23 Temmuz 2013 Salı

Rojewa atılımı…

 
Demir Bilgin

Rojewa Kürtlerinin (Batı Kürtleri -  Suriye) son atılımı, AKP Hükümeti ve Recep Tayip Erdoğan’ı fena  korkutmuştur. Korkmaları yerindedir. 30 Haziran 2013’te, Mısır’da, Müslüman Kardeşler’den olan kardeşi, Mohammed  Mursi’yi kaybetmesi ve şimdi de çok güvendiği ve her türlü desteği verdiği El – Nüsra ve ÖSO ( Özgür Suriye Ordusu )’nun , Rojewa Kürtlerinden de ağır darbeler yemesi, Receb ve AKP iktidarını hem korkutmuş, hem de sallamıştır.

Demokratik Halk Partisi’ne bağlı ( PYD ), Halk Savunma Güçleri ( YPG )’in, ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) ve El-Nüsra’cı tekfirlere karşı son  göstermiş oldukları  performans ve atak, Recep ve AKP iktidarını, korkunun ötesinde,  sallamıştır.

Halk Savunma Güçleri’nin, 16 Temmuz’da Res-Ul-Ayn (Serenakiye), Haseke ve başka alanlarda  denetimi tekrar ele almaları, Recep ve iktidarının mezarını  kazmıştır.

Açıktır, Rojewa Kürtlerinin, bu son mukavemetleri, Suriye Vatan Savunması için de son derece  önemli bir duruş olmuştur.  Suriye;  baş kesen, çiğ çiğ insan kalbi yiyen, ÖSO ve El-Nüsra’cı vahşilere, tam iki yıldır  yorulmak bilmez bir mücadele yürütüyor. Son olarak, El-Ekrad (Kürtler ) ilişkiler sorumlusu, Ali  İsmail Şeyho’nun, meydanda, halk önünde başının, tekbir getirilerek,  kesilmesi, Suriye’de onlarca başı kesilen, kelleleri mangalda kızartılan, kalpleri, çiğ çiğ yenen,  vatan kahramanlarından yalnızca bir örneğidir. Rojawa Kürtlerinin böylesi vahşi katliamlara olan tepkileri daha da yükseltmesi gerekiyor. Birinci, noktadır.

İki: Rojewa Kürtlerinin;  Recep Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümetinin desteklediği, bu, baş kesen, çiğ çiğ insan kalbi yiyen…bu vahşi yaratıklara karşı olan bu son direnişleri, tüm Suriye halkı tarafından alkışlanmış ve desteklenmiştir. Rojewa Kürtleri’nin kurtuluşları,  ancak ve ancak, “ileri, daha ileri” bir Suriye sistemi içinde mümkün olur, algısına varmışlardır. Bunu kavramış bulunmaktadırlar. Önemlidir.

Üç: İlerde, Suriye’de,  oluşacak, bir “İleri Demokrasi” düzeninde, yalnız Rojewa Kürtleri değil, Türk ilhakı altındaki Kürtlerinin de özgürlüğe giden yolu açacaktır. Recep ve AKP Hükümetinin en önemli  korkusu da budur.

Dört: Suriye’de yaşadım,  biliyorum: Rojewa Kürtlerinin, Suriye’de,  “hukuksal sorunları” dışında, bireysel ve sosyal olarak en gelişkin insanlardır. Rojewa Kürtlerden çok büyük aydın ve politikacılar çıkmıştır. Büyük aydın, Cigerxun çıkmıştr. Suriye Komünist Partisi’nin kurucularından, Halid Bekdaş çıkmıştır. Bunun yanında yüzlerce müzisyen, aydın, yazar çımıştır. Böylesi, Rojewa Kürtlerinden, ancak ancak,  ileri daha ileri bir yürüyüş çıkar ve çıkmıştır.

Beş: Rojewa Kürtleri, Suriye’nin yerli Kürtleri değil, sömürgeciliğin doğurduğu, göçmen Kürtleridirler.  1920 ve özellikle 1925 Şeyh Sait ve 1937 Dersim isyanlarında, Suriye’ye göç etmişlerdir. Suriye’ye göç ettikleri zaman, Suriye, Fransa’nın bir mandasıydı. 1946’lara kadar bu böyle devam etti.

Suriye, bağımsız devlet olduktan çok sonra, Rojewa Kürtlerine “Lica-i Siyasi” kimlik kartları verildi. Rojewa Kürtleri, bu kimlikle Rojewa’da yaşadılar.

Altı: Suriye, Rojewa Kürtlerini, Suriye vatandaşlığına almaması, onların lehindedir. Türkler, Kürtlere, “Türk kimliği” verip,  “Kürt yoktur” dedi. Asimile etmeğe çalıştı. Suriye, bunu yapmadı. Onları, göçmen Kürtler, “lica-i siyasi” olarak kabül etti.

Yedi: 2011’de, yeni Anayasa’da, Rojewa Kürtlerine yönelik hukuksal, siyasal ve toplumsal zeminde değişiklikler öngören 49. madde kabül edildi…

Evet, Rojewa Kürtleri ve direnişleri bu hattadır. Son mukavemetleri, bizler, emperyalizme, siyonizme ve bölgedeki ilkel gericilere karşı mücadele eden bizler için  sevinç vermiştir.

Sevinç, ikidir: Bir, Rojewa doğru hattadır ve Recep Tayyib’i fena sallamıştır.

İki: Sallanan Recep ve Hükümeti  düşecektir!..

Recep ve AKP Hükümeti, en fazla dayağı PYD’den yiğecektir!

Mursi kardeşini yitiren, Recep, ilerde, ölümden kurtulmak için, belki, Beşşar Esad’ın  kapısını çalacaktır!

12 Temmuz 2013 Cuma

Ey Türkiye’nin Gericileri...


Ey Türkiye’nin Gericileri Hayır, “Darbe” Değil, Bu Bir Devrim!..
 ”Bombaların ve devrimlerin spill-off halleri vardır. Saçılırlar.
Ne demek, Nisan 1960 olabilir, Güney Kore’de bir diktatör vardı, Sygman Rhee olmalı, Kore gençliği düşürmüştü.
Biz ve ben, bizim neremiz eksik yollu düşündüğümüzü hatırlıyorum.
Güzel, Adli Mansur konuşmasında, Mısır Devrimi’nden örnek olarak söz ettiler. Bana ve bize uyuyor..”

Yalçın Küçük
ŞEYTANCA – Aydınlık, 09 Temmuz 2013
Hızlıca adına yobazizm, “ağır islam”, ılımlı islam, Amerikan islamı ve akepe islamı diyebilirsiniz, ilk önce Pakistan’da denendi, sonra Mısır’da uygulandı, büyük tatbikatlarından birisini Türkiye’de gördük, görüyoruz.
Başlatıcısı Kenan Evren, 12 Eylül 1980, était déjà à demi faite, iktidarı 3 Kasım 2002 tarihinde başladı.
Ben anında “seçim değil darbe” demiştim ve şimdi, Mısır Devrimi’ne bakarak, Beşar Esad “işte sonları budur açıklamasını yaptılar.
Üstlerine aldılar, “darbedir, darbe”, ağıt söylüyorlar; peki, darbe olsa ne çıkar, yobazizm gidiyor mu, nasırizm geliyor mu, işte asıl mesele budur.
Gençliğe ve orduya teşekkür
Demokrasiye uymuyormuş, gerçekte çok uyuyor.
Ama Türkçe’de güzel bir söz var, “dinime küfreden müslüman olsa” diyoruz.
Mısır’da yeni cumhurbaşkanı, adı “Adli”, adaletli demektir ve soyadı, “Mansur”, genellikle müslüman olmayanlar taşıyorlar, yenen ve kurtaran anlamındadır, önce “halka”, sonra “Allah’a” güveniyoruz, diyordu.
Gençliğe ve Silahlı Kuvvetler’e teşekkür ediyordu. Edebi bir nutuk irad ettiler. Güzel dinledik.
Cahiliye partisi
Şu cehepe tümden bir cahiliye partisi olmuştur, sokaklar cadde ve artık barikatlar mazi oldular,barikat devrimi sona ermiştir.
Artık halk yapar, ordu sona erdirir, başka yolu yoktur.
Mısır’da milyonlarca halk sokaktaydı, yobazlar azınlık oldular ve Silahlı Kuvvetler, son noktayı koydular.
Tek yol, budur.
İşte “aynen öyle”, 27 Mayıs’ta öyle yaptık.
Biz yaptık, gençlik ve halk; Bakkal Mektebi mezunu Kılıçdaroğlu, köyündeki jandarma onbaşısından başka asker ve subay görmemiştir ve hiçbir mücadelesi yoktur.
Ordu düşmanıdır. Bilmiyor ve görmüyor.
Devrimle toplamak
Ben gizlideydim, 29 Nisan’da gizliye çıkmıştım, ama bir albay arıyor, dediler, Hikmet’i, Hikmet Çetin, gönderdim, Hikmet aynı zamanda cehepe gençlik kolları genel sekreteri idi, görüşmüş, sonra haber etti. Albay bizden bir Cuma “eylemi” istiyormuş, biz eylemdeyken milletvekillerini toplayacaklarmış, Alparslan Türkeş olduğunu komiteye girince öğrendik. Sonra gündüz değil, gece toplamaya karar verdiler. Ordu mu, devrimlerde toplama işlerini yapıyorlar.
Yayılan hareket
Bombaların ve devrimlerin spill-off halleri vardır. Saçılırlar.
Ne demek, Nisan 1960 olabilir, Güney Kore’de bir diktatör vardı, Sygman Rhee olmalı, Kore gençliği düşürmüştü.
Biz ve ben, bizim neremiz eksik yollu düşündüğümüzü hatırlıyorum.
Güzel, Adli Mansur konuşmasında, Mısır Devrimi’nden örnek olarak söz ettiler. Bana ve bize uyuyor.
Korku dağları sardı
Ne cahiller, devrim ya da revolution olursa, hep mi iyi olur; Kılıçdaroğlu, kaç kitap okumuştur, yoksa “hakkaten” okumuş mu, bırakıyorum.
Bizde “Meşrutiyet Devrimi” var, Halide Edip, Devlet-i Osmani’de hiç suç işlenmeyen gün olarak hatırlıyor.
İhtilal-i Kebir var, 1789 ve Büyük Ekim Devrimi, 1917; “be hey cahiller” biliyor musunuz, “korkaklar” diyorum. Burada duruyorum.
Bunlara göre devrim yoktur ve olmayacaktır; korkuyorlar çünkü dünyada subay var.
Pek hoş, galiba bunlara, orta okul çocukları, “kafayı yemişler” diyorlar.
Karşı-devrim ile devrim
Yapmıyorum ama mecburum, Collected Works, cilt 8, s. 154, ve Marx, “it has taken its stand on a revolutionary basis, for the counter-revolutionary basis, too, is revolutionary”, yazıyor; karşı-devrim de devrimcidir, demektedir.
Demek, Kılıçdaroğlu Efendi, “her sakallı babanız olmamaktadır”, hatırlatıyorum.
Devrim” demek, övmek değildir, bakıyoruz.
Hazırlıyorum, yakında, “The end of democracy”; siyaset tezinin kurucusu Machiavelli, Hobbes, kısmen Jean-Jacques Rousseau ve tamamen Monstesquieu ve Yalçın Küçük, biz bir türüz, demokrasiden çok korkarız ve az güveniyoruz.
Çünkü despotizme, tiranizme, dikatörlüğe çok kolaylıkla kaymaktadır.
Halkı sürüleştirdiğiniz zaman, otokrasiden çıkmak imkansızdır ve Kenan Evren, bu nedenle, ülkeyiislamlaştırdı.
Çünkü sürüleştirme yolu bildi, yol, mutlaktır.
Demokrasi put-perestlerine, demokrat fetişçilere, demokratik takiyyecilere hatırlatıyorum.
Hediyem olsun” diyorum.
Darbe üstüne darbe
Bir, bağımsız adaylar, ayrı pusula ile seçime giriyorlardı, Erdoğan-Baykal kaldırdılar.
Cahil” saydıkları Kürt kadınlarının hata yapmasını beklediler ve darbe’dir.
İki, cehepe, 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimine girmedi, “girer gibi” yaptı. Darbedir.
Üç, Kılıçdaroğlu, anayasa referandumuna katılmadı, “katılır gibi” yaptı. Darbedir.
Dört, Kılıçdaroğlu, cehepe’ye yığdığı, Cumhuriyet ve CHP düşmanı “milletvekilleri” ile darbe yaparak, Emine Ülker Tarhan’ı grup başkanvekilliğinden uzaklaştırdı. Kılıçdaroğlu’nun eli mahsulü olup, bundan şüphe duyamayız.
Tayyip’in Recep’i
Ne zaman Erdoğan düşerse, bir “coup” ile, Fransızca “darbe” demektir, yardımına koşan Kemal Bey’dir.
Bir kez de “tankının önüne ben yatarım, Recep’im” demişti ve şimdi 68 ruhu ile “panzerin önüne yatan kadına” darbe yöneltmiştir.
Ve yine ağır islam düşüyor, Kılıçdaroğlu, hemen kurbandır.
Ve ben devam ederim.
Anayasa ve yasaları ipe sererek Erdoğan’ı milletvekili yapmalarını hiç unutmuyorum.
Peki, ben mi, ben yazarım.
---------- 


ERDOĞAN TEDİRGİN...




Dr.İsmet Turanlı 

Akil adamlar komisyonu üyeleri ile buluşanlar Erdoğanın TEDİRGİN olduğunu söylediler. Herhangi bir insanın evine ve çalışma ofisine Molotof kokteyli, roket atıldığında tedirgin olmaması mümkün .olurmu? Hele o şahıs şimdiye kadar özgüvenli bir Başbakan olursa, son günlerde ortadoğuda ve Türkiye de oluşan krizlerden daha da etkilenmiş olması normal sayılmalıdır. Urla da yaptığı tatili keserek makamına dönmesi ve en yakın danışmalarını toplayarak müşavere etmesi tedirginliğinin göstergesidir. Gezi krizi, çözüm sürecinde ki gecikmeler, nihayet Mısır da olup bitenlerin Başbakanı kaygılandırması bana 1958 de Irak’ta ki darbede kral Faysalın, naibinin ve başbakanı Nuri Sait’in katledilmesinin ertesi günü Demokrat Parti önde gelenlerini, bilhassa Adnan Menderes’i tedirgin etmek bir yana adeta korkutmuş olduğunu hatırlattı.
Birinci dünya savaşından sonra orta doğu İngiliz ve Fransızların kontrolünde idi. İlk defa Suriye de 1946 da Albay Edip Çiçekli darbe yapmıştı. O zamanlar yeni yayına başlamış olan Hürriyet gazetesinde ironik bir manşetle duyurulmuştu bu hadise. Osmanlı devrinde iki vilayetimizden  Halep ve Şamdan ibaret olan Suriye devletinde Albay rütbesinde bir asker tarafından yönetime el koyulmasını Türkiyedeki siyasiler ve basın pek önemsememişti. Fakat Irak’ta ki darbe korku ve infiale sebep olmuştu.
Abdullah Ööalan’ın inisiyatifi ile PKK’nın çözüm sürecinin başlamasına Erdoğan’ın uyum sağlamasının sebebi komşu ülkelerle olan münasebetlerimizin bozulmuş olmasıdır. Son günlerde istihbarat birimlerinin raporları sürecin arzulandığı tarzda gelişmediğidir. Siyasilerimizin kibirli beyanatlarına bakılırsa PKK havlu atmış, teslim olmuş propagandası BDP’yi ve Kürtleri provoke etmiş ve Hükumetin beklenen demokratik yasaları çıkarmakta gönülsüz olduğu intıbaı BDP lilerin ikinci devreye geçilmesi nin PKK’nın çekilmesinin beklenmesine lüzum olmadığını, hatta aşırı  isteklerde bulunmalarını körüklemiştir. Hiç bir siyasi kuvvetin şu anda Öçalanın serbest bırakılmasını sağlayamayacağını bilmek keramet sayılmaz. Onun ancak Kürdistan kurulduktan sonra seçimle alınacak bir kararla mümkün olacağını düşünmek en sağlıklısıdır. Tıpkı Mandela gibi. Sürecin VİN VİN pazarlığına dönüşmesi Erdoğan’ın tedirginleşmesi sebeplerinden biridir.
İkinci sebep Gezi krizidir. Tarafların hatalı davranışları krizin kronikleşmesine sebep olabilir.
Çevrecilerin naif ve masum davranışlarına emniyet birimlerinin aşırı kuvvet kuvvetlerle karşı koymaları prvokatörleri harekete geçirmiş, vandalismus başgöstermiştir. 1000 milyona mal olan tahripler demokratik eylem sayılamaz. Hele hele dahada ileri giderek başbakanın evine ve çalışma ofisine Molotof kokteylleri ile saldırmaları başbakanı tedirgin etmeğe ve dahada şiddet tedbirlerine baş vurmasını sağlamış ve kör döğüşü müzminleşmiştir.
Erdoğan’ın kibirli, ‘’ Ben % 50 oyla başa gelmiş bir başbakanıyım, istediğimi kimseyle uzlaşmadan, sormadan yaparım ‘’ demesi gençleri n haysiyetine dokunmuştur. Gezide oturum yapan, ilk okul çocukları gibi çadırlar kurmuş, bu durumu fırsat bilenler Gezi’yi adeta işgal altına almışlardı. Şayet bu fırsatçılar siyasi bir önem bahşediyorlarsa Vandalismusa müracaat etmeden Paneller, Seminarlar, şiddete başvurmayan mitingler yaparlar batıda yapıldığı gibi. Yüzden fazla yazar ve san’atkar bir eleştiri beyannemesi yayınladılar. Fakat orada maalesef taraf tuttular ve sadece Başbakanı elelştirmiş oldular. Böylece o beyanname değerini yitirdi. 
Erdoğan Mukni olamıyor.
Meydanlarda milyonlara seslenirken kuvvetli retoriği ile MONOLOG sergiliyor. Muhalefetin ve muhalif köşe yazarlarının ciddiye alınmayacak, nefsi müdafaa tarzında, üstelik hakaret içeren cevapları Erdoğanı celallendiriyor. Ona sual soracak, akıllı tavsiyelerde bulunacak etrafı yok. Sakin kafa ile düşünülecek olunursa Erdoğanı vicdanen tedirgin eden dış politikada MUKNİ olamayaşıdır. Dahili politika dada kontrolu kaybetmiş olmasıdır. Lüzumsuz yere Gezi parkı krizi kontrolden çıkmış ve kaosu önlemek için emniyet kuvvetlerinin şiddete müracaatı sayesinde bir çok gencin ölümüne sebep olmuştur ki bu çok feci bir aşamadır. Çözüm sürecinde beklediği PKKnın yurtdışına çıkıp silahları bırakması, akan kanın durması, anaların göz yaşlarının akmamasıdır. Halbuki Kürt sorunun çözümünde gereken düzenlemelerde ilerleme kaydetmeyi aklından dahi geçirmemekte, sürecin tökezlemesine meydan vermektedir. On senedenberi Kürtler hakkında müstakbel görüşüm o ki halen dörde bölük yaşayan Kürtler konjonktür el verirse İngilizlerin Lozanda yarattıkları sanal coğrafya değşecek, dört bölgede özerklikler gerçekleşecek ve Kürdistan kurulacaktır. Buna ne Esad, ne Malik, nede Erdoğan mani olabilecektir. Çünkü bugünkü durum sanal bır durumdur. Kürtlere haksızlık yapılmaktadır. Kürtlere karşı günah işlenmektedir.
Dış ticarette ki artışlardan hasederken, cari açığın ekonomimizde yarattığı endişeleri dile getirmekten imtina ediyor. IMFe borcumuz kalmadı diye övünürken özel dış borcun 1 triliyonu aştığını hiç dile getirmiyor. Muhalif fikirdeki gazetecilerin hapse konulmasına ses çıkarmadığı gibi, başlangıçta AK partisini destekleyen liberal, sözü dinlenen gazeteciler gazetelerinden kovulmuş, yahut otosansürle köşelerini muhafaza etmektedirler.
Kıbrıs sorununda 10 senedenberi hiç mesafe kaydedemesinin sebebi MONŞERleri dinlemeden kendi fikirlerine inanır olmasıdır. Menderes’in ve Zorlu’nun yaptığı Zürih anlaşması zevahiri kurtarmaktadır.
İsraille mevcut askeri antlaşmalara, hatta Suriye ile aracılık yapmağa varıncaya kadar iyi ilişkiler mevcut iken, bugün düşman pozisyonuna girdik. Doğru zannettiği düşüncelerine İsraili MUKNİ kılamadı.
Suriye ile yağlı, ballı iken sonra Esad’a en ağır hakaretleri yapmaktan imtina etmedi. O zamanlar Esad’ın diktatör olduğunu, Kürtlere kimlik dahi vermediğini, demokratik yönden hiç bir adım atmadığını görmedi mi?.Esad’a MUKNİ olamadı.
Irak’ta Barzani’ye hoş görülü davranmağa mecbur olmasına rağmen Kürdistan kelimesini ağzına alması kibirine dokunuyor, yahutta milliyetçi oylardan çekiniyor. Malikiyide hiç ikna edemedi.
Ahmedinecatı Suriye konusunda ikna edemedi.
Ermenistanla kapıları açmağa kalkarken Azerbaycanın dayatması ile kapıları dahada sıkı bir şekilde kapattı.
Putin’i Suriye mevzuunda ikna edemedi. Rusya, İran ve Azerbeycandan temin edilen enerji alışverişinde en pahalı faturayı ödemek zorunda olduğumuzdan Erdoğan bihaber mi?
Şimdi bir de Mısır yüzünden Obama ile, AB ile, Suudilerle ters düşmeğe başladık.
Bütün bu başarısızlıklara Erdoğan da Özal da, Menderes de gördüğümüz bazı özelliklerin mevcut olmaması onu zora sokmaktadır. Menderes kibar, kimseyi kırmak istemeyen bir zerafete sahipti. Özal ise bilgili, zeki ve hoşgörülü idi. Erdoğan öfkeli tavırları ile karşıtlarını çabuk kırıp dökmekten çekinmemektedir. Uslubundaki kibir ve kabalık karşıtlarınıda ayni minvalde provoke etmektedir.
Kıbrıs Türk devletini (KKTC)yi, ne bir Türki devlet, nede Müslüman devlet tanıdı. Minnacık Rum devleti ise bizi AB nezdinde adeta tehdit eder durumda.
Erdoğan medalyonun tek yönü ile övünmeğe devam ederken , medalyonun öteki yüzündeki başarısızlıkların tedirginliğini yaşıyor. Problem çözmede kendisini şartlandıran inatcılığında israr ediyor, sonunda ters istikamette adım atmağa mecbur kalınca TİMEİNGte fırsatı kaçırmış oluyor.
ÖFKE kötü bir kılavuzdur der Almanlar. Şayet Gezi krizinde yaşamını yitiren gençlerden biri kendi oğlu olsaydı Erdoğanın beyin kanaması geçirmesi muhtemel di.
İngiliz Filozof FRANCİS BACON bin sene önce Krala danışmanken ‘’ Tecrübeliler bakanlığı’’ kurdurmuş. Yani bizdeki AKİL ADAMLAR gibi bir şey.
Filozof HOBES ise iktidarların istikrar sağlama zorunluğu olduğu için asileri silahla terbiye etmeğe başvururlar. Çünkü millet Kaos ortamından korkar ve yöneticinin sırasında diktatörlüğüne de razı olurlar. Bu sebeple İngilterede 500 sene evvel asker CROMMWEL yönetime el koymuştu.
Erdoğan değişir mi? Zannetmiyorum. EFES li HERAKLİT diyor ki herşey değişir. İklimler, yönetimler hatta dinler değişir. Dünya ve yaşam devamlı değişim içindedir.
Ben otuz sene önce Erdoğanın yaşında iken yaptıklarımı, nelere cesaret ettiğimi düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Onunda algılarını zamanla suhulet içinde değerlendireceğine inanıyorum.
 Köln. 12.07.13


Mısır ve devrim/darbe tartışmasına dair...




Fikret Başkaya
Bireyler ancak bir başka sınıfa karşı ortak mücadele yürüttüklerinde bir sınıf oluştururlar, bunun dışında bir rekabet ortamında düşmanca karşı karşıya gelirler.
                          Karl Marx
Toplumun sınıflara ayrıldığı neolitik çağın başından beri, insanlık varoluşunu güçlünün güçsüzlüğüyle, güçsüzün gücü arasındaki çelişki belirledi. Bir tarafta asıl gücün sahibi olan ama gücünün farkında olmayan ve gereğini yapmayan, yapamayan ezilen ve sömürülen geniş halk sınıfları, diğer yanda gücünü ve iktidarını karşı tarafın zaafından, gücünün farkında olmayışından alan ezen ve sömüren hakim sınıflar ve çevresi. Elbette neden öyle olduğuna açıklık getirmek kapsamlı tahlilleri gerektirir ama geçerken iki hatırlatma yapabiliriz: Birincisi, Marx’ın “ Her dönemde hakim fikirler hakim sınıfın fikirleridir” tespitidir ki, bunun anlamı, ezilenlerin kendilerine ezenin gözüyle bakmasıdır; ikincisi de, toplumsal hiyerarşinin varlığıdır. Dolayısıyla temel ayrışma mülk sahibi egemen sınıflarla egemenlik altındaki sınıflar arasında olsa da, ezilen sınıf da homojen değildir. Dolayısıyla sınırlı da olsa, hiyerarşi ezilen sınıf için de geçerlidir. Böyle bir durumun varlığı da, ekseri ve çelişik olarak ezilenlerin ortak hareket etmesini zorlaştırıyor. Sınırlı da olsa, hiyerarşinin-eşitsizliğin varlığı, ezilen-sömürülen kitle içinde de durumlarının iyileşeceği beklentisine ve yanılsamasına neden oluyor...

İşte devrimler güçsüzün gücüyle, güçlünün güçsüzlüğü arasındaki çelişkiye son verildiği, şeyleri yerli yerine koyan, asıl bulunmaları gereken zemine yerleştiren derin sosyal dönüşüm veya alt-üst oluş anlarıdır. Devrim, varolan toplumsal hiyerarşiyi ortadan kaldırmayı, şeyleri ters-yüz etmeyi amaçlayan bir “düzeltme” anı/eylemi/olayıdır... Darbe söz konusu olduğundaysa, hiyerarşi yerli yerinde kalmaya devam eder. Sadece eğemenler/yönetenler katında sınırlı bir sarsıntı söz konusudur. Devirme/devrilme, yükseklerde, sarayda cereyan eder ve darbenin asıl varlık nedeni, şeylerin seyrini değiştirmek, süreci yeni bir rotaya sokmak değil, tıkanıklığı aşmak, rejimi rahatlatmaktır. Bu niteliğinden ötürü de darbeler her zaman sistem içidir ve sınırlı rötuşların ötesine geçemez.  

Fransız filozof Alain Badiou, yukarda sözünü ettiğim çelişkiyle ilgili olarak şöyle diyor: “Dünyada mevcut olan, ama onu anlamlandırma ve geleceğini belirleme noktasında var olmayan bu insanlara dünyanın var olmayanları diyelim. Dünyada değişim, ancak dünyanın var olmayanları bu dünyada olanca yoğunluklarıyla var oldukları zaman gerçekleşir. Bu öznel olgu olağanüstü bir güçle doludur. Var olmayanlar ayağa kalkmıştır. Bunun için ayaklanma deriz zaten: İnsanlar yerdedirler, boyun eğmişlerdir; şimdiyse dikilmekte, doğrulmakta, ayağa kalkmaktadırlar. Bu başkaldırı bizzat varoluşun başkaldırısıdır: Yoksullar zengin olmamıştır; silahsız insanlar silahlanmamıştır vs. Aslında temelde hiçbir şey değişmemiştir. Meydana gelen şey, var olmayanların varlığının iadesidir ki bu, olay dediğim bir koşula bağlıdır.*

Elbette bu egemenler cephesine karşı sadece devrim öncesinde ve devrim anlarında itiraz edildiği, başkaldırıldığı anlamına gelmez. Mücadele her zaman var, zira başka türlü olması mümkün değildir. Malûm saldırı-karşı saldırı diyalektiği söz konusu... Sorun itirazın olup-olmamasıyla değil, itirazın, mücadelenin kapsamı, derinliği ve ortaya çıkardığı sonuçlarla ilgilidir. Devrim, toplumsal yapıda derin bir dönüşüm gerçekleştirme istidadına sahiptir.

Bu güne kadar sınıflı toplumu aşmak üzere yapılan mücadele artık yeni bir eşiğe gelip dayanmış bulunuyor. Zira kapitalist sömürü, yağma ve talan düzeni sadece insâni ve sosyal kötülükler yaratmakla kalmıyor, canlı yaşamı, insanlık varoluşunu tehdit eden ekolojik kötülükler, felâketler de yaratıyor. İşte birbirini sürekli yeniden üretip azdıran bu ikisinin diyalektiği, yeni bir öfkenin ve bilinçlemenin, yeni mücadele biçimlerinin potansiyel olanaklarını yaratıyor. Artık güçsüzlerin güçlerinin bilincine varmalarını zorlayan yeni bir durum ortaya çıkmakta. Başka türlü ifade edersek, insanlar kapitalizmin neden olduğu sürdürülebilemezliğin farkına vardığı oranda yeni bir uygarlığa giden yolun aralanması da potansiyel bir olasılık haline gelecektir. Potansiyel bir olasalık diyorum çünkü, öyle olacağına dair bir kesinlik yok. Eğer bir kavşağa gelip-dayanmışsanız, ondan sonrası hangi rotaya yöneldiğinize bağlı olacaktır. Fakat insanlığın gelip dayandığı kavşakta seçenekler ikiye indirgenmiş görünüyor: Ya geçerli eğilimler devam eder, bu durumda nükleer  yok oluş türü bir toplu intiharla hızlı veya zamana yayılan bir kötü sona, yok oluşa doğru yol alınır, ya da insanlık geleceğini kurtarmak üzere bilinçli bir tercih yapar, kapitalist egemenliğe son verip, yaşanabilir bir toplum ve dünya’ya giden yolu aralar... Bu ikisi arasında bir orta-yol mümkün görünmüyor. Bu aslında büyük insanlığın elini çabuk tutması gerektiği anlamına da geliyor. Zira, insâni, toplumsal ve ekolojik kötülükler hızını ve yoğunluğunu artırarak yol alıyor ve zaman daralıyor.

2011 Ocak sonunda Mısır’da ezilen ve sömürülen geniş halk sınıfları haysiyet, özgürlük ve ekmek sloganıyla sokaklara döküldüler, ayağa kalktılar ve 30 yıldır iktidarın başı olan Hüsnü Mubarek’i kovdular. Yaklaşık iki yıl sonra Müslüman Kardeşler iktidarına karşı tekrar ayaklandılar. Zira aradan geçen sürede haysiyet, özgürlük ve ekmek cephesinde hiç bir iyileşme olmadığı gibi, durum daha da kötüleşmişti. Amerikancı ordu duruma müdahale ederek, Mursi’yi uzaklaştırdı ve geçiş hükümetini içeren bir yol hatirası dayattı. Mursi’nin gitmesi için 22 milyon imza toplanmışken, 16-17 milyon insan sokaklara dökülmüşken, onbinlerce işçi greve gitmişken, çok sayıda fabrika ve işyeri kapanmışken, koskoca bir halk ayağa kalkmışken, ordu tarafından Mursi’nin kodese atılmasını kutlamak için her yaştan 33 milyon insan sokaklara akmışken, ordunun bu müdahalesine rahatlıkla darbe denilebilir mi? Son anda ordunun devreye girmesi, nerdeyse yetişkin Mısırlıların yarıdan fazlasının iradesini ve eylemini, devasa halk isyanını yok saymayı gerektirir mi? Bunun birilerinin oyunu ve manipülasyonu olduğunu söylemek mâkul ve inandırıcı mıdır?
Deniyor ki, demokratik yollardan iktidara gelmiş meşru bir hükümet ancak seçimle uzaklaştırılılabilir... İyi de Mursi’nin demokratik olarak seçildiği ne kadar doğruydu? İkincisi ne demekse halk iradesi denilen sadece sandıkta mı tecelli ederdi? Bir kere Mursi’nin gelişi  demokratik değildi, geldikten sonra yaptıklarıysa hiç demokratik değildi... Mursi, katılımın %30 civarında kaldığı, halk çoğunluğunun boykot ettiği bir şeçimde oyların %60’ını alarak başkan oldu. Bu Mısırlıların sadece %18’nin oyuyla seçildiği anlamına gelir. İkincisi, seçimlere hile karıştırıldığı cümle âlemin mâlumuydu... Oysa istifasını isteyenler 22 milyon imza toplamışlardı ve 30 Haziran’da meydanlara, sokaklara çıkanların oranı Mursi’nin aldığı oy oranından daha yüksekti [yaklaşık %21]. Mursi’nin ekonomik ve sosyal politikaları, baskıcı üslubu, fanatik özelleştirmeciliği, dinci saplantıları ve pratiği halkı bezdirirken, kimi aşırılıkları mülk sahibi sınıfları ve tabii onun bir bileşeni olan orduyu da rahatsız etmişti. Mursi, Mısır’ın ulusal simgesi olan Süveyş Kanalı’nı özelleştirmek üzere harekete geçmişti, üstelik alıcısı da Katar olacaktı. Önce orada sözde bağımsızlık yanlısı sahte bir isyancı odağı peyhanlanmak istendi fakat foyası hemen ortaya çıktı. İkincisi, özellikle Mayıs başından itibaren Erdoğan’ın Suriye’ye yönelik şahin politikayı terketmesiyle boşalan yeri doldurmak üzere, Mursi’nin Suriye’ye cihat ilân etmesi ve Hamaslı ve Mısırlı unsurlardan oluşan bir savaş birliğini Ürdün üzerinden Suriye’ye sokmak üzere hareket geçmesi, kendi atadığı genel kurmay başkanı Abdülfettah el Sisi ve ekibini kaygılandırmıştı. Mursi’nin Suriye ile diplomatik ilişkileri kestiğini ilan etmesi üzerine, sosyal medyada, “Tebrikler Mursi Suriye’yle diplomatik ilişkiyi kesmiş, yakında halkla ilişkisi de kesilecek...” şeklinde alaycı bir  not dolaşımdaydı... Devlet aygıtını Müslüman Kardeşler militanlarıyla doldurma aceleciliği -ki, 27 vilayetten 10’unda Müslüman Kardeşler tarikatine mansup vali atanmıştı- ülkenin ünlü turizm merkezi Lüksor’a 1997’daki 62 kişinin ölümüyle sonuçlanan katliamı yöneten Cemaat-i İslami’nin eski şefi Abdül Muhammed el-Hayat’ın vali olarak atanması, vs. mülk sahibi sınıflar ve ordu içinde rahatsızlığı büyüten uygulamalardan bazılarıydı...
Dolayısıyla, Mursi iktidarı sadece halk nezdinde değil, mülk sahibi egemen sınıflar ve ordu nezdinde de güvenirliğini hızla kaybetmişti. Böyle bir durumda hem ordunun hem de Mursi’nin destekçisi ABD ne yapabilirdi? Bir iç savaş riskini göze almadan Mursi’yi destekleyemezdi... O zaman geriye ordunun müdahalesine ses çıkarmamak kalıylordu ve öyle yaptılar. Yine de Washington yönetiminin tavrı ikircikliydi. Obama, dışişleri bakanı John Kerry ve Mısır’ın ABD büyük elçisi bayan Anne Patterson, ve başka bazı yetkililer, son ana kadar Mursi’yi desteklediler veya öyle göründüler oysa savunma bakanı Chuck Hagel, Sisi’ye Mursi’yi kurtarmaya niyetli olmadığını söyleyerek, Sisi’nin elini kuvvetlendirmişti.

O halde ortaya çıkan bu durumu nasıl okumak gerekiyor? Türkiye’de AKP ve çevresi, onların rüzgarına kapılan liberaller ve bazı “sol çevreler” gibi, “seçimle gelen seçimle gitmelidir, bu bir darbedir” diyenler korosuna mı katılmalı, yoksa, her ne kadar ordu müdahale etmiş olsa bile bu devasa halk kalkışmasını bu kadar kolay mahkûm edenlere mesafeli durup, darbe söyleminin karşısına mı dikilmeli. Sanıyorum ikincisini yapmak gerekiyor ama gerekçelendirerek. Mısırdaki mücadele ikili bir düzlemde cereyan ediyor. Mücadelenin ve çatışmanın birinci ve asıl veçhesi halkla mülk sahibi, pro-amerikan ve pro-siyonist komprador egemen sınıflar arasında cereyan ediyor. Bu, geçerli egemenlik ilişkilerini aşmayı amaçlayan bir mücadele, bu niteliğinden ötürü de devrimci. İkincisi, geleneksel mülk sahibi sınıflarla [establishment‘la] Müslüman Kardeşler’in temsil ettiği pre-modern dinci burjuvazi arasındaki mücadele. Şimdilik ordu Müslüman Kardeşlerin önünü keserek, hem devrimci dalganın hızını kesme ve hem de kendi konumunu takviye etme yolunu seçmiş görünüyor... Tabii halkın bu duruma evet demesi söz konusu olamaz. Her ne kadar amaç durumu kurtarmak olsa da artık durum “kurtarılabilir” olmaktan çıkmış bulunuyor... Müslümün Kardeşlerin ve ona eklemlenen diğerlerinin bir tek amacı var: Ranta ortak olmak, bütçeyi ve hazineyi yağmalamak, velhasıl yağma sofrasın dahil olmak, politik islamı bölgede etkin bir politik aktör haline getirmek. Asla demokrasi, özgürlük, insan hakları, toplumsal refah türü kaygılar söz konusu değil. Bunların yeminli özgürlük, eşitlik ve demokrasi düşmanı olduğunu, bu kavramlarla bir ilgilerinin olmadığını AKP muhibi “konunu uzmanları” ve onları meşrulaştıran liberaller ve kimi “eski solcular” dışında herkes biliyor... Müslüman Kardeşlerin Türkiye versiyonu olan AKP’ye bak anlarsın... Bu gerici politik hareketlerin başta İngiltere olmak üzere ABD ve diğerleri tarafınndan desteklenmesi bir tesaduf değildi. Böylece Müslüman toplumların çıkmaza hapsedilmesi mümkün hale geliyor. Zira gerici hiç bir hareketin sorunları çözme yeteneği yoktur.  Üstelik bu politik hareketlerin dinle, Müslümanlıkla retorik dışında reel bir ilgileri de yok. Öyle olsaydı Müslüman Kardeşler’in adamı olan Mursi, Müslüman bir ülke olan Suriye’ye cihat ilan edebilir miydi? Müslüman bir ülkeye cihat ilan etmek hangi islâmî ilkeye dayanıyor?

Mısırda ikinci devrim dalgası geniş emekçi halk kitlelerinin kararlılığını ve öfkesini bir kere daha ortaya koydu. Belanın başını defetmeyi başaran halk elbette gövdesini de defetme potansiyeline sahiptir. Dolayısıyla meseleyi darbe-devrim ikilemine hapsetmenin bir âlemi yok. Şimdi sıra üçüncü dalgada ve bu sefer artık nihai hesaplaşma orduyla devrim güçleri arasında gerçekleşecek. Tabii, alternatif bir toplum projesi ve etkin bir örgütlülükle sahaya çıkmak kaydıyla... Son bir şey: Tek başına Mısır halkı için bir kurtuluş mümkün değildir. Kurtuluşun yolu, devrimin önce bölgeye, oradan başka yerlere sirayet etmesinden geçiyor...
--------------------------------------------------------------------------------
İsyan, olay, hakikat”. Çeviri: Elçin Gen. http://www.e-skop.com/skopbulten/isyan-olayhakikat/ 1324


5 Temmuz 2013 Cuma

Mısır: Devrimin ikinci raundu...




Fikret Başkaya
                                                                          “ Karşı devrim devrimin kamçısıdır”
                                                                                                                                                 Karl Marx

Birinci Tahrir devriminden yaklaşık iki yıl sonra ve Müslüman Kardeşler iktidarının birinci yıl dönümünde, işçi, emekçi, kadın, genç, çocuk, her yaştan 16-17 milyon insan, Mısır’ın tüm kentlerinde tekrar sokaklara döküldü. İki yıl önce Mubarek’i iktidardan kovduğu gibi, bu sefer de Amerikancı Müslüman Kardeşler iktidarına son verdi. Zira Mursi iktidarı Mubarek’in yolundan gidiyordu. Mısır halkı böylece özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi mücadelesinde kararlı olduğunu bir kere daha dosta-düşmana gösterdi. Müslüman Kardeşler 1928 yılında kurulduğundan beri, ilerleminin, özgürlüklerin, seküler değerlerin ve demokratikleşmenin karşısına dikildi. Başlarda İngiliz istihbaratı, 1950 sonrasında da Amerikalılar tarafından desteklendi, araçlaştırıldı ve kullanıldı. Hiç bir alternatif toplum projesine sahip değildir. Söyledikleri tek şey: Çözüm Islamdadır”...  Bu kafayla insanların yüz yüze geldiği sorunlar çözülebilir mi? İlk kurulduğu yıllarda Mısırda seküler, ilerici, ulusçu, demokrat, sosyalist, komünist ve anti-kolonyalist hareketlere karşı kullanıldı. İkinci emperyalist savaş sonrasında da ABD tarafından araçlaştırıldı. Dine gönderme yapsa da dinle ilgisi retorikten ibarettir. Neoliberal teokrasinin timsali olan bir siyasi hareketin Mısır halkına teklif edeceği bir şey olabilir miydi?

ABD Birinci Tahrir devriminde Orduyla anlaştırarak, Müslüman Kardeşleri iktidara  taşıdı. Amaç devrimci kalkışmayı etkisizleştirmek, yolundan saptırmak, yerli mülk sahibi sınıfların ve emperyalist kampın, tabii Siyonist İsrail’in çıkarlarını güvence altına almaktı. Lâkin hesap tutmadı. Mısır halkı yoluna devam etmekte kararlı olduğunu bir kere daha gösterdi ve Mubarek gibi Mursi’yi de iktidardan uzaklaştırarak, taleplerinin arkasında olduğunu gösterdi. Her ne kadar ordu son anda devreye girip, sürece müdahale etse de, Mursi iktidarına son veren ordu değil, görkemli halk hareketiydi. Birinci Tahrir kalkışmasında ordu halk hareketine müdahale edemedi. Müdahale etmekten çekindi. Bölünmekten korktuğu için. Zira devrim anlarında hiç bir toplum kesimi yükselen dalganın dışında kalamaz. Buna bürokrasinin bileşenleri de dahildir... Bu sefer iki taraf arasında yatıştırıcı rol oynamak üzere sürece müdahale etti. Böylece konunumu bir süre daha korumayı amaçlıyor. Dolayısıyla Mursi bir darbeyle değil, halk hareketiyle uzaklaştırıldı. Bu, Mısırın geniş emekçi kitlelerinin büyük başarısıdır. Bu hareketi küçümsemek, itibarsızlaştırmak için darbe söyleminin çok kullanılacağı anlaşılıyor. Bizde sürüler halinde televizyonlara çağrılan Müslüman Kardeşler muhibi “konunun uzmanları”, bıktırırcasına seçilmiş bir başkana ve hükümete yönelik kitle tepkisini, halk iradesine karşı bir darbe olarak sunmak için yarışıyorlar. Halkın kendi iradesine, kendi kendine karşı olması mümkün müdür? Halk oy atmaya giderken iyi de, iktidara karşı gösteri yapınca neden darbeci sayılıyor? Kaldı ki,  katılımın %46 da kaldığı bir seçimde oyların % 52’isini alarak başkan seçilen Mursi, oy hakkına sahip olanların dörtte birden azıyla o makama getirilmiş demektir. İkincisi seçimlere hile karıştırıldığı da cümle âlemin mâlumuydu... Dolayısıyla halk iradesi safsatasının da bir karşılığı yok.
Mursi’nin seçimle geldiğinde ısrarlı olan zevat, Mursi’nin iktidar olduğu bir yılda neler yaptığını neden hiç sorun etmiyor? Durum gayet açık. Mursi tüm devlet kurumlarına kendi yandaşlarını yerleştirmek dışında, halkın talepleri doğrultusunda tek bir adım atmadı. İşsizlik, yoksulluk, açlık, ve sefalet derinleşirken, insanlar çöp dibonlarından karın doyurmaya çalışırken, kazalar tam bir katlima dönüşürken, elektirik kesintileri sıradan hale gelirken, sınırlı özgürlükler de ortadan kaldırılırken, rejim hızla şeriat rejimine, tek adam diktasına dönüşürken, halkın bu kepazeliği uzaktan seyretmesi, gelecek seçimleri beklemesi mi gerekiyordu? “ Seçimle gelip, seçimle gitmeli” diyenler, seçimle nasıl gelindiğini de sorun ediyorlar mı? Seçimlerin ahmakları aldatmak dışında bir şeye yaramadığını biliyorlar mı?

Bu kalkışma, özü itibariyle kapitalizme, emperyalizme, siyonizme karşı bir harekettir. Göstericilerin taşıdıkları afişlerde Mursi ile birlikte ABD’nin Mısır büyükelçisi  Anne Patterson’un resminin üzerine de çarpı işareti konulması, ABD’ye yönelik nefretin dışa vurumudur. Mısırın emekçi halkı emperyalist hesapları ve Müslüman Kardeşler’e dair yaratılan efsaneyi boşa çıkardı. Velhasıl Müslüman Kardeşler ideolojik savaşı kaybetti, karizmaları çizildi... Geniş halk kitleleri ikinci ayaklanmada birinciden daha güçlü tepki vererek, kaldığı yerden yoluna devam edeceği kararlılığını ortaya koydu.
Türkiye’deki Müslümün Kadeşler muhibi iktidar çevreleri, akıl hocaları ve sözcüleri bu devasa kalkışmayı, “dış güçlerin” marifeti olarak sunmak için boşuna çırpınıp duruyorlar. Aslında bu anlayış, halkın kendiliğinden, kendi iradesiyle, kendisi için hiç bir şey yapmaya ehil olmadığı, öyle bir istidadı olmadığı inancının ve saplantısının bir tezahürüdür. AKP sözcüsü Hüseyin Çelik, sevgili  müttefikin sahneden çekilişinden duyduğu rahatsızlığı ifade ederken şöyle diyor: "Bu darbenin dış desteği de var. Bazı batı ülkeleri, Müslüman Kardeşler hareketinin iktidara gelmesini hazmedemediler, hazmetmek istemediler. Önce meydanları hareketlendirdiler, sonra muhtıra verdiler, şimdi de darbeyi yaptılar". Müslüman Kardeşlerin Başta ABD olmak üzere, emperyalist Batı tarafından iktidara taşındığını sağır sultan bile biliyorken, bu tür zorlamalar ne anlama geliyor?

O halde iki şey: Birincisi, Mısır devriminin ikinci dalgası bölgedeki hesapları ve dengeleri alt-üst etmiş bulunuyor. Ve ikincisi, emperyalist Batı ve bölgedeki uşakları [bir de ne demekse “stratejik müttefik” diyorlar] Mısır’ı istikrarsızlaştırmak için, Libya’da, şimdilerde Suriye’de yaptıkları gibi paralı askerleri, profesyonel katilleri, cihadcı denilen canileri seferber ederek, iç çatışmaları körükleyerek, devrim sürecini sabote etmek isteyeceklerdir. Bu amaçla manipülasyonlara gireçeceklerdir. Lâkin Mısır halkı bu tür saldırıları püskürtmeyi de başaracaktır.

Artık kesin olan bir şey var: Burjuva uygarlığı gününü doldurdu. Brezilya’dan Türkiye’ye, Mısır’a… ne zaman nerede patlayacağı meçhul kitle kalkışmaları, sıradan – bilinen şeyler değil. Aracın rotasını, şeylerin seyrini kalıcı olarak değiştirme istidadı taşıyan, dolayısıyla yeni bir uygarlığın habercisi olan büyük depremler.



2 Temmuz 2013 Salı

Avrupai Türkler ve MİT-Öcalan Mutabakatı-2



Cemil Gündogan

cemil_gundogan@yahoo.se

Genel bir tasvirini önceki yazıda(*) vermeye çalıştığım Avrupai Türkler, MİT-Öcalan mutabakatından en çok etkilenen gruplardan biridir. Bu etkilenme, temelde, söz konusu mutabakatın Türkiye Cumhuriyetinin inşa yıllarında kurulan bazı dengeleri sarsmasından kaynaklanıyor. Aşağıda bu dengeleri ve söz konusu mutabakatın bunları nasıl etkilediğini özetlemeye çalıştım. Yazı biraz uzadı. Yaz sıcağında fazla göz korkutmasın diye soluklanmaya yarayacak bazı ara başlıklar ekledim. Buna rağmen yazının tümünü okumayı göze alamayacak okurlar sadece siyaha boyanmış yerlere bakarak içerik hakkında genel bir fikir edinebilirler.


Avrupai Türklerin Azınlık Olarak Kuruluşu

Türkiye’nin kuruluş döneminde oluşmuş ve şimdiye kadar fazlaca tartışılmamış dengelerden biri, ağırlıkla Avrupai Türklere dayanan, emperyalizmle işbirliği içindeki bürokrasi ve (yeni doğmakta olan) burjuvazinin öncülüğünü yaptığı azınlık benzeri bir toplumsal grubun Asyatik Türkler ile Kürtler üzerindeki egemenliğiyle ilgilidir.  Türkiye uzun süre bu azınlık yönetimiyle idare edilmiştir.
Esasen bu Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Emperyalizmin I. Dünya Savaşı öncesinde geliştirdiği bir stratejiye dayanır ve kabaca azınlık yönetimler eliyle yönetmek olarak tarif edilebilir.
Ortadoğu’da yakın zaman öncesine kadar geçerli olan düzeni yerleştirmiş olan Sykes-Picot Anlaşması bu anlayış üzerine kurulmuştur. Buna göre, Ortadoğu çok sayıda yeni devlete bölünecek, ancak bu devletlerin yönetimi mümkün olduğu ölçüde azınlıklara devredilecekti. Azınlık yönetimleri iktidarlarını koruyabilmek için emperyalist devletlere bağımlı kalacaklarından, Batılı güçler yeni kurulacak devletleri görece kolay bir şekilde kontrol edebilecekti. Nitekim bu stratejiye uygun olarak Irak’taki yönetim, çoğunluğu oluşturan Şii Araplara değil, azınlıktaki Sünni Araplara verildi.  Keza, Suriye’deki iktidar koridorlarında da çoğunluğu oluşturan Sünni Arapların değil, azınlıktaki Nusayrilerin etkinliği arttırıldı.
Biraz farklı bir yoldan gidilmekle birlikte, Türkiye’de de benzer bir durum oluştu. Farklılık, Türkiye’de yönetimi ele geçiren Kemalistlerin, kelimenin bildiğimiz anlamında tek bir etnik veya dini azınlığa mensup olmayıp, farklı etnik gruplardan devşirilerek geleneksel kimlikler karşısında (esas olarak Türklerle Kürtlerin oluşturduğu çoğunluk karşısında) adeta yeni bir etnik grupmuş gibi kurulmalarıyla ilgilidir. Geleneksel kimliğin karşısına dikilen yeni “Türk” kimliği, o yıllarda, yeni oluşmakta olan bir etnik azınlığın kimliği görünümündeydi. Çoktandır popüler hale gelmiş bir anlatı bu durumu gayet güzel özetler. Anlatıya göre, Cumhuriyetin başlangıç yıllarında köylünün birine gururla Türk olduğunu anlatan bir Kemaliste köylü, “Estağfrullah Beyim, biz Müslümanız,” mealinde cevap verir. Bu anlatımdaki Kemalistin eski etnik mensubiyetinin (Bulgar, Türk, Boşnak, Kürt, Rumen, Aranavut veya Makedon) bir önemi yoktur. Onlar artık yeni bir etnik grupturlar. Yeni, azınlıkta ve yöneten bir etnik grup. Emperyalist devletlerle işbirliği içinde çoğunluğu yöneten azınlık modeli Türkiye’de işte bu yolla kuruldu.
Elbette oluşum Türkiye’ye özgü değildi. Örneğin, İran’da da genel hatlarıyla buna benzeyen bir süreç yaşandı. Nitekim bu modeli yıkan ilk ülke de İran oldu. Ne yazık ki yıktığından da beter bir modelle değiştirerek. Günümüzün her derde deva sözü “Arap Baharı”, değişik unsurlar içerse de her şeyden daha çok bu eski modeli İran’dakiyle aynı doğrultuda yıkmak isteyen Arapların mücadelelerini anlatır. Ama bu ilişkiyi anlatmak başka bir makaleye kalsın. Biz tekrar Türkiye’ye dönelim.
Türkiye’nin kuruluşundaki bu oluşum, Cumhuriyet Türkiyesinin üzerinde fazla tartışılmamış şifrelerinden birini oluşturur. Oluşum, genel hatlarıyla özetlenirse, bazı iç ve dış dengelere ve mekanizmalara dayanır. Dengenin dış ayağını yukarıda özetledim; çoğunluğu oluşturan geleneksel kimlikler karşısında Batılı emperyalistlerle yapılan işbirliğince belirlenir.
İç ayakları ise biraz daha karmaşıktır. Öncelikle yeni inşa edilmekte olan “Türk ulusu”na insan devşirecek, yani yeni azınlığın sosyal zeminini genişletecek sistemlerin kurulması gerekmiştir. Bunların en önemlileri, Kemalist eğitim sistemi ve Ordu’dur. Bu iki kurum, bir fabrikanın işleyişi gibi, bir ucundan geleneksel sektörlere mensup insanları almakta, şiddet ve indoktrinasyonla öğütüp yoğurduktan sonra diğer ucundan yeni etnik Türk kimliğine değişik düzeylerde entegre edilmiş insanlar olarak piyasaya salmaktadır. Türkiye’de Ordu’nun siyasal, sosyal ve kültürel yaşama müdahalesi genellikle onun darbeci faaliyetleri ekseninde tartışılmıştır. Oysa bu analiz, Ordu’nun anılan fonksiyonu hakkında fazla bir şey söylemez. Ordu’nun en önemli toplumsal ve kültürel işlevi, onun yeni ulusun kurucu fabrikalarından biri olarak işlemesidir. Bu fabrika sayesinde, kendi köyünün dışına pek çıkmamış, geleneksel kimliklerden bir veya birkaçına mensup, Müslüman bir Mehmet, askere alınıp iki yıl boyunca dayağın ve küfürün eşlik ettiği bir indoktrinasyondan geçirildikten sonra, köyüne genellikle Türkleşmiş bir Müslüman olarak dönmüştür.
Geleneksel kimliklere Türklük aşısı yapılarak oluşturulan bu yeni tipoloji, Asyatik Türklerin ideolojisini oluşturan Türk-İslam sentezinin sosyal maddesini oluşturmaktan başka, Kemalist rejim açısından tehlike arzeden komünizm, anarşizm, Kürt hareketi,  solculuk, liberalizm gibi “tehlikeli” akımlara (ki neredeyse hepsi sosyalist bir söylem kullanmışlardır) karşı Kemalist yönetimin başvurduğu gericiliğin ve kıyıcılığın insan kaynağını da meydana getirmiştir.
Bu işbirliğini -ki zirvesini 12 Eylül ile Hizbullah-JITEM işbirliği oluşturur- mümkün kılan şey, esas olarak Komünizm tehdidi ve Soğuk Savaş’tı (Hizbullah-JİTEM örneğinde Kürt hareketinin oluşturduğu tehdit). Nitekim bunlar ortadan kalkınca, geleneksel kimliklerin asıl patronu olma iddiasındaki Asyatik Türklerin önderleri, Avrupai Türklerin kontrolündeki kitleyi yavaş yavaş geri aldılar (Bin Ladin-Amerika ayrışmasının Türk versiyonu). Bu iktidar kavgası, uluslararası koşulların da el vermesiyle esas olarak 2000’li yılların başlarında Asyatik Türkler lehine sonuçlandı.
Elbette askerden evine sadece Türkleşmiş Müslümanlar dönmedi. Modernist, laik, Batıcı bir Türk olarak dönenler de oldu. Ama geleneksel malzemeden bu tür modernist Türkler türetmek, esas olarak sivil Kemalist eğitim kurumlarının ve diğer bürokratik aygıtların işi olarak kaldı. Bu kurumlarda yeterince rendelenenler, kural olarak milliyetçi, laik, modernist ve Batıcı Türkler olarak şekillendiler. Avrupai Türklerin sosyal tabanının genişlemesi esas olarak bu şekilde sağlanmıştır. AKP’nin, iktidarını sağlama alır almaz okul sistemiyle oynamaya başlamasının temelinde de bu ilişki yatar. Bu okullarda artık Avrupai Türkler değil, Asyatik Türkler yetiştirilecektir. İktidar kanadından sık sık duyduğumuz “Bundan böyle dindar nesiller yetiştireceğiz,” yolundaki sözler bunu anlatır.


Alevilerin Kemalistlerce Arkalanması

Sosyal tabanındaki genişleme, Avrupai Türklerin çekirdeğinde duran Kemalist bürokrasiyle büyük burjuvazinin sorunsuz biçimde Türkiye’ye egemen olabilmelerine yetmemiştir. Bunun için geleneksel Türk kimliği, Aleviler ve Kürtlerle ilgili bazı ek düzenlemeler ve mekanizmalar gerekmiştir.
Birincilerle ilgili olarak yapılan en önemli düzenleme, geleneksel dini kurumların yasaklanarak din işlerinin Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanması olmuştur. Kamusal alanlarda dinin ve geleneğin etkisini sınırlayıp Cumhuriyetin sembolik egemenliğini sağlama yönündeki uygulamalar, diğer bir tedbir manzumesini meydana getirir.
Alevilere gelince, Kemalist laisizm, Aleviliği yasaklamış, fakat karşılığında onlara, pogrom tehdidini azaltan bir güvenlik ortamı sunmuştur. Tehdidi yok eden diyemiyoruz; çünkü 1970’lerin sonlarında gerçekleştirilen Maraş ve Çorum katliamlarında görüldüğü üzere, Kemalist rejim, iktidar mücadelesi gerektirdiğinde Alevilere karşı pogromlara devam etti. Bununla birlikte pax-Kemalanın egemen olduğu Cumhuriyetin ilk elli yılında Türk Alevilerine karşı pogrom uygulanmadığı da bir gerçektir.
Yeni düzenin bu özelliğini fark eden örgütsüz Aleviler, geleneksel Sünni tehdidini, iktidardaki azınlık rejimine yaklaşarak dengelemeyi rasyonel bir varoluş stratejisine dönüştürdüler. Bir diğer deyişle, kitlesel kırım tehdidinden bir ölçüde uzak yaşamanın bedeli olarak inançlarını gizlice ifa etmeye razı oldular. Buna, Kemalist azınlığın Alevileri arkalaması adını verebiliriz.
Bu ilişkiye arkalamak diyoruz, çünkü gördüğümüz şey, eşitler arası bir ittifak veya işbirliği ilişkisi değildir. Kemalist yönetim, Alevileri asla işbirliği yapılacak eşit bir partner olarak görmemiştir. Tersine Sünni geleneğe sadık kalmış, Alevileri sistemli ve inatçı bir şekilde dışlayıp asimile etmeye çalışmıştır. Örneğin, Alevilerin köylerine cami yaptırmış, çocuklarını Sünni tedrisat çerçevesinde din eğitiminden geçirmiştir. Alevileri, Ordu’nun ve diğer güvenlik kurumlarının yönetiminden uzak tutmuştur.  Bürokraside ve iş hayatında da aynı ayırımcı politikayı sürdürmüştür. Cumhuriyetin ilk elli yılında devlet eliyle palazlandırılan büyük iş adamları arasında Alevi yok gibidir. Alevilerin büyük iş adamları arasında görünmeye başlamaları, toplumsal ve iktisadi yapının devlet tarafından kontrol edilemeyecek kadar kompleks bir nitelik kazanmasından sonraki döneme denk gelir. Bürokrasi alanında da durum farklı değildir. Kazara müsteşar veya genel müdür makamına yükselmiş bir Alevinin –ki genellikle dört başı mamur bir oportünizm veya takiye sayesinde mümkün olur- bu makamdaki ömrü, kural olarak, Sünni bir rakibi tarafından Alevi olduğu gerekçesiyle gammazlanmasına kadar sürebilmiştir.
Fakat bütün bu sistematik dışlama ve yok etme siyasetine rağmen, Kemalist rejim, Alevilerin ileri gelenlerini küçük jestlerle satın alarak ve sıradan Alevilerin geleneksel Sünni korkularını değişik mekanizmalarla besleyerek Türk Alevilerini arkalamayı başarmıştır.
Aynı formül Kürt Alevileri için de işletilmek istenmiştir. Özellikle Cemal Bardakçı’nın Elazığ valiliği döneminde bu yönde ilginç girişimler yapılmıştır. Fakat 1938’de gerçekleşen soykırıma kadar Dersim’in egemenleriyle Kemalist yönetim arasında arzulanan düzeyde bir yakınlaşma sağlanamamıştır. Dersim Alevilerinin de Türk Alevilerinin izlediği çizgiye getirilmeleri/gelmeleri, esas olarak soykırımdan sonra ve onun sayesinde mümkün olmuştur. İslamcılara, Alevi Türklere ve Sünni Kürtlere karşı dışlama, bastırma ve en uç noktada katliam politikası uygulayan Kemalist rejimin, Kürt ve Alevi kimliklerinin üst üste düştüğü Dersim’e karşı soykırımı da repertuvarına eklemesi, Kemalist rejimin değişik sosyal ve kültürel kimliklerle kendisi arasına koyduğu mesafeyi anlamak bakımından iyi bir göstergedir.


Sünni Kürtlerin Dengedeki Yerleri

Sünni Kürtlere gelince, bunların bir kısmı  Ermeni soykırımına aktif biçimde katıldıkları veya katledilen Ermenilerin mallarına el koydukları için başından beri Kemalist güçleri bir koruyucu olarak görmüşlerdir (Buradan, Alevi Kürtlerden de bu tür işler yapan insanlar olmadığı sonucu çıkmasın. Fakat bunlar Sünni Kürtlerle kıyaslandığında daha küçük orandadır). Kemalist hareket,  bunlara ve Müslümanların birliği düsturunu diğer her türlü ilkenin önünde tutan diğer bazı Kürtlere yaslanarak Sevr Anlaşması’yla ortaya çıkan tehlikeli durumu savuşturmuş, dönemin yeni canlanan modern Kürt milliyetçi hareketini ezmiştir. 
Fakat dışarıdan Kemalist orduların, içeriden ise kökleri II. Abdülhamit’in politikalarına (Hamidiyecilik) uzanan bu iki gücün yarattığı kuşatmaya rağmen Sünni Kürtlerin belli kesimleri, milliyetçi Kürt aydınlarının da katkılarıyla Avrupai Türklerin azınlık yönetimine karşı direnmeye devam etmişlerdir. Bu direniş, özellikle “Şark Islahat Planı” çerçevesinde Kürdistan’daki geleneksel egemen sınıf ve tabakaları sindirme politikalarının yürürlüğe konulmasıyla genişlemiş  (Bu aşamada Hamidiyeci Kürtlerin bir kısmı da direniş saflarına katılmıştır) ve yer yer silahlı biçimler alarak 1930’lara kadar sürmüştür. Dersim’deki soykırım, Sünni Kürtlere uygulanan bu ezme ve sindirme politikasının başarıya ulaşmasıyla mümkün hale gelmiştir. 
Dikkat edileceği üzere Avrupai Türklere dayanan Kemalist rejimin başarısının arkasında yatan etkenlerden biri, karşısına aldığı geleneksel Türk ve Kürt kimliklerini bölerek aralarında birliğin oluşmasını engelleyebilmiş olmasıdır. Normal olarak, Kemalistlerin öldürücü tehdidi altında yaşayan bu grupların kendi aralarında birleşerek direnmeleri beklenir. Fakat böyle olmamıştır. Sadece Türkiye’nin değil tüm bölgenin en modern örgütlenmesi olan İttihat ve Terakki’nin tecrübesine, örgütçülüğüne, kadro gücüne, entelektüel donanımına, politika yapabilme kabiliyetine vb. dayanan Kemalist hareketin karşısındaki geleneksel güçleri manipüle etmesi, bölmesi ve giderek birbirine düşürmesi zor olmamıştır.
Kemalizmin karşısındaki güçlerden geleneksel Türk kimliğine yaslanan muhalifler, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, Kürtler söz konusu olduğunda, kural olarak birlikten kaçan bir tavır takınmışlardır. Yer yer Kemalistleri destekleseler bile ilgisizlik baskın tutumları olmuştur. Cumhuriyetin ilerleyen dönemlerinde ise, yukarıda özetlediğimiz gibi, söz konusu kitle Türk-İslam sentezinin ana toplumsal maddesine dönüşmüş ve böylece Kürtlere karşı Kemalist iktidarın asker kaynağını oluşturmuştur.
Kürtler cephesinden böyle bir birlik sağlamaya yönelik bazı adımlar daha çok Sünni Kürtlerden gelmiştir. Örneğin, Azadi örgütünün liderlerinden Yusuf Ziya Bey’in 1924’taki Beytüşşebap isyanı öncesinde Türk muhaliflerle birlik oluşturmak amacıyla İstanbul’da bazı görüşmeler yaptığını biliyoruz. Ancak bu görüşmelerden somut bir işbirliği çıkmamıştır.
Bir diğer deneme Şeyh Sait ayaklanmasının hemen  öncesinde ve ayaklanma esnasında yapılmıştır. Hareketin öncü kadroları İstanbul’daki Türk muhalefetiyle birleşebilmek için çaba göstermiştir. Israrla dinci bir söylem kullanmalarının arkasında yatan nedenlerden biri de böyle bir birliğin imkanlarını arttırma düşüncesidir. Ancak bunlar hiçbir sonuç vermemiştir.
Aynı dönemde Dersimli Kürt Alevilerle birleşme yönündeki girişimler ise sadece bireysel veya ailesel ölçeklerde başarı sağlamıştır. Nitekim Sünni Kürtlerle işbirliği yapan bazı Alevi Kürtler, ayaklanma bastırıldığında Elazığ ve Diyarbakır’da idam edilmişlerdir. Fakat Aleviler, kural olarak bu ayaklanmanın dışında kalmıştır. Genel tutum böyle olmakla birlikte, geleneksel Alevi-Sünni çekişmesinin aşiretler arası çatışmalarla üst üste düştüğü bazı durumlarda, Alevi Kürtler, ayaklanan Sünni Kürtlere karşı Kemalist yönetimle işbirliği halinde hareket etmiştir.

Yukarıdaki özetten de anlaşılacağı gibi, Kemalist rejim, gerçekte bir tür etnik azınlık yönetimi gibi kurulmasına rağmen, Alevileri büyük ölçüde arkaladığı, Kürtler arasındaki geleneksel bölünmeleri beslediği ve geleneksel Sünni Türkler ile Sünni Kürtlerin birleşmelerini engelleyebildiği için Türkiye’yi uzun yıllar yönetmeyi başarmıştır. Bu, Cumhuriyet Türkiyesinin pek de gizli olmayan bir sırrıdır.


MİT-Öcalan Mutabakatının Kuruluştaki Dengelere Etkisi

MİT-Öcalan mutabakatı, bu sırrın arkasında yatan dengeleri bozacak bir içerik taşıdığı için Avrupai Türkleri ürkütmektedir. Çünkü bu mutabakat, Öcalan’ın Newroz konuşmasında açıkça ifade ettiği üzere, Kürtleri, devletle mücadele eden bir güç olmaktan çıkarıp, Sünni İslam kardeşliğine dayanan yeni-Osmanlıcı bir program çerçevesinde iktidardaki Asyatik Türklerin Ortadoğu’ya yayılması eyleminin destekçisi haline getirmeyi öngörmektedir. Bu açıdan, Öcalan’ın yapmak istediği şey, Kürtleri, iktidarın ezdiği bir diğer grupla birleştirerek ezilen grupların soluk almalarını kolaylaştıran bir ittifak yapmak değildir. Tersine, Kürtleri iktidarın arkasına takarak diğer ezilenler üzerindeki tahakküm gücünü arttırmaktır.
Daha önceki yazılarımın birinde Türk devletini Ortadoğu’nun efendisi yapmayı öngören bu tür planların boş hayallerden ibaret olduğunu belirtmiştim. Bu, sadece dış koşulların uygun olmayışıyla ilgili bir durum değildir. Bizzat mutabakatın Kürtler için öngördükleri de böyle bir programın köküne kibrit suyu dökecek cinstendir.  Çünkü Türkiye’yi Ortadoğu’da emperyal bir devlet haline getirmenin karşılığı olarak Kürtlere verilmesi öngörülen şey, kocaman bir hiçtir. Mutabakata göre, Kürtlere statü bir yana, dil hakları bile verilmeyecektir; ama Kürtlerden Türkiye’nin emperyal yayılması için savaşması istenecektir! Denklemin kuruluşundaki bu çarpıklık, mutabakatın ne kadar çürük bir zemine dayandığını göstermektedir. Avrupai Türklerin Türkiye çapında eyleme geçmeleri, bu zemine Türkler cephesinden de ağır bir darbe indirmiştir. Erdoğan’ın Ortadoğu’da hegemonya kurma hayali, Türk ulusunun son eylemlerdeki bölünüşüyle birlikte iyice zora girmiştir. Amerika ve Rusya’nın Suriye konusunda stratejik planda bibirlerine biraz daha yaklaşmaları da benzer etkiler doğurmuştur. Kısacası, burada MİT-Öcalan mutabakatının Avrupai Türklere etkisinden bahsederken bunun mutlaka gerçekleşecek bir mutabakat olduğunu söylemiş olmuyoruz.  Sadece böyle bir mutabakatın lafının bile, Türkiye Cumhuriyeti denilen politik bütünlüğü oluşturan ana kütleler arasındaki ilişkileri etkileyebileceğini anlatmaya çalışıyoruz.
Bir varsayım yapalım ve diyelim ki mutabakatın bahtı açık gitti ve Hanefi Türkler ile Şafi Kürtler İslam kardeşliği esasında birleşerek yönlerini Kürdistan’ın diğer parçalarına (Suriye ve Irak’taki parçalar) çevirdiler ve mutabakatta öngörüldüğü üzere sınırları silikleştirip Suriye Kürtleri ile Irak Kürtlerini Türkiye’nin bir parçasına dönüştürdüler. Böyle farazi bir tabloda Avrupai Türklerin durumu ne olacaktır?
Böyle bir tabloda Avrupai Türkler, Sakarya’dan El Haseki’ye, oradan da Süleymaniye’ye kadar uzanan büyük Sünni deryasında yüzmeye çalışan küçük bir tekneye dönüşeceklerdir. O teknenin bu denizdeki ömrünün uzun olmayacağını söylemek ise gereksiz bir laf olur. Mutabakatta öngörülen birlik başarılı bir şekilde inşa edilirse Avrupai Türkler bir daha asla iktidar yüzü göremeyeceklerdir. Daha da önemlisi, Avrupai Türkler bir süre sonra muhtemelen Asyatik Türklerin içinde eriyip yok olacaklardır. Tabii süreç barışçı biçimde ilerlerse. Burası Ortadoğu, bu tür süreçlerin kanlı aşamalar içermesi ihtimali de tümüyle yok sayılamaz. Türkiye’dekine benzer bir süreç şu sıralar Mısır’da yaşanıyor ve dünkü olaylarda 16 kişi öldü bile. İşte Avrupai Türklerin MİT- Öcalan mutabakatına karşı tavrını belileyen şey bütün bu ilişki ve olasılıklar sistemidir.
Dikkat ederseniz, MİT-Öcalan mutabakatı ile Alevilerin ilişkisini ele aldığımız yazıda(**) çizdiğimiz tablonun bir benzeriyle karşı karşıyayız. Avrupai Türkler için yukarıdaki paragrafta dile getirilen durum, Türk Kürt fark etmez Aleviler bakımından da geçerlidir. Eğer bu mutabakat gerçekleşirse uzun vadede Alevilerin bu coğrafyada yaşama şansı olabildiğine azalacaktır. İlişkinin bu karakteri matematik bir kesinlik taşıdığı için Öcalan’ın Newroz konuşmasındaki yeni-Osmanlıcı programın kamuoyuna sunulduğunun ertesindeki gün, Türk Kürt fark etmez bütün Alevilerin ve Avrupai Türklerin bu programa karşı direneceklerini yazmakta tereddüt etmedim.
Nitekim şu sıralar olup bitenler, her şeyden çok bu iki toplumsal gruptaki hareketlenmeye işaret ediyor.  Aleviler irkilmiş vaziyetteler ve kötü gidişatı durdurmak için bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Medyada, Taksim direnişi esnasında öldürülen dört kişinin dördünün de Alevi olduğuna dair haberler çıktı. Bu durum, Alevilerin son direnişte tuttukları yer konusunda bir fikir vermesi bakımından dikkat çekicidir. İstanbul’da, Taksim dışındaki en çok ses getiren gösterilerin Gazi Mahallesi’nde yapılmış olması da aynı şeye işaret ediyor. Kürdistan’daki Kürtler arasında Taksim direnişine tek gerçek kitlesel desteğin Dersim’den gelmesi, aynı yöndeki bir başka veridir. Kısacası, Aleviler gidişatı görüyor ve kendi kaderlerine etki edebilmek için yavaş yavaş hareketleniyor. Hükümet de bu silkinmeyi pasifize etmek ve gelişmeyi rayından çıkarmak için şu sıralar Alevileri bölmeye yönelik yeni bir paket hazırlamakla meşgul.


Taksim Direnişinin MİT-Öcalan Mutabakatıyla İlişkisi

Avrupai Türklere gelince, onların kimler olduğunu ve yeni süreci nasıl algıladıklarını  Taksim patlamasıyla pratikte görmüş olduk. Piyasada Taksim direnişini analiz etmek amacıyla geliştirilmiş bir çok görüş var. Buların büyük çoğunluğu, bu direnişi, onun bir parçasına eşitleme düşüncesine dayanıyor: Orta sınıf hareketi, post-modern direniş, ayrıcalıklıların eylemi, burjuvaların direnişi vbg. Gerçekte bu tanımların hiç biri hareketi açıklamayamıyor; çünkü hareket başka her şeyden çok bir ulusal harekete benziyor. İçinde burjuvası da işçisi de, modernisti de post-modernisti de, Ergenekoncusu da liberali de, Marksisti de faşisti de.... var. Taksim direnişi, çok yönlü bir fenomen olamkla birlikte, başka her şeyden çok, Avrupai Türklerin yeni bir ulus yaratmaya götürebilecek devinimlerinden biri olarak tanımlanabilir. Karşımızda, kendisi Müslüman olsa da sosyal yaşamın referanslarını Şeriat’tan almak istemeyen ulus-benzeri bir topluğun, Asyatik Türklerin dayattığı programa yönelttiği bir itiraz var. Bu devinimin ileride dört başı mamur bir ulus kurmayla neticelenebileceği gibi soluksuz kalıp bambaşka bir şeye de dönüşebilir. Hareketin hangi yöne evrileceğini kesin olarak bilemeyiz. Fakat Şafi Kürtlerle Hanefi Türklerin Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’ya doğru çevirme hedefinde birleşmeleri olasılığı yükseldikçe, birinci ihtimalin güç kazanacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Buradan kalkarak, Taksim direnişinin, MİT-Öcalan mutabakatının birinci aşamasının sorunsuz biçimde sona erdiğine dair bir izlenimin yaygınlaşmaya başladığı bir dönemde patlamasının tesadüf olmadığı söylenebilir. Avrupai Türkler bu eylemleriyle, Sünni Türklerle Sünni Kürtlerin İslam birliği zemininde Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’ya çevirme niyet ve girişimlerine itiraz ettiklerini deklare etmiş oldular.  
Bu manada anlaşılmak kaydıyla, Taksim direnişinin MİT-Öcalan mutabakatına karşı bir boyut içerdiği doğrudur. Ancak bu karşıtlık, PKK-BDP çevrelerinin sunmaya çalıştığı türden bir karşıtlık değildir. Çünkü onlar, özellikle Taksim direnişinin başlangıç günlerinde, bu direnişi Ergenekoncuların barış sürecini boşa çıkarma girişimi olarak lanse ettiler. Hala da ortada sanki gerçek bir barış süreci varmış da Ergenekoncular onu sabote etmeye çalışıyormuş gibi konuşanlar var. Bu tür değerlendirmeler, meselenin küçük bir parçasını onun esası olarak sunmaktan ibarettir. Ergenekoncular elbette bu hareketin içinde varlar ve harekete kendi renklerini vermek için çalışıyorlar. Tıpkı bazı küçük Marksist grupların militan çıkışlarla bu hareketi kendi çizgilerine doğru yönlendirmeye çalışmaları gibi. Ne var ki Taksim direnişinin Ergenekoncu bir hareket olduğu yolundaki iddia, dinci iktidarın kara propagandasından başka bir şey değildir.
Taksim’de direnenlerin ana hedefleri Kürtler değildir. Onlar, muhtemel bir Sünni deryasında iki gün içinde darmadağın olacak bir tekneye dönüşmemek için direnen Avrupai Türklerdir. Bu nedenle ana hedefleri de Kürtler değil, Asyatik Türklerdir. Direnişin içinde, Kürtleri esas problem olarak gören kesimlerin, örneğin Ergenekoncuların varlığı bu gerçeği değiştirmiyor. Kürtler, yeni-Osmanlıcıların gerici fetih programına destek verdikleri ölçüde böyle bir hareketin hedefine dönüşürler. Mevcut durumda ise, bu harekette, Kürt muhalefetiyle çıkar ortaklığı içinde olduklarına dair bir bilinç yavaş da olsa gelişmeye devam ediyor. Taksim direnişçilerinin geçtiğimiz hafta içinde İstanbul ve İzmir’de yaptığı “Lice yalnız değilsin” gösterileri bunun bir göstergesi.
Bu açıdan bakıldığında Avrupai Türklerin direnişini, Kürtlere karşı bir hareket olarak görmek sadece yanlış olmaz, aynı zamanda Kürt hareketini, sırf liderinin tutsaklığından ötürü içine yuvarlanmakla yüz yüze bulunduğu gericilik kuyusundan (yeni-Osmanlıların Ortadoğu’daki yayılmasına destek olma eylemi) uzaklaştırmaya yardımcı olabilecek önemli bir olanağı da tepmek anlamına gelir.   
Türkiye’nin mevcut durumunda Avrupai Türkler ve Kürtler, Asyatik Türkler karşısında iki azınlıktır. Artık darbe yaparak Avrupai Türkleri bu durumdan kurtaracak bir ordu da bulunmadığına göre, bu iki grubun çıkarları bundan sonraki süreçte, isteseler de istemeseler de büyük ölçüde paralel yürüyecektir.
Bu durum, esasen kabaca 2005’ten beri, yani Ordu’nun darbe yapamayacağının belli olduğu tarihten beri böyleydi. Nitekim tabloyu daha rahat görebilsinler diye referandum dönemi yazılarımda konuyu şöyle özetlemiştim.
“Tarihin garip cilvesine bakınız ki, bugün, Avrupai Türkler, kan kusturdukları Kürtlerle ittifaka muhtaç duruma düşmüşlerdir.
“Böyle olmasının nedeni, Avrupai Türklerin önlerinde sadece iki yol kalmış olmasıdır:
“1-‘Yenildik, yapılacak bir şey yok’ diyerek, iktidara elveda demek. Yani kendi kaderine razı olmak.
“2-Kürtlerle ittifak yoluna giderek Asyatik Türklerin iktidarını dengelemeye çalışmak.
...
“Eğer Avrupai Türkler, Kürtlerle ittifak yaparak Asyatik Türklerin iktidarını dengeleme yoluna gitmezlerse, Kürtler, Asyatik Türklerin yarım kalmış işlerini tamamlamalarını seyretmekle yetineceklerdir. Bundan kuşkunuz olmasın. Öcalan’ın Mustafa Kemal aşkı bile Kürtleri bu tavrından alıkoyamaz. Kaldı ki otuz bin evladını Avrupai Türklerin inkâr ve imha polikasına kurban vermiş bu halkın içinden Asyatik Türklerin eylemini seyretmekle kalmayıp hararetle destekleyecek bir hayli insan çıkacağı da kesindir.” (Dönemeç Yazıları, Vate Yayınları, 2011, s. 200-201)
Ama Avrupai Türkler bu gerçeği o zaman görüp buna uygun hareket etmediler. Çok küçük bir kesimi Kürtleri anlamaya çalıştı. Büyük çoğunluk Kürtleri kendisine dert edinmedi. Grubun içindeki etkin ve örgütlü kesimler ise, AKP’nin Kürtlere karşı açtığı savaşı kışkırtıp derinleştirerek iki tarafın da güçten düşmesine yol açacağını umdukları bir strateji güttüler.
Ama umdukları gibi olmadı; ne Kürtler yenildi, ne AKP iktidardan düştü. Ve gelinen noktada deniz tükendi. Taksim direnişinin tam böyle bir anda patlaması hem dikkat çekicidir, hem de hayra alamettir. Çünkü Avrupalı Türklerin meseleyi yavaş yavaş idrak etmeye başladıklarını göstermektedir. Ordu’nun darbe yapmasından umudunu kesmiş Avrupai Türkler, kendi göbeklerini kendileri kesmeye karar vermiş görünüyorlar. Sokağa inmeleri bunun ifadesidir. Bir yandan sokağa inerken diğer yandan da Kürtlerin bu mücadelede kendilerine kalıcı bir müttefik olabileceğini idrak etmeye başlıyorlar.
Esasen görmesini bilenler için bu yönlü gelişmeleri Taksim direnişinden önce de tespit etmek mümkündü. Örneğin, bu direnişten yaklaşık bir ay evvel Avrupai Türklerin popüler yazarlarından Ertuğrul Özkök, Kürtlerle Türkler arasındaki problemin en iyi çözümünün “ya dostça ayrılık, ya da federatif bir model” olduğunu yazdı. (bkz. Ertuğrul Özkök, “Işın: ‘Düello mu istiyorsun? Buyur’”, 24 Nisan 2013/Hürriyet. (***)
Kemalist rejimin son otuz yıllık kötülüklerinin ortaklarından biri olan Özkök’ün birden bire Kürtlere bağımsız devlet veya federasyon önerecek kadar hayırlı bir çizgiye gelmiş olmasının nedeni ne olabilir?
Nihayet doğruları görmüş olabilir mi?
Olabilir. Ama neden bugün?
Kürtlerin önüne yağlı bir börek atmak suretiyle “barış sürecini” dinamitlemek amacıyla böyle bir yazı yazmış olabilir mi?
Olabilir, ama bağımsız Kürdistan teklifi biraz fazlaca yağlı bir börek olmuyor mu? Nedir Özkök’ü bu kadar yağlı teklifler yapmaya razı eden şey?
Soruları uzatmak mümkün. Fakat teklifin yapıldığı konjonktürü gözden kaçırırsanız en masumundan en komplocusuna kadar bütün bu sorulara bulabileceğiniz cevaplar sadece yeni sorular doğurur. Bu nedenle gözlerimizi konjonktüre çevirmemiz gerekiyor. Orada ise Sünni Türklerle Sünni Kürtlerin birleşerek Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’ya çevirmeleri eyleminin politik gündeme girmesi ihtimali duruyor. Bu ihtimalin ciddileştiğini gören bir Avrupai Türk’ün, Kürtlerin en doğal haklarını kabul ederek onlarla ittifak yolları aramasından daha rasyonel ne olabilir? Yani Özkök’ün davranışında mutlaka bir komplo aramamız gerekmiyor. Çünkü böyle bir strateji kendi mantıki sonuçlarına varırsa, Asyatik Türkleri bir müttefikten yoksun bırakıp zayıflataacağı gibi, Avrupai Türklere de bir müttefik kazandırarak  pozisyonlarını daha da güçlendirecektir. Bir diğer deyişle Özkök, üç yıl evvelki makalemde Avrupai Türklere önerdiğim yolun tek çıkar yol olduğunu iş ciddileştikten sonra görmüş olabilir.  
Durumun böyle olup olmadığını bilmiyorum. Dahası, şahıs olarak Özkök’ün ve onun gibi düşünenlerin yeni çizgilerinde sebat edip etmeyeceklerini de bilemem. Ancak toplumsal bir grup olarak Avrupai Türklerin önündeki tek yolun Kürtlerle ittifak yaparak Asyatik Türklerin iktidarını dengelemek olduğunu, üç yıl sonra bugün daha güvenli biçimde ileri sürebilirim. Denklemin kuruluşu böyle olduğu müddetçe, Avrupai Türklerin saflarında Kürtlerin haklarını kabullenme yönünde başka gelişmeler görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Taksim direnişçilerinin Lice’ye destek eylemleri bu türden bir gelişmedir. Kürtler cephesinden yapılması gereken şey, bunu teşvik etmek ve daha bilinçli hale gelmesini sağlamaktır.


Avrupai Türkler İlerlerken Kürt Hareketi Geriliyor mu?

Ne yazık ki Kürtler cephesinden bu yönde ölçülmüş, kararlı ve istikrarlı bir tutum görmüyoruz. Hatta bazı belirtilere bakılırsa Avrupai Türkler olumlu yönde ilerlerken Kürtlerin ters tarafa doğru yürümeye başladıkları bile söylenebilir. Kürt hareketinin saflarındaki önemli bir kitlenin, Avrupai Türklerin olumlu veya olumsuz her eylemini gözü kapalı bir şekilde Ergenekoncuların süreci sabote etme eylemi olarak lanse etmeleri bunun işaretidir. O kadar ki, Taksim direnişi gibi Türk tarihinde görülmemiş nitelikteki bir eylem bile Kürt hareketi tarafından görmezden gelindi. Hatta ilk günlerinde olumsuz değerlendirmelerin konusu edildi. Elbette kaçamak ifadelerle. Bütün Türkiye’de eyleme destek vermemiş dört vilayetin Hakkari, Şırnak, Muş ve Bitlis olduğu yolundaki medyada çıkan haberler bu açıdan dikkat çekicidir. Bütün bu olumsuzlama, görmezden gelme, önemsizleştirme eylemlerinin üstü “biz gaz ve bomba yerken siz neredeydiniz?” türünden siyasette anlamı olmayan söylemlerle örtülmeye çalışıldı. Bunlar geriye doğru gidişin işaretleri.
Peki neden?
Durumu kavrayamamaktan kaynaklanan geçici bir tekleme olabilir mi?
Olayın bir teklemeyle açıklanabileceğini sanmıyorum. Doğrudur, Taksim direnişi  birçokları açısından beklenmedik bir olaydı. Bu nedenle Kürt hareketinin de başlangıçta durumu anlamakta zorlanması anlaşılır bir şeydir. Hele son otuz yıldır bu topraklarda kendileri dışında dişe dokunur bir direniş hareketi göremeyen PKK yöneticilerinin, bu pozisyonlarının yol açtığı kendileri dışındaki her direnişe tepeden bakma tavrını artık içselleştirmiş oldukları gerçeğiyle bir arada düşünülürse.  Buna rağmen, bütün olup bitenleri, beklenmedik bir durumu anlayamamanın geçici şaşkınlığıyla açıklamak ikna edici değil. Direnişe karşı Kürt hareketi saflarında şahit olduğumuz dayanıklı soğukluk, bunun ötesine giden bir direnişe işaret ediyor. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen bugün bile aynı soğukluğun hissediliyor olması, açıklanmaya muhtaç bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
En yaygın izah tarzı, Kürt hareketinin, Taksim direnişinin “barış süreci”ni sabote etmek için Ergenekoncular tarafından tezgahlanmış olduğundan kuşkulandığı için direnişe şüpheyle yaklaştığı yolundadır. Bu izahta bir gerçek payı vardır. Yani, Ergenekon komplosuyla ilgili kuşku, Kürt hareketini Taksim direnişi karşısında bir dereceye kadar tedirgin, şaşkın ve hareketsiz bırakmıştır. Fakat tek sebebin bu olduğuna inanmak zordur. Eğer öyle olsaydı direnişin Ergenekonla ilgili bir şey olmadığının anlaşılmasıyla birlikte Kürtlerden bu direnişe tam katılım sağlanırdı. Oysa Dersim dışında böyle bir katılım yok ve Dersim’deki katılım da PKK-BDP’nin çabasından ziyade bölgenin Alevi olması ve sosyalist akımların bölgede hala belli ölçülerde varlıklarını sürdürmeleriyle ilgili bir durum.   
Dolayısıyla başka faktörlere göz atmamız gerekiyor. Kendi payıma en az iki faktör sayabilirim. İlk faktör, Kürt hareketinin kendi politikasının sınırlarını cezaevindeki bir tutsağın sınırlarına hapsetmeyi kabul etmiş olmasıdır. O sınır çok dardır ve Taksim türünden gelişmeler yaşandığında manevra yapma kabiliyetini ortadan kaldırmaktadır.
Kürt hareketi, politikasının sınırlarını bir cezaevinin sınırlarına hapsetmeye devam ettiği müddetçe bundan sonra da eline geçecek politik fırsatları doğru veya etkili biçimde kullanamayacaktır. Çünkü kafanızı kendi elinizle bir hapishaneye soktuğunuzda, bütün yumurtalarınızı o cezaevinin gardiyanı olan Erdoğan’ın sepetine koymuş olursunuz. Yumurtalarınız Erdoğan’ın sepetinde duruyorken diğer sepetler otomatikman manevra alanınızın dışına çıkar. Böylece, dünya ölçeğinde örgütlü bir hareket olmanıza rağmen Taksim direnişi gibi Türkiye’yi sarsan bir olayı dahi elinizi böğrünüzde bağlayarak seyretmek zorunda kalırsınız.
İkinci faktör ise, Kürt hareketindeki gelenekselci reflekstir. Buna Sünni refleksi de diyebilirsiniz, çünkü kültürel planda Sünniliğin değerleriyle paralel yürümektedir.
PKK yönetimi, söz itibarıyla da olsa, bir süre önce Taksim’e ilişkin destek tavrını ilan etti. Ama PKK tabanı buna rağmen Taksim direnişine kitlesel bir destek sunmadı. Bu geri duruşun bir kısmının Hükümete verilmek istenen “mutabakata sadığız” mesajıyla ilgili olduğunu tahmin etmek zor değil. “Biz bomba yerken siz neredeydiniz?” şeklindeki duygusal tepkileri de bir faktör olarak sayabiliriz. Yine de geleneksel kültürel kodlara epeyce bağlı bir tabanın, kendisini Taksim’le sembolize olan modern, hatta post-modern yaşam tarzlarıyla özdeşleştirmekte hissettiği zorluğu anmazsak tabloyu eksik bırakmış oluruz. Daha açık bir şekilde yazmak gerekirse, PKK kitlesinin en azından bir bölümü, Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki kapışmada kendilerini kültürel olarak ikincilere yakın hissetmektedir. Bu nedenle Avrupai Türklerin eylemi, Kürt hareketi safalarında MHP’dekine benzer sorunlar yaratmaktadır. MHP’nin durumunu bu yazının birinci bölümünde özetlemiştim. Kürt hareketinin sorunu ise, hareketin omurgasını kültürel planda Avrupai Türklerinkine benzer değerler taşıyan kadrolar oluşturuyorken, hareketin tabanın Asyatik Türklerin kültürel kodlarına yakın duran kitlelerden oluşuyor olmasıdır. Dün fazla sorun çıkarmayan bu terslik, Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki kültürel kodlar üzerinden yürüyen savaş keskinleştikçe Kürt hareketinde de iç gerilim yaratmaya başlıyor. Taksim’e karşı kitlesel dirençten anlaşılıyor ki Kürt hareketinin saflarındaki Sünni refleksi artık reel bir siyaset faktörüdür.

Bu durumda bize kalan, üç yıl önce Avrupai Türkler için yazdıklarımızı bu kez Kürt hareketi için tekrarlamak oluyor: Türkiye hızlı bir cemaatleşmeye doğru gidiyor. Bu koşullar altında Avrupai Türkler, Kürtler, Müslüman olmayan azınlıklar ve Aleviler artık Türkiye’deki Asyatik Türklerin iktidarından muzdarip birer azınlık pozisyonundadırlar. Erdoğan’ın, kendisini destekleyen % 50’lik payı kemikleştirmeye yönelik provokativ bir politika izlemesine ve Polis aygıtına yeni yatırımlar yapmasına bakılırsa bu durumun daha uzun yıllar sürmesi ihtimali vardır. Dolayısıyla azınlıktaki gruplar ya gerçek hayattaki bu ilişkinin gereklerine uygun davranıp Asyatik Türklere karşı herkes için yaşam alanı sağlayacak demokratik bir işbirliği geliştirirler, ya da Asyatik Türklerle tek tek hesaplaşmayı tercih ederek kötü kaderlerine razı olurlar. Dünün efendileri olan Avrupai Türklerin bu gerçeği yavaş yavaş görmeye başladığı bir dönemde, Kürt hareketinin, sırf lideri tutsaktır diye bundan yan  çizmeye başlaması veya gelişmeye ayak uyduramaması tarihin ironisi olsa gerek.
2013-07-02

----------------------------------

(*) http://www.gelawej.net/index.php/cemil-gundogan/10917-2013-06-22-16-06-17.html
(**) http://www.gelawej.net/index.php/cemil-gundogan/10557-2013-06-03-12-14-12.html
(***) Yazının internet adresi şöyle: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/23120048.asp?utm_source=hurriyet&utm_medium=yazarlar&utm_campaign=yazarsonyazi

----------