümüzdeki süreç, çok önemli gelişmelere gebe bir süreçtir. Bu süreçte her iki tarafta da bocalamalar, tereddütler yaşanacaktır. AKP’nin ‘Kürt Açılım’nın, gerek devlet içinde, gerek diğer bazı partilerde ve gerekse toplum içinde belirli bir direnişle karşılaşması mümkündür. Öcalan ve PKK, bu konuda AKP’den daha şanslı bir konumda bulunmaktadır. Çünkü Öcalan ve PKK uzun süreden beri Türkiye’nin demokratikleşmesi stratejisini sürekli gündeminde tuttu ve kendi güçlerini buna göre ayarlama olanağını yarattı. Öte yandan İmralı Yol Haritası, Kürt hareketine yeni ittifaklar kazandırabilir.

İmralı Yol Haritasının açıklanması nasıl bir yankı yaratacak, göreceğiz.

İLERİCİLİK ve DEMOKRATLIK



”Kemalist aydınlar da ilerici olmak ile demokrat olmayı birbirlerine karıştırırlar. Evet, Mustafa Kemal saltanatı ve halifeliği kaldırmakla tarihsel bakımdan ilerici rol oynamıştır. Doğru. Ama cumhuriyetin demokratik olduğunu ancak muhafazakarlar iddia edebilir. Bugün anti-demokratik oligarşik cumhuriyeti savunan Kemalist aydınlar, bırakın demokrat olmayı ilerici bile değiller. Çünkü mevcut statükonun korunmasını istiyorlar.”

Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com

Türkiye’de birbirine en çok karıştırılan iki kavram var. İlericilik ve demokratlık. Kafa karışıklıklarının önüne geçmek için, bu iki kavram arasındaki ilişkiyi açıklamak yararlı olacaktır.

İlericilik, geri bir toplumsal sistemden daha ileri bir sisteme geçmeyi amaçlamaktır. Bu anlamda ileriye doğru gidişten yana olmak demektir.

Ancak bu geçiş nasıldır, kimin yararınadır ? Bu sorulara verilen cevaplar ilericiliğin aynı zamanda demokratlık anlamına gelip gelmediğini açıklar. Örneğin eğer birisi bir ülkede mevcut feodal toplumun yerine kapitalist toplumun geçmesini istiyorsa ilericidir. Eğer bu geçiş halkın yararına ve halkın katılımı ile demokratik bir şekilde oluyorsa aynı zamanda demokratiktir.

***

Her demokrat aynı zamanda ilericidir. Ama her ilerici demokrat değildir.

***

Bu konuda bir örnek: Bismarck, 1870 yıllarında Almanya'da iki ilerici görevi yerine getiriyor. Birincisi, Bismarck, feodalizmden kapitalizme yukarıdan aşağıya geçişi sağlıyor. Yani büyük toprak sahiplerinin topraklarını muhafaza ederek büyük kapitalist çiftçiye dönüşünü sağlıyor. Bu şekilde feodalizm 'yukarıdan devrim'le ortadan kaldırılıyor; İkincisi, dağınık Almanya'yı bir araya getirerek Almanya’nın ulusal birliğini ve ekonomik kalkınmasını gerçekleştiriyor.

Marks, Bismarck'ın ilerici bir tarihi görevi yerine getirdiğini vurguluyor. Ama Bismarck'ın ilerici politikasını desteklemiyor. Bismarck'ı destekleyen Lassalle'cileri Prusya Kraliyet Sosyalistleri olarak adlandırıyor. Lenin ise şöyle söylüyor: 'Kendi Junker'ce tarzında Bismarck, ilerici tarihi bir görevi yerine getirmiştir; ama Bismark'ın sosyalistlerce desteklenmesini haklı gösterecek bir kimse doğrusu yaman bir 'Marksist' olurdu.'

Bir partinin veya bir hareketin ilericiliği değerlendirilirken, yalnızca o partinin 'Ne' yaptığına bakılmaz, aynı zamanda 'Nasıl' yaptığına da dikkat edilmeli.

1871 yılında Almanya’nın birliğini ve feodalizmden kapitalizme geçişi yukarıdan sağlayan Bismarck tarihsel olarak ilerici idi ama demokrat değildi. Çünkü yapılan köylülerin/halkın yararına bir değişim değildi. Bismarck, büyük toprak sahiplerine tavır almadan, bir toprak devrimi yapmadan feodalizmi ortadan kaldırmıştı. Bu açıdan Bismarck, tarihsel bakımdan ilerici bir rol oynamıştı. Ama Marks ve Engels Bismarck‘ın ilericiliğini destekleyen sosyalistleri ‘kraliyet sosyalistleri‘ olarak suçlamışlardı.

Kemalist aydınlar da ilerici olmak ile demokrat olmayı birbirlerine karıştırırlar. Evet, Mustafa Kemal saltanatı ve halifeliği kaldırmakla tarihsel bakımdan ilerici rol oynamıştır. Doğru. Ama cumhuriyetin demokratik olduğunu ancak muhafazakarlar iddia edebilir. Bugün anti-demokratik oligarşik cumhuriyeti savunan Kemalist aydınlar, bırakın demokrat olmayı ilerici bile değiller. Çünkü mevcut statükonun korunmasını istiyorlar.

Türk Kurtuluş Savaşı ve Kürt Özgürlük hareketi birbiri ile karşılaştırılırsa şu gerçek göze çarpar: Türk aydınlanması ve Kurtuluş Savaşı yukarıdan aşağıya olmuştur, Türk aydınlanmasında devlet temel belirleyici rol üstlenmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi ve aydınlanması ise aşağıdan yukarı olmuştur ve halka dayanmaktadır. Türk aydınlanması ilerici, ama demokatik değildir. Türk Kurtuluş savaşı ile karşılaştırıldığında Kürt Özgürlük hareketi ise hem daha ilerici hem de amaçları açısından daha demokratiktir. Türk Kurtuluş hareketi, esas olarak devleti kurtarmaya ve modernleştirmeye yönelikti. Kürt Özgürlük hareketi ise devletin ve toplumun demokratikleşmesine yöneliktir.

Oligarşik cumhuriyetin Kürt Sorunu karşısındaki anti-demokratik, şovenist tutumu biraz da Kürt hareketinin devleti demokratikleştirmeye yönelen bir halk hareketi olmasından değil midir ?

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Ergenekon generalleri Schiller’in WALLENSTEİN’i mi?


Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Mehmet Akif ERSOY der ki ; ’Tarihten ders alınsa idi tekerrür mü ederdi?”

Büyük Alman yazarı SCHİLLER 30 sene harplerine anımsayarak WALLENSTEİN adlı en üst generalin , zamanın kralına kırgınlığının öcünü almak için , kralı devirme planları yaptığını dile getiren meşhur DRAMA eserini 200 sene önce yazmıştır.. Düşman İsveç devleti ile münasebete geçen general, kendisine bağlı olduğunu zannettiği ikinci derecedeki generalin kralı durumdan haberdar ettiğinden bihaber. Planını fiiliyata geçirmekteki kararsızlığı, gecikmesi, taktik hatası neticesi , krala sadakatsizliği yok edilmesine sebep olur. Bu tarzda iktidarı ele geçiren tarihte , bizim tarihimizde çok misalleri vardır. Enver paşa, Gürsel, Kenan Evren paşalar gibi. Başarıya ulaşamıyanların ise trajik sonları olmuştur. Şimdi Ergenekon paşalarıda aynı akıbete uğramak üzereler. Özkök paşa sayesinde.

Başbakan Erdoğan Baykal’a ve Bahçeli’ye EMPATİ duymalıdır.

AK partinin her müsbet icraatı, başbakanın her konuşmasında vurguladığı hizmetler, CHP nin ve MHP nin oy kaybına uğrattığı aşikar. Bu sebepledir ki , her ikiside , demokratik memleketlerde olduğu gibi muhalefet yapacaklarına, sinirlerine hakim olamıyorlar, hakaret etmekten dahi sakınmıyorlar. Psikolojik yönden durumlarını izah edecek olursak, oy kaybını önlemek için daha makul hareket edipte millet nazarında sempati kazanacaklarını düşünemiyor, düşmanca tavırlarını dahada artırıyorlar. Erdoğan onları oy kaybettirmeğe mahal söylemlerde bulunarak, müsbet icraatlarla negatif, saldırgan, inkarcı beyanlara şartlandırmış oluyor. Böylece politik gerilim yurtta gittikçe artıyor. Bana göre Erdoğan’ın MEVLANA’yı tetkik edip ,hasımlarına karşı EMPATİ duygularını geliştirip, onlara karşı sinirlenip, haşin cevaplar yetiştirmek yerine , ılımlı davranıp, GÜL atmayı denemelidir. Hem millet nazarında daha çok sempati kazanır. Hemde muhataplarını daha salim düşünmeğe sevkedebilir. Yoksa bu gerilim gittikçe artar. Bu iç olitikada KISIRDÖNGÜ yaratır. Ergenekon paşalarını, Wallenstein’lara heveslendirmiş olur ki bu vatana yazık olur.

MEVLANA bir fahişeyi nezdine kabul edince , taraftarlarından infial görür. Onlara cevabı şöyle olur:

”Şayet ben fahişelere bu hamiyeti göstermesem, eşlerinizi saldırgan erkeklerin tacizinden kurtaramam. Bunlar bir nevi sosyal hizmet veriyorlar. Fahişeliğe katlanıyorlar.Takdir etmeniz gerekir.’’

Demek ki mühim olan karşıtınıza mukni sözler etmeği bilmektir. Sinirlenip ayni seviyede cevap yetiştirmek kolaydır. Zor olan infial göstermeden, daha mulayim laflar edebilmektir.

10.o8.09 Viyana.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Gazeteci Murat Altunöz'e Polis Tehdidi



Haber: Dicle Haber Ajansı (Diha).

HATAY (DİHA) - Antakya merkeze bağlı Karlısu Beldesi civarında çıkan çatışmada yaşamını yitiren Yusuf Tiryakioğlu'nun cenazesi toprağa verilmek üzere memleketi Ordu'ya gönderildi. Haberi takip eden Hatay muhabirimiz Murat Altunöz ise bir sivil polis memuru tarafından tehdit edildi.

Edinilen bilgilere göre, Antakya'nın merkeze bağlı Karlısu Beldesi yakınlarındaki askeri radar mıntıkasında devriye gezen askerler ile HPG'liler arasında çatışma çıktı. Çıkan çatışma sonucunda Yusuf Tiryakioğlu adlı asker hayatını kaybederken , Cüneyt Sevinçkan adlı asker ise yaralandı. Yaralanan asker Antakya Devlet Hastanesi'ne kaldırıldığı öğrenilirken, bölgede geniş çaplı bir operasyon başlatıldı. Antakya Devlet Hastanesinde morgundan alınan asker cenazesi daha sonra Hatay il Jandarma Komutanlığına götürüldü. Orada düzenlenen tören sonrasına Asker cenazesi memleketi Ordu'ya yollandı. Çatışma ile ilgili Hatay Valiliği de bir açıklama yaptı. Açıklamada, çatışmanın 7 Ağustos'ta saat 21.45 sıralarında, meydana geldiği belirtilerek, 1 askerin hayatını kaybettiği, bir askerin yaralandığı bir HPG'linin yaşamını yitirdiği ifade edildi.

Muhabirimize tehdit

Antakya Devlet Hastanesi önünde çekim yapan Hatay Muhabirimiz Murat Altunöz'e sivil bir polis memuru ise ölümle tehdit etti. Muhabirimiz çekim yaptığı sırada yanında gelen sivil polis memuru, "Şehitlerimizin intikamını alacağız. Ne seni ne diğerlerini burada barındırmayacağız. Yakında hepiniz göreceksiniz" dedi. Sözlere tepki gösteren muhabirimiz Altunöz'e ise polisin "Seni burada barındırırsak şerefsiziz. En yakın zamanda seni ziyarete geleceğiz" şeklinde tehditler savurdu.

7 Ağustos 2009 Cuma

3 G Sizi Mutlu Eder mi..?


“...Artık herkes G2’sini çöpe atıp sevgili G3’üne kavuşabilir. Bu saçmalığın bir ilerleme sayılması abes değil mi?.. Benim cep telefonum yok, bu güne kadar hiçbir iletişim sıkıntısı çekmedim. Evde telefon olmadığı zamanlarda da bir iletişim sorunum olmadı. Yararlı olmayan ama zararlı ve lüzumsuz olan bir şeye sahip olmak niye?..”

Fikret Başkaya

Teknoloji hârikalar yaratıyor ve her teknik ilerleme insanlık fotoğrafını daha çok karartıyor. Ve insanlara şimdilik sabrederler, ilerlemenin ‘geçici olumsuzluklarına’ katlanırlarsa, ilerde dünya cennetinde yaşayacakları söyleniyor... Onlara gösterilen madalyonun sadece bir yüzü... İlerlemenin ve onun bir aracı olan teknolojik harikaların neyi yaptığına odaklanınca, neyi bozduğu gözden kaçıyor. Oysa bilimsel-entellektüel faaliyet, ancak insâni-toplumsal olayları ve süreçleri çelişik karekterleri, antinomik bütünlükleri itibariyle kavradığında bir kıymet-i harbiyeye sahip olabilir.

Halk arasında ‘ilerlemeye karşı çıkılamaz’ düşüncesi geçerli. Böyle bir şey söylemek, sermayeye ve devlete karşı çıkılamaz demeye gelir. Zira, kendinden menkûl ilerleme denilenin gerisinde bu ikisi var. Ancak bu ikisi varsa bilimsel-teknik ilerleme mümkün... Eğer ilerlemenin gerisinde devlet ve sermaye varsa, egemen olmanın ve kâr etmenin hizmetindeki ‘modern teknolojinin’ tarafsızlığından söz etmek abestir... Asıl kafa karışıklığı yaratan şey de, bir meta uygarlığı, tam bir sömürü metabolizması ve/veya ölü-emek uygarlığı olan, eşyayı onu üreten insandan mûteber sayan, mantığı ve özü itibariyle de amoral [ahlâk dışı] olan kapitalist çağın ‘modern teknolojisinin’, kapitalizm öncesi dönemin zanaatlarıyla bir ve aynı şey sayılmasıyla ilgili. Oysa, kapitalizm öncesi dönemin uygarlıklarında geçerli zanaatlar sömürünün ve kâr etmenin, meta üretiminin hizmetinde değildi, farklı kaygıların ve ihtiyaçların hizmetindeydi; o teknolojiler kullanım değeri üretmenin hizmetindeydi. Söz konusu toplumsal formasyonlarda ekonomi topluma içkindi, onda içerilmişti [mündemiçti] ve ona tabi idi...

Kapitalizmle birlikte bu ilişkinin yönü ve mahiyeti değişti. Ekonomi toplumun öteki veçhelerinden bağımsızlaştı ve onları kendi mantığına tâbi kıldı. Şimdilerde teknolojinin dizginlerinden boşanıp, tam bir kâbusa dönüşmesinin gerisinde işte bu terslik var... Egemen elite ve bir bütün olarak ayrıcalıklı sınıflara mensup olan yeryüzünün efendileri cephesinin, teknolojik ilerlemeyi yüceltmesi anlaşılır birşey, zira modern teknoloji onların dünyanın beşeri ve doğal zenginliğini yağmalamak demek. Bu yüzden her yeniliği, her teknik ilerlemeyi mutlaka olumlu birşey sayıp-yücelteceklerdir. Daha rafine ve ‘hümanist’ olanlarıysa, bazı olumsuzluklar söz konusu olsa da, bunun kimi reformlarla, iyileştirmelerle aşılacağını düşünüyorlar. Çünkü, kapitalizmin ameliyat edilemezliğinin farkında değiller... Kapitalist patronlar işçilere daha ‘iyi’ ücret öderse, iş güvenliğine riayet edilirse, kamusal kaynaklar silaha değil, eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe, kültüre harcanırsa, ekolojik gereklere uyulursa, Üçüncü Dünya’dan ithal edilen tarım ürünlerine, enerji ve madenlere daha ‘adil’ bir fiyat biçilirse, ilerlemenin olumsuzluklarının törpüleneceğini sanıyorlar... Eğer soru sorma aşamasında hata yaparsanız, vereceğiniz cevapların bir kıymet-i harbiyesi olmaz. Doğru soru şu olabilir: Neden Afrika’nın Asya’nın Latin Amerika’nın köylüleri emperyalist dünyanın ihtiyaç duyduğu şeyleri [kahve. kakao, çay, enerji, maden, vb.] üretip ihraç ediyor da kendi ihtiyacı olan şeyleri üretmiyor? Hümanist-rafine aydınların sorması gereken asıl soru, neden birileri [azınlık] zengin ve başkaları [çoğunluk] yoksulluk ve sefalet içinde? Neden dünya toplumları şimdilerde Kuzey/ Güney diye bölünmüş durumda? Neden Güneyin zenginliğine Kuzey el koyuyor ve Kuzeyde bir Güney, Güneyde de bir Kuzey var ve neden başka türlü olması mümkün değil?

Eski dönemlerin zanaatlarıyla bu günün teknolojileri aynı şey değil. kapitalizmin ürettiği teknoloji, geleneksel zanaatların iyileştirilmiş - geliştirilmiş bir versiyonu değil. Su ile çalışan değirmenle, nükleer santral aynı şey değil. Arada sadece nicelik değil, nitelik farkı da var... Ünlü Alman filozof Martin Heidegger bu yüzden hidro-elektrik santralle, rüzgar değirmeni arasındaki nitelik farkına gönderme yapıyordu... Kapitalizm çağında, kâr etmenin hizmetindeki teknoloji demek, her seferinde daha çok üretmenin hizmetinde olmak demektir ki, bir başına bir varlığı söz konusu değildir, başka amaçlara eklemlenmiş durumdadır... Bir yere kurulan 20 adet yel değirmeniyle, bir veya birkaç nehir vadisine kurulmuş 20 barajı aynı şey saymak, sorunu anlamak istememek demektir. 20 adet barajın orada yaşayan insanlar, doğal çevre, tarihsel miras, iklim, vb. alanında ortaya çıkardığı sayısız olumsuzluklarla 20 yel değirmenin ortaya çıkardığı durumu bir ve aynı şey saymak mümkün değildir Soruyu şöyle de formüle edebiliriz: bölgeye kurulan 20 yel değirmeni, o bölgenin insanlarını göçe zorlar mı? O bölgedeki tarihi yok eder mi? Toprağın kimyasal yapısını bozar mı? Havanın nem oranını değiştirir mi? Hava sıcaklığını artırır mı?.. Bu konuda sorular sormaya kalktığınızda cevap hazır: ilerlemeye karşı mısın? İlerlemede, gelişmede ne kötülük var, elektiriği bırakıp muma, çıraya mı dönmemizi istiyorsun? Söylenen kabaca şöyle: Kötü olan teknoloji değil, onun nasıl kullanıldığıdır. Teknoloji basit bir araçtır ve mutlaka yararlıdır... Onu iyi amaçlar için de, kötü amaçlar için de kullanabilirsin, zira, teknoloji yansızdır [nötr]. Teknolojinin yansızlığı [nötre oluşu] da başlıca iki gerekçeye dayandırılıyor: Birincisi, teknolojiyi herkes kullanıyor; İkincisi, teknolojileri geliştirmek üzere kullanılan tüm bilimler de etik olarak yansızdır [nötr]... Velhasıl, sorun teknoloji ve teknik bilimle igili değildir... Bu yaklaşım halk dilinde at sahibine göre kişner özdeyişiyle ifade edilene gönderme yapıyor ama gözden kaçan bir husus var: Özdeyiş, atın huysuz olabileceği, yaramaz olabiliceği ihtimalini dikkate almıyor.

Kapitalizmin ürettiği ‘modern teknoloji’ insanı insanlıktan çıkarmadan ve doğa tahribatını derinleştirmeden yol alamıyor. Her seferinde daha ileri teknoloji demek, daha büyük insânî, sosyal ve ekolojik kötülük demektir. Kapitalist kültür önce insanları soru soramaz hâle getiriyor, sonra da her türlü kepazeliği ilerleme, kalkınma, vb. olarak dayatmayı başarıyor. Haklı olarak, ünlü Hintli kadın yazar Arundhati Roy buna “kalkınma adına ilân edilmiş sivil savaş“ diyordu... Harikalar yaratan ileri teknoloji neyi amaçlıyor, neyin hizmetinde, ne tür sonuçlar ortaya çıkarıyor?.. Sorun sadece, Atom bombası, kara mayınları, nükleer, kimyasal-biyolojik silahlar, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalarla [GDO], vb. ilgili değil. Kapitalist üretim bir bütün olarak canlı olan her şeye düşmandır... Öyleyse tarafsız, yansız bilim ve teknoloji, bilimin evrenselliği türü safsatasından yakayı kurtarmak gerekiyor. Teknolojik ilerlemeyle, çözülmesi gereken sorunlar arasındaki ilişkinin tersliği gözden kaçıyor. Onca öğünülen, hârikalar yarattığı söylenen modern teknoloji sorunları çözmenin bir aracı değil, tam tersine bizzat sorunun kendisi... Dev adımlarla ilerleyen ‘modern teknolojiyle’ birlikte başka şeyler de ilerliyor: yoksulluk, açlık, sefalet, doğal çevre tahribatı, hızla yok olan biyolojik-kültürel çeşitlilik, anlam kaybı, sayısız insâni yabancılaşmalar... Kapitalist sömürünün hizmetindeki teknolojik ilerlemeyi ancak düşünme yeteneği dumura uğramış olanlar olumlayabilir... Zira, kapitalizmin mantığı sömürücüdür- sömürgeleştiricidir- merkezileştiricidir, metalaştırıcıdır... Toplumu ve doğayı sadece sömürülebilir bir rezerv olarak gören bir üretim tarzının ‘büyük insanlığa teklif edeceği birşey olabilir mi? Kendisi sorun olan kapitalist teknoloji sorunların çözümünü temsil edebilir mi?
Marksist sol, teknoloji eleştirisi konusunda sınıfta kaldı
Marksist sol teknolojik ilerlemeyi hiçbir zaman kapsamlı-tutarlı-bütünlüklü bir eleştiriye tâbi tutmadı. Marx, diyalektik yönteminin bir gereği olarak, teknolojinin çelişik niteliğininin farkındaydı. Çeşitli eserlerinde bu soruna değinmekle birlikte bütünlüklü bir teknoloji eleştirisi yapmadı. Bazı yazılarında üretici güçlerin gelişmesine yaptığı abartılı vurgu onun teknoloji eleştirisinin görmezden gelinmesine neden oldu. Komünist Manifesto’da burjuvazinin ilerletici rolüne dair söyledikleri ve eserlerindeki başka bazı ifadeler, kapitalist teknolojinin tek yanlı olumlanması olarak anlaşıldı. Özellikle Komünist Manifesto’da burjuva teknolojisine çoşkulu bir övgü yapılıyor ve şöyle deniyordu:

“Burjuvazi, yüz yılı ancak bulan sınıf egemenliği süresinde, daha önceki kuşakların toplamından daha kitlesel ve daha muazzam üretim güçleri oluşturdu. Doğa güçlerinin dizginlenmesi, makineleşme, sanayide ve tarımda kimyanın kullanılması, buharlı gemi işleyişi, demiryolları, elektrikli telgraflar, dünyanın her bölümünde toprağın işlenebilir hale getirilmesi, ırmakların ulaşım için düzenlenmesi, yerinden koparılan bütün insan toplulukları —daha önceki hangi yüzyıl, toplumsal emeğin bağrında böylesine üretim güçlerinin yattığını sezmiştir!”

Dikkat edilirse, yukardaki alıntıda burjuva teknolojisinin bir veçhesi sorun ediliyor ve sadece yapılandan söz konusu ediliyor. Madalyonun öteki yüzüne, yıkılana dair birşey söylenmiyor... Fakat Marx başka yerlerde bu eksikliği kısmen giderici tespitler yapıyor. Mesela büyük sanayide işçinin durumuyla ilgili yazdıkları, onun sorunun çelişik karekterinin farkında olduğunu açıkça gösteriyor. Yoğun makina kullanımıyla işin [çalışmanın] özerkliğini ve çekiciliğini bütünüyle kaybettiğinden, ve proleterin makinanın basit bir uzantısı haline geldiğinden, çalışmanın itici- geriletici [repoussant] hale geldiğinden söz ediyor. Marx, sadece insana verilen zararlara değil, doğaya verilen zararlara da dikkat çekmişti. Ünlü eseri Kapital’de şunları yazıyor:

“ Üstelik, kapitalist tarımdaki her gelişme, yalnız emekçiyi soyma sanatının değil, toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman için toprağın verimliliğinin artmasındaki her ilerleme, aynı zamanda bu sonsuz verimlilik kaynağının mahvedilmesine doğru bir ilerlemedir”... “Kapitalist üretim, bu nedenle teknolojiyi değiştirir ve ancak bütün zenginliğin asıl kaynağını, yani toprağı ve emekçiyi kurutarak çeşitli süreçleri toplumsal bir bütün içinde birleştirir.”

Marx başka eserlerinde de teknolojik ilerlemeye benzer eleştiriler yöneltiyor ama o esas itibariyle teknolojinin kendisine değil, onun kapitalist sistem tarafından kullanılış biçimine itiraz ediyordu... Oysa bizzat kapitalizmin ürettiği teknolojinin tartışma konusu yapılması gerekirdi...

Her şeye rağmen Marx’ın eserlerinde tutarlı bir teknoloji eleştirisine başlangıç teşkil edebilecek unsurlar mevcuttu. Fakat, XIX’uncu yüzyılın sonundan itibaren ‘markist sol’ bu bahsi tümden kapattı. II. ve III. Enternasyonallerin kaba marksizmi, hiçbir zaman kapitalizmin ürettiği ‘modern teknolojiyi’ tartışma konusu yapmadı. Marx sonrası sol teknoloji konusunda geçerli pozitivist ve iyimser yaklaşımı benimsemekle yetindi... Teknoloji yansızdır, önemli olan kimin tarafından kullanıldığıdır şeklindeki kaba yaklaşım II. ve III. Enternasyonal marksizminin de yaklaşımıydı. Oysa, insanın insan tarafından sömürülmesine son verildiğinde doğanın insanlık toplumu tarafından sömürülmesinin sona ereceğine dair kaba yaklaşım sakattı. Zira, doğa pozitivist felsefe tarafından sınırsız kullanılabilir bir rezerv ve ticaret [alım-satım] konusu bir meta olarak görülüyordu. Marx sonrası marksizm de bu yaklaşımı benimseyip, rotadan çıkmıştı... Marksizmin kendi varlık nedenine yabancılaşıp, eleştirel-devrimci özünden arındırılarak, sendika, parti, ve devlet bürokrasilerini meşrulaştırma aracı haline geldiği koşullarda, artık burjuva teknolojisinin eleştirisi de dahil hiçbir sorunla ilgili eleştiri ve açılım mümkün olmayacaktı... Böylesi bir ortamda kapitalizmin ürettiği teknolojinin tahribatına dikkat çekenler, ya marksist olmayan düşünürler, ya da iki enternasyonalden bağımsız hareket edebilen, “resmi marksizden” uzak durabilen marksist teorisyenler olacaktı: Martin Heidegger, Walter Benjamin [ekolojik muhalefetin ve anti- nükleer hareketin habercisi], Franfurt Okulu’nun ünlü düşünürleri [Theodore Adorno, Horkheimer, Herbert Marcuse, Habermas...], Jacques Ellul, Ivan Illich, Charbonneaux, vb.

Kapitalizmin ürettiği - kapitalizmi üreten teknolojiye karşı çıkmadan kapitalizme karşı çıkmak mümkün değildir...

Tutarlı bir teknoloji eleştirisi, öncelikle teknolojinin yansızlığı [nötr] safsatasından kurtulmaktan geçiyor. “Silahlar insanları öldürmez, insanlar insanları öldürür” türü genel geçer kabullerden uzak durmayı gerektiriyor. Zira, kapitalist teknoloji araç- amaç bütünlüğünü ortadan kaldırmış durumda. Modern toplumların tam bir anlam kaybı, manipülasyon ve rasyonalize edilmiş şiddet sarmalına kapılmış olmalarının gerisinde, sözünü ettiğimiz amaç- araç bütünlüğünün ters-yüz olması gerçeği yatıyor. Etik ve estetik kaygılara ve gereklere yabancılaşma, başlıca sorunlardan birini oluşturuyor. Yunan kökenli ünlü Fransız düşünür Cornelius Costariadis, son söyleşilerinden birinde, “kapitalist toplumun uçuruma koştuğunu, zira hiçbir şekilde kendini sınırlayamadığını” söylemişti... “ Gerçekten özgür ve özerk toplum kendini sınırlamasını bilmek zorundadır, yapılmaması gereken şeyler olduğunu bilmek durumundadır, dahası yapmaya teşebbüs dahî edilmeyecek, arzu edilmememesi gereken şeyler olduğunu bilmelidir” derken, kapitalist teknik bilimin neden olduğu tehlikeye dikkat çekiyordu. Eğer teknolojik gelişmeye [progrès technique] çelişik karekteri itibariyle yaklaşılır, sadece yaptığı değil, yıktığı da göz ününe alanırsa, ortaya çıkacak sonucun egemen burjuva düşüncesinin sunduğu gibi olmadığı, bir tür sıfır toplamlı oyuna benzediği görülecektir... Eğer bir kalorilik gıda maddesi üretmek için dokuz kalori enerji harcıyorsanız, ortalıkta üretilmiş ilave birşey de yok demektir ama insanlar üretilenin nasıl, ne pahasına üretildiğiyle, üretilenin doğa ve topluma neye mâlolduğuyla ilgilenmeme eğilimindedirler... Ne demek istediğimize açıklık getirmek üzere bir-iki örnek şöyle olabilir. ‘Geleneksel’ teknoloji olan bin dokuma tezgahıyla bin aile onbin metre kumaş üretirken, yeni [ileri] kapitalist teknolojinin devreye girmesiyle yüz işçinin çalıştığı fabrikada yüzbin metre kumaş üretilmesi, ilk bakışta olumlu birşey, büyük bir ilerlemeymiş gibi görünebilir. Oysa, bu durum dokuzyüz ailenin bir gelirden yoksun olması, gelir dağılımının kapitalist patron lehine bozulması, doğal çevre tahribatının artması gibi sonuçlar da ortaya çıkarma istidâdı taşımaktadır. Dolayısıyla resim işsiz kalanlar tarafından, doğal çevre tarafından farklı, yüksek kârlar elde etme olanağına kavuşan kapitalistler tarafından farklı görülecektir... Bir günlük gazete, olumlayarak, bir hipermarketler zincirinin yetmiş yeni şube açacağını ve bunlarda üç bin kişi istihdam edeceğini yazdığında, resmin sadece bir kısmını göstermiş olur. Resmin tamamını görmek için kaç küçük esnafın iflasa sürükleneceğine, büyük marketlerin neden olacağı enerji israfına ve çalışanların ne tür koşulllarda çalıştığına, vb. da gönderme yapmak gerekirdi... Egemen cephe tarafından mutlaka olumlu sayılan, bolluğun, özgürlüğün, ilerlemenin, kalkınmanın vazgeçilmezi sayılan ileri teknoloji, karşı taraftakiler tarafından kolaylıkla, kölelik, güvensizlik, dışlanma, sosyal kriz, doğa tahribatı, Üçüncü, Dünya’nın yıkımı, vb. olarak görülebilir... Tıp teknolojisindeki bazı gelişmeler ortalama insan ömrünü uzatmayı başardı ama başka bazı ilerlemeler de bir dizi ‘modern hastalığın’ ortaya çıkmasına neden oldu. Kanser, diabet, obezite, vb. ortalama yaşam beklentisini ters yöne çekme potansiyeli taşıyor... Savaşlarda ölen insan sayısındaki devasa artış ‘ileri teknolojinin’ eseri. Son yüzyılda trafik kazalarında ölen insan sayısı II. Dünya Savaşında ölenlerden daha fazla... Bir tür katliam halini alan bu ölümler neden tartışılıp-gereği yapılmıyor? Yapılmaz zira, orada yüksek çıkarlar var: otomotiv endüstrisinin, büyük petrol kartellerinin, oto-yol yapan büyük inşaat firmaların baronları devasa kârlar elde ettikleri için... Üretilen her araba doğacak her çocuğa karşıyken bu saçmalığı bir ilerleme ve refah unsuru saymak niye... İş kazalarında ölenler milyonlarla, yaralananlar da yüz milyonlarla ifade ediliyor ve kimse gerçek rakamı bilmiyor. Zira, ayıbı açığa vurmak daha büyük ayıptır denmiştir.

Şimdilerde teknoloji harikası olarak sunulan G3 gündemde... Reklamcılar ve reklamcıların hizmetindeki “sanatçılar” bu amaç için seferber olmuş durumda... Bunun iletişim alanında bir mucize olduğu söyleniyor. Artık herkes G2’sini çöpe atıp sevgili G3’üne kavuşabilir. Bu saçmalığın bir ilerleme sayılması abes değil mi? İnsanlara önce ihtiyaçları olmayan bir şey satılıp, ihtiyaç haline getiriliyor, sonra da satılan şey sürekli yenileniyor. İnsanlar yeniye sahip olmak için çırpınıp duruyor ve yeniye sahip olduğunda mutlu olacağını sanıyor. Oysa ihtiyaçları olmayan lüzûmsuz bir nesnenin peşinde koştuklarının farkında değiller. Gerçekten cep telefonu diye birşeye ihtiyacınız olduğuna inanıyor musunuz? Böyle bir araç belki bazı meslek insanları için gerekli olabilir: mesela ücra bir köyde sağlık ocağında çalışan doktor, ebe, hemşire, orman koruma memuru, çokuluslu bir şirketin yöneticisi, ‘emniyet müdürü, Afganistan’da ‘barışı tesis etmekte olan’ Amerikalı general, açık denizde balık avlayanlar, vb. ama benim gibi evinde ve işyerinde zaten telefonu olan biri neden cep telefonu alsın? Benim cep telefonum yok, bu güne kadar hiçbir iletişim sıkıntısı çekmedim. Evde telefon olmadığı zamanlarda da bir iletişim sorunum olmadı. Yararlı olmayan ama zararlı ve lüzumsuz olan bir şeye sahip olmak niye? Sebebi çok açık: birilerinin kâr etmesi gerekiyor... Bir an önce G3 edinmek için sabırsızlananların bilmesi gereken bir şey var: Sizin ne G’1’e, ne G2’ye ne de G3’e ihtiyacınız yok. Ama cebinizde taşıdığınız lûzumsuz küçük şeyin hayatınızı tehlikeye atma riski yüksek... Telefonla mutlu da olamazsınız, zira maddi şeylerle mutlu olunmaz üstelik bir de lüzûmsuzsa... Aksi halde darısı G4’e denecektir...