29 Kasım 2010 Pazartesi

YETER SÖZ MİLLETLERİNDİR!




Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Tarihi ile yüzleşemeyen korkaklar: YETER SÖZ MİLLETLERİNDİR !

Cezaevi katliamı hakkında Umur TALU ve Livaneli’nin hatırlatmalarını okuyunca yüreğim öylesine sızladı ki, sol seçkinlerin methü sena da yırtındıkları ,Türk siyasi tarihinde günahları saymakla bitmez. ECEVİT gözümde yeniden pespayeleşti. Ona güvenlik konseyi toplantısında terbiyesizce anayasa kitabını fırlatan memur cumhurbaşkanı SEZER de hakeza sorumsuzluğuna güvenerek Fazıl Say’ın kastettiği manada arabeskleşti.

Türkiye’ de hiç kimsenin, kanunlarla absolut dokunullamazlıştırılan, Mustafa Kemal’in DERSİM’ de 50 bin İNSAN’ın katliamı emrini verişi ile hiç mi yüzleşmeyeceğiz?. Kürt ve alevi aslını inkar edercesine, o kelimeleri ağzına almaktan dahi tir tir titreyen KILIÇDAROĞLU’nu ciddiye alıp pohpohlayan yalaka köşe yazarlarının çok geçmeden hayal kırıklığına uğrayacaklarını hesap edememelerine hayret ediyorum.

Bin senedenberi kardeş, kardeş yaşadığımızı iddia eden Bahçeli’nin saldırgan uslübunu kaale almayanlarada hayret ediyorum. Adam mitinglerde Öcalan için idam ilmiği atıyor, Son seçimlerde Osmanlı tokatı atılacağını duyururken meclis dışında kaldığı, şimdide milletin şamar atacağından bahsetmesi size gülünç gelmiyor mu?. Osmanlı tokatını sen yemedin mi milletten? 29 defa isyan etmiş bir milletle kardeş, kardeş yaşadığımızı nasıl iddia edersin?. O canlı bombalar ne demek istiyorlar anlıyor musun? Yaşamın en güzel çağında , akademisyen genç kızların son çığlıkları, canlarına kıyarak sizin gibi sağırlara ne demek istediklerini anlamak için beyninizde rezeptörler var mı?

Öcalan’a 40 bin gencin katili derken 35 binin PKK lı genç olduğunu bilmiyor musunuz?. Onları kim katletti?. Hatta Başbuğ ‘’ 1 Mehmetciğe karşı 7 PKK lı Kürdü etkisiz hale getirdik(!) diyerek böbürlenmedi mi?

De FACTO, Fırat’ın ötesi ile bölünme gerçekleştiği halde, bu durumu görmemezlikten gelip bölünme Paranoyası ile milleti korkutmanızın ne faydası var? Kürdistan kelimesinden ne kadar korkuyorsunuz? Kürdistan halkı birlikte yaşamak mecburiyetinde, çünkü yarısı batıya göç ettirildi. Onun için tek çare Lozan da da dile getirildiği gibi Kürtlerin kurucu millet olarak kabulunden, anadilde eğitimin anayasal güvence altına alınmasından başka çare yok. Elbette insancıl olan çözüm silahların terk edilmesidir. Fakat PKK eylemsizlik devrine girince siyasi yönden hiç bir adım atılmıyor. Biz büyük devletiz. Bizi silahla tehdit edemezsin deniyor. Sen silahtan başka anlamıyorsun ki, gel teslim ol, hapishaneye gir diyerek kendini üstün ırk pozisyonunda , kibirle mukabele ediyorsan. Kıbrıs’ta istediğin gibi eşit şartlarda müzakereyi kabulleninceyedek dağdan kimseyi indiremezsin. Onları böyle bir diktayı kabul edecek kadar NAİF mi zannediyorsunuz? Aslına bakılırsa sizin bu emriniz NAİF sayılmaz mı?

Kürtlerin istediği bir hakkaniyet, AB nin tavsiye ettiği, ABD nin ön gördüğü gibi Kürtlere özgürlük haklarının verilmesi. TÜRK kelimesinin Türkiye vatandaşlarının ismi, Kürt kelimesinin ise sadece etnik bir mana taşıdığı yutturmacısından ne zaman vazgeçeceksiniz?

Benim aklımın yettiği çözümüne, gerek Kürdistan da, gerekse Kıbrıs’ta, oralarda yaşayan halkın karar vermesidir. Onun içinde referandum yapılmasıdır. Kanada da, Belçika da , Çekoslovakya da ,yani medeni milletlerde olduğu gibi sadece halk referandumla karar vermelidir.

1. Birlikte mi yaşamak istiyorsunuz?

2. Federasyon mu?

3. Ayrı ayrı iki devlet mi istiyorsunuz diye sormalı.

Buna ne Bahçeli, ne Denktaş, ne Erdoğan, ne Öcalan karar vermeli .

Asli muhatabı halklara neden sormuyorsunuz? Binlerce gencin telefiyatına sebep oluyorsunuz? Gerek Kıbrıs, gerekse Kürdistan sorununu bir kaç siyasinin diktatoryasının emrine terkediyor ve sorumsuzluğunuzda israr ediyorsunuz?

Demokrasi bütün bu sorunların ilacı ise insanların giyim kuşamına ne karışıyorsunuz? İnsanların hangi bayrak altında yaşamak istediğine karışıyorsunuz? Rektör seçimlerini tamamen Universite mensuplarına bırakmıyorsunuz? Sorunların çözümünün siyasilere bırakılacak kadar basit olmadığının, gerçeklerin başka yerlerde olduğunun , seneler geçmesine rağmen çözmeye muktedir olamadığınızı hala idrak edemediniz mi?

Yeter bu milletlerin sizden çektiği. Gençlerin katlinin GÜNAH’ının sizler olduğunuzun bilincine ne zaman varacaksınız? 1950 de Demokrat Parti ne demişti. YETER SÖZ MİLLETLERİNDİR.(!!!!)

Antalya. 28.11.10

28 Kasım 2010 Pazar

CHP ile ittifak


Ahmet DERE
Gazeteci / Yazar

Son günlerde BDP-CHP ittifağı konuşulmaktadır. BDP’nin bu konuda yapmış olduğu açıklamalara bakıldığında, özellikle 2011 seçimlerinde CHP ile ittifak yapılmasına sıcak bakıldığı görülmektedir. Ancak aynı yaklaşımın CHP tarafından gösterildiğini söyleyemeyiz, bazı yöneticileri tarafından dolaylı olarak olumlu sözler sarfedilirken (Gürsel Tekin gibileri), yer yer de BDP’yi suçlayıcı ve küçük düşürücü beyanlar kendi milletvekilleri ve yöneticileri tarafından ifade edilmektedir. Bu tartışmaların nereye kadar gideceğini, nasıl bir sonuç vereceğini bilemiyoruz. Önümüzdeki aylarda her iki partinin de pozisyonları netleşecek, netleşmek zorundadır.

Deniz Baykal ile ilgili ortaya çıkarılan kaset olayı derin devletin bir planı olduğu, bununla CHP’ye belli bir çeki-düzen verilmek amaçlandığını hatırlatmakta fayda vardır. Deniz Baykal başkanlığındaki CHP rolünü oynayamadığı nedeniyle böylesi bir operasyona tabi tutulmuştur. Eğer bu gerçeklik söz konusu olmamış olsaydı, Deniz Baykal’ın kişisel zaafiyeti daha nice yıllar gizli kalabilirdi. Türkiye kamuoyu ve özellikle de CHP tabanı bu gerçekliğin bilincinde olduğu için yaşananları hemen kabulendi ve Baykal’ı arka sıralara kaydırdı. Dolayısıyla, yaşanan söz konusu süreçten sonra CHP kendi esas rolünü daha dikkatli ve planlı bir şekilde yerine getirmek zorundadır.

Kılıçdaroğlu gibi birinin CHP’nin başına getirilmesini sadece geçici bir sürecin ihtiyaçlarına cevap verme amaçlı olduğunu hep söylemişimdir. Zira, Cumhuriyet tarihinde önemli bir yeri olan, kemalizmin daimi savunuculuğunu yapan bir partinin başına, Kılıçdaroğlu gibi birinin uzun süre kalması ve bu parti üzerine düşen temel misyonu yerine getirmesi oldukça zor görülmektedir. AKP’nin sivri bazı yaklaşımlarının engelenmesi, kemalizmin temel ilkelerine ters düşen gidişata belli bir müdahalenin yapılması, bu ara sürecin bir görevidir. Işte « Kürt kökenli » Kılıçdaroğlu’na düşen görev, bunu yerine getirmektir.

CHP tarihi boyunca, tüm yapılanması üzerinde egemen olan zihniyet halen de bu partinin temel yönetsel felsefesi üzerinde etkindir. CHP’nin yeni yönetimi açısından temel sorun zihniyetle ilgili olarak görülmemektedir, onun için önemli olan bazı rötüşler yapmakla oy potansiyelinin sıfıra düştüğü bölgelerde yeniden güç toplamaktır. Şüphesiz Kürdistan CHP açısından ilk elden kazanılması gereken bir hedef bölge konumundadır. BDP ile itifak tartışmaları başladığı geçen haftadan beri CHP’nin katı milliyetçi-kemalist tabanı ve bazı yöneticileri tepki gösterince, Kılıçdaroğlu tarafından itifak arayışları veya arzuları konusunda yalanlama geldi. Aynı Kılıçdaroğlu, Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’dan özür dilemesi gerekirken, Paris’te şov yaparak Pere Lachaise üzerinden Kürtleri kandırmaya çalışmaktadır.

Yukarıda yazdıklarımın sebebi şudur ; özellikle biz Kürtlerin bu süreçte CHP’ye yaklaşımda çok dikkatli olmamız gerektiğini düşünüyorüm. Gerek BDP gerekse de diğer Kürt Parti ve Kurumlarının çok duyarlı olmaları, CHP’nin Kürdistan’da taban bulmasına onayak olmamaları önem arzetmektedir. Siyasette taktiksel adımlar atılabilir, her konuda hemfikir olmadığın partilerle, kurumlarla biraraya gelinebilir, ittifak yapılabilir, ancak bunlar yapılırken, herşeyden önce kısa, orta ve uzun vadeli çıkarların çok iyi hesaplanarak adım atılmalıdır. Aksi halde, önü kolay kolay alınmayacak, telafisi çok uzun süreleri alabilen, kayıpları büyük olan hatalar yapılır.

Bana göre, CHP ile ittifak yapma yerine, onun gerçek yüzünün açığa çıkartılarak kitleler nezdinde deşifre edilmesi daha isabetli bir yaklaşım olacaktır. Son 20 yıldır Kürt Sorununun çözümü konusunda yapılan tartışmalarda, hükümetlerden daha fazla CHP’nin engel olduğu bilinmektedir. Eğer Kılıçdaroğlu CHP’yi değişime tabi tutuyorsa, herşeyden önce, genel başkanı olduğu partinin geçmişteki bu hatalarına değinmesi ve bu nedenle Kürtlerden özür dilemesi gerekiyor. Kılıçdaroğlu’nun özellikle « Kürt ve Alevi » kimliğini öne çıkararak, hem Kürtlerin ve hem de Alevilerin oylarını almaya çalışmasına engel olmak herkesin, özellikle de BDP’nin görevidir.

Sellahatin Demirtaş’ın dikkat çektiği, Italya’daki Zeytin Dalı bloğu, HAKPAR, KADEP, EMEP, SDP, EDP, HAS Parti ve hatta Saadet gibi partiler ve Sivil Toplum Örgütleriyle yapılırsa daha önemli olup sağlam bir sonuç yaratabileceğini düşünüyorum.

----------------

Ahmet DERE'nin "21. Yüzyılda Kürtler" kitabı sipariş edilebilir;

http://farasintr.blogspot.com/2010/01/yeni-ckt.html

21 Kasım 2010 Pazar

Avrupai Türklerle Kürtlerin İttifakı mı?


Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se


Türkiye’de Merkez-Çevre teorisinin vazettiği türden bir Merkez olmasa bile siyasi, iktisadi, militer, kültürel vb. iktidarın simgesel ifadesi olarak bir merkezin varlığından söz edilebilir. Bir süredir İslamcıların kurulmaya başladıkları bu merkezin dünküne göre en önemli farklılıklarından biri, bölünmüşlüğüdür. Önceki makalelerimde kolaylık olsun diye Avrupai Türkler ve Asyatik Türkler diye adlandırdığım farklı iki gücün çekişme alanı olanı olarak merkez, başından ayağına kadar uzanan derin bir çatlakla yarılmış durumdadır ve bu durum, Kürt hareketi açısından siyasetin parametrelerini önemli ölçüde değiştirmektedir. Bu değişikliklerden en önemlisi, Kürt hareketinin merkezin değişik kanatlarına karşı manevra alanının genişlemesidir.

Kürtler, bütün Cumhuriyet tarihi boyunca kendi mücadelelerine merkezden bir müttefik aradılar. Bu, o kadar yakıcı bir ihtiyaç ve arayış idi ki, hareketin zayıflığıyla birleştiğinde bazen bu hareketin düşünsel, siyasal, kültürel vb. pozisyonlarıyla uyumlu olmayan veya öyle görünmeyen tutumlar ve söylemler benimsenmesine yol açabiliyordu. Örneğin 1921’deki Koçgiri ayaklanması, esas olarak Dersim Kürtleriyle sınırlı bir isyan olmasına rağmen, isyanın lideri Alişer, “Hilafet Ordusu Müfettiş-i Umumisi” ünvanını kullanmıştı. Bir Alevi Kürt ve Hilafet Ordusunun Genel Müfettişliği! Abdullah Öcalan’ın Kemalizm övgülerini hatırlatıyor, değil mi?

Birçok insana garip gelebilecek bu tutumun nedenini anlamak zor değildir aslında. Çünkü siyaset, siyaset alanındaki somut güçlerin somut pozisyonlarının biribirleriyle olan ilişkisiyle ilgili bir hikayedir. Onun karmaşıklığı da sadeliği de bu ilişkisel niteliğinde yatar. Siyaset yapılırken kullanılan söylemler, genellikle bu pozisyonları ve onların birbirleriyle olan ilişkilerini iyice belirginleştirmeye veya gizlemeye hizmet ederler. Pozisyonların ve bunların birbirleriyle ilişkilerinin yerine kendi başına ifadeleri veya retoriği geçirerek düşünmeye başladığımızda, siyaset ya anlaşılmaz olur, ya da en hafif deyimiyle iğrençleşir. Siyasetçilerin cambaz veya sahtekar oldukları yolundaki yaygın kanı da büyük ölçüde buradan beslenir.

Bu bakış açısından ele alındığında, 1921 yılında durum genel hatlarıyla şöyleydi: Osmanlı, yani ‘Alevi Kürtlerinin 500 yıllık tarihsel düşmanı’, bir dünya savaşının sonucunda çökmüştü; fakat Halife’de simgelenen güçler, İstanbul’un merkez pozisyonunun devam etmesi için mücadeleyi terk etmiş değillerdi. Buna karşılık Kemalist hareket Anadolu’da yeni bir merkez inşa etmekle meşguldü ve bu amaçla Kürtleri egemenlik altına almaya çalışıyordu. İşte tam bu iki gücün kapıştığı bir sırada ve bu karmaşayı fırsat bilerek Koçgiri’nin Alevi Kürtleri ayaklandılar.

Kime karşı?

Normalde Koçgirililerin 500 yıllık “tarihsel” düşmanlarına karşı ayaklanmaları beklenir. Ama öyle olmadı. Çünkü o sırada İstanbul hükümeti, Ermeni meselesinde kendisine elverişli bir pozisyon yaratmak ve Kürtlerin Kemalist harekete desteğini engellemek türünden nedenlerle Kürtlere özerklik vermeyi kabul etmişti. Ayrıca Sevr anlaşmasını da imzalamıştı ki bu da Kürtlere kısmi bir özerklik öngörüyordu. Ama en önemlisi, Koçgirili Kürtlerin çatışacağı muhtemel askerler İstanbul Hükümetine değil, Kemalist harekete bağlıydılar. Kısacası, şeriatçı Halife, Koçgirili Kürtlerin istekleriyle bir ölçüde uyumlu bir pozisyonda duruyorken, şeriatçı olmayan Kemalistler Koçgirililerin taleplerini bastıracak yegâne güç durumundaydılar. Bu koşullar altında Kemalistleri değil de Halife’yi düşman bellemek, Koçgirililer için düşünülebilecek en saçma şey olurdu. Alişer’in, Alevi Kürtler için kan, zulüm ve işkence dışında pek bir şey ifade etmeyen Hilafet’le ilgili bir sıfatı kendisine ünvan olarak seçmesini mümkün kılan şey, karşılıklı pozisyonların bu ilişkisiydi (tabii ki tek neden bu değildi).

Buradaki “garabeti” Alişer’in zekasının düzeyiyle ilişkilendirerek haksızlık yapanlar çıkabilir endişesiyle eklemek isterim ki bu hal, yani Kürtlerin merkezdeki güçlerden hiç olmazsa bir kısmının desteğini almak için çabalamaları, bütün Cumhuriyet döneminin değişmezlerinden biridir. İsyancılar sahnesine Alişer’den üç yıl sonra çıkan Birinci Mecliste Bitlis mebusluğu da yapmış Yusuf Ziya Bey’e bakınız örneğin. Kürt Azadi örgütünün siyasi lideri olarak Ankara’ya ve İstanbul’a sefer düzenleyen Y. Ziya, Kemalist yönetimin küstürdüğü, tehdit ettiği veya ezdiği kişi ve çevrelerle görüşmeler yapıp Kürtlerle bu çevreler arasında bir işbirliği veya uyum sağlamaya çalıştı. Bazı Azadi üyelerinin yazdıklarına bakılırsa, Beytüşşebap’taki isyanı başlatmasında bu görüşmelerde aldığı olumlu sinyallerin de etkisi oldu. Fakat isyan patlak verdiğinde (Eylül 1924) yardımına koşan tek Türk muhalif çıkmadı.

Yusuf Ziya’nın bu eyleminden ötürü idam edildiği gün dışarda artçı çatışmaları sürmekte olan Şeyh Sait ayaklanmasındaki durum da bir bakıma Beytüşşebap’ın devamıydı. İsyancılar, Yusuf Ziya’nın çizdiği yoldan yürüyerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticileriyle işbirliği yapmaya çalıştılar. Hem ayaklanma öncesinde, hem de ayaklanma esnasında İslami bir diskur kullanmayı tercih ettiler (elbette tek sebep bu değildi). Mahkeme savunmalarında bile Kürtlük için değil İslam için “kıyam” ettiklerini söylediler. Ama bütün bunlar, Abdullah Öcalan’ın Kemalizm güzellemelerinden daha fazla bir işe yaramadı. Kürt hareketini destekleyen Türk İslamcısı çıkmadı.

Şeyh Said ayaklanmasından 1937 Dersim direnişine kadar bir dizi Kürt direnişi oldu. Bu dönemde içeride Kürtlerin umut bağlayabileceği veya üzerinde çalışabileceği bir Türk muhalefeti yoktu. Kemalist iktidar bütün muhalefeti ezip geçmişti. Kalanlar, “Yüzellilikler” türünden Osmanlı döneminden kalma yurt dışındaki bazı muhalefet artıklarından ibaretti. Kürtler, mümkün olduğunca bu güçlerle ilişki içinde olmaya çalıştılar; fakat oradan da bir şey çıkmadı.

Aynı denklem, 1960’tan sonra başka koşullarda ama benzer şekillerde işledi. Nihayet Kürtlerin yüzünü dönebileceği modern bir muhalefet oluşmuştu. Dönemin sol-sosyalist hareketi böyle bir görüntü sunuyordu. Nitekim kısa bir süre içinde Kürt muhalefeti ya kendini doğrudan bu hareketin içinde ifade etti (örneğin, Kemal Burkay, Ruşen Arslan, Mehdi Zana vb.) ya da bu hareketle yakın bir temas içinde oldu (örneğin Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi’nin lideri Said Elçi ve arkadaşları). Fakat bundan da beklenen sonuç elde edilemedi. Çünkü ilk olarak bu güçler merkeze dahil değillerdi; sadece canlı, fakat küçük bir muhalif grubu temsil ediyorlardı. İkinci olarak Kürt hareketi kendi bağımsızlığını bir yanıyla da bu güçlerle çekişme içinde elde edecekti.

Her şeye rağmen bütün Cumhuriyet dönemi boyunca Kürt hareketi ile Türk siyasal güçleri arasındaki en önemli yakınlaşma ve işbirliği bu dönemin devamı niteliğindeki 1970’lerin ikinci yarısında gerçekleşti. Özgürlük Yolu grubunun TİP’le, DDKD grubunun TSİP’le, Kawa grubunun Maocu Türk hareketleriyle çekişmeli işbirlikleri, Rızgari grubunun Dev Yol’la, PKK’nin Kurtuluş grubuyla yerel ve çekişmeli dayanışmaları bunun örnekleridir.

Fakat bu dönemin asıl merkezi gücü olan CHP ile herhangi bir işbirliği gerçekleşmedi. Çünkü Kürt hareketiyle siyasal bir aktör olarak işbirliği yapmak, Ecevit’in sadece nefret ettiği bir düşünceydi. Hal böyle olunca, CHP ile Kürt muhalefeti arasındaki ilişki, ya bazı Kürt çevrelerinin seçimlerde CHP adaylarını desteklemeleri gibi tek yanlı girişimlerle veya Şerafettin Elçi’nin Bayındırlık Bakanlığına getirilmesi örneğinde olduğu gibi, bazı şahıslara kendi çevrelerinde klientalist ilişkiler ağı kurma imkanı hazırlayan bireysel işbirliği öyküleriyle sınırlı kaldı. Buradaki klientalizm, bu kişilerden bazılarının siyasal bir figür olarak bugünlere kadar taşınmasında belli bir rol oynamışsa da bunun Kürt hareketi bakımından kurumsal bir anlam ifade ettiği söylenemez.

12 Eylül darbesinden sonra nihayet durum değişti. İkisi de mülteci gruplara dönüşmüş olan Kürt hareketiyle Türk sol hareketi bol bol işbirliği, ittifak, eylem birliği vs. yaptılar. Fakat o da fazla işe yaramadı; çünkü bu sefer de PKK de dahil söz konusu grupların Türkiye’de veya Kürdistan’da hesaba dahil edilebilecek bir karşılıkları kalmamıştı. Dolayısıyla Kürt hareketi 1980’lerin sonlarına doğru içeride yeniden bir siyasal ve sosyal aktör olarak sahneye çıktığında, ki artık esas olarak PKK’den oluşuyordu, işler tümüyle ayrı bir rotada seyretmeye başladı. 1989 yazı itibarıyla yükselen bir kitlesel güç olan Kürt hareketinin sistemin sınırları içinde tutulması, rejimin bekası bakımından en temel sorunlardan birine dönüşmüştü. Dönemin CHP’sinin başında bulunan Erdal İnönü, kısmen kendi kişisel basiretinin, kısmen de babadan miras kalan “devlet aklı”nın gereği olarak bu hareketle işbirliği kanalını açtı. Gerçi kanalın açılmasıyla kapanması bir oldu; ama arkadan gelen toplumsal tazyik o kadar güçlüydü ki, Kürt hareketini kıyıda bir yerde de olsa Türk siyaset arenasına yerleştirdi.

Tahmin edileceği gibi bu dönemde işbirliği yapılacak merkez gücü olarak CHP görülüyordu. Bunun boş bir beklenti olduğu anlaşılınca, umutsuzluk içindeki Kürtlerin bakışları karşı bloka kaydı. O günden beri Özal ve onun takipçilerine duyulan aşk Kürtler arasında eksik olmamıştır.

Bu aşkı besleyen birçok neden var. Bunlardan bir tanesi de geçen yazıda değindiğim Merkez-Çevre teorisinin Türk düşünce dünyasındaki hegemonik pozisyonudur.

Hegemonik düşünce deyip geçmemek lazım. Bazen muhalif sosyal hareketler üzerinde ilginç etkiler yapıyor. 1970’lerde Kürt hareketi saflarındaki şeyh çocukları bile Stalin okurlardı örneğin. Marks’ın kim olduğunu bilmeden Üç Dünya Teorisi”ni reddeden Kürt köylülerine de rastlayabilirdiniz. Bütün bunlar, bugünden bakıldığında ne kadar çocukça görünürse görünsünler, tecrübesiz veya şaşkın “telebe”lerin sebep olduğu tuhaflıklardan ibaret işler değildi. Esas olarak Kürt hareketinin siyasal alanda tutmuş olduğu yer ile dönemin hegemonik düşünce akımının çakışmasından doğan sonuçlardı ve benzer örneklerine görece tecrübeli muhalif hareketlerin bulunduğu ülkelerde bile rastlanabilir.

Hegemonik bir düşünce tarzı olarak Merkez-Çevre teorisinin de benzer türden etkileri olmaktadır. Özellikle Kürt hareketinin legal, yarı-legal kanadında sık rastlanan bir tutum olarak, Kürt hareketini bir Çevre gücü olarak görmek ve teorinin Çevre diye tarif ettiği diğer güçlerle işbirliğine koşullanmak, bunlardan biridir. Oysa ortada ne bu teorinin öngördüğü biçimde bir Merkez vardır, ne de onun Çevre gücü diye tanımladığı İslamcı hareket böyle bir pozisyona veya misyona sahiptir. Nitekim Kürt hareketinin devletle açık silahlı çatışma içinde bulunduğu onyıllar boyunca İslamcı hareketin Kürt hareketine sempati veya yakınlık göstermesi söz konusu olmadı. Tersine, bu çatışmadan beslenme üzerine kurulu bir strateji izledi ve bu yanıyla çatışmanın ömrünü uzattı. Kürt hareketi merkezi devleti çözüp çürüttükçe, zinde bir güç olarak bir kenarda palazlanmakta olan İslamcıların iktidara uzanabilmelerinin imkanları daha da artıyordu. Bu açıdan bakıldığına İslamcı hareketin iktidarı ele geçirmiş olmasının bedelini büyük ölçüde Kürtler ödemiştir demek yanlış olmaz. Hem de kan, sürgün, işkence ve gözyaşı olarak.

Gelinen noktada ise devlet artık onların elindedir. Yani eğer Merkez-Çevre teorisinin öngördüğü türden bir Merkez olduğu düşünülüyorsa bile, bu Merkezin göbeğinde şimdi İslamcılar oturmaktadırlar. Hem de orada oturabilmeleri için ödenen bedelin büyük bölümünü Kürtlerin ödediğini hatırlarına dahi getirmeksizin.

Durum böyle olmasına rağmen Kürt hareketinin anlatılan değişimi yeterince hissettiği söylenemez. Hareketin özellikle PKK’ye muhalif kesimleri, sanki merkezde hâlâ eskiden olduğu gibi askeri bürokrasi oturuyormuş gibi düşünmekte ve davranmaktadırlar. Bu algı ve düşünüş başka şeylerin yanı sıra Merkez-Çevre teorisinin Kürt hareketi üzerindeki etkileriyle de ilgilidir. Bir kez daha, sosyal gerçeklik, onu ifade ve izah eden düşünceden evvel değişmektedir.

Bu tespit, durumu anlamamıza yardımcı olabilir; ama düşünsel planda yaşanan gecikmenin Kürt hareketine çıkardığı veya ileride çıkarabileceği ek maliyetler sorununa çözüm getirmez. Oysa konunun üzerinde acilen düşünülmesi gereken boyutu budur.

Siyaset alanında bugünkü durum, dünden farklı olarak, merkezdeki çatışmayla karakterize olmaktadır. Türk sisteminin merkezi, tarihinde hiç olmadığı kadar ayrışmıştır ve kendi içinde çatışmaktadır. Bu çatışmanın henüz kontrolden çıkmadığı söylense bile geçici olduğu söylenemez. Önümüzdeki orta ve belki de uzun vadede bu çatışmanın etkileriyle yaşayacağımız kesindir. Son referandum sonuçları, Türkiye’de adeta iki ayrı Türk ulusu oluşmakta olduğunu ortaya koydu: Avrupai Türklerle Asyatik Türkler. Ortada, bunun geçici bir fenomen olduğunu gösteren bir belirti de yok.

Girişteki özetten de anlaşılabileceği gibi, eskiden, Kürt hareketinin merkezdeki çelişki ve çatışmaları siyaseten kullanma imkanı fazla değildi. Çünkü her şeyden evvel güçlü bir Kürt hareketi mevcut değildi. Oysa bugün durum farklıdır. Abdullah Öcalan’ın arkasında arı oğulu misali yığılmış bir koalisyonu andıran görece merkezi ve güçlü bir hareket vardır. Kendi içinde çatlaklıklar gösterse de bu hareket bütün iç ve dış tazyiklere rağmen birliğini korumuştur ve bu bütünlük, bugün onun elindeki büyük bir politik koza dönüşmüştür.

Keza, eskiden merkezdeki güçler arası çekişme ve çatışmaların boyutları bu güçlerin Kürt hareketi karşısında birleşmelerinin önüne geçebilecek boyutlara ulaşamıyordu. Durum, bugün, bu açıdan da farklıdır. Merkezdeki çatışan tarafların birbirleriyle olan düşmanlıkları, kimi yer ve durumlarda bu güçlerin Kürt hareketiyle olan çelişkilerinden daha keskinmiş gibi bir görüntü arzetmektedir. Türkiye’nin eski efendileri olan Avrupai Türkler, Kürdistan’ı elde tutayım derken Türkiye’yi Asyatik Türklere kaptırmışlardır. Dolayısıyla asıl parçayı geri alma uğraşısı bazen Kürtlerle uğraşmaktan daha öncelikli hale gelebilmektedir.

Kısacası merkezdeki çelişki ve çatışmalar artarken Kürtler merkezi ve güçlü bir ulusal hareket olarak siyaset sahnesine çıkmışlardır. İşte bu iki koşul bir arada Kürt hareketinin merkezdeki güçler arasındaki çelişkilerden yararlanabilme imkanlarını genişletmiştir.

Ne var ki merkezdeki çatışmayı siyaseten kullanma imkanının objektif olarak genişlemiş olması, bunların kullanılabilmesi için bir garanti oluşturmaz. Bunun için bazı subjektif koşulların da yerine getirilmesi gerekir.

Bu koşullardan en önemlisi, Kürt hareketinin yeni durumu bilince çıkarıp günlük siyaset diline tercüme etme becerisini göstermesidir. Üstelik sadece önderlik düzeyinde değil, hareketin bütün orta kademelerinde ve bir ölçüde de tabanında başarılması gereken bir iştir bu. Anılan dönüşümler sağlanmadıkça yeni pozisyonun Kürt hareketine sunduğu imkanlar değerlendirilemez.

Ne yazı ki, Kürt hareketinin bu noktada bazı problemleri vardır. Ve bu problemler, referandum öncesi oluşan sert kutuplaşmayla biraz daha karmaşıklaşmışlardır. Buna rağmen çözümsüz değildirler. Çözümün yolu ise Kürt hareketinin şu tespiti yapmasından geçmektedir: Efendilerimiz artık Avrupai Türkler değildir. O günler geride kaldı. Yeni efendilerimzi artık Asyatik Türklerdir ve bu durum yeni düşünme ve davranış biçimlerini gerekli kılmaktadır.

Merkezdeki çatlama ve çatışmaların şiddeti, son yıllara kadar, çatışan taraflardan her birinin Kürtlerle olan düşmanlığını aşmadığı için, sistem, sağcısıyla ve sözde solcusuyla Kürtlere karşı kendi arasında birlik oluşturmakta güçlük çekmedi. Bu durum, Kürt siyaset sınıfının merkezdeki güçlerle birleşme yönündeki çabalarını yok edemediyse de, merkezdeki çelişki ve çatışmalar konusunu sistematik biçimde düşünmesini engelleyen bir rol oynadı. Böyle olmasında Kürt hareketinin kendini Türkiye’nin bütünlüğü dışında tasavvur etmesinin de katkısı vardır; ama buradaki ilişki tek yönlü değildir. Yani anılan durum Kürt hareketinin kendini Türkiye’nin dışında tasavvur etmesinin hem nedenlerinden biridir hem de sonuçlarından. Yumurtayla tavuk misali. Fakat gelinen noktada durum değişmiştir. Çünkü hem merkezde zaman zaman Kürtlerle olan düşmanlığı aşan bir çatklak ve çatışma mevcuttur, hem de Kürt hareketinin ana gövdesi artık kendini Türkiye’nin bütünlüğü içinde tasavvur etmektedir. Dolayısıyla çatlak merkezle olan ilişkiler, Kürt siyasi sınıfının üzerinde özel olarak düşünmesi gereken bir konuya dönüşmüştür. Bu ihtiyaç, bazı eski düşünce ve alışkanlıkların terk edilmesini gerekli kılıyor.

Esasen merkezdeki çelişki ve çatışmalar, ezilen bir halkın, sınıfın, toplumsal grubun vb. mücadelesi için her zaman hayati önemde olmuşlardır. O kadar ki, sosyal hareketleri izah etmeye çalışan teorilerden birinin önde gelen isimlerinden olan Theda Skocpol, mealen, devrim, devrimci hareketlerin yaptığı bir şey olmaktan çok merkezdeki çatışma ve çöküşlerin ürünüdür, der. Devrimlerle merkezin çökmesini birbirinin karşısına koymak tabii ki gerekmez. Ama konunun önemini anlamak için bu tespiti hatırlamakta yarar var.

Konunun önemini anlamak bakımından Kürt hareketinin tarihine yapılacak kısa bir gezinti de aydınlatıcı olabilir:

Mondros Mütarekesinin (1918) hemen ertesindeki aylara bakınız; çökmek üzere olan çatışmalı bir merkez ile Kürt hareketinin etki alanının birkaç ay içinde neredeyse bütün Kürdistan’ı kucaklayacak kadar genişlemesi arasındaki bağlantıyı hemen farkedersiniz. Kürtlerin kurdukları ilk ulusal devletçik olan Mehabad Kürt Cumhuriyeti de (1946) İran devletinin iç ve dış sorunlar nedeniyle çökme noktasına geldiği bir döneme rastlar. Dr. Qasemlu önderliğindeki İran KDP’siyle müttefiklerinin 1980-1983 yılları arasında İran Kürdistanı’nın önemli bölümlerinde kontrolü ele geçirmeleri de aynı şekilde İran merkezindeki iç çatışmalarla ilişkilidir. Güney Kürdistan’daki uzun mücadele sürecinde Baba Barzani’nin adıyla özdeşleşmiş başarılara bakınız, bunların da en azından bir bölümünün merkezdeki klik çatışmalarına denk geldiklerini görürsünüz. Güney Kürdistan’da son olarak gerçekleşen devlet benzeri oluşum da Bağdat yönetiminin dış güçlerle çatışması sayesinde mümkün olabildi ve bugün de Bağdat yönetimindeki çelişki ve çatışmaların katkısıyla ayakta durmaktadır.

Yukarıdaki liste, Kürt hareketinin son yüzyıl içindeki en başarılı hamlelerinin çoğunluğunu oluşturduğuna göre, başarı ile merkezdeki çatlak ve çatışmalar arasında hayati önemde bir ilişki olduğu söz götürmez. Kürt hareketi, gelinen noktada konunun bu boyutu üzerinde biraz daha sistemli biçimde düşünme ve ortaya çıkan yeni durumu bunun ışığında değerlendirmek durumundadır.

Eğer Kürt hareketi kendi cephesinden bu konuyla ilgili gerekli olan koşulları yerine getirirse, sürecin nasıl ilerleyeceği büyük ölçüde Avrupai Türklerin nasıl bir strateji izleyeceklerine bağlı kalacaktır. Çünkü siyasetin yeni denkleminde yeni müttefiklere daha fazla ihtiyaç duyan taraf, Asyatik Türklerin iktidar zirvelerinden aşağılara doğru yuvarlamaya başladığı Avrupai Türklerdir.

Burada Avrupai Türkler diye tanımlanan güçler, yüz yıldır hayatı Kürtlere zindan eden güçlerdir. Tabii ki Asyatik Türklerin tam desteğine mazhar olarak. Tarihin garip cilvesine bakınız ki, bugün, Avrupai Türkler, kan kusturdukları Kürtlerle ittifaka muhtaç duruma düşmüşlerdir.

Böyle olmasının nedeni, Avrupai Türklerin önlerinde sadece iki yol kalmış olmasıdır:

1-“Yenildik, yapılacak bir şey yok” diyerek, iktidara elveda demek. Yani kendi kaderine razı olmak.
2-Kürtlerle ittifak yoluna giderek Asyatik Türklerin iktidarını dengelemeye çalışmak.

Kürtlerle ittifak diyorum; çünkü siyaset sahnesinde Kürtler dışında müttefik adayı kalmamıştır.

Eğer geçici bir yenilgi söz konusu olsaydı, Avrupai Türklerin birinci şıkkı seçeceklerinden hiç kuşku duyulamazdı. Fakat mevcut güç dengelerinde bir değişim sağlanmazsa yenilginin kalıcı olduğu, tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır. İkinci seçeneğin gündeme girmesi de bundandır. Türk solu henüz gerçek bir politik güç oluşturamadığına göre, güç dengelerinde değişiklik yapmak, ancak Kürtlerle ittifak veya işbirliğiyle mümkün olabilir. Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, bugün durum budur ve çok da yalındır.

Eğer Avrupai Türkler, Kürtlerle ittifak yaparak Asyatik Türklerin iktidarını dengeleme yoluna gitmezlerse, Kürtler, Asyatik Türklerin yarım kalmış işlerini tamamlamalarını seyretmekle yetineceklerdir. Bundan kuşkunuz olmasın. Öcalan’ın Mustafa Kemal aşkı bile Kürtleri bu tavrından alıkoyamaz. Kaldı ki otuz bin evladını Avrupai Türklerin inkâr ve imha poilikasına kurban vermiş bu halkın içinden Asyatik Türklerin eylemini seyretmekle kalmayıp hararetle destekleyecek birhayli insan çıkacağı da kesindir.

Teorik planda durum özetle yukarıdaki gibidir.
Peki pratik olarak durum nedir? Pratikte de durum bu kadar net biçimde mi ilerlemektedir?

Buna olumlu cevap verilemez. Pratikte, Avrupai Türklerin bu gerçeği kabul edip açık biçimde ifade ettiklerine dair bir deklerasyona henüz şahit olmadık örneğin. Yani daha işin ilk adımında bir çuvallama söz konusudur.

Bu suskunluk, yüz yıldır efendi olarak yaşamış olmanın verdiği kibirden de kaynaklanabilir, siyasi körlükten de. Bunlardan hangisinin geçerli olduğunu önümüzdeki dönemde daha açık biçimde göreceğiz. Şimdilik görünen şundan ibarettir:

Avrupai Türklerin bazı kesimleri, ağır bir yenilgiye uğradıklarını ve bunun da Kürtlere ilişkin eski tavırlarını terketmeyi zorunlu kıldığını görmekte ve buna uygun bazı jestler yapmaktadırlar. Örnek isteyenler, Doğan medyasının yayınlarına bakabilirler. Bu medya grubunun bazı mensupları olmasaydı, sıradan Türkler, Kürt hareketinin referandumu boykot ettiğini bile neredeyse duymayacaklardı. Televizyonlardaki Kürt sorunuyla ilgili tartışma programlarına katılan hükümet yanlısı yazar ve yorumcularla Hayır’cı yazar ve yorumcuların referandumdan sonra birbirleriyle yer değiştirmeleri bir diğer örnektir. Hatırlanacağı üzere referandum öncesindeki tartışma programlarda, Kürt haklarına ve mağduriyetlerine vurgu yapan taraf, genellikle AKP savunucusu yazar ve yorumcular olurdu. Karşı taraf ise genellikle savaş ve şovenizm kışkırtıcılığı yaparak Hayır oylarını arttırmaya çalışırdı. Fakat Referandumdan sonra durum birden tersine döndü: AKP savunucusu yazar ve yorumcular kural olarak AKP’nin Kürt karşıtı uygulamalarına gerekçe uydurmayı iş edinirken, rakipleri Kürtleri hafiftertip kayıran konuşmalar yapmaya başladılar. Somut örnek arayanlar için, Yılmaz Özdil’in –ki Ergenekoncuları aşkışlayan kalemlerden biridir- referandum sonrasında BDP milletvekillerinin dürüstlükleriyle ilgili olarak kaleme aldığı yazıyı anabilirim. Eğer isterse BDP bu yazıyı seçim kampanyasında rahatlıkla kullanabilir!

Fakat şimdilik her şey bu tür bireysel, çelişkili ve istikrarsız tutum ve davranışlardan ibarettir. Oysa Türkiye’deki temel güç dengelerinin böylesi manevralarla değiştirilemeyeceği açıktır. Türkiye’deki temel güç dengelerini değiştirmek, ancak kurumsal ve sistematik politika değişiklikleriyle mümkündür. Bu da somut olarak Ordudan başlayarak TÜSİAD üzerinden spor klüplerine kadar uzanan bir skalada Kürtler konusunda gerçekleştirilecek açık ve kurumsal özeleştiriler, tasfiyeler ve dönüşümler demektir. Bunun dışındaki hiçbir yol, Kürtlerin aleyhine onyıllar boyunca kışkırtılarak boğazlarına kadar şovenizme batırılmış kitleleri bu çamur deryasından çıkarmaya yetmez ve bu sağlanmadan da temel güçlerin birbirleriyle olan ilişkilerine yeni bir biçim verilemez.

Elbette Avrupai Türklerin bir seçenekleri daha var: Kürt soykırımına ilaveten Asyatik Türkleri de kılıçtan geçirmek!

Doğrusunu isterseniz bunu yapabilecek silahları da var, her ne kadar o silahları kullanabilecek yeterli sayıda adam bulacakları şüpheli olsa da. Eğer bu çözümün altından kalkabileceğine inanan bir “çılgın general” kaldıysa hâlâ, bir sabah kalkar, düdüğünü çalar ve Suharto’nun Endenozya’da yaptığına benzer bir kırım karşılığında, iktidarı, diyelim iki kuşak daha, garanti altına alabilir. Fakat iki kuşaklık iktidar, böylesi bir eylemin başarılması durumunda elde edilecek maksimum kazancı anlatır, yoksa eylemin başarı şansını değil. Günümüz koşullarında böyle bir eylemin başarı şansı sıfırdır. Bu nedenle çılgın bir generalin muhtemel akıbeti, Saddam gibi kurşuna dizilmeye ilaveten iktidarı sonsuza kadar kaybetmek olacaktır. Zaten böyle olmasaydı ortalık çılgın general kaynıyor olurdu.

“Çılgın general” seçeneği tartışılmaya değer olmadığına göre, geriye yukarıdaki ikinci seçenek kalıyor. Yani Avrupai Türklerin Kürt meselesi başta olmak üzere, demokrasinin yerleştirilmesiyle ilgili bütün temel konularda kurumsal ve sistemli politika değişikliklerine gitmeleri. Eğer böyle yapmayıp üçbeş istikraksız ve çelişik jestle sorunu halledeceğinizi düşünüyorsanız, Kürtleri alık bir topluluk olarak düşünüyorsunuz demektir ki bu saatten sonra biraz fazla naif kaçar. Bir toplumsal grubun, eğer öyle demek gerekirse, alıklık düzeyi, o grubun sahip olduğu fırsat ve imkanlara yakından bağlıdır. Avrupai Türklerle Asyatik Türklerin ayrışmasında bu kadar önemli bir yere yerleşmişken, Kürtler ne kadar alık davranabilirler ki? Öcalan’ın Türk devletinin elinde tutsak olması bile bu noktada fazla işe yaramayabilir.

Toparlarsak, mevcut tablo, Avrupai Türklere tek bir rasyonel seçenek bırakmaktadır: Kürt hareketiyle işbirliği veya ittifak. Türkiye’ye demokrasi gelecekse, temel güçler arasında gerçekleşecek ve herkesin hakkını gözeten yeni dengelerin kurumsal güvencelere kavuşturulmasıyla gelecektir, İslamcı propagandistlerin, sabah akşam, “vallahi biz demokratız!” demeleriyle değil. Kürt hareketiyle ittifak, eğer bunun gerekleri yerine getirilirse bu tür bir demokratikleşmeye yol açabilir. Bu Avrupai Türkler açısından da son şans görünüyor. Avrupalı Türkler önce bu gerçeği görmeli, sonra kabullenmeli, içlerine sindirmeli, sonra da gereklerini yerine getirmelidirler.

Elbette bu kolay bir iş değildir. Çünkü yüz yıldır birikmiş moloz dağlarının temizlenmesini gerektirir. Ama kendi düşen ağlamaz demişler. O molozları kendileri yığdılar, eğer Asyatik Türklere paspas olmadan yaşamak istiyorlarsa, temizlemek de öncelikle onlara düşer.

En önce temizlenmesi gereken moloz yığını ise Türk kitleler arasında yaratılmış olan Kürt düşmanlığıdır. Bu düşmanlık, esas olarak Avrupai Türklerin sorumluluğunda bir iştir fakat bütün Türkler arasında hayli yaygındır. Böyle olmakla birlikte Avrupai Türkler arasındaki Kürt düşmanlığı ile Asyatik Türkler arasındaki Kürt düşmanlığı arasında da bazı farklar vardır.

Asyatik Türklerin tabanını oluşturan kitlelerde Kürt düşmanlığı, daha ziyade Türk-İslam sentezi izleğini takip eden ideolojik, siyasi ve kültürel bir olgu olarak mevcuttur. Kürt düşmanlığının somut bir maddi çıkar beklentisiyle bütünleştiği durumlar fazla belirgin değildir. Buna karşılık Avrupai Türklerdeki Kürt düşmanlığı, ideolojik, siyasal ve kültürel faktörlerin yanı sıra somut maddi çıkar dürtüsünden de güç almaktadır. Sahillerdeki gecekondu sakini Kürtlerin ekmek kapısı olarak çalıştırdıkları küçük tezgahlardan, Kürt işadamlarının işlettiği turizm işletmelerine, oradan da Kürtlerin ellerindeki mafyatik rantlara göz dikmiş çılgın kitleden söz ediyorum. Bu güruh, eğer Kürtler oralardan kovulurlarsa bütün o rantların kendilerine kalacağı beklentisi içindedir. Bir diğer deyişle Avrupai Türklerin tabanında Kürt düşmanlığını besleyen iktisadi bir beklenti de mevcuttur. Kürt düşmanlığındaki bu yapısal farklılık, Avrupai Türklerin, eğer gerçekten de Türkiye’deki temel güç dengelerini değiştirmek istiyorlarsa Asyatik Türklerden daha fazla çalışmaları gerektiğini ortaya koymaktadır.

Ne var ki Avrupai Türkler böyle bir çalışmanın gerektirdiği örgütlülükten yoksundurlar. Eskiden, Ordu, bir orkestra şefi rolünde, bu kesimin bütün davranış ve yönelimlerini bir ölçüde ayarlayabiliyordu. Dolayısıyla siyasal parti türünden örgütlerin eksikliği bir ölçüde gideriliyordu. Fakat Ordu, PKK ile savaşta içine düştüğü çeteleşme ve mafyalaşmaya ilaveten Asyatik Türklerden ve dışarıdan gelen saldırılar sonucunda güvenilirliğini büyük ölçüde yitirmiş olduğundan bu iş artık eski kolaylıkta yürümemektedir. Dolayısıyla bu kesimlerin siyasal önderliğini yapabilecek güçlü sivil örgütlenmelere ihtiyaç eskisinden daha fazladır. Ama CHP içindeki kavgalardan anlaşılacağı üzere henüz bu ihtiyacı karşılayabilecek bir inisiyatif de ufukta görünmemektedir. Kısacası, Avrupalı Türklerin işi gerçekten zordur. Ama elden ne gelir! Yüz yıllık inkâr ve imha politikasının yarattığı kan gölü Avrupai efendilerimizi herhalde bir cennete götürmeyecekti. Şimdi oturup düşünme zamanıdır.

Belirtmeye gerek yok ki yukarıdan beri anlatılanlar, Kürtlerin Türkiye’nin bütünlüğü içinde kalmaları koşuluyla anlamlıdırlar. Böyle bir koşulun gerekli olmadığına inanan Kürt siyasetçileri de vardır ve onlar açısından yukardaki denklem çok şey ifade etmez. Gerçi merkezdeki ayrışma ve çatışmalar onların denkleminde de yer almak durumundadır, ancak çok başka perspektiflerden hareketle. Bu ayrı bir tartışma konusudur.

Türkiye’nin bütünlüğü içinde kalmaya karar vermiş olan hareketin ana damarı açısından ise söylenebilecek şey şudur: Asyatik Türkler muhalefetteyken kendileriyle bir işbirliği veya ittifak mümkün olmadı. Tersine, yukarıda da belirtildiği gibi, onlar, Kürtlerle Avrupai Türklerin çatışmasından beslenme üzerine kurulu bir strateji izlemeyi tercih ettiler. Demek ki muhalif pozisyonlarda olmak işbirliği veya ittifak oluşturmaya yetmiyor. Şimdi soru şudur: yeni muhalefetle, yani Avrupai Türklerle de benzer bir tecrübe mi yaşanacak?

Kürt hareketinin mevcut durumu nasıl değerlendireceğiyle de bağlantılı olakla birlikte bu sorunun cevabını esas olarak Avrupai Türkler vereceklerdir. Önlerinde hangi seçeneklerin durduğunu yukarıda özetlemeye çalıştım. Eğer bu denklemin yanlış kurulmuş olduğunu düşünüyorlarsa, doğru denklemin ne olduğunu anlatmak onlara düşer. Böylece biz de aydınlanmış oluruz.

Avrupai Türklerin bu tabloya bakıp ne cevap vereceklerine gelince, onu bilemem. Ama işlerine yarayabileceğini düşündüğüm tarihsel bir tecrübeye dikkat çekebilirim:

Osmanlı devleti, genişlemesinin yönünü doğuya doğru çevirdiğinde, onun doğudaki rakipleri olan Akkoyunlular, batıdan gelen bu tehdidi, yine batıdan kuşatarak karşılamaya çalıştılar ve Venediklilerle ittifak yaptılar. Fransa da tarihte birçok kereler Almanya’yadan gelen tehdide karşı onun arkasındaki Rusya’yla işbirliği yaptı. Coğrafyanın politikaya armağanı olan bu kural, bugün de fazla değişmiş değildir. Mesela Türkiye ile Pakistan uzun yıllardır çok sevişen iki ülke gibi görünürler. Ama bu, iki ülke halkının veya yöneticilerinin birbirlerini çok seviyor olmalarından değil, her iki devletin de İran’ı arkadan kuşatma ihtiyacından ileri gelir. Kısacası, bir tehdidi arkadan kuşatmak, ister savaş söz konusu olsun, isterse politika, temel mücadele kurallarından birisidir. Dolayısıyla eğer Avrupai Türklere tehdit Asyatik Türklerden geliyorsa, Avrupalı Türklerin muhtemel müttefikileri de Asyatik Türklerin arkasındaki güç veya güçler olmak durumundadır. Referandumun net renklere boyanmış haritasına bakarsanız o yerde Kürt hareketinin durduğunu görürsünüz. İşte bütün bu nedenlerle eski oriyentalist efendilerimiz, ya haklarında şimdiye kadar iğrenmek veya acımak dışında duygu tanımadıkları Kürtleri bu kez kendi eşitleri olarak göreceklerdir, ya da kaderlerine boyun eğeceklerdir.

Kürt hareketinin Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasında daha hareketli yeni bir pozisyon belirlemesi önerisine itiraz edebilecek mensuplarına gelince, bunların en azından bir bölümünün, bir süre sonra yeni güç dengelerini daha gerçekçi biçimde görmeye başlayacaklarını umuyorum. Bu umudum, sadece Koçgirili Alişer’in gösterdiği basiret türünden kısmi ve küçük de olsa tarihsel bazı tecrübelere sahip olmamızdan kaynaklanmıyor. AKP’nin bundan sonra izleyeceği merkezci politikaların, Kürt hareketinin yeni dönemdeki yerinin tespitini daha da kolaylaştırması olasılığının varlığı da bunda bir etken. Bir de anılan kesimin içinde sesi en fazla duyulanların tercihleri var: bunlar, yumurtalarını siyaseten AKP sepetine koyarken, villalarını Kayseri yerine Kuşadası’ndan almayı tercih ediyorlar. Size de bu tercihin konuştuğumuz konular bakımından bir anlamı yok mu?
2010-11-20

19 Kasım 2010 Cuma

KILIÇDAROĞLU TENEKUZLARINI İZAHA MAHKUMDUR


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


İlmin ANADİLDE SAVUNMA’nın anasütü gibi bir hak olduğunu söylemine rağmen Kılıçdaroğlu’nun bunun YANLIŞ bir davranış olduğunu gazetecilere söylemesinin ardından Paris’ te anadilinde türkü söylemek isteyipte yurt dışına kaçmak zorunda kalıp, kahrından vefat eden Kürt sanatkar AHMET KAYA’nın ve yine ayni gerekçe ile Pariste yaşamını yitiren, bütün dünyanın takdirini kazanan KÜRT sanatkar YILMAZ GÜNEY’in populistik bir tavırlarla mezarlarını ziyaret etmesi Kürtlerin yüreğini sızlatmıştır. Referandum boyunca ağzına aslını inkar edercesine KÜRT ve ALEVİ kelimelerini almayan bir insanın dürüstlüğü sorgulanmaz mı?. Medyanın şişirdiği bu sanal balon 12 Haziranda patlayacak gibime geliyor. Sanki sinsi bir tavır sergiliyor. Tereddüt duymadan Diyarbakır’a, Urfaya da gideceğini söylüyor. Ora halkının ona ders vermesini , şimdiden yapacakları passif eylemlerle bu seyahat fikrinden vazgeçmesini sağlamalarını bekliyorum. Yalnız onu değil ona önayak olacaklarında hassas olmaları gerekir.

Kılıçdaroğlu show yaparak inkar politikasının devamını teyit etmesi farkında olmadan Kürtlere hakaret etmeğe, derin devletten korktuğundan mı yoksa CHP nin Kürtlere 80 senedir layık gördüğü düşmanca davranışın esiri olduğundanmıdır?. Kürdistanda CHP ye oy verilmemesi Kılıçdaroğlununda PERSONA NON GRATA olduğu anlaşılmaz mı?. Bir taraftan maarif şurası İstiklal marşının törenlerde okunmasını kaldırmak isterken Kılıçdaroğlunun zavallı bir ayakkabı boyacısı çocuğu taltif etmeğe kalkması izaha muhtaç değil mi?.

Ak parti o yörede gerçekleştirdiği hizmetler, yatırımlar, Erdoğan’ın Diyarbakırda konuşmasında Kürt sorununa gerçekçi yaklaşımı, adaylarının Kürt kökenli olması sayesinde BDP ye alternatif konumda oy kazanmıştır. Diğer taraftan ananevi yer adlarının değiştirilmesi vaadine karşılık Beşikçinin Qandil dağı kelimesinde Q harfini kullanmasına savcıların dava açması hayal kırıklığı yaratmıştır. Hele, hele anadilde eğitime Erdoğanın karşı çıkması, Diyarbakırda ağır ceza mahkemesinin anadilde savunmayı red etmesi, gülünç bir ifade ile Kürtçe’yi bilinmeyen dil diye deklare etmesi AK partinin bu bölgede ağır oy kaybına uğratacağı aşikar. Seçimlerde baraja dokunmak istememesi BDP nin aldığı oylardan kendisini bedavacı konumuyle hak ettiğinden fazla mebus elde etmeside sağ duyulu vatandaşlar tarafından kabul görmediğide keza aşikardır. Bu tenakuzları yaşarken AK partisi sade de gelip politikasını düzeltmez ise Kılıçdaroğlunun Ecevit tarzı sıçrama yapmasını kolaylaştırır.

Gerçi Kılıçdaroğlunun Pariste Ahmet Kaya’nın ve Güney’in kabrini ziyaret etmek gibi populistik davranışı, yukarda belirtiğim gibi anadilde savunmaya karşı çıkmak gibi tenakuza düşmesi Kürdistanda antipati yaratacağı da aşikardır. Hele BDP ile seçim ittifakına girmeyeceği, hayalperes bir inanışla tek başına iktidara heves etmeside CHP lileri gün geldiğinde sukutu hayale uğratacağı ve Baykal’ın yeniden başkanlığa soyunacağı kaçınılmaz görülüyor.

Türkiye de seçim prognozlarında kemikleşmiş bir inanç mevcut. Sağ % 70, sol en fazla % 30 oy alabilir. İstisnasını Ecevit başarmış ve % 40 a ulaşmıştı. Bunda Ecevitin gayretlerinden ziyade halkın sağduyusu sorumludur. Öyleki sırasında Çilleri de, Yılmazı da, barajın altına düşürmüş, hatta 2002 de dört sağcı partiyi meclis dışına atmıştı. Masabaşı seçim hesapları yapan anket firmalarının yanılgısı halkın meylini tam aksettirememeleridir. Şimdide daha dereyi görmeden paçayı sıyıran , prognoz dedikoduları yapan anket firmaları var. Ak partinin pragmatik atakları seçim neticelerini değiştirebilir. Mesela yeşil kartlılara diş tedavisi sağlaması % 38 i köyde yaşayan, ömründe diş tedavisi görmemiş olan köylünün AK partye oy kazandıracağı muhakkak. Keza Özürlülere yapılan yardım da hesaba katılmağa değer bir oy potansiyelidir. Duble yollar vasıtası ile trafik kazalarında ölüm nisbetini düşüreceği beklenir. Sigara yasağıda, diğer sağlık hizmetleri yanında vatandaşta müsbet etki yaratmıştır. Bütün bunları unutarak sağ, sol hesapları yapanların evdeki hesabın çarşıda tutmayacağına alamettir. Hudutları açarak esnafı sevindirmesi, yeni turistler kazanımı, yeni ihracat sahalarını zorlaması, dış politikada hatırı sayılı devletler arasına girdiğimiz profili AK partinin inkar edilemez başarılarındandır. Hala askerin ayrı baş çekmesi, basının , bürokrasinin AK partiyi hırpalamasınıda AK partinin değerlendirmesi gerekir. Seçim mailinde neticeleri muğlaklaştıran sis bulutları kimsenin şimdiden isabetli prognoz yapmasını önlemektedir. Netceleri etkileyecek en mühim faktörlerden biride seçime kadar şehit haberlerinin göze batmayacak tarzda azalması olabilir.

Vatandaş sağ duyusu ile millete en hayırlısı ne ise ona karar vereceğini ümit ediyorum.

Antalya. 17.11.10

14 Kasım 2010 Pazar

YAŞAM MARATONU



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


Yeryüzünde aşağı yukarı 7 milyar insanoğlu yaşamaktadır. Bir o kadarı da dünyayı terk etmiş. Demek ki, 15 milyar insan FARAZA Maraton koşusuna çıksa , kimlerin nereye kadar, ne zamana kadar nefesi yetecek teste tabi tutsak , acaba netice ne olur?.

Geçmişte dini dogmaları ortaya atanlar en önde yer alırlar. Asırlar geçtiği halde Brahma, Musa, İsa, ve Muhammed bugün dahi hüküm sürmektedirler. Hiç bir teknolojik destekleri olmadığı halde milyarlarca insan yaşamlarında onların ön gördüğü ritüelleri sürdürmektedirler.

Onların ardından ilim dünyasına eski Yunan filozofları, daha sonra Avrupalı filozoflar hükmektedirler.

Onları takibende Mozart, Beethoven gibi büyük sanatkarlar, Goethe, Shakespear , Tolstoy gibi yazarlar ölmezliklerini korumaktadırlar.

Bize gelince Mevlana, İbni Sina, Mimar Sinan, liderlerden Fatih ve nihayet Atatürk bu yüzyılda da ölmezliklerini muhafaza etmişlerdir.

Kürtlerden de Selahaddin Eyyübi, Ahmedi Xani, Yaşar Kemal tarihe ve edebiyata isimlerini kazımışlardır.

Koşunun daha başlarında nefesi tükenenlerse, mevsimlik otlar gibi, fizyolojik yaşamı bitince hazanda savrulkan GAZEL’ler gibi sessizce kaybolanlardır.

Bu iki gurup arasında, kendilerini çok mühim addeden, kibirli, kendilerini bulunmaz Bursa kumaşı zanneden, ancak onların varlıkları ile tarihin gerçekleştiğine inananlar var ki, sözüm o kazip şöhretlere. Elbette içlerinde insanlığa hizmet etmişler, eserler bırakmış olanlar vardır. Maraton koşusunda bir kaç kilometreye varabilmişlerdir. Gözleri yumulduğunda da yaşayan nesillerin onlarca sene rahmet dualarını almışlardır.

Kötü örnekler ise, bir kaç kuruş sahibi olunca üstün bir varlık olduklarına inananlar, ordularda zamanla üst rütbelere kavuşup , resmi törenlerde hala kılınç kuşananlar, hasbel kavel pseudo(sahte) öğretim üyesi, yahut siyasette bakanlık koltuğuna oturmuş olanlar GÜLÜNÇ insanlar olduklarının farkına varmazlar.Ne demişler zamanında ‘’Gururlanma padişahım, senden büyük Allah var.’’ İşte onlar hergün yazılar kaleme alırlar, talebelerin önünde çalım satıp ezberlerini okurlar, siyaset arenasında, kürsülerde yırtınırcasına nutuk çekerler, vaazlar verirler. Geriye bakıp tarihe imzasını atanların eserlerini görmezden gelerek suya imzalarını atarlar.

Bir de, Madame Tissaud’nun bodrum katında boy gösterenler vardır. İnsanları katledenler, canını yakanlar,Neron gibi, Cengiz Han gibi, Hitler gibi canilerde gelip geçmiştir insanlık tarihinde. Maratonda ayaklar altında kalıp ezilmişlerdir.

İşte tarihi bir Maraton koşusunda , perspektivinde değerlendirecek olursak kendimizi de , etrafımızdakileri de öylesine değerlendirip salim bir kafa ile tevazuyu yakalayabiliriz. Bu bir beyin cimnastiğidir. Ciddiye alanların, ciddi insanlar olacağı düşüncesiyle.

Bir çift sözümde ‘’ Kürtçe’ye bilinmeyen bir dil’’ diyen hakimlere. Siz hiç bir yabancı dil biliyor musunuz? Biliyorsanız şayet, böyle ağır cezalara çarptırılacak bir davanızda o bildiğiniz yabancı dilde mi yoksa anadilinizde mi savunma yapardınız.? İşte bu ağır ithamla burnunuzdan kıl almak istedim(!)

Antalya

Şu Lenin ve Troçki Mirası Meselesi…



Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Simon Sebag Montefiore’nin Genç Stalin (Çev: Yavuz Alogan, İthaki, Ekim 2010) kitabını bu gece bitirdim. Biraz uyudum, sonra uykum kaçtı. Arka bahçede bir kedi yavrulamıştı. İkisi öldü. Kalan üç taneden ikisini anneleri alıp başka bir tarafa götürdü. İçlerinde en zayıfı olan üçüncüsü tek başına kaldı. Annesi gelir onu da götürür ya da emzirir diye ilgilenmedim. Bu sabah baktığımda ölmüştü. Kafama dank etti. Anne, onu zayıf olduğu için ölüme terk etmişti. Nasıl olmuştu da bunu düşünememiştim. Eğer düşünseydim yavruyu içeri alıp kurtarabilirdim. Biraz vicdan azabı duydum. Sonra kitabın son sayfalarından satırlar geldi aklıma: “1937-1938 yıllarında, yaklaşık bir buçuk milyon insan kurşuna dizildi. Stalin, çoğunu tanıdığı yaklaşık 39.000 kişinin ölüm listesini bizzat imzaladı. Stalin’in yükselttiği Beria’nın sorumlu olduğu Gürcistan, özellikle ağır bir darbe yedi; Komünist Partisi’nin %10’u tasfiye edildi; Onuncu Gürcistan Parti Kongresi’ne katılan 644 delegenin 425’i kurşuna dizildi.” (s. 431)

“Acaba” dedim kendime, yattığım yerde, “bütün bunları bir canavarın kana susamışlığı olarak ele almak ne kadar doğru? Belki şu anda yerimde Stalin olsa, o da benim kadar üzülürdü ölen kedi yavrusuna.” Bilirsiniz, gecenin sessizliği içinde, uykusu kaçınca böylesi tuhaf düşünceler durmadan üşüşür insanın kafasına. Kedi yavrusundan Doğan Tarkan’a atladı düşüncelerim birdenbire. İki önceki yazımda NTV’deki konuşmasından söz etmiştim. Orada “Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin mirasçısı olduğunu” söylemişti Doğan. Düzenledikleri “Marksizm’2010” seminerlerinde ise, en önde gelen konulardan biri, “Stalinizm-Kemalizm” bağlantısıydı. Ben de bu bağlantıya önem veriyordum ama Lenin, Troçki ve Stalin bağlantısı birbirinden kopartıldığında Stalin-Kemal bağlantısı tüm ciddiyetini kaybediyordu. Çünkü, eğer Stalin’le Kemal arasında benzerlik varsa, Lenin, Troçki ve Stalin arasında, benzerliğin ötesinde doğrudan ve kesintisiz bir devamlılık vardı. Stalin, Lenin’in de, Troçki’nin de mirasçısıydı.

Lenin daha iktidarı aldığı gün, “İnsanları kurşuna dizmeden nasıl devrim yapabilirsiniz?” (s.409) diye haykırmıştı. Doğrusu, “insanları kurşuna dizmeden nasıl iktidarı alabilirsiniz” olmalıydı, yoksa devrim değil. Tersine, gerçekten devrimci öneri şu olabilirdi: “İnsanları kurşuna dizerek nasıl devrim yapabilirsiniz?” Nitekim, bugüne kadar pek söz konusu edilmeyen bir yönü var işin. Eğer Lenin ve Bolşevikler kafayı böylesine kurşuna dizmeye takmasalardı ve daha baştan her türlü muhalefeti şiddetle ezmeye yönelmeselerdi iç savaş da bu kadar çetin olmayacak, bu kadar zorlu geçmeyecekti. Bolşeviklerin sertliği, Beyazların direncine güç katmış, daha da kötüsü devrimin canlı hücrelerini tahrip etmiştir. Belli ki Lenin daha başından devrimle iktidarı birbirine karıştırmıştı ya da onun kafasında ikisi aynı şeydi. Troçki de ondan aşağı mı kalıyordu sanki. Lenin tarafından boşuna Savaş Komiseri yapılmamıştı. İsmi üstünde: Savaş. Yani kasaplık. Savaşla ilgili herhangi bir görev alıp da kasaplık yapmadığını ya da en azından kasaplık mesleğine intisap etmediğini (illa fiili olarak kesip biçmek şart değildir) iddia edebilecek birisi var mıdır? Japon anarşisti Kotôku Shûsui, geçmişini tanımlarken, “bir katilin oğluyum” dermiş, asker olan babasını kastederek. Bir de koca savaş makinesinin tepesindeki Troçki’yi düşünün. Nitekim Troçki, orduda rütbeleri yeniden geri getirmiş, asker komitelerini ve Sovyetlerini dağıtmış, çarlık ordusunun subaylarını yeniden istihdam etmiş, ordunun eski hiyerarşik yapısını ve ritüellerini yeniden teessüs etmiştir. Troçki’nin yaptıkları bununla da kalmamıştır. Ortaya attığı ”sanayinin askerileştirilmesi” tezi tam bir despotizmdir. Bu teze göre, işçiler askeri disipline tabi tutulacak, silah zoruyla üretime koşulacak ve iç pasaport düzenine tabi kılınarak işyeri ve şehir değiştirmekten men edileceklerdir. Ayrıca, toplama kamplarındaki esir emeğinin sanayi hamlesinde kullanılması fikri de Stalin’in orijinal fikri değildir. Lenin ve Troçki de bunu onaylamış ve hatta ilk uygulamalara başlamışlardı.

Ekim Devrimi’nin ideallerini savunarak ayaklanan Kronstadt bahriyelilerini ezen de Troçki’den başkası değildir. Daha sonra Stalin tarafından “Alman ajanı” olduğu iddiasıyla kurşuna dizilen, eski Çarlık subayı Tukaçevski, Troçki’nin sözleriyle, “Devrimin onuru ve şerefi” Kronstadt bahriyelilerini Troçki’nin emriyle ezmiştir. Elbette Lenin de bu ezme çabasına destek vermiştir. Troçki, 1930’larda dünya çapında hiçbir yere ayak basamamacasına Stalin tarafından kovalanırken bile Kronstadtlılara yaptıklarını kabul etmek istememiş, onların “karşıdevrimci”liğinde ısrar etmiştir. Orijinal ve Ortodoks Troçkistler bugün dahi bunu savunmaya devam etmektedirler. Bu siteye yorum yazan Troçkist bir arkadaş, neredeyse üzerinden yüz yıl geçtikten sonra bile Kronstadt’ı “karşıdevrimci” diye niteleme bağnazlığını gösterebilmiştir.

Troçki ve onun dahil olup liderlik ettiği “Sol Muhalefet”, 1920’li yıllar boyunca Stalin-Buharin ittifakına, köylülüğe gereğince sert davranmadığı yönünde eleştiriler yapmış ve ortaya attığı “sanayileşme planı”yla, Stalin’in 1930’lı yılların başından itibaren uygulayacağı ve milyonlarca köylünün ölümüne yol açan “hızlı sanayileşme ve zorla kolektifleştirme” politikasının önünü açmış, yani Stalinist cehennemi diktatörlüğün taşlarını kendi elleriyle döşemiştir. “Sol Muhalefet”te yer alan onca Bolşevik’in 1930’lu yıllarda Stalin’in önünde secde etmelerini (ki bu bile onların hayatlarını kurtaramamıştır) sadece basit bir teslimiyet olarak ele almamak gerekir. Bu teslimiyetin arkaplanında büyük bir ideolojik ortaklık yatmaktadır. Stalin, pragmatik bir devlet adamıydı. Muhalefetin, sanayileşmede köylülüğü iç sömürge gücü olarak kullanma önerisini aynen alıp uygulamaya koydu. Elbette bunu yaparken, monolitik bir diktatör olarak, önerinin orijinal sahiplerini önce teslim alıp sonra da yok etmek zorunda hissetti kendini.

İşte Doğan Tarkan’ın övünerek sahip çıktığı miras budur. Doğru, siyasi akımlar ve partiler belli miraslara dayanırlar, dolayısıyla bunların hepsinin mirasyedi olduğunu söyleyebiliriz. Evet ama ortada yenecek bir miras kalmış mıdır? Buna sermayeden yemek demek daha doğru olmaz mı? Aynı Kemalistlerin bugünkü durumu gibi. Eğer görmediyseniz Sözcü gazetesinin 10 Kasım tarihli nüshasına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. İflas, tam bir iflas!

Türkiye Gündemi




Ahmet Dere
farasinblognews@yahoo.com


Türkiye, gündemi sürekli belli çevreler tarafından tayin edilen ve genelde de tali sorunların ön planda tartışıldığı bir ülke olma özgünlüğünü terk etmemeye gayret eden bir ülkedir. Ortadoğu’nun en güçlü sayılan devletlerden biri olmakla beraber, bir türlü siyaset mekanizmasına prestij sağlayamayan, her kafadan bir sesin çıktığı bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla, Türkiye’de tartışılan gündem de dağınık ve muğlak bir muhtevaya sahiptir. Böylesi bir ülkenin yönetim erki ve çözüm gücü de net olamamakta, derin güçlerin hakimiyeti alenen hisedilmektedir. Bugünlerde gündemi meşgül eden hükümet-muhalefet-yargı + çıkar gurupları + halk kitleleri bağlamındaki tartışmalar, söz konusu bu ülkenin gerçekliğinin aynasıdır.

Bildiğimiz Türkiye’nin en derin ve çözümü kaçınılmaz olarak görülmesi gereken yara olan Kürt Sorunu, yukarıda bellirtiğim biçimde, tali ve hatta sunni diyebileceğimiz problemlerin gölgesinde tutulmaya, adeta gayret edilmektedir. Son iki yıldır Kürt Sorunu bağlamında, demokrat ve duyarlı çevreler tarafından kanayan bir yara olarak görülen KCK davası Diyarbakır’da devam etmektedir. Benim de ismim geçtigi söz konusu davanın duruşmaları devam ederken, turban tartışmaları bir anda ülkenin gündeminin merkezine oturtuldu. Iktidarı, muhalefeti, yargı kurumları ve en fazla da basın ve yayın organları, sırtını temel sorunlara, yönünü ise bu tartışma konusuna çevirmiş durumdadırlar. Ne zamana kadar bu halin devam edeceği ise belli değildir.

13 Ağustos tarihinden beri KCK’nin ilan ettiği eylemsizlik süreci devam etmektedir. KCK yetkililerinin açıklamalarına bakılırsa, söz konusu eylemsizlik sürecinin daha fazla sürmesinin pek anlamı olmamaktadır. Dolayısıyla, Ekim ayının sonunda yeni bir kararın çıkması büyük bir ihtimal dahilindedir. Eğer KCK eylemsizlik sürecini sonlandırıp, tekrar bir çatışma süreci –ki Türk ordusunun yaptığı operasyonalarla bu süreç tek taraflı olarak sürmektedir- başlarsa, ne yazıkki çözümden yana verilen tüm çabalar heba edilmiş olacaktır. Bu yıl yakalanan olumlu atmosferin tekrardan yaratılması çok zor olacaktır. Kürt halkı zaten türk devletine karşı güvensizdir, gerek eylemsizlik sürecinde yapılan operasyonlar ve gerilla kayıpları, gerekse de KCK operasyonları olarak bilinen gece baskınları sonucu yaşanan tutuklamalar söz konusu güvensizliği daha da pekiştirmiştir. Eğer, Diyarbakır’da görülen KCK davası da cezalarla sonuçlanırsa, ister PKK’ye yakın olan Kürtlerde olsun isterse de kendini tarafsız veya başka kürt örgütlerine mensup gören Kürtlerdeki güvensizlik daha da derinleşecektir.

Türkiye’deki siyasi tabloya bakılırsa, ne yazıkki, önümüzdeki sürece ilişkin iyimser olmak için hiçbir neden bulunmamaktadır. 2011 yılında yapılacak genel seçimlerin hesapları şimdiden yapılmaktadır. Son 8 yıldır AKP’nin mitinglerinde havaya atılan sloganlar, bu seçim mitinglerinde de tekrarlanacaktır. AKP’nin sadece sözde kalan söylemlerine alkış tutmaya sürekli hazır olan « Kürtler » yine miting alanlarında şakşakçılık yapacaklardır. Gandili CHP de AKP’yi taklit edip, yok olmayla yüz yüze kaldığı Kürdistan’da, sunni vaatlerle oy avcılığını yapacaktır. Kürtler eski Kürtler olmadıkları için, son referandumda olduğu gibi, ne AKP, ne de CHP istedikleri sonucu elde etmelerini düşünmek saflık olur. Ancak, bu durum Kürt Sorununu da çözmeyecek, tam tersine derinleşen yaraya tuz basacaktır.

Sonuç itibariyle, her ne kadar Ergenekon davası olarak bilinen Silivri duruşmalarında Derin Devlet yargılanıyor biçiminde bir hava yaratılmış olsa da, esas olarak Türkiye Gündemi yine bu Derin Guruhun denetiminde gelişmiş olduğuna tanık olmuş olacağız.

Yazık, kaybedenler yine Türkiye olacak, yine barış ve demokrasi isteyen ve onun için çaba sarf edenler olacaktır.

-----------------

http://farasintr.blogspot.com/

Ahmet DERE'nin "21. Yüzyılda Kürtler" kitabı sipariş edilebilir;

http://farasintr.blogspot.com/2010/01/yeni-ckt.html

11 Kasım 2010 Perşembe

”ŞAİR-ÜS SAGİR” SÜLEYMAN EL-İSA’YA


Nuri Sağaltıcı

Tutkudur sırrı genç kalmanın bir sevgilinin penceresinden
Ayrılıktı yücelten Leyla’yı, o büyük özlemdi Mecnun’u mecnun eden.

Cüzzamlı bir gizemdir Antakya Kharon’dan beri
Bir ucu cennetse şehrin boydan boya, bir ucu da cehennem.

Kimlere yar olmadı dağları Antakya’nın kimlere,
Saint Simon, Saint Pierre ve Cemil Hayek ahvalinden

Asasıyla yardı Akdeniz’i Musa bu sahilde, Samandağ’da,
İsa’nın nefesi karıştı Ali ve Muhammed’inkine birden.

Bundandır kardeşliği bu şehirde yetmiş iki milletin
Ne mazlum vardır kitabında bu güzel şehrin ne zulmeden.

Halis sevgidir Habib-ün Neccar, sokaklar daraldıkça gönlüm ferahlar
Umuttur, umuda açılır; her kapısı ayrı bir din, ayrı bir erdem

II

Coştu Asi yine ey şairim, geldin diye o coşkun sevginle
“Şair-üs sagirsin” Antakya’da ve hâlâ o çocuksun Asi’de yüzen

Genç yaşta ermişsin sırrına bu karmaşık dünyanın
Sermestsin Ömer Hayam’ın şarabından ya da hâlâ ayık bir rubaiden.

İmr-ül Kays ile yarışır şiirin, Suk-ı Ukaz’da Anter’le hatta
Çıkıp gelmiş çocukluğun yine bir baharla o gazelden.

Kanın karışmış Asi’ye boz bulanık, sevdalı
Yangınlarda sessizce kanar yüreğin, tek sitem etmeden.

Bilirim kahrını ben de özlemin, kimsesizliğin
İhanet puştluğu acılardır insanı insan eden.

Minnettarız küçük şair, mahcubuz biraz da sana
Sevginle arındık geç de olsa eski nankörlüğümüzden.

64’te gelmişsin köyüne telaşlı, ürkek ve şaşkın.
Bağışla karşılayamadım diye seni, o zaman bebektim ben.

45 yıl sonra tanıştık anadilim gibi sıcak Dimaşk’ta
Karışık bir hüzünle doldu yüreğim ayrılırken evinden.

Nazım’la, buluştum, Neruda’yla Moskova’da sayende
Ruhlarımız karıştı Asi’ye, kalkıp Hazar Denizi’nden.

Muallakat-ı Seba’dır Antakya şiirlerin kalbimde
Sun bize sözcüklerin büyüsünü “El-Hanin” dolu yüreğinden.

İstanbul sevdanı anlat bana, Pierre Loti sevgisini
Nazım’ın sımsıcak öfkesini akşamları Eyüp Tepesi’nden.

Florya’da sonsuzluktun, Ayasofya’da efsunlu şiir
Bazen bir dost eli sımsıcak, bazen de kavga adamı bilmeden.

Üzülme şairim, bir damladır insan ömrü okyanusta;
Ne erken gelmişiz bu dünyaya ne de geç bu yüz

III

Ah şairim! Hep talihsizim ben, görüyorsun bu konuda;
Hep geç tanırım güzel insanları, ve bunun ilki değilsin sen.

Dilden dile, gönülden gönüle Asi misali
Yaşatır Antakya’n ateşli yüreğini söndürmeden

Kaç şehrin görünen yüzüdür Antakya şimdi, kaç medeniyetin
Biliriz ki ki izler var gönlünde ve güzellikler hepsinden.

İnsanlıkla beslendik, sevgiyle; kardeşçe bu toprakta
Süleyman El-İsa’lar ölmez bütün tanrılar ölmeden.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Kürtler Merkez - Çevre Teorisi’nin Neresinde?


Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se


Önceki iki yazıda Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki ayrışmanın görece kalıcı bir nitelik taşıdığını ve bu durumun başta Kürt hareketinin Merkez diye tanımlanan şeyle ilişkisi olmak üzere siyasette birçok şeyi etkileyeceğini iddia etmiştim. Geçen yazının konusunu oluşturan kültürel çerçevenin siyaset üzerindeki etkisinin artacağı yolundaki tespit, bu etkilerden genel nitelikte birine işaret ediyordu. Kürt hareketinin merkezle olan ilişkindeki olası değişmeler ise daha spesifik bir alan üzerindeki etkilerine bir örnek oluşturuyor. Ama bunlara girmeden önce Merkez ve Çevre laflarının neyi anlattıklarını, lügatimize nereden ve nasıl girdiklerini ve Kürt hareketinin konumlanışı üzerinde nasıl etkiler bıraktıklarına bakmamız gerekiyor.

Toplumsal grupların davranışlarını belirleyen tek ilke rasyonalite olsaydı şu formül muhtemelen “mutlak gerçek” katına yükselirdi: Birden fazla toplumsal menfaat grubunun varolduğu bir yerde, zamanda ve durumda eğer bu gruplardan birisi, ayırım gözetmeksizin bütün diğerlerini baskı altına alıyor, sömürüyor, soluksuz bırakıyorsa, bu muamelelere maruz kalan gruplar, söz konusu egemen güce karşı birleşip ortak mücadele ederler. Gruplar belli, ortak menfaatler açık ve denkleme dahil herkes de aynı rasyonalite çerçevesinde hareket ediyorsa başka bir şey nasıl mümkün olabilirdi ki?

Ama gerçek hayatta işler böyle yürümüyor. Çünkü gerçek hayatta ne önceden tanımlanmış, sınırları ve içeriği değişmeyen sosyal gruplar vardır, ne de bunların birbirleriyle bağlantıları tek bir düzlemde, tek bir yönde, tek bir alanda ve steril bir ortamda gerçekleşir. Tersine, denkleme çok sayıda faktör dahil olur. Ki bunların kimisi birbirini keser, kimisi güçlendirir, kimisi aynı düzleme aittir, kimisi faklı düzlemlerde işler, kimisi mevcut anda birbirleriyle alakasızdır ama ilerde buluşma ihtimali gösterir, kimisi yan ürünleri vasıtasıyla etkilerini icra eder vs. Ve bütün bunlar sadece sözü edilen gruplardan oluşan bir fanus içinde gerçekleşmez; kısaca, “dış dünya” diye tanımladığımız daha geniş ve yoğunlaşmış sistemler de bu denklem üzerinde çok çeşitli yönlerde etkide bulunurlar. Ama herhalde en kötüsü (!) karışıklığa bizzat kendimizin yaptığı katkıdır. Biz de ilk olarak olup biteni algılarken, ikinci olarak da kendi etkimizi icra ederken tabloyu etkileriz. Yani kendi halindeki karışıklık yetmiyormuş gibi ortalığı bir de biz karıştırırız. Böylece ortaya kakafoniyi andıran bir şey çıkar.

Bana sorarsanız, bu karmaşanın en iyi tarafı bir grup insana sosyal bilimci olarak iş sağlamasıdır! Kötü tarafı ise sık sık yolumuzu şaşırmamıza neden olması. Marx, Durkheim, Weber gibi isimlerin büyüklükleri, herhalde bu karmaşa tarafından yutulduğumuz anda tutunup kendimize (yeniden) yön vermemize yardımcı olacak bazı tutamaçlar hazırlamış olmalarından geliyor. Alt yapı, üst yapı, üretim ilişkileri, sınıf, elit, statü, rol, strüktür gibi kavramlar, bu tür tutamaçlardır.
Siyaset alanı da böyledir; orada da insan sık sık kakafoninin içinde kaybolurmuş gibi olur. Yani büyük karmaşanın ayrıntılarıyla boğuşmaktan, karmaşayı etkileyen, alttaki görece sade bağlantıları gözden kaçırmaya başlar. Oysa ne kadar karmaşık ve çok katmanlı olurlarsa olsunlar, bütün güzel senfonilerin aslında bir çocuk şarkısı basitliğindeki rahat hatırlanır birkaç sade melodi üzerine bina edilmiş olmaları gibi, siyaset alanının karmaşası da gerçekte sınırlı sayıda kavram etrafında döner.

Türkiye’deki siyaset alanında da durum aşağı yukarı böyledir. Orada da birkaç temel kavram, adeta etkileri sık sık unutulsun diye işleyip dururlar. Bazı sosyal bilimcilere göre bunlardan biri de Merkez-Çevre ikilisidir.

Bilenler için tekrar olacak, bağışlasınlar, Amerikalı fonksiyonalist sosyologlar tarafından geliştirilmiş olan bu düşünceye göre her toplumun bir Merkez’i bir de Çevre’si vardır. Merkez, o toplumdaki bütün egemen ilişkilerin entegre edileceği mekansal, zamansal, sembolik vb. tezahürleri ifade eder. Çevre ise bu Merkez’e entegre edilmesi gereken sosyal ve kültürel norm dışılıkları. Sosyal bilimci Şerif Mardin bu teoriyi 1970’lerin ortalarına doğru Türkiye’ye uyarladı. Buna göre, çekirdeğinde Kemalist bürokrasinin durduğu batılılaşmış elitin oluşturduğu Merkez ile ona asimile edilmeyi bekleyen Çevre arasındaki ilişki, Türkiye’deki siyaseti belirleyen ikiliyi oluşturuyordu. Kasaba eşrafı çevre’ye dahildi, İslam onun kültürel temsili durumundaydı.

Bu teori, Kürtleri de bir çevre gücü olarak ima etse de, teoriyi Türkiye’ye transfer edenler, Kürtleri bağımsız bir konu olarak çalışmadılar. Başroldeki Şerif Mardin bile Kürtlerle, sadece İslam’la çakıştıkları noktada ve oranda ilgilendi (Said-i Nursi’yle ilgili çalışmasını hatırlayınız).

Neden?

Neden çok. Ama konumuz bu değil. Beni burada asıl düşündüren Kürtlerin bu teoriye karşı gösterdikleri ilgisizlik. Oysa Kürtlerin pozisyonu, daha başından beri, böyle bir ilgiyi koşulluyor gibiydi. Mesela Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın (Dr. Şıvan) 1960 sonlarında yazdıklarına bakarsanız bu teoriyle ilişkilendirmekte hiç de zorlanmayacağınız bazı belirlemeler bulursunuz. 22 Ağustos 1970 tarihli konuşmasında yer alan Kemalist bürokrasiye ilişkin tespitler örneğin. Bu tespitler, Dr. Şıvan’ın bir zamanlar yazdığı Yön dergisinin çizgisiyle değil, Yön’ün karşısındaki akımların çizgisiyle ve bu arada “Merkez-Çevre paradigması”yla daha fazla uyumludur. Ama ne Şıvan’ın kendisi, ne de onun takipçileri böyle bir ilişkilen(dir)meyi denediler. Dr. Şıvan’ın durumunu anlamak belki mümkün; çünkü 1971 sonbaharında Barzanilerin de içinde olduğu bir operasyonla Güney Kürdistan’da kurşuna dizildiğinde bu teori henüz Türkiye’ye taşınmamıştı.

Ya takipçilerinin ilgisizliği?

İnsanın aklına değişik nedenler geliyor. Yabancı dil bilmemek bunlardan biri örneğin. Zira Canip Yıldıırm, Kemal Burkay ve Nurettin Elhüseyni gibi 3-5 kişi dışında o zamanlar Batılı büyük dillerde okuyabilen Kürt siyasetçisi yoktu ve bu teori daha çok İngilizce yayınlarda mevcuttu.

Bir diğer ve belki de daha ikna edici olabilecek neden, Kürtlerin, o sıralar, var olanın gerkliliğini ve dolayısıyla değişmezliğini vurgulamaya eğilimli fonksiyonalist teorilerden çok, var olanın çatışmayı gerekli kıldığını vazeden Marksizm türünden çatışmacı teorilere ihtiyaç duymalarıydı.

Nedeni ne olursa olsun, Kürt muhalefeti Şerif Mardin’i duymadı. (Merak eden olur diye ekleyeyim, ben kendim de bu teoriden görece geç bir tarihte, 1990’ların başında cezaevindeyken haberdar oldum.) Duymadı, ama Türkiye’deki başka bazı muhalif akımlara benzer bir şekilde, adeta bu tezi damarlarında hissediyormuş gibi davranmaktan da geri durmadı. Tıpkı sömürgecilik teorisiyle ilişkisinde olduğu gibi: 1970’lerde Kürt hareketinin dört başı mamur bir “Sömürgecilik Teorisi” de yoktu. Sadece kısmi ve sistematik olmaktan uzak bazı denemeler yapılmıştı. Hatta İsmail Beşikçi “Kürdistan sömürge bile değildir” (ondanda geri bir statüdedir anlamında) iddiasını dahi seslendirmişti. Buna rağmen sömürgecilik teorisinin Kürdistan gerçekliğini izah edebilen yegâne teori olduğu düşüncesi (veya inancı) Kürt hareketinin amentüsüne dönüşmüştü. Merkez-Çevre teorisinin durumu da bunu hatırlatıyor. Kürt hareketi ne bu teoriye açıktan alıcı oldu, ne Şerif Mardin’i, E. Shils’i ya da S. N. Eisenstadt gibi isimleri tanıyıp tanıttı, ne de kendi pozisyonunu bu teorinin ışığında sabitlemeye çalışan sistemli teorik bir çaba içine girdi. Ama durum böyle olmasına rağmen bu hareketin kendi konumuna ilişkin pratikteki algısı, sanki kendini bu teorinin Çevre diye adlandırdığı şeyin bir parçası olarak görüyormuş izlenimini veregeldi. Özellikle de Bağımsız (birleşik, demokratik) Kürdistan sloganından vazgeçtikten sonraki dönemde.

Kürt muhalefeti, kabaca 1990’larla birlikte gerçekleşen bir değişimin ardından kendini Türkiye bütünlüğü içinde tasavvur etmeye başladı diyebiliriz. Eski düşüncelerinde direnen az sayıdaki aydın dışında durum bugün de böyledir. Ve düşünsel rotayı bir kez Türkiye’nin bütünlüğüne doğru kırdığınızda, orada kendinize bulacağınız yer herhalde sistemin merkezinde bir yer olmayacaktı. Nitekim hareket kendisini, adeta kimsecikler farketmeden, Çevre’ye yerleştiriverdi.

Bu işin böyle farkedilmeden nasıl gerçekleştiği benim kafamı kurcalayan sorulardan biri olagelmiştir. Şu ana kadar bulabildiğim kısmi cevaplardan biri, Merkez-Çevre teorisinin, alt-üst, sağ-sol ve aşağı-yukarı gibi insan beynindeki en asli algı kalıpları üzerine kurulmuş olmasıyla ilgilidir. Bu bilişsel özelliği, Merkez-Çevre teorisine bazen özel bir zihinsel çabaya gerek bırakmadan, yani fazlaca fark edilmeden benimsenebilirlik niteliği katıyor. Bu niteliği, muhtemelen bu teorinin ya da bazı savunucularının söylemeyi yeğlediği şekliyle “paradigma”nın en güçlü yanlarından biridir. Doğru dürüst tartışılmadığı, hatta tanınmadığı halde Türkiye’de bu kadar geniş taraftar bulmasının altında yatan nedenlerden biri de bu olabilir. Düşünün ki bu teoriyle ilgili 1990’lara kadar Türkiye’de ciddi yayın yapılmamıştı. Buna rağmen sivil toplumcu Türk solu ile düz-liberal Türk aydınları arasında, yakın zamana kadar neredeyse firesiz bir desteğe, Türk-İslam sentezcileri arasında ise gayet güçlü bir taraftar kitlesine sahiptir.

Ama eğer böyleyse bu, aynı zamanda onun en güçsüz yanlarından biri olmalıdır; çünkü herkes için ve her zaman çok açık olan tanım ve kategoriler o kadar geneldirler ki, spesifik olayları açıklamakta fazla işe yaramazlar. Nitekim bu teorinin tariflerinden hareket ederseniz, bir ve aynı kişiyi veya toplumsal kesimi, değişik özelliklerinden kalkarak pekala Merkeze de yerleştirebilirsiniz, Çevreye de. Tanımlar çok genel olduklarından bunu rahat kaldırırlar. Alalım Turgut Özal’ı. Bu teorinin savunucuları, elit bir aileye mensup olmadığı ve İslamcı bir yaşam tarzı takip ettiği türünden (genellikle kültürel) tezahürlerden kalkarak onu tartışmasız biçimde Çevre’den saydılar. Oysa Özal, bırakalım Türkiye’yi, Dünya Bankası ve IMF gibi Dünyanın Merkez’ini oluşturan güçlerin Türkiye’deki uzantısı rolündeydi, Türkiye’nin Merkez’ini oluşturduğu söylenen askeri bürokrasinin uyguladığı ekonomi politikasının sınırsız yetkiyle donatılmış yegâne icracısıydı ve yine Türkiye’deki Merkez’in en önemli bileşenlerinden biri olan tekelci sermayenin Cumhuriyet tarihindeki en sadık temsilcilerinden biriydi. Anılan güçler kesinlikle Çevre’ye mensup olmadıklarına göre, Özal’ın bir Çevre unsuru olduğu yolundaki güçlü inanç ve iddiayı nasıl açıklayacağız? Sözü edilen bilişsel ikilemlerden kaynaklanan algılama kolaylıklarının burada rol oynadıkları düşünülebilir. Tıpkı buradakine benzer bir şekilde Kürt muhalefeti de 1990’lardan sonraki dönüşümüyle birlikte, adını koymadan, herhangi bir teorik izahata gerek görmeden ve adeta başkası nasıl mümkün olabilirmiş havasında, kendini Çevre’nin parçası olarak hissetmeye veya değerlendirmeye başladı.

Bu kavrayış ya da algılayış, Kürt hareketini yazının başında sözünü ettiğim “mutlak gerçek”in konusu haline getiriyor: madem ki aynı Merkez’in ezdiği güçleriz, o halde stratejimiz, Çevre’deki diğer güçlerle birlikte hareket etmek üzerine kurulmalıdır.

En son referandum öncesinde Ahmet Altan’ın yazılarında şiir tadındaki ifadelerini gördüğümüz bu belirlemeyi Kürtler cephesinde de bu ölçüde çıplak bir dille ifade eden oldu mu, hatırlamıyorum; ama Kürtler arasında 1990’lardan sonra başgösteren birçok düşünsel ve siyasal eğilimin bu düşünceden güç aldığını söyleyebilirim. Kürtlerin iyi kalemlerinden biri olan Orhan Kotan’ın yolunu ölmünden kısa bir süre önce Özalizme çıkaran politik trafik kazası bunun sonuçlarından biriydi örneğin. Keza Kürt kitleleri ve geleneksel sektörleri arasında hayli yaygın olan Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan hayranlığının bir ayağı da burada sözü edilen Merkez-Çevre ikilemiyle ilgili kavrayış veya sezgilerle ilgilidir.

Kanımca, şimdiye kadar düşünsel planda fazlaca işlenmemiş olan bu konunun üzerinde düşünme zamanı gelmiştir. Çünkü bu teorinin Merkez diye sunduklarının, bu teorinin terimleriyle ele alındıklarında bile artık Merkez olmaktan çıkmaya başladıkları bir dönemden geçiyoruz. Keza bu teorinin Çevre diye takdim ettiği bazı toplumsal güçlerin (tabii ki Kürtlerin dışındaki güçlerdir bunlar), yine bu teorinin terimleriyle söylenirse Merkez’e dönüştükleri bir dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla sanki teorinin tanımladığı Merkez ile teorinin tanımladığı Çevre hâlâ varmış da Kürt hareketi de kendi konumunu bu çerçeve içinde belirlemek zorundaymış gibi bir durum söz konusu dahi olamaz. Fakat referandum öncesindeki (ve kısmen sonrasındaki) tartışmalar gösteriyor ki, Kürt hareketinin en azından bir bölümü hâlâ bu değişimi hissetmekten uzaktır.

Yukarıda, Kürt hareketinin bu teoriyi sessizce benimserken büyük ölçüde el yordamıyla hareket ettiğini belirtmiştim. Şimdiki soru ise şudur: Kürt hareketi bu teorinin mevcut kavşakta yol açtığı sorunlarla yüzleşirken de yine el yordamıyla mı hareket edecektir?

Sorunun soruluş biçimi, olumsuz bir cevabın tercih edildiğini de ima ediyor. Yani Kürt hareketi hiç olmazsa meselenin ikinci safhasında biraz daha bilinçli hareket edilebilir. Bu amaçla, teorinin ileri sürdüğü türden bir Merkezin ve bir Çevrenin olup olmadığını ve Kürtler’in, yine öngörüldüğü biçimde, bir Çevre gücü olup olmadıklarını sorgulayabilir. Eğer gerçekten böyle bir Merkez ve Çevre varsa ve Kürtler de öngörüldüğü üzere bir Çevre gücü iseler, Kürtlerin Çevredeki diğer güçlerle birlikte yürüyebilme imkanlarının olup olmadığını araştırabilir. Ama en önemlisi, bu teori doğru kabul edilse bile, gelinen noktanın, bu teorinin temel kategorilerini ve bu teorinin Kürtlere biçtiği rolü nasıl etkileyebileceğini tartışabilir.

Gelecek yazıda bu konuyu ele almaya çalışacağım.

9 Kasım 2010 Salı

Çürümüş Putlar Yıkılır Yıkılmaz: ( I )


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Var mı Öyle bir Örgüt?!

Kimi yayınevleri saygısızlık edip kitapların çevirmenlerini yazmayı ihmal etseler, kimi çevirmenler de sanırım hukuki kaygılarla değişik takma isimler kullanarak bir anlamda çevirmeni önemsizleştirseler de, bence çevirmenler bir kitabın seçiminde son derece tayin edicidir. Hem kitabın doğru çevrildiğinin güvencesi olması, hem kitabın anlatım ve atmosferinin çeviriyle yok olmaması, hem de çevirmenin isminin kitap için bir referans olması açısından.

Mesela Yavuz Alogan ismi benim için bir referanstır. Yavuz bu kitabı çevirmişse bir bildiği vardır derim. Kırk yıldan fazla bir zamandır hayatını çeviri yaparak kazanan bir insanın çıtayı böylesine yüksek tutabilmesi gerçekten hayranlık uyandıracak bir başarıdır.

Gerçi, Alogan’ın geçenlerde basılan çevirisi (Simon Sebag Montefiore, Genç Stalin –Biyografi, Birinci kitap-, İthaki, 2010) Yavuz çevirmese de, ilgi alanım dolayısıyla mutlaka alıp okuyacağım bir kitaptı. Hemen belirteyim ki, bu yazı bir kitap tanıtması değildir. Özgür Üniversite’nin ve Fikret Başkaya’nın ne zamandır güç verdiği, artık iyice çürümüş putları yıkmanın zorunlu olduğu düşüncesine katkıda bulanacak birkaç anekdot için yararlanacağım kitaptan. Bu yazı sadece çürümüş putlardan biri üzerine: Yıllarımızı alan, düşlerimizi süsleyen, aynısını yaratmaya çalıştığımız, “polis ajanlarını avlayan, su sızdırmayan, çelik disiplinli proleter öncü örgüt”.

Lafı uzatmadan, Genç Stalin kitabından uzunca bir alıntı vereyim: (Stalin’in) “İlk mücadelesi parlamentodaki yıldızı Malinovski’yi (gerçekte Ohrana ajanı olan Malinovski, Bolşevik Partisi’nin gizli Merkez Komitesi’nin ve Duma’daki grubunun üyesiydi ve bütün gizli yayın şebekesini bu ajan yönetiyordu. Ekim’den kısa süre sonra Ohrana belgelerinin incelenmesiyle ajan olduğu anlaşıldı ve kurşuna dizildi, G. Z.) dehşet verici bir suçlamaya karşı savunmak oldu. Bir makalede Malinovski’nin Ohrana ajanı olduğu saptanıyordu. Bolşevikler, makalenin altındaki ‘Ts’ imzasını kullanan iftiracının, Menşevik Martov … ya da kayınbiraderi Fyodor Dan olduğuna inanıyorlardı. Fyodor Dan şöyle der: ‘Bolşevik Vasilyev [Stalin], Malinovski hakkındaki söylentileri durdurmak için evime geldi…’

“Ne var ki Malinovstki sayesinde Stalin’in her hareketi, bizzat İmparatorluk Polis Müdürü tarafından izleniyordu. 10 Şubat günü Sverdlov, Malinovski’nin ihbarıyla tutuklandı. Bunun üzerine Stalin, Bakû’dan yoldaşı Şaumyan’ı Pravda’nın editörlüğüne atamaya karar verdi. Fakat Malinovski, Ermeninin tıpkı Stalin gibi uzlaşmacı olduğu (Stalin, genellikle Menşeviklerle uzlaşmaya yatkın bir çizgi izlemiştir, G.Z) konusunda Lenin’i ikna etti. Bunun üzerine Lenin, Malinovski’nin adayı Çernomazov’u destekledi. Çernomazov, Stalin’in Bakû’de tahmin ettiği gibi, bir ikili Ohrana ajanıydı.” (s.326)

Takip eden satırlarda, Malinovski’nin, ipek kravatını da gardrobundan sağlayarak Stalin’i nasıl bir baloya gönderip orada yakalattığı anlatılmaktadır.

Şimdi düşünüyorum da, bu “ajan sızdırmayan” çelik disiplinli örgütü örnek alıp işkencehanelerde kim bilir kaç genç insan nelere direnmiş, kim bilir kaçı işkence tezgahlarında canını vermiştir? Elbette böyle yaparak hatalı davrandıklarını söylemek istemiyorum. Böyle bir işe girişen bir devrimcinin yapması gerektiğini yapmışlardır ama en azından ölürken şunu bilmiyorlardı: SBKP Tarihi adlı yalanlar kitabında anlatıldığı ya da Lenin’in “Bir Yoldaşa Mektup” makalesinde tarif edildiği gibi ajanları yakalayan, su sızdırmayan mükemmel ve çelik disiplinli bir örgüt hiçbir zaman olmamıştı. Bolşevik militanların en büyük şansı, daha sonra yaşandığı gibi, Stalin’in çelikten diktatörlüğü altında değil de, Çarlığın kırık dökük, gevşek ve hatta diyebiliriz ki, Stalin diktatörlüğüyle kıyaslanmayacak ölçüde hoşgörülü diktatörlüğü altında yaşamaları ve örgüte sızmış ajanlarca kolayca yakalandıkları gibi, sürgüne yollandıkları Sibirya’dan, şartların elverişliliği nedeniyle kolayca kaçabilmeleri olmuştur. Yoksa örgütleri bir işe yaramazdı, hatta bu örgüt polise yakayı kaptırmak için bire birdi.

Bu tarihi örneği böylece belirttikten sonra gelelim bugüne. Devrim için gizliliğin ve gizli çalışan bir örgütün şart olduğu ileri sürülüyor. Neden? Çünkü devrim, Mao’nun edebi anlatımıyla bir çay partisi değildir. Bu konuyu, bir başka çürüyen put olan “devrimci şiddet” konusuna geldiğim zaman ele alacağım ama burada da kısaca değineyim. Şuna açık bir cevap vermek gerekiyor: Devrim, ezilen kitlelerin işi midir, yoksa bir gizli örgütün işi mi? Biliyorum, ikinci fikri savunan arkadaşlar şöyle cevap veriyorlar: “Kitlelerin işidir ama o kitleleri yönlendiren partinin gizli olması gerekir.” Peki neden, devrimin esas süjesi olduğu söylenen kitleler gizlenmiyor da, onun “temsilcisi” olduğunu iddia eden örgüt gizleniyor? Sanıyor musunuz ki bu, o edebi anlatımlarla tekrarlayacak olursak, “kitlelerin öncüsünün korunması” gereğinden kaynaklanıyor? Hayır hayır, sebep kesinlikle bu değil. Eğer riskse, kitleler de risk altında, eğer tutuklanmaksa emekçiler de tutuklanır. Esas sebep, devrimden sonra iktidarın gerçek sahibinin kitleler değil, işte bu gizlenen kadrolar olmasıdır. İşçiler yakalanabilir, dayak yiyebilir, hapse atılabilir ama Partinin kendi kadrolarını mümkün olduğu kadar koruması gereklidir. Gereklidir ki, karşı iktidar devrildiği an, yeni iktidarın nüvesi olan kadrolar hemen kilit iktidar mevkilerini devralabilsinler.

Artık bugün devrimde ısrar edenler, bunca deneyden sonra devrimin gerçek öznesinin gerçekten işçi sınıfı ve ezilenler olduğunu saptayabiliyorlarsa eğer, böyle gizli bir partinin işlevi de kalmamış demektir. Bundan sonra gizlenenler, bilsinler ki, egemen düzenden değil, ezilenlerden gizleniyorlar. Tabii bunu söylerken, bu tür partilerin tamamen işlevsiz olduğunu söylemek istemiyorum. Gerçek bir emekçi devrimi, iktidar iddialarını ellerinden alarak onları da olumlu bir unsur olarak değerlendirebilir. En azından buna çaba gösterilmelidir. (Bu konu, Fikret Başkaya ile birlikte yazdığımız, Özgür Üniversite Yayınları tarafından geçenlerde basılan Devrimi Yeniden Düşünmek – I adlı kitapta işlenmektedir.)

İstiklal Marşı…



”Toplu yürüyüşlerde iki marş söylenir. Biri İsveç’ten çaldığımız ‘’Dağ başını duman almış’’, bir diğeri de ‘’Onuncu yıl ‘’ marşı. 70 senede bir üçüncüsünü üretememişiz. Muzır, muzip çocuklar 10 uncu yıl marşını gırgıra alırlardı ve ‘’ Çıktık açık alınla, Hamama gittik nalınla, Hem yıkandık, hem yunduk, mis kokulu sabunla.’’tarzında söylerlerdi.”


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

BEN ÇOCUKKEN DE AKILLI İMİŞİM(!)

Halamoğlu 20 sene önceydi, ‘’ İsmet ! Sen çocukken de akılllı idin. ‘’ dediğinde çok gülmüştüm. Maarif şur’asının aldığı son kararlarda okullarla her sabah ayakta söyletilen ‘’ Türküm, doğruyum, çalışkanım’’ amentüsünün, İstiklal marşının kaldırılacağını duyunca daha ilk okula başladığımda , çocukken akıllı olduğuma inandım. Zira 7 yaşında iken, o küçük beynimle , o söylemlere hiç iştirak etmezdim. Bugüne kadar da hiç iştirak etmedim. Bu fenomeni izahtan acizim. Bu davranışımı kimse tavsiye etmemişti. Beni bu hususa motive eden hangi etkenlerdi? Kürt kökenli olan babamı 2 yaşında iken kaybetmiş. Annem bizi Türk kültürü ile eğitmişti. Tahminim o ki ben içeriğinden ziyade tatbiki şekline karşı idim. Anti-militarizm benim genlerimde olsa gerek. Gerçi 73 sene önce dünyada diktatörlükler vardı ve Atatürk yeni bir ulus yaratma çabasındaydı. Bugün bu tip alışkanlıklar sadece kuzey Kore’de mevcut. O zamanlar Almanlar üstün ırk iddiasında idi. ‘’ Ne mutlu Almanım diyene ‘’ der gibi. Bugün Almanya’daki Türk asıllı çocuklara ‘’ Almanım, doğruyum, çalışkanım ‘’ saçmasını söyletemezzsiniz. Gazeteci Altay’lı çocukken söylediği o amentüyü gene söylemek istediğini yazıyor. Bulgaristan’da olsaydı acaba ‘’ Bulgarım, doğruyum, çalışkanım v.s. ‘’ dermiydi? Damarlarında Bulgar olduğu için ‘’ ASİL KAN ‘’ olmadığını kabullenir miydi?

Londra’ya gittiğimde sinemalarda filim başlamadan önce ayakta milli marşlarını dinlemek mecburiyetinde kalırdık. Muzır, muzip çocuklar ‘’ Gott save the Queen ‘’ yerine ‘’Gott schave the Queen’’ derlerdi.

Toplu yürüyüşlerde iki marş söylenir. Biri İsveç’ten çaldığımız ‘’Dağ başını duman almış’’, bir diğeri de ‘’Onuncu yıl ‘’ marşı. 70 senede bir üçüncüsünü üretememişiz. Muzır, muzip çocuklar 10 uncu yıl marşını gırgıra alırlardı ve ‘’ Çıktık açık alınla, Hamama gittik nalınla, Hem yıkandık, hem yunduk, mis kokulu sabunla.’’tarzında söylerlerdi.

Güven parkta bir heykel var. !-‘’ Türk ! Öğün, çalış, güven !’’ Öğünebilmemiz için Olimpiyatlarda, Nobel ödüllerinde , BM nin kadınlara eşitlik skalasında (124 üncü) Türkler nerede, sormamız lazım. Çalışmaya gelince. 3 Türk işçisinin çalışması bir Fransızınkine bedel diyorlar. Bir işin sağlamlığına güven duymamız icap ediyorsa ‘’Alman işi ‘’ demiyor muyuz?. Yaşam skalasında 81 inci sırada değil miyiz. TÜRK olmanın bize bir üstünlük kazandırdığını şair İsmet ÖZEL söylüyorsa da ben Çetin Altan’ın dediği gibi Hamasi böbürlenmelerden kaçınmamızı , damarlarımızda asil bir kan olmadığını kabullenmemizi tavsiye ederim. 25 sene çalışmış bir emeklinin asgari ücretle çalışanlar gibi 600 TL ile geçinmeğe çalıştığını , 3 çocuk edinin Allah rızkını verir tevekkülü ile, Mutlu olması için bir Kürde, bir Ermeniye TÜRKÜM dedirtmeğe devam edelim.

Antalya

5 Kasım 2010 Cuma

Özgürlük istiyoruz!


Haber: Yaman YILDIZ

Temel hak ve özgürlükler arasında ayrım yapılamayacağını hatırlatma ihtiyacı duyuyoruz. Siyasal demokrasinin sınırlarının gelişmesinin en önemli şartı, kimlikleri, cinsiyetleri, inançları, etnik kökenleri ne olursa olsun, hiç bir yurttaşının ayrımcılığa maruz kalmamasıdır.

Temel haklarını talep eden kesimler üzerindeki baskıcı uygulamaların sona ermesi ancak demokratikleşmeye doğru atılacak büyük adımlarla gerçekleşebilir.

Şimdi bu adımları hızla atmak için;

Kürt hareketinin seçim tarihine kadar uzattığı ateşkes sürecinin değerlendirilmesi gereken çok önemli bir fırsat olduğunu düşünüyoruz.

Kürt sorununun siyasal ve demokratik çözümü için, KCK davasından tutuklu Kürt siyasetçilerinin ve seçilmiş Kürt yerel yöneticilerinin serbest bırakılmasını istiyoruz.

Düşünce ve ifade özgürlüğünün yanı sıra, inanç özgürlüğü önünde de engel teşkil eden başörtüsü yasağının son bulmasını istiyoruz.

Alevilerin inançlarını özgürce yayabilmelerini, zorunlu din dersi uygulamasına son verilmesini ve cemevlerine özgürlük istiyoruz.

Özgürlük İstiyoruz…

http://www.ozgurlukistiyoruz.org/

2 Kasım 2010 Salı

Siyasette Kültürel Çerçeve


Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se

Bir önceki yazımda(*) bir tarafta Türklerle Kürtler, diğer tarafta Türklerle Türkler arasında geçtiğimiz birkaç onyılda yaşanan ayrışmaların ulaştığı duruma değinmiştim.. Avrupai Türkler, Asyatik Türkler ve Kürtlerden oluşan üç ayrı topluluğun doğuşuna yol açan bu ayrışmalar, kuşku yok ki politik alanı da yakından etkiliyorlar. Aşağıdaki yazıda, bu yeni durumun politik alana muhtemel etkilerinden ilkini, siyasal alanda kültürel çerçevenin artan önemini ve bununla bağlantılı bazı sorunları ele almaya çalışacağım.

Yeni dönemde siyaseti yakından etkileyecek gelişmenin biri, kültürel çerçevenin siyasal alanda eskisine oranla daha fazla öne çıkacak olmasıdır. Esasen bu cümleyi gelecek zaman kipinde kurmaya gerek yok, çünkü siyaset bir süreden beridir zaten küçümsenmeyecek ölçüde bu çerçevede yürüyor. Türkiye’deki merkezin Avrupai Türkler ve Asyatik Türkler olarak bölünmesi bunun işaretlerinden biridir. Önümüzdeki dönemde bunun belki daha fazla görünür hale gelmesi söz konusu olabilir. Biraz karikatürleştirmek pahasına durumu şöyle ifade edebiliriz: 1960’lar ve 70’ler dünyasında nasıl, ilgili-ilgisiz her şey sınıfsal terimler üzerinden ifade ediliyor idiyse, bugün de ilgili-ilgisiz birçok şey kültürel terimler üzerinden ifade edilmektedir, edilecektir. Bu da siyaset alanıyla ilgilenirken kültürel çerçeveye daha fazla dikkat edilmesi gerektiğine işaret eder.

Ne var ki bazı gelenekler, böyle bir dikkati göstermek bakımından sorunludurlar. Türk Solu bu geleneklerden biridir örneğin. Türk Marksistleri, kültürel çerçevenin sosyal hareketlerin oluşumuna olan etkilerine başından beri gerekli ilgiyi göstermemişlerdir.

Sorun bu kadarla sınırlı kalsaydı belki çok dikkat çekici olmayabilirdi. Çünkü başka ülkelerin Marksist hareketlerinde de tesadüf edilebilen bir durumdur bu. Fakat Türk Marksist hareketine öncülük eden kadroların, kabaca 1960’ların sonlarına dek uzatılabilecek bir döneme kadar, eğer ailesel arka plan itibarıyla değilse, mutlaka gelecek projesi itibarıyla Avrupai Türklere yakın bir kültürel profil çizdikleri düşünülürse, bu ilgisizlik biraz tuhaflaşmaya başlar. Bu örneği tartışmalı bulacak okurlara, Rumeli kökenli sosyalistlerin, Türk sosyalist hareketinin kurucu kadrolarıyla ilk sempatizanları arasında önemli bir ağırlık oluşturduklarını hatırlatabilirim. Üstelik bu dönemde Rum, Ermeni ve Yahudi kökenli komünistlerin hareket içindeki temsil düzeyi de görece yüksekti. “Bu örnek çok eski bir döneme ait, o durum geçmişte kaldı” diye düşünülebilir. Ama öyle değil. Çünkü Türk solunun tarihindeki en kitlesel dönem olan 1970’lerde dayandığı en önemli toplumsal gruplardan biri Alevilerdi. Kısacası, ister kuruluşa gidin, ister bugüne gelin farketmez, kültürel çerçevenin sol üzerindeki etkisi gayet barizdir. Ama Türk solu hem belirgin kültürel özellikler taşıyan bir sosyal zemine dayandı, hem de kültürün siyasetle ilişkisini ıskalayan bir bakış açısına sahip olageldi. Terslik veya çelişki işte burada.

Türk Marksistlerinin buradaki terslik üzerine yeterince düşünüp yazdıkları herhalde söylenemez. Nitekim geçmişte bu ilgisizliğin bazı sonuçlarına katlanmak zorunda kaldılar. Örneğin Kürt hareketinin, 1970’lerin ortalarında, Türklerle Kürtlerin bir arada yaşadığı birkaç sınır ili dışındaki bütün Kürdistan’da Türk Solunu göz açıp kapamadan tasfiye edebilecek başarıyı göstermesinde, bu ilgisizliğin de katkısı vardı. Kültüre referans yapan bir hareketin bir sosyal hareketle aynı sahada top oynayabileceği düşünülmemişti bile. Türk Marksistlerinin Kürt hareketini tanımlamak amacıyla geliştirdiği kavramlara bakın durumu daha rahat anlarsınız: “feodal faşist” (Halkın Kurtuluşu adlı Türk soluna mensup bir grubun dönemin Apocularını nitelemek için icat ettiği terim), “emperyalizmin ekmeğine yağ sürenler”, “işçi sınıfını bölenler” (neredeyse bütün Türk Marksistlerinin Kürt hareketine ilişkin kullandığı ortak tanım), “sosyal-emperyalizmin beşinci kolları” (Perinçek ekibinin tanımlarından) ... Sınıfsal terimlerinin dışına taşabilen bir sosyal hareketin Türk Marksistlerinin gözünde göründüğü biçimler bu tür şeyler olabilmişti. Bunun sadece sosyal-şovenizmle veya sadece örgüt merkezciliğiyle ilgili bir durum olmadığı açık.

Brezilyalı siyaset bilimci Evelina Dagnino, Latin Amerika solunun kültürle politika arasındaki ilişkilere bakışında yaşanan değişiklikleri incelediği bir makalesinde, Latin Amerikalı Marksistlerle ilgili olarak da benzer tespitler yapıyor. Demek ki sorun bize özgü değilmiş. Dagninino’nun bir diğer dikkat çekici tespiti ise A. Gramsci gibi bazı düşünürlerin eserlerinin 1970’lerin ikinci yarısından itibaren bu ülkelere girmiş olmasının, kültürle siyaset arasındaki ilişkilere dair soldaki yanlış tutumun aşılmasının nedenlerinden birini oluşturduğudur. Biri dışında Latin Amerika ülkelerini tanımadığım için tespitin doğruluğu hakkında bir şey söyleyemeyeceğim; ama eğer araştırılırsa, Türkiye için de böyle ilginç ve beklenmedik bazı nedenlerle karşılaşacağımızı tahmin edebilirim.

Hakkını yememek lazım, Türk Marksistleri içinde sosyal harekette kültürel çerçeveyi önemseyen bir damar da vardı. Bu marjinal damar Birikim çervresinden oluşuyordu. Fakat onlar da solun geneli için geçerli bazı nedenlere ilaveten Kürt sorununun el yakan niteliğinden ötürü bu bakış açısını Kürt meselesine uygulayabilecek kadar genişletemediler. Kürtler, bütün bedelini, santim santim ve deyim yerindeyse kan ve hapisle ödeyerek Kürt sorununu kamuoyunda görece risksiz biçimde tartışılır kılıncaya kadar, daha çok İslam’la iligili egzersizler yapmakla yetindiler. Dolayısıyla onlardan da fazla bir hayır çıkmadı.

Peki önümüzdeki dönemde ne olacak?

Kanımca solun seçenekleri basittir. Ya kültürel çerçeveyi daha fazla gözeten yeni bir bakış açısı geliştirecekler, ya da bir süre daha “Bu iş niye olmuyor?” diye kara kara düşünerek geceleri koyun saymaya devam edecekler.

Ne var ki, kültürel çerçeveyle ilgili bu sorun sadece Türk soluyla sınırlı değildir. Çoğunlukla Marksist bir geçmişe sahip olan günümüzün liberalleri de benzer problemlerden muzdariptirler. Onları geçtik, bizzat kendisi kültürel çerçeve içinde şekillenmiş bir hareket olan Kürt muhalefeti de bu sorundan muaf değildir. Kürtlerdeki alt kimliklerle (mesela Alevilik, Yezidilik veya Kırmanclık/Zazalık kimliğiyle) mutasavver üst Kürt kimliği arasındaki ilişkilerin Kürt hareketi tarafından ele alınış biçimlerine bakın, durumu daha açık biçimde görürsünüz.

Kürt hareketinin iç hiyerarşisinde yaşanan değişmeler (ki süreklidirler) anılan kimliklere bir paralellik oluşturmadığı müddetçe, yani örneğin harekette statü kaybetmek veya harekette daha yüksek statüye erişmek, Alevilik, Sünnilik, Yezidilik, Kırmanclık/Zazalık veya Kurmanclık gibi kültürel kavram ve kategorilerle belirlenmedikçe veya tesadüfen bunlarla çakışmadığı müddetçe sorunsuz duran bu ilişki, böyle bir çakışma oluştuğu veya bir çakışmanın oluştuğu hissini veren durumlar ortaya çıktığı anda renk değiştirmeye başlar. Nitekim Kırmanclar/Zazalar, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren Kürt hareketi içindeki pozisyonlarını yitirmeye başladıklarında başta diaspora olmak üzere kıpırdamalar da başladı. Ve bu kıpırdamaların en azından bir kısmı, kendilerini, tanıdık bir yolla, kültürel bir çerçeveye bürünerek ifade etti (“Zazalar Kürtlerden ayrı bir ulustur” tezi). Kürt hareketinin önemlice bir bölümünün bu gelişme karşısındaki tavrı, hiç de kültürel çerçevenin siyasal mücadele içindeki rolünün farkında olan bir hareketten beklenen bir tavra benzemiyordu: Bu bir ajan faaliyetidir!

Peki Kürt hareketi neden böyle davrandı? Gerçekten de Zazacılığın, Dersimciliğin vb. bir ajan faaliyeti olduğuna inandığı için mi?

Hiç kuşkusuz Kürt hareketi içinde buna inanan insanlar vardı. Çünkü devletin, “Zazacılık” üst başlığıyla ifade edilen oluşumlara katkıları, özellikle 1990’ların başlarından sonra rahatlıkla gözlenebilir nitelikteydi. Fakat ajanlar hemen her yerde vardırlar ve hemen her türlü oluşumu devlet lehine yönlendirmek ve kullanmak için çaba harcarlar. Ajanların cirit attığı bu alanlara Kürt hareketi de dahildir. Ama buradan hareketle kimsenin aklına Kürt hareketinin bir ajan faaliyeti olduğunu iddia etmek gelmiyor. Çünkü biliyoruz ki, bir sosyal hareket, sırf ajanlar öyle istiyor diye oluşmaz, kazara oluşsa bile bu hareketi besleyecek başkaca dinamikler yoksa varlığını sürdüremez. Dolayısıyla Kürt hareketinin reaksiyonunu sadece bu yöndeki kanaatlere bağlamak açıklayıcı olmaz.

Tarih boyunca kendilerini etnik planda Kürtlükle tanımlamış olan bir topluluğun, ansızın Kürtten başka bir şey olduğunun iddia edilmesinin doğurduğu doğal tepki veya yeni bir sorunu ele alırken sıkça tanık olunan, pakete dahil acemilik türünden faktörleri eledikten sonra elde kalan nedenlere baktığımızda, bunlardan birinin de sosyal hareketlerin kültürel çerçeveye olan ilişkisine dair kavrayış yetmezliği olduğunu görürüz. Kendisini kültürel bir çerçevede ifade etmiş olan Kürt hareketi, başkasının da bunu yapabileceğini aklına bile getiremediyse bir kavrayış yetmezliğinden söz etmek, Kürt hareketine haksızlık sayılmaz. Bugün dahi Dersim’deki Dersimciliğin veya Zazacılığın, Maoculuktan veya Kemalizmden kalma bir bozulma veya çürümüşlük olduğuna inanan çok sayıda Kürt aydını vardır. Ama Dersim’deki Maoculuğun ve hatta Kemalizm olarak adlandırılan bazı fenomenlerin, en azından bazı boyutları itibarıyla kültürel çerçeveye dair ifadeler olabilecekleri üzerine fikir egzersizi yapabilen fazla Kürt aydını yoktur. Bütün bunlar, kendisi kültürel çerçevede gelişmiş bir hareketin de pekala kültürel çerçevenin siyasete etkisi üzerine tutarlı bir kavrayışa sahip olamayabileceğine dair bir örnek oluşturuyor.

Sonuç olarak şunu belirtmek gerekir ki, muhalif hareketlerde toplumsal problemleri ele alırken kültürel çerçeveyi yeterince hesaba katmama tavrı varlığını sürdürürse önümüzdeki dönemde gelişecek birçok şeyi anlamak ve doğru tavır takınma imkanı daha da daralacaktır. Bu noktada Alevilik sorun yaşanacak ilk alanlardan biri gibi görünüyor örneğin. Türk-İslam senteziyle karakterize olan Asyatik Türklerin iktidardaki yeni pozisyonu, eskiden başka ifade biçimlerini tercih eden bazı toplumsal eğilimlerin yarın karşımıza daha açık Alevici ifadeler içinde çıkmalarına yol açabilir örneğin.

Kültürel çerçeveyle bağlantılı ve yakın gelecekte siyaseti daha açık biçimde etkileyecek olan gelişme ise, Türkiye’deki merkezin artık Avrupai Türkler ve Asyatik Türkler şeklinde ikiye bölünmüş olmasıdır. Merkez bir kez kutuplaşınca çevredeki hiç bir gücün merkezle olan ilişkisi artık eskisi gibi kalamaz. Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındakai ayrışma ve çekişme görece kalıcı bir nitelik taşıdığından Kürt hareketinin merkezle olan ilişkisi de bu yeni duruma uygun yeni biçimler kazanacaktır. Gelecek yazıda, bu konuyu ele almaya çalışacağım.

---------------------

(*) Değişik Internet sayfalarında yayımlanan “İki Ayrı Türk Ulusu mu?” başlıklı 23.10.2010 tarihli yazı.
Ortakça Notu: Yazıyı şu linkten de okumak mümkün: