22 Şubat 2014 Cumartesi

Arapçada politika ve ulus…



Faiz Cebiroğlu

Herkes biliyor: Arapça, dünyanın en zengin dilleri arasında yer alıyor. Zengin dil Arapça, Orta-doğu’da kullanılan tüm dilleri etkilemiş ve  kelime vermiştir. Yalnız Orta-doğu dillerine değil, Asya, Afrika ve Avrupai dilleri de etkilemiş ve kelime vermiştir. Arapça,  İngilizceyi de etkilemiş ve kelime vermiştir. Ama çok ilginç, dünya dillerini etkileyen ve onlara kelime veren Arapçada, ne ”politika” ne de ”ulusun” karşılığı var; yoktur. Zengin Arapçada, ulusun karşılığı yoktur. Zengin Arapçada, politikanın da karşılığı yoktur.
 
Çok ilginç: Zengin Arapçada politika, ”siyaset” olarak adlandırılıyor. Zengin Arapçada ulusun ise, tek kavram karşılığı yok; bazen, kavim, bazen, ümmet, bazen vatan, bazen de milla olarak geçiyor. Hiç biri ulusun karşılığı olmuyor. Değildir. Zengin Arapçada ne politikanın, ne de ulusun karşılığı vardır. Bu da çok ilginçtir;  insan tarihi ve dil  gelişimi açısından çok ilginçtir.

Dil, insan evrimi /  tarihi çerçevesinde, gelişir ve bu tarihe uygun yeni kavramlarla zenginleşir. Dil, toplumsal bir olgu olarak yaşadığı çağın aracısı ve iletişimi olur. Ama ne yazık ki, Arapça, ”politika”  ve ”ulus”  anlamında kavramsal ve de tarihsel olarak ”sınıfta” kalmıştır!

Emperyalizmin böldüğü, parçaladığı Araplar, ne politikayı bildiler, ne de ulus olmayı.

Tarihsel olarak başlayan kalkışmalar, Cemal Abdül Nasır ve ”Hür Subaylar Hareketi”, ”Arap Birliği”, Baas (yeniden diriliş) yetmedi. Emperyalizm, tüm ”politik” ve ”ulusal” kalkışmaları ezdi ve ezmeye devam ediyor. Son kale Suriye; direniyor…

Arapça ve gelişimi böylesi bir merhalede de ezildi. Bu yüzden Arapçada, ne politikanın, ne de ulusun karşılığı oldu. Yoktur.

Arapça, VII.yy.da doğan islamiyet diliyle başbaşa bırakıldı.

Kalan ne?

Kalan şudur: Arapçada politika, seyistir!

Siyaset, seyisten geliyor ve at bakıcısı oluyor. Polotikos, politika, yani devlet yönetimi, Arapçada ”siyaset” yani ”seyis” ve hayvan bakıcısı oluyor.

Araplarda bu yüzden politika ve devlet yoktur. Siyaset vardır. Yani seyisler.

Yine 7. yüzyıldayız. Arap olarak ve Arapça olarak, ”ulus” nedir bilmeyiz.

Feodalizmin çözülüp, yerini kapitalizme bıraktığı bir çağda doğan ulus için,”ümmettir”, ”kavimdir, ” milla’dır”, dediler. Değildir.

Bu bağlamda; ulus, ”umme” yani, Hz.Muhammed çevresinde toplanmak;  değildir.

Ulus, ”kavim”; yani kabile ve akraba topluluğu; değildir.

Ulus, ”milla”  yani din, mezhep ve cemaat topluluğu; değildir.

Ulus, ne ümmet, ne kavim, ne de milla’dr.

Bilindiği gibi, ulus, Yükselen kapitalist çağının doğumudur.

Ama Arapçada ulusun karşılığı yoktur. Arapçada ulus yoktur…

Dil, toplumsal bir olgudur, diyoruz. Ama Araplar olarak ve Arapça olarak, bizler, hâlâ 7. yüzyıldayız. 7. yüzyılda ne politika ne de ulus vardı. Yoktur.

Şu anki, Arap yönetimlerinde ve Arapçada ne politika ne de ulus vardır.

Emperyalizmin, Orta-doğuda, Arapları, neden bu kadar, böldüğü ve ”kantonlara” ayırdığını buradan da bakmak ve görmek gerekiyor, diye düşündüm. 

Bunlara işaret etmek istedim.


Dilsel olarak yaklaşmak ve dilsel olarak  çıkan ”kavram eksikliğini” sorgulamak ta gerekiyor.

18 Şubat 2014 Salı

Bedriye Korkankorkmaz: RUHLARLA SÖYLEŞİ..



CAMGÖZ YAYINEVİ’NİN  RUHLARLA SÖYLEŞİ  YAPITINA DAİR TANITIM YAZISI

Bedriye Korkankorkmaz’ın yeni kitabı yakında raflarda yerini alacak...

Günümüzün önemli kadın şair/ eleştirmen ve yazarlarından biri olan Bedriye Korkankorkmaz, edebiyat eleştirisi alanındaki ikinci kitabıyla okuyucularının karşısına çıkıyor. ilk yapıtı da  Camgöz Yayınları’ndan çıkan kendine özgü yazılarıyla edebiyat eleştirisi, biyografi ve deneme türlerini harmanlayarak oluşturduğu, Kitaplarla Söyleşi ile okurdan olumlu not alan Bedriye Korkankorkmaz,  Şubat ayı içerisinde çıkan  ikinci yapıtı Ruhlarla Söyleşi kitabında da aynı eğilimini sürdürüyor.


 Andrey Platonov’dan  Balzac’a, Pir Sultan’dan  Kleist’ e Fuzuli’den  Charlotte Bronte’e kadar Türkiye ve  dünya edebiyatının önemli isimlerini yalnız eserleriyle değil, hayatlarıyla, yazmadıklarıyla, söylemedikleriyle, bilinçaltlarıyla okurunun karşısına seren Bedriye Korkankorkmaz’ın Yaşamak Çocuğum adlı bir şiir kitabı da bulunuyor.

17 Şubat 2014 Pazartesi

Kişi başına düşmeyen milli gelir...





Fikret Başkaya

“Sadece  kendi tahrif ettiğim istatistiklere inanırım” Winston Churchill

Eğer resmi verilere itibar edilir ve milli gelir denilen eşit bölüşülürse, Türkiye’de kişi başına yılda 10 744 dolar düşerdi. Bu her Türkiyeliye günde 29 dolar düşecek demektir. O zaman üç çocuk, iki yetişkinden oluşan  beş kişilik bir ailenin günlük geliri de 145 dolar olurdu. Bu günkü dolar kuruna göre günde 319 TL, ayda da 9570 TL, yılda 118 bin 184 TL  (52 bin 200 dolar). Eğer dünyadaki zenginlik eşit bölüşülseydi, her dünyalıya günde 19 dolar düşecekti. Beş kişilik bir aileye de günde 95 dolar ve ayda 2850 dolar düşecekti. Bu rakamlar doğru olsaydı (ki, doğru değil zira, sadece  85 milyarderin serveti, en yoksul 3.5 milyar insanın, yani dünya nüfusunun yaklaşık yarısının toplam mal varlığına eşit) buradan iki kaba sonuç çıkarmak mümkündür: Birincisi, Türkiye ortalaması dünya ortalamasından günde 10 dolar fazla; ve ikincisi, ister bizde, isterse dünya ölçeğinde olsun gelir eşit dağıtıldığında insanların maddi refah içinde yüzeceği, hiç bir geçim sorunun olmayacağı kesin... Türkiye’de beş kişilik bir aile, yılda 52 220 dolar gelirle -ki, bu TL cinsinden yaklaşık 118 bin 184 TL demektir,-asla geçim sıkıntısı çekmezdi. Tabii o zaman hemen akla şu soru gelecektir: Türkiye’de yılda 118 bin 184 TL gelire sahip kaç aile vardır? Eğer öyle olsaydı, siyasi partilerin programlarında yoksullukla, işsizlikle mücadele gibi  maddeler yer almazdı... Herhalde yolsuzlukla mücadele maddesi de yer almazdı...

Rakamlara, istatistiklere istediğiniz yalanı söyletebilirsiniz...

Türkiye’de 2104 yılı başında  aylık asgari ücret net 846 TL, yıllık 10 152 TL. Bu günkü dolar kuruna göre ayda yaklaşık 384 dolar, yılda da 4608 dolar. Ve Türkiye çalışanların %70’ini oluşturan 15 milyon civarında işçinin asgari ücretle çalıştığı söyleniyor. Resmi rakamlara göre işsizlik oranının %10 ve işsiz sayısının sayının da 3 milyon civarında olduğu söyleniyor. Buna “kayıt dışı” çalışanları da dahil etmek gerekir. Ve tabii resmi işsizlik oranı asla gerçeği ifade etmiyor. Dolayısıyla işsiz sayısının ve oranının resmi olanın bir buçuk katı kadar  olduğunu iddia etmek abartı olmazdı. Türkiye’de emekli sayısı da 9 milyon 850 [yaklaşık 10 milyon] ve emeklilerin %85’i alt sınırdan emekli maaşı alıyor. Başka türlü söylersek, gayri resmi açlık sınırının altında “yaşıyor”... Bir fikir vermek için, geçen yıl [2013], 2008 yılından önce emekli olan işçilerin alt sınır aylığı 923 TL ve 2008 den sonra emekli olanların aylığının alt sınırı  da 714 TL idi. En düşük Bağ-Kur esnaf emeklisi aylığı 718 TL, en düşük Bağ-Kur tarım emeklisi aylığı da 536 TL idi... Emeklilerin ezici çoğunluğu yoksullukla boğuşuyor ve Türkiye’nin ekonomik plandaki başarıları dillerden düşmüyor. Toplumun ezici çoğunluğu üç alt-gruba ayrılmış görünüyor: “Çalışan yoksullar”, işsizler ve sürünen emekliler.  Gerçek durum böyle ama  Türkiye’nin dünyanın en büyük 17’inci ekonomisi olduğuyla öğünülüyor, büyüme şampiyonu olduğu, harikalar yarattığı söyleniyor... Öyle bir 17’inci ekonomi ki, 76 milyon nüfusun yaklaşık 62 milyonu “gayri resmi” yoksul... Bir gazeteci benimle yaptığı söyleşide: “İyi de hocam, Türkiye dünyanın 17’inci büyük ekonomisi, kişi başına da  yaklaşık 10 bin dolar  düşüyor” demişti, Ben de “nüfusunun ezici çoğunluğu yoksullukla cebelleşen bir ülke dünya birincisi olsa ne fark eder” demiştim.

Fakat kimin yoksul olduğuna yeryüzünün egemenleri, küresel plütokrasinin “uzmanları” ve oligarşilerin hizmetindeki “yüce devletler”  karar veriyor. Velhasıl kimlerin yoksul sayılacağına, kimlerin aç sayılacağına zenginler karar veriyor. Değerli uzmanlar bu konuda canla başla çalışarak, yoksulluk sınırları çiziyorlar. İşte, günde 1.25 doların altında geliri olanlara aşırı yoksul, 2.50 doların altında yaşayanlara da yoksul deniyor. Mesela bu hesaba göre Türkiye’de yoksul sayılan insan sayısı yok denecek kadar az. TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) hesaplarına göre, 2012 sonu itibariyle yoksulluk oranın binde altıya (%06) gerilediği söyleniyor. Neye göre mi? Günde 2.15 doların altında geliri olanların sayısına göre. Utanmasalar yoksulluk diye bir şeyin söz konusu olmadığını bile ilân edebilirler. Ah şu “uzmanlar” ! Bu şu demek: Türkiye’de topu topu 460 bin civarında yoksul var ve bu sayı hızla azalıyor... 76 milyonluk bir ülkede 460 bin yoksulu sorun etmeye değer mi?  Her şeyi tepeden tırnağa yalan, ikiyüzlülük, sahtecilik ve yolsuzluk üzerine kurulmuş bir sistemde, yalanın istisna değil kural olduğu bir rejimde rakamları istedikleri gibi tahrif etmeleri, istedikleri gibi  konuşturmaları, istedikleri yalanı söyletmeleri neden şaşırtıcı olsun! Bu hesaba göre günde 2.15 doların üstünde geliri olan, mesela günde 5 dolar geliri olan  (günde 11 TL) biri, sadece yoksul değil, aynı zamanda alt sınırın hayli üstünde sayılacaktır. Bu parayla mesela günde 11 simit satın alınabilir ve her öğünde 3 simit yense, iki simit de tasarruf edilebilir öyle ya! İnsanlar kendileriyle alay edilmeyi, aşağılanmayı içlerine sindirmeye devam ettikçe, alay edenler, aşağılayanlar da hiç bir zaman eksik olmayacaktır...

Hesap baştan yanlış yapılınca...

Milli gelir, genel olarak gayri safi milli hasıla (GSYH] olarak ifade ediliyor ve ekseri bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin parasal ifadesi demek. Bir önceki yıla göre ortaya çıkan değişime de “büyüme oranı” deniyor. Bu miktar ülke nüfusuna bölünerek de ‘kişi başına düşmeyen” milli gelire ulaşılıyor. Elbette bireysel ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması, tatmin edilmesi için üretimin artması, yani büyüme gereklidir ama geçerli anlayışta neyin, nasıl, ne pahasına üretildiği, nasıl bölüşüldüğü ve ne tür sonuçlar/sorunlar ortaya çıkardığı dikkate alınmıyor. Aslında GSYH artışı paranın hareketi demek ve parayla ölçülmeyen, ifade edilmeyen hiç bir faaliyet, hiç bir insan etkinliği hesaba dahil edilmiyor. İşte aile içinde gerçekleşen üretim, bedava yapılan işler, vb. Aslında üretimin birincil, “asıl” amacının insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmek amacıyla değişim değeri üretmek olduğu kapitalist sistemde, bir başına GSYH’yi bir gelişmişlik, kalkınmışlık ve refah unsuru saymak saçmadır. Netice itibariyle kapitalizm demek, sermaye üretmek ve yeniden üretmek demektir. Kaldı ki, nihai amaç sermaye üretmek de değil, yeniden üretmektir ki, bu üretimle ihtiyaçlar arasındaki bağın koptuğu demeye gelir. İnsana ve yaşamın temeli olan doğaya son derecede zararlı, tehlikeli ve gereksiz onca şeyin üretiliyor ve tüketiliyor oluşu, bu sapmanın doğrudan sonucudur. Ekolojik tahribatın asıl nedeni de söz konusu sapmadır. Aksi halde “iklim değişikliği, okyanusların tuzlanması, ozon tabakasının zayıflaması, canlı türlerinin yok olması, nitrojen ve fosfor dengesinin ve çevriminin bozulması, tatlı suların kıtlaşması, çölleşmenin büyümesi, kimyasal/radyoaktif kirlenme... ortaya çıkar mıydı? Öyle ki, GSYH (zenginlik) arttıkça, ekonomiler büyüdükçe, işler daha çok sarpa sarıyor ve dünya yaşanmaz hale geliyor. Demek ki, bu hesapta bir yanlış var ve vakitlice sorun edilmesi gerekiyor.

Sistemin (kapitalizmin) işleyişi, kaçınılmaz olarak kutuplaşma yaratıyor, bir tarafta zenginlik [maddi refah] yaratabilmesi, karşı tarafta yoksulluk ve sefalet yaratmaya dayanıyor. Sadece bu kadar da değil, her ileri aşamada doğanın dengesi daha çok bozuluyor. Gelir bölüşümü her seferinde daha da kötüleşmek durumunda.  Oysa büyüme çarkının dönmesi, makinanın işlemeye devam etmesi için, üretimin sürekli artması gerekiyor. Fakat üretimin artması geniş toplum kesimlerinin durumunun kötüleşmesine, yaşamın temeli ve kaynağı olan doğal çevrenin bozulmasına engel değil. Zira sistem göreli ve mutlak yoksulluğu azdırmadan, doğa tahribatını derinleştirmeden yol alamıyor. O zaman da üretimin yönü, lüks mallara, insan refahıyla pek ilgisi olmayan lüzumsuz şeylere dönüyor.  Bu kadar da değil, üretim silah gibi zararlı şeylere yöneliyor. Üretilen ve para hareketine imkân veren her üretim ve tüketim de GSYH’yi büyütüyor. Asıl gözden kaçan önemli bir şey daha var: Şimdilerde, finansal  tekelleşmenin genelleştiği, devasa boyutlara ulaştığı koşullarda, “reel sektörle” finans sektörü arasındaki bağ zayıflamış durumda. Başka türlü ifade edersek, artık üretim dolayımı olmadan parayla para kazanmak mümkün. Velhasıl “ekonomik büyüme” denilen bir tür parazit niteliği kazanmış durumda. Geçen yıl (2013) dünyada 2170 dolar milyarderi vardı, bunların %17’si hiç bir üretici faaliyete bulaşmadan, doğrudan finans alanında gerçekleştirdikleri başarılı manipülasyon  sayesinde bu servete kondular. Son dört yılda 710 yeni dolar milyarderi türedi. Dünya ekonomisindeki durgunluğa rağmen milyarder sayısının hızla artması, “krizin” herkes için aynı anlama gelmediğinin de bir göstergesidir... Dünya’daki milyarderlerin sahip olduğu lüks şeylerin ( yat, özel jet, antika sanat eseri, moda eşya, mücevher, araba koleksiyonu) değeri 126 milyar dolar. Bu, Bengladeş’in milli gelirine eşit ve Bengladeş’in nüfusu 150 milyon! Sadece New York’ta 96 milyarder var. Eğer bunların serveti New York’ta yaşayan 1.7 milyon yoksula bölüştürülseydi, yoksul başına 170.000 dolar düşecekti...

Hintli agronom Devinder Sharma, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) ve “kişi başına düşmeyen milli gelire” dair çarpıcı bir örnek veriyor: “ GSYH el değiştiren para miktarının bir göstergesidir. Temiz bir nehir örneğini alalım. Temiz bir nehir GSYH artışına bir katkı yapmaz. Buna karşılık kirlenmiş bir nehir ona üç aşamada katkı yapar: Önce atıklar nehre atıldığında ki, para el değiştirmiştir. İkinci olarak insanlar nehrin kirlenmiş suyunu içip hastalanıp, tedavileri yapıldığında para el değiştirir, Ve nihayet eğer herhangi bir teknoloji nehrin suyunu temizlerse yine GSYH de bir artış ortaya çıkacaktır”.  Bir ülkede kansere yakalananların sayısı 3 kat artarsa [ki, maalesef gidişat o yönde] hapishane inşaatı 4 kat, kumar sektöründe dönen para 5 kat, boşanmalar 6 kat, trafik kazaları 7 kat, fuhuş sektörü 8 kat, birer gazı kullanımı 9 kat artarsa, GSYH de o oranda büyür, tabii kişi başına düşmeyen milli gelir de... Otomobil üretimi ve kullanımı müthiş bir refah unsuru olarak sunuluyor, her yıl yeni modeller arz-ı endam ediyor. Bunca araba üretmenin bir refah unsuru olduğuna inanıyor musunuz? Yoksa üretilen her araba doğacak her çocuğa karşı mı? Mesela atmosferin ısınması felakete giden yolu kısaltan bir şey ve otomobilin söz konusu ısınmadaki payı %25...
Bu yazıyı, Yeni Paradigmayı Oluşturmak- kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve âciliyeti üzerine bir deneme” (1) başlığını taşıyan kitabımdan uzun bir cümleyle bitirelim: “ GSYH büyüklüğünün, metalaşmanın, ithalat ve ihracatın çok yüksek olduğu, karbon gazı salınımında birinci sırada olduğu, gelirin aşırı adaletsiz dağıtıldığı, ‘ulusal gelirin’ %82’sine nüfusun ayrıcalıklı %12’si tarafından el konduğu, evsizlerin ve bir gelirden yoksun olanların sayısının her geçen gün arttığı, egzoz gazından zehirlenmeden sokakta yürümenin mümkün olmadığı, sokakların ve kaldırımların arabalar tarafından ‘işgal edildiği’, şiddetin istisna değil kural olduğu, insanlar arasındaki ilişkinin artık bütünüyle meta ilişkisine dönüştüğü, paradan, mal-mülkten başka hiç bir şeyin muteber sayılmadığı, ortak kullanım alanlarının yok olduğu, cinayetlerin, iş kazaları başta olmak üzere her türden kazanın vaka-i âdiyeden sayıldığı, her şeyin paralı hale geldiği, kamu hizmeti kavramının pek söz konusu olmadığı, yegane insan ilişkisinin maddi-parasal nitelikte olduğu, yaygın bir yabancı düşmanlığının (zenofobi) geçerli olduğu... “zengin” bir ülkede mi, yoksa, mütevazı bir GSYH’si olan, metalaşma düzeyinin olabildiğince düşük düzeyde olduğu, üretim ve tüketim etkinliğinin olabildiğince çevreye az zarar verecek şekilde örgütlendiği, ithalat ve ihracatın düşük, ortak kullanım alanlarının geniş, dayanışma-yardımlaşma duygusunun derin, sokaklarında rahatça yürünebilen ve karşılaşılan insanlarla selamlaşılan, yaşlılara saygı, sakatlara ihtimam, çocuklara sevgi gösterilen, başına bir iş geldiğinde yalnız olmadığı bilinci taşıyan, sosyal risklere ve doğal felaketlere topluca karşılık vermesini bilen, aç, evsiz ve gelirsiz kalma, muhtaç duruma düşme korkusu taşımadan yaşayan, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının olmadığı, toplumsal eşitsizliğin düşük düzeyde olduğu, yediği şeyle zehirlenmeyen, temiz hava soluyup, temiz su içen, hırsızlığın istisna olduğu, evlerin kapısında üç-dört kilit, pencerelerinde demir parmaklıklar olmadığı, bölüşmesini, paylaşmasını bilen, farklı bir “zenginlik” anlayışına sahip olan, asıl zenginliğin maddi olanın ötesinde olduğunu bilen, yöneticilerin bir koruma duvarının arkasına gizlenmeden insanlar arasında rahatça dolaşabildiği... pazarların, panayırların, parkların, kermeslerin yaygın birer sosyal-kültürel etkinlik alanları olduğu, estetik etkinliğin ve yaratıcılığın önemsendiği, “fakir” bir ülkede mi yaşamak isterdiniz? Ya da bu iki ülkeden hangisi daha “zengindir” ?
--------
(1) Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak – kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve âciliyeti üzerine bir deneme- Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2011, ss, 91-92.

  

14 Şubat 2014 Cuma

NİYAZ İLE PİR´İM...





Remzi AYDIN
Sevgili Pirler´im, Dedeler´im, Analar´ım, Mürşitler´im...
Hepinizden özür diliyorum ve önünüzde saygıyla eğilerek size niyaz ediyorum...
Yıllarca size haksızlık yaptık, görmeniz gereken saygıyı gösteremedik... Hiç dikkat ettiniz mi bilmem, bu ülkede din adamı sadece biz Dersimliler´de eleştirilir, aşağılanır. Onlarca katliam oldu bu ülkede ve hepsi de hemen hemen cuma namazından sonra camiden çıkan guruplar tarafından gerçekleştirildi. Birini ben anımsıyorum, Sivas'da idim o gün. Şimdi de Suriye'de katliamlar oluyor, ufacık çocuklar ailesinin gözü önünde tevacüz edildikten sonra, organları parçalanarak katlediliyor. Kimse din adamlarına ses çıkarmıyor, küfretmiyor. Diyanet trilyonlarca para yiyor, kimse eleştiremiyor. Her yıl bu milletin parasıyla on binlerce imam Hacca, Umre´ye gidiyor, kimseden tıs yok. İnsanlar arasına nifak sokuluyor, yalanlar ve iftiralar diziliyor, bir çok imam üç-dört kadınla evleniyor, pedofili serbest, küçük kızlar tecavüze uğruyor sonra namus ve din uğruna kör kuyulara atılıyor, genç kızlar kilo ile yetmişindeki adamlara satılıyor, ses yok...
Dede´m, Rayber´im, Bava´m, Ana´m niyaz ile ellerinizden öperim... Kusurumuza bakmayın....
Biz seksenlerden önce sizlere hakaretler ettik ve sizi gericilikle suçladık. Sakallarınızdan tutup sizi çekiştiren devrimciler, ilericiler oldu. Hızır ile alay ettik, analığı-babalığı-rayberliği-talipliği-mürşitliği gericilikle suçladık. Ağaçlara-toprağa-suya-havaya ve gökyüzündeki cümle varlıklara el açmanızı, gericilik olarak yorumladık; güya biz devrimciydik, ilericiydik, siz ise zır cahil gericilerdiniz.
Hiçbir cemde bir Dede´nin barış-rızalık-aşk-sevgi-ahenk-sosyal dayanışma dışında bir şey anlattığına şahit olmadım. 
Değil bir insanı diri diri gırtlaklamayı, hayvana vurduğu için Cem´den atılan insanlar biliyorum ben. Bırakın üçüncü eşi, kendi karısına vurduğu için lokması kucağına verilerek, Cem´den atılan kocalar tanıyorum ben. Karı-koca arasındaki küskünlükleri barıştıran dedeler tanıyorum ben...
Dede´m, Rayber´im, Pir´im, niyaz ile ellerinden öperim...
Lütfen affedin bizi...
Haram lokmanın Cem´e alınmadığını gördüm. Dede´nin rızalık almadan, posta oturmadığını gördüm ben. Yine de sizi gericilikle suçladık. Oysa nice mollalar-şıhlar-şeyhler-imamlar ellerinde kuranlarla gezerken, aynı zamanda kin ve nefret tohumu ekti bu topraklara. Oysa siz bize Cemler´de hep şunu söylediniz: “Yetmiş iki millete aynı nazarla bakmayan bizden değildir!” Şeyhülislamlar, farklı inançtaki insanların katliamını cennetle ödüllendirirken, malları ve ırzları size helaldir diyerek fetvalar verdi. Kimse bu adamları kötülemez, toz kondurmaz.... Nesimi Çimen Dede´m Madımak’da katledilirken, gençler şöyle demişti: “Bize atılan taşları, kiremitleri camdan aşağıya onlara geri atalım.” Nesimi Dede şöyle cevap verdi: “Sakın ha! Onlarla bizim aramızda fark kalmaz. Kaldı ki belki de suçsuz birinin başına isabet eder.” Oysa Dede´m, sen yakılırken bile, seni yakanlara kötülüğü düşünememiştin. Yine de gerici olan sensin, öyle mi?
Gül yüzlü Ana´m, Dede´m, Rayberim, tarikatlar, cemaatler, dinci güruhlar çogaldıkça çoğaldı. Kadınlara yapılan saldırılar, katliamlar, çocuk tecavüzleri arttıkça arttı. Toplum kamplara ayrıldı, nefret, aşağılama, küçümseme, iftira, yalan, hırsızlık aldı başını gidiyor. Kimseden ses yok. Bir tek biz Dersimliler küfrediyoruz, hem de bunda en ufak suçu olmayan sizlere. Bırakın kendimizi, başkalarının küfretmesine de yardımcı oluyoruz.
Biliyor musun Dede´m, çok çok devrimci olup bizi gericilikle suçlayanlar şimdi soytarıların kitaplarını başucu kitabı yaptılar.
Pir´im, bizi topraga, ateşe, suya, havaya gösterdiğimiz saygıdan dolayı gericilikle suçlayanlar, aşağılayanlar şimdi ne diyor biliyor musunuz: “Biz aslında gizlice namaz kılar-oruç tutar ehli müslüm insanlardık.” Oysa biz hep gerici olduk, doğayı kardeş olarak görmek sizin bize öğretinizdi.
Tüm bu kirlilikler içinde, kendi inanç önderini karalayan, aşağılayan tek toplum biziz, ne garip değil mi? Bu kadar kendimizden nefret etmeyi nasıl başardık?
Bin yıllardır bu ülkenin din adamları, gayrimüslümlerden ve inanmayanlardan toplanan vergilerle maaş aldı, elektrikleri, suları, lojmanları ödendi, üstelik bir de katliam çağrıları yaptılar. Ama kimseden ses çıkmıyor, çünkü onların din adamları kutsal, dokunulmaz, önder...
Size ne büyük haksızlıklar yapmışız... Bu aralar Umre meseleniz var. Nasıl da küfrediyoruz size anlatamam. Biz yapıyoruz, sizin talıplarınız... Oysa kimler Hacca-Umre´ye gitmedi... Tek kelime yok, edemezler çünkü onların önderleri kıymetli, önemli, saygın... Nasıl da kendimizden nefret etmişiz değil mi...
Gül yüzlü Pir´im, Ana’m, Baba’m, Rayber´im, hürmetle ellerinizden öptüm, niyaz ettim size aşk ile. Ellerinde dini kitaplarla poz verenlere, ben şeriat isterim diyenlere, pedofili olaylarına sırtını dönüp görmezden gelenlere, başörtüsünü kadın kazanımı, hakkı, devrimi diyenlere tapanlar şimdi sizi yine gericilikle suçlar. Eşitlikçi, devrimci, sosyalist yapımla, ne diyesim geliyor biliyor musun Dede´m? Bin yıl da siz yiyin bu devletin malını; anca o zaman eşitlik sağlanmış olur… Gülüyorsunuz değil mi? Duyar gibiyim Piri´m, diyorsun ki: “Bizim köpeklerimiz bile harama ağzını sürmez.”   Benimki çaresizlikten be Piri´m, yoksa ben de bilirim bizim felsefemizde, yetimin, mazlumun, fakirin, komşunun ve başka da milletin, hatta toprağın, suyun, ateşin, havanın ve de cümle mahlukatın hakkına göz dikilmez. Yol düşkünü olur insan… Günümüzde hırsızları koruyanlar, onlara sırt verenler en hakiki ilericiler!
Neyse Dede´m, bu konuyu burada kapatayım, yoksa bizimkiler hem bana hem de size bir kez daha küfredecek… Aşk ile, Işık ile, Niyaz ile ellerinizden öptüm… Siz yine de bizim kusurumuza bakmayacak kadar yücesiniz bilirim…

Devlet, diktatörlük kavramları…





Faiz Cebiroğlu

Politika’da, toplumsal sınıflara, devletin yönetim şekline dair kullanılan kavramlar, çoğu zaman yanlış kullanılıyor; sınıfsallıktan yoksun bir perspektifle, içi boş söylemlerle devletler üstü bir burjuva anlayışı sergileniyor. Gününmüzde,  devlet, diktatörlük gibi sınıflara ilişkin kavramlar, en çok tersyüz edilen ve manipüle edilen kavramlar oluyor. Böylesi bir zamanda, tekrar ”elifba”dan başlamak, zorunluluk oluyor.

Emperyalizmin, bellek silme fabrikasına karşı, her alanda mücadele etmemiz, biz, sosyalistlere düşüyor. Emperyalizm, yalnızca ölüm ve yıkım değil, emperyalizm aynı zamanda, insanları küçültmek oluyor. İnsan, belleği silinerek, küçülüyor., insancık oluyor. Bu yüzden, bizler,  emperyalizmin, bellek silme operasyonlarına karşı, her alan ve cephede karşı durmalıyız. Emperyalizmin, politikaya dair kavramları tersyüz edip, bizleri yanıltmasına müsaade etmemeliyiz. Etmeyeceğiz.

Çoğu zaman, tekrar, sosyalizmin ABC’sine, alfabe’ye dönüyoruz. Önemli olan, emperyalizmin, bizleri sürüleştirmek için kullandığı politik kavramları tekrar tanımlamak ve taşıdıkları siyasi düzenlerin ”nasıl bir yönetim” şekli olduklarını kütlelere iletmektir. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım. Önce, önemli iki politik kavramdan başlıyorum: Devlet, diktatörlük.

Devlet ve diktatörlük: Üzerlerinde kitaplar yazılan bu iki kavramı en anlaşılır bir şekilde ve sözlüksel olarak tanımlamak istiyorum.

Devlet: Sınıflarla birlikte doğan ve sınıfların yok olmasıyla sönecek, toplumun politik örgütlenmesidir.

Devlet, hakim olan sınıfın ”diktatöryası” demektir. Köleci, feodal ve burjuva devletleri, yönetim biçimleri farklı olmakla birlikte, özleri aynıdır: Sömürücü sınıfın diktatörlüğüdür.

Sosyalist devrim, burjuva devletin diktatöryasını yıkar, yerine proleterya diktatöryasını kurar. Bu sosyalist iktidarda, Komünist Parti, partiler tüm halkın partisi / partileri olur.

Diktatörlük: Politik bir kavramdır. Bu kavram ya ezenlerin ya da ezilenlerin devletine işaret eder.

Diktaörlük, bir devlet yönetim şeklidir, ikidir: Özel mülkiyete, sömürüye dayalı yönetim şekli ve  ortakça mülkiyete dayalı sosyalist iktidar şekli vardır.

Devlet ve sınıf: Her devlet bir sınıfın diktatörlüğüdür. Diktatörlük, devlet düzeni demektir.  Yönetim tarzları farklı olan, sömüren ya da sömürülen her devletin yönetim şekli, diktatörlüktür.

Her devlet, bir diktatörlüktür.

Genel anlamda, ”kahrolsun devlet” ya da ”kahrolsun diktatörlük” demek, politik olarak, düzensel olarak  hiç birşey ifade etmez. Etmiyor. Politika dünyasında, devletler ve sınıflar üstü kavramlar  yoktur.

Kavramları tanımlamaya ve taşıdıkları politik mesajı, kütlelere ulaştırmaya devam edeceğiz…

SEVAN NİŞANYAN VE ŞİRİNCE…





ŞİRİNCE HAKKINDA GENEL BİLGİ: 

Şirince 18. yüzyıl sonlarında iskân edilmiş eski bir Rum köyüdür. 1923 nüfus mübadelesi sonrasında Selanik göçmenleriyle yeniden iskân edilmiştir.
Köyün eski mimarisi, planlı yapılaşmayı düşündüren bir tekdüzeliğe sahiptir. 200 civarında tescilli ev ve iki kilise binası korunmuştur.
1. Dünya Savaşı öncesi 5000 dolayında tahmin edilen nüfus, mübadeleden sonra 3000 dolayına düşmüş ve yakın tarihe dek düşmeye devam etmiştir. 1951’de belediye statüsü lağvedilmiştir. 1990 sayımında 787 olan yerleşik nüfus, 2000 yılı sayımında 686’ya inmiştir.
1990’lı yılların başında bir basit pansiyon ve bir kır lokantasının bulunduğu köyde, eski yapıların onarılmasıyla oluşturulan Nişanyan Evleri işletmesi 1998’de açılmıştır. Bu tarihten sonra hızlı bir turistik kalkınmaya tanık olan köyde halen 20 civarında konaklama tesisi, 25 kadar lokanta ve 80 civarında hediyelik eşya dükkânı bulunmaktadır. Yıllık ziyaretçi sayısı 2010 itibariyle 1 milyon, yıllık turizm geliri 20 milyon TL dolayında tahmin edilmektedir.
ŞİRİNCE KÖYÜNE SEVAN NİŞANYAN’IN KÜLTÜREL  KATKILARI
Şirince köyünde Sevan  Nişanyan tarafından 1992-2013 yılları arasında tamir, tadil veya inşa edilen yapılar:
A.  Restore edilen yapılar
Köy içinde harap durumda iken, geleneksel mimarinin üslubuna uygun olarak ve geleneksel yapı malzemesi kullanarak onarılan evler dokuz adettir. Bunların üçü, kısmen veya tamamen Nesin Vakfı’nın mülkiyetinde olup, Nişanyan Evleri işletmesi tarafından konaklama tesisi olarak kullanılmaktadır. Bir ev Müjde Tönbekici (Nişanyan) konutudur. Üçüncü şahıslara ait olan diğer beş evin dördü, sahipleri tarafından konaklama tesisi olarak işletilmektedir.

B. Tadil edilen yapılar
Yakın dönemde yapılmış olan niteliksiz dört yapı, iç ve dış görünüm bakımından tadil edilerek köyün geleneksel mimari üslubuna – mümkün mertebe – uygun hale getirilmiştir. Bunlardan özellikle Köşk adı verilen yapı, “köyün yüz karası” olarak değerlendirilen üç katlı bir betonarme apartman iken, başarılı bir dizi müdahaleyle, çoğu ziyaretçinin “Şirince’nin en güzel tarihi evi” olarak algıladığı bir konağa dönüştürülmüştür.

C. Yeni yapılar
Şirince’nin geleneksel mimarisinde, iki katlı köy evleri kadar, köy yakınındaki bağlarda bulunan tek katlı “dam”lar da önemli bir yer tutar.
Köyün hemen dışında bulunan yirmi dönümlük bir arazide, sözkonusu “dam”lar tarzında inşa edilmiş sekiz ev ile hizmet yapıları ve müştemilattan oluşan bir yapı grubu 2006’da inşa edilerek Nişanyan Evleri bünyesinde konaklama hizmetine açılmıştır. 2010’da bu yapılara iki katlı ve beş odalı bir konak ile, 11 metre yükseklikte bir taş kule eklenmiştir.
Yapıların tümü yerel taşla yığma tarzda inşa edilmiş olup, toprak veya kireç harcı kullanılmıştır. Şirince’nin geleneksel mimarisinde kule örneği bulunmamakla birlikte, uygulanan savunma kulesi modeline gerek Batı Anadolu gerek komşu ülkelerin yerel mimari geleneğinde yaygın olarak rastlanır.
Hamam, Selçuk’ta çok sayıda örneği bulunan Beylikler dönemi hamamlarının küçük çapta bir benzeridir. Toprak harç ve yığma taş tekniğiyle inşa edilmiştir. Kubbesi çift katmanlı gerçek kubbedir. Zamanla ot bürümesi için kubbede de toprak harç kullanılmıştır. 

D. Nesin Matematik Köyü
Köye 1 km. mesafede Nesin Vakfı’na ait 21 dönümlük arazide inşa edilen Matematik Köyü yirmi civarında taş yapıdan müteşekkildir. Köyde lise, üniversite ve lisansüstü düzeylerinde matematik yaz okulları, seminerler, çalıştaylar ve konferanslar düzenlenmektedir. Konaklama kapasitesi 150 yatak civarında olup, yaz aylarında çadırlarda konaklayanlarla birlikte toplam nüfus 250 dolayına yükselmektedir.
Köyün nüvesini oluşturan 13 yapı Sevan Nişanyan tarafından inşa edilmiştir. Daha sonra bunlara eklenen bazı yapıların, köyün özgün mimari bütünlüğünden ve geleneksel mimariye saygı ilkesinden belli ölçülerde saptığı müşahade edilebilir.

 E. Tiyatro Medresesi
Eski medreseler veya manastır yapıları şeklinde tasarlanmış olup, 750 metrekarelik bir avlu etrafında iki katlı kemerli revaklar ve odalardan oluşmaktadır. Çalışma, gösteri ve toplantı odaları alt katta, yaşam alanları üst kattadır. İstanbullu Seyyar Sahne tiyatro grubu tarafından, yaşam, çalışma, eğitim ve gösteri mekânı olarak kullanılacaktır. Toplam konaklama kapasitesi ilk aşamada 60 kişi olarak öngörülmüştür.

F. Kaya Mezarı
Şirince Köyüne ve Matematik Köyüne bakan bir kaya cephesine oyulmuştur. 6 metre yükseklikte ve 4,5 metre eninde olup sundurma derinliği yaklaşık 2 metredir. İyonik tarzda iki sütun ve iki anta mevcuttur. Alınlıkta bir Medusa kabartması ile palmet şeklinde akroterler vardır. Lahit odası henüz açılmamış olup ileride yapılacaktır.

G. Sevan Nişanyan Kütüphanesi
Nesin Matematik Köyü'nde Sevan Nişanyan'ın tasarladığı ve inşa ettiği kütüphane 400 metrekare üzerinde yer alan iki katlı, taş yapı 15 bin kitap kapasiteli  kütüphane, 250 kişilik bir konferans salonu olarak da hizmet vermektedir.

SEVAN NİŞANYAN :Özgeçmiş:
 Doğum: İstanbul 1956.
 Eğitim:
Robert College 1974
Yale University BA (felsefe) 1979
Columbia University MA (siyaset bilimi) 1983
İstihdam
Teleteknik Elektronik Ltd. Şti. (Commodore bilgisayarları Türkiye genel dağıtıcısı), kurucu ve yönetici, 1984-1986
Nişanyan Gezi Tanıtım Ltd. Şti. (Küçük Oteller Kitabı üretici ve dağıtıcısı), kurucu ve yönetici, 1997-2008
Şirince Otelcilik Ltd. Şti. (Nişanyan Evleri turizm işletmesi), kurucu ve yöneticisi, 1998-bugün
İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim görevlisi (dilbilim), 2006-2008
Yayınlar:
Karl Marx, Grundrisse (çeviri ve önsöz), 1980
Insight Guide Istanbul (yardımcı editör ve yazar), 1988
American Express Guide to Athens and the Classical Sites, 1991, 1993
American Express Guide to Vienna and Budapest, 1992
American Express Guide to Prague, 1993
Küçük Oteller Kitabı (yıllık yayın), 1998-2008
Mavi Kıyılarda Yeme İçme Rehberi (restoran rehberi, yıllık), 1998-2000
Kimsenin Bilmediği Olağanüstü Yerler (gezi rehberi), 2000
Meraklısı için Karadeniz (gezi rehberi), 2000
Sözlerin Soyağacı: Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü, 1. basım 2002, 5. basım 2010
Elifin Öküzü ya da Sürprizler Kitabı (etimoloji makaleleri), 1. basım 2002, 4. basım 2008
Ankara’nın Doğusundaki Türkiye (gezi rehberi), 2006
Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Hakkında 51 Soru, 2008
Kelimebaz 1 (Taraf gazetesi makaleleri), 2009
Kelimebaz 2 (Taraf gazetesi makaleleri), 2010
Hocam Allaha Peygambere Laf Etmek Caiz Midir: Din ve İfade Özgürlüğüne Dair Tartışma, 2010
Adını Unutan Ülke: Türkiye Cumhuriyetinde Adı Değiştirilen Yerler, 2011
Şirince Meydan Muharebelerinin Mufassal Tarihçesi, 2011
Aslanlı Yol: Otobiyografi (yayımlanacak), 2012

Medeni hali : Bekâr, 5 çocuklu                

11 Şubat 2014 Salı

Çökertilmek istenen Suriye…



Demir Bilgin

Emperyalist sistem, üç yıldır, Suriye’yi, Suriye Arap Cumhuriyeti’ni çökertmek için en vahşi gücünü kullandı, kullanıyor. Suriye,  çökmedi. Suriye, çökmez. Gücünü halktan alan hiç bir sistem çökmez!

Peki, emperyalizm, Suriye’yi neden çökertmek istiyor?

Cevaplar çoktur, bazılarını yazmak istiyorum: 

Bir: Bölgedeki diğer “Arap” ülkelerine” ve ”yönetim sistemlerine” bakarak, en önemli nedenleri şöyle sıralayabiliriz:

A) Orta-doğu’da,  anti-emperyalist ve anti-siyonist tek Arap Cumhuriyeti var: Suriye. Suriye, savaşçı ordusuyla, emperyalizm ve siyonizm için bir beladır. Bu “beladan” kurtulmak istiyorlar. 

B) Suudi-Arabistan(!) ve diğer Arap devletleri(!), çok zengin olmalarına rağmen, orduları yoktur. Emperyalizm onlar için, “yalnızca kendi halkınını ezen bir ordu” yarattı. Suriye’yi bu “hizaya” getirmek istiyorlar.

İki: “Hizmet edin yoksa, perişan ederim.” Emperyalizmin felsefesi budur. Bunu, Suriye’ye dayattılar, tutmadı. Sahte, “Özgür Suriye Ordusu” yarattılar. Tutmadı. 

A) Emperyalizm adına, Amerikan emperyalizmi adına “islami örgütler”  yarattılar ve Suriye’de bu örgütler,  “islam” adına katliam ve baş kesiyorlar. Bu da tutmaz.

Üç: Suriye, bölgede en demokratik yönetimdir.

A) Suudi-Arabistan’da devlet yoktur. Kuveyt ve diğer ”Arap” ülkelerinde(!) devlet diye bir şey yoktur. Aile şirketleri vardır. Emperyalizm, Suriye Arap Cumhuriyeti’ni değil, onlara sadık olan ”aile şirketini” tanır ve korur. Nedendir?

B) Suriye Arap Cumhuriyeti dışında,  ”kadın”  diye bir şey yoktur. Onlar kadını ”seks” kölesi olarak kabül eder.

Dört: Suriye’de kurulan büyük bir Suriye Komünist Partisi vardır ve kurucusu Rojavalı Kürt: Halid Bektaş’tır.

A) 1920, 1925 ve 1937 katliam ve isyanlarda, Suriye’ye göç eden Kürtler vardır… Rojavalı Kürtler, emperyalizme ve onların kiralık katillerine mükemmel mücadele verdiler. Veriyorlar.

Beş: Bölgede en demokratik  ülke, Suriyedir:

A) Eğitim;  6 -12 yaş arası zorunlu ve ücretsizdir. Suriye’de eğitim, 12 ve sonrası eğitim ücretsizdir.

B) Suriye’de elektriğin girmediği yer yoktur. Elektrik, Fırat nehrinden, Suriye’nin en ücra köşelerine ve dahası Lübnan ve Ürdün’e kadar ulaşmaktadır.

C) Başta buğday olmak üzere, en kaliteli, tüm tahıl ürünler Suriye’de yetişmektedir ve vardır.

D) Suriye’de ”yolsuzluk” ve ”rüşvet” en ceza alandır.

E) Alt-yapı ve hizmet Suriye’de en günceldir…

Yazıyı burada kesiyorum. Devamı var ve sonra yazarım.

Evet; Suriye’yi çökertmek isteyen emperyalizm ve yerli uşaklarından bahsediyorum. Bunlar üzerinde durdum, duruyorum.

Bölgede, emperyalizme ”hizmet” eden kompradorlardan söz ediyorum.

Emperyalizmin neden Suriye Arap Cumhuriyeti’ni çökertmek istediğini, elbette,  biz biliyoruz, tekrar hatırlatmış oldum.

Sonuç mu,  açıktır: Suriye çökmez, çökmeyecektir!

Suriye, bölgenin en ”bastion” kalesidir ve bu kalede bizler varız!

5 Şubat 2014 Çarşamba

BABİL Kulesi çöküyor mu?






Dr.İsmet Turanlı


BABİL kulesini Firavunlar yaptırmıştı. Doğudan gelen cihangirlerin akımlarında yıkılmış ve son olarak İskender tarafından yeniden inşası kararlaştırılmış tı, fakat İskenderin vefatı ile bu yapım gerçekliştirilememişti.

 Son aylarda din kardeşiyiz diyerek karşılıklı destek görünümünde olanlardan biri birden bire dersanelerine dokunulacağı telaşı ile diğer lidere beddua etmeğe ve Firavunlukla itham etmeğe başladı. Güya bu cemaet , hizmet örgütü, devlet içinde devlet kurmuş, güvenlik ve yargı teşkilatını etkisi altına almıştı. Ak partisi ve Erdoğan oy desteğini kaybetmemek endişesiyle o örgütün faaliyetlerine göz yummuştu. Nede olsa Erdoğan devletin Laik olacağını, bireylerin laik olmasına lüzum olmadığı inancında idi. Şimdi devleti koruyacak hukuk sisteminin ancak Laiklik ilkesinden geçtiğini farketti. ‘’Türkiye cemeatlar, şeyhler, dergahlar ülkesi olmamalı’’ demişti Atatürk. Üstelik cemeatları yasaklayan kanunda halen geçerli. Fakat iş işten geçmiş, cemeat yolsuzluk dosyasını sızdırarak iktidara tamiri güç bir yara açmıştı. Erdoğan köşe bucak bağıra , çağıra nutuklar atarak cemeatın paralel devlet yapısını, laiklikten uzaklaşmasını beyan ederek yolsuzlukları unutturmağa çalışıyorsada, önümüzdeki yerel seçimlerde oy kaybedeceğini tahmin etmek zor değil. Demokrasimizi kösteyeleceği yapılanmayı farkedip etmedikleri sorusunada cevap vermekten aciz durumda kalmıştır. Fark ettinizse neden tedbir almadınız?, Farkedemedinizse yürütme zaafınızı kabul edermisiniz diye soranlar çıkmıştır.

Teşbihte hata olmaz derler. Ama hatırladığım bir anımla kötü bir teşbihte bulunacağım.

Gençlik yıllarımızda Akardeonu ile radyoda skeçler yapan Celal Şahin adlı bir aktör  vardı. Onun bir skeçini anlatacağım.

O zamanlar trafikte kullanılan tramvaylar şişhane yokuşunda uğuldayarak ağır ağır seyrederlerdi, ve o seyirde  günün birinde bir Musevi  inançlı vatandaş,yaşlıca bir kadın, Galatasaray polis karakoluna cüzdanını bir yankesicinin çaldığını söyleyerek müracaate bulunur. Komiserin sorduğu ‘’ Hanımefendi! Yankesicinin cüzdanınızı çalarken farkına varmadınız mı? Sualine şöyle cevap verir. O zamanlar kadınlar cüzdanlarını eteklerinin altındaki keselerde taşırlardı. ‘’Polis efendi! O kaytan bıyıklı gencin altımı kurcalarken bana keyif vermek istediğini zannettim. Meğer onun maksadı benim cüzdanımı araklamakmış.’’

Ak partide, cemeatın kendilerini destekler görünüpte oy desteği verirken, keyiflerine hizmet ettiklerini zannetmişler. İş PARA konusuna dönüşünce, Paranın sebep olduğu ahlaksızlığın farkına varmışlar. Bence hadisenin dış görünüşü yerine, ahlaksızlıkların gerisinde ekseriyetle asıl suçlunun Para olduğunu söylemeyi hep söylemişimdir.

Gelelim kadrolaşmak mevzuuna. Ak parti cemeatın arzusu uyup tayinler yapmış, yargıda ve güvenlikte. Bunu başbakan itiraf etti. ‘’ Neyi istedilerde  vermedik?’’. Bülent Arıncı hocaya gönderip, keza nutuklarında da onu Türkiyeye davet ettiler. 16 senedenberi yurda dönmekten korkan , din adamlığından çok bir devlet adamı, bir siyasetçi gibi nerdeyse  Hitlerin Weimare Republikteki gibi örgütlenerek siyasi yapılanmasına benzer bir ihtiras içinde bulunmuş. Cemeatın, Fethullah Güven’in 20 seneden önce, Cumhuriyet gazetesi ve yazarları laikliğe aykırı yapılanmanın tehlikelerine senelerce vurgu  yapmıştı. O zamanlar Hoca dünya çapında yaptığı eğitim hizmetleri ile Türkiye için ileride lobi potansielini yetştirdiğinden bahsediyıordu.’’ Günün birinde bu gençler bulunduğu memleketlerde söz sahibi mevkilere gelecek’’ diyordu. Demek ki o ön gördüğü gün artık devreye girmiş.

Şu günlerdeki atamalarda bana 46 senesindeki, seçim öncesi CHP nin davranışını hatırlatıyor.

Kahtada, 46 seçimleri öncesinde, propaganda için CHP mebusları memurların uğrak yeri lokale gelmişlerdi. Orada bir genç hakim iktidarı, CHP yi eleştirdi. Daha mebuslar 40 km uzaklıktaki Adıyamana varmadan bir posta müvezzii o genç hakime bir telgraf getirdi. Onun, o zamanlar memurler için sürgün yeri sayılan Çemişgezeğe tayin olduğu bildiriliyordu. Hey günler hey. Nereden, nereye geldik.

Bu gün başbakan yeni bir yönetmelik getireceklerini söyledi. Bundan böyle savcılar, güvenlik görevlileri Valiye yani hükumeti haberdar etmeden, izin almadan operasyon yapamıyacaklar. Bunu demokratikleşme paketinde tavsiye ediyor.

Üç devre mebusluk, iki devre belediye reisliği yapmak suretiyle uzun seneler siyasette kalan amcamın şu sözünü unutmuyorum. En kuvvetli muhalefeti muhalif partler, yahut basın yapmaz TENCERE, Tava kadar. Vatandaşın oy verme kararında en etkili olan Tenceredir .

Faizlerin yükselmesi, emnflasyonu körükler, oda seçimlerin neticesini etkiler ve meclisin aritmeği değişir. 2002 de olduğu gibi milletin sağ duyusu etkili olmuş iktidardaki , daha doğrusu mecliste bulunan dört partide meclisten kovulmuştu.

Şimdi Ak parti laiklikten uzaklaşmanın cezasını görmek üzeredir. ‘’ Ben dindar gençlik istiyorum, Çamlıcaya cami istiyorum. Çocuklar peygamberin hayatını öğrensin gibi bir çok dini siyasete alet etmenin cezasını görecektir.

Kılıçdaroğluda dini deyimleri kullanarak iktidara geleceği heyecanını yaşıyor. Son konuşmalarında dini tabirleri kullanmağa başladı. ‘’ Size HARAM parayı yedirmeyiz. Kalbinde bir parça İMAN olan vatandaş bu HARAMİLERE oyunu vermez. Peygamberin hadislerini kullanmağa başladı. HARAM, İMAN v.s. hukuk dilinde varmıdır? İsmet Paşa ALLahın dahi adını anmazdı ALLAHAISMARLADIKTAN başka. Türbanlı başkan adayları hanımlar bile listelerinde varmış. Hakiki Kemalistler, CHP lilerin, laisistzler Kılıçdaroğluna empati kurabilirler mi?. Seçim öncesi CHP de ve AK partide paradox bir değişim müşahade ediliyor. CHP dini siyasete alet etmeğe başlarken, Erdoğan laikliğe bilinçlenmeğe başladı.

Kürtlerin son bir yüz yıllık tarihçesini kaleme alan BEŞİKÇİNİN yayınları, Kürtlerin gözlerini açmasını ümit ediyorum. ..İster Osmanlı devrinde, ister TC devrinde rejimin politikasında bir değişme olmadığı, Kürtlere zulmün devam ettiğini çok güzel açıklıyor. Robostkide Dersim katliamı devam ediyor. Hatta Paristeki suikastta da. Hırant Dinkin katliamıda 1915 de ki Ermeni Soykırımın devamıdır diyor. Osmanlıda Kürt isyanlarında ‘’Müslümanların Halifeye karşı gelmesi olamaz’’ diyerek aşiret kavgalarını körüklüyorlardı. Çözüm sürecinde Erdoğanın ayak diremesini onu samimiyetsizliğine veriyorum. Dün bir Kürt ozanı ile konuştuğumda ‘’ Şıvanıda artık sevmiyorum, nezamanki o Erdoğanın elini tuttu.’’ Dedi,. Benim berberim koyu Ak partili idi. Şimdi ‘’ Erdoğan dini siyaset yapmağa başladı’’ diye şikayet ediyordu.

Bir kadeh rakı içeni Ayyaşlıkla suçlarsanız Aleviler de başka partilere yönelir.

Atatürk Çankayadaki mutad rakılı sofrasında etraftakilerine bir sual tevcih eder. ‘’ Bir kova su ile bir kova rakıyı eşeğin önüne korsanız, acaba hangisini içer.?’’ Rakıyı deseler Atatürk alınır, su deseler cevap kolaya kaçar. Velhasıl kimse cevap vermek cesaretini gösteremez. Atatürk sorusuna kendisi cevap verir. ‘’ Elbette su içer eşşekliğinden dolayı’’ der. O akşam sofrada rakı içmeyene birazda hakaret etmek ister.

İnönü gezisini ( Taksimdeki), gençliğimizde sevgililerimizle sevişmek için kullanırdık. Erdoğan orayı yasakladığı gibi, kız erkek el ele dolaşmağı bile görmeğe tahammül  edemeyecek kadar muhafazakar bir tutum içinde.

Sanatkarların yapıtlarına tahammülü yok. Kadınlara doğuran fabrika gözüyle bakması, ona kadınlardan büyük oy kaybına sebep olabilir. Benim jinekolog olarak, altmış senelik tecrübem o ki hiç bir kadın bir doğum yapınca ötekisini düşünmek istemez. Erkekler doğum yapmadıkları için doğum ağrılarına empati kuramazlar. Bekara avrat boşaması gibi.

Alevileri küstür, gençleri küstür, Kürtleri,( Robostkide katliamdan sonra özür dilemek tenezzülünde bulunmaması)gayri müslim vatandaşları küstür, sonra onlardan oy bekle. Fakat asıl küstürücü faktör tencere, tavadan ziyadede RÜŞVET ŞAİBESİDİR ki o lekeyi, o zifti Ak partisi temizlenmekte çok zorluk çekecektir.

Hipnotizma yapar gibi yaptığı hizmetleri ayni kelime ve cümlelerlede sabah akşam tekrarlasada, temcit pilavı gibi, Otoriter davranışı, muhalefet partilerinin, müsbette olsa, önerilerini kategorik olarak red etmesi, dediğim, dedik kibiri ile bu yerel seçimlerde omasa bile onu takip edeceklerde MHP ile koalisyona muhtaç kalacağı, Türkiyeyi felakete sürekleyeceğinin farkında değil.

Güneyde Rumlarla, Suriye ve Irakta Araplarla, Mısırla, İsraille kavgalı, İran ve Rusya ile mukni olamaması, Ermenileri hala gavur sayması Erdoğanın Barzani ve Öcalana sarılmağa mecbur kılmıştır. Aslında çözüm sürecinde de, nevruz konuşması ileinisiyatifi Erdoğan değil Öcalan ele almıştır. Kürtlerle barışması neticesinde enerji ihtiyacını karşılamakta, cari açığı kapamada faydalı sağlayaacağını düşünüyordu. Fakat PKKnın % 80 ninin halen silahla dağda dolaştığınıda unutmamak gerekir. Bayık’ın son analizide çok isabetli. Ak bankın % 70 parasının yabancılara ait olduğunu düşününce aklı başında aydınlara hafakanlar basıyor. Tüsiadcılar da vatan haini ise hapiste yatan gençlerin, gazetecilerin, ordu mensuplarının yakınlarınında yürekleri sızlamaktadır. Seçim barajında, tutukluluk süresin de değişiklik yapmamakla aksülamelinin hesaba katmaması çok geçmeden hayal kırıklığına yaratacağını, Babil kulesinin çökmek üzre olduğunun farkına varacaktır. Taraftarı olan yazar çizerlerin, ikbalini bağlamış siyaset çömezlerinin süratle onu terk edebileceğinide düşünmektan uzak görünüyor.

Weimare republiktede SPD birinci dünya savaşının tahribatını az çok düzeltme, toparlanma aşamasına rağmen teşekkül eden ( Nazilerin, komunistlerin, liberallerin, sanatkarların, universitelerin muhalif koalisyonun) aşırı muhalefeti Alman demokrasisinin yıkımına sebep olmuş Nazilerin, Hitlerin iktidara gelmesini sağlamıştır.’’ Tarihten ders alınsa idi, bir daha tekerrür etmezdi’’.  Demokraside radikal adımlar atmadan , genel af çıkarmadan, siyasette kutuplaşmağı önleyici muhlis uslupları seçmeden, siyasette istkrarı sağlamadan, ekonomide sıkı yöntemleri yürürlüğe sokmadan Babil kulesinin çökümünü önleyemez.


Köln. 02.01.14