27 Mart 2012 Salı

ESED Kürtlerine Özerklik tanırsa?


Dr.İsmet Turanlı
LOZAN Zaferinden sonra Türkiye Kıbrıs’ı İngilizlere, On iki adayı Rumlara, Arapların işgal ettiği bölgeyi ona bölünmüş halde, Kürdistan’ı da DÖRDE bölük bir tarzda terk etmişti.
1. O tarihten beride Kürt milleti ve Kürdistan dörde bölük haliyle bu güne kadar suverenitesini sağlayamadı. Artık bıçak kemiğe dayandı. Kürtler ilelebet dörde bölük yaşamak istemiyor. Lozan da yaratılan sanal durumdan kurtulmak istiyor.
2. Irak ta ki Kürdistan bölgesi otonomisine kavuştu. Belki yakında istiklalini ilan edip Birleşmiş Milletlere yeni bir devlet olarak müracaatını yapacak. Türkiye bunu önlemek için bütün diplomatik imkânlarını devreye sokacak. Diğer yandan da Şii Suriye, Irak ve İran kıskacında da bırakmak istemeyecektir. Yahut Irakta bir iç savaşa müsaade etmeyecektir. BARZANİ’ de Şİİ komşularının baskısından kurtulmak için SUN’İ Türkiye devletine yanaşacaktır.
3. Suriye de ESED Kürtlerine özerklik tanıyacak olursa, oradaki Kürtlerin Barzani ile birleşmeyi tercih edecekleri beklenir.
4. Türkiye’nin Kürdistan ile Federasyona gitmesi kaçınılmaz hale gelecektir.
5. Bu suretle Irak Kürdistanı kendisini emniyete alacak.
6. Türkiye ise kendi Kürtlerine Irak Kürdistan da ki demokratik hakları tanıyacak,
7. PKK nın meşruiyeti ortadan kalkacaktır.
8. Ayrıca Türkiye’nin ekonomik yönden yumuşak karnıolan enerji ihtiyacını ( senede 54 milyar dolar petrol ve doğal gaz ithaline para harcamaktadır.) Kürdistan bölgesinden temin edecek, İran ve Rusya’dan enerji ithali baskısından kurtulacaktır. Türkiye bir taşla üç kuş vurmuş olacaktır.
1. Kürt sorunu sona erecek. Türkiye bölünmeyecek, bilakis büyüyecektir. Eski Misaki Milli hudutlarına dönülecektir.
2. PKK sorununa ve silahlı mücadeleye son verilecektir.
3. Türkiye enerji ihtiyacını Kürdistan’ dan temin edecektir. Cari açığı kapanacak. Yaptığı tasarrufla Kürdistan da yatırımları gerçekleştirecek. Ekonomik güç kazanacaktır. AB’eye alınırsa Almanya’dan sonra nüfus ve ekonomi bakımından en kuvvetli devlet durumuna girecektir. AB devletleri daha da nazlanacaklarsa da USA’nın, OBAMA’nın böylesi bir federasyonu destekleyeceği (İsrail frenlemezse) mümkün olacaktır. Çünkü USA Orta doğuda en güveneceği bir Türkiye’yi destekleyecektir.
Bu akıllıca yaklaşımı Erdoğan becerebilecek mi? Bundan çok ümitli değilim. Şimdiye kadar onu destekleyen akademisyenler ve köşe yazarları Erdoğan’a ağır eleştirilen yapmaktalar, basına fısıltılanan stratejinin yanlışlığından ötürü. Eskiden derin devletten çekinirken, şimdide Bahçelinin Devletli ’sinden çekinmektedir. Kürdistan’a yaklaştıkça Türk milliyetçiliğinin kuvvetleneceğinden endişe etmektedir. Hâlbuki kan akmasını önler, ekonomik yönden de kuvvetlenince adını Türk tarihine altın harflerle yazdırmış olacaktır. Yeter ki kısa bir müddet için bu riski göze alsın.
Erdoğan’ın yaptığı mühim bir hata da sorunları çözmek isterken kendisini negatif şartlandırmasıdır. Şöyle ki:
1. Ermenistanla barışmaya Karabağ şartınıgetirmiştir.
2. Kıbrıs sorununda Kıbrısın iki devlet şartınıkoymuştur.
3. Kürt sorununda PKK nın silah bırakması şartınıgetirmiştir.
4. Suriye’de Esed’in çekilmesişartını.
5. İran mevzuunda da Kalkan Füzelerin kabulünü istemektedir.
Bu şartlandırma davranışlarından vazgeçip te DİPLOMATİK elastikiyeti tercih etse sorunları daha kolayca çözebilir. Erdoğan’ın diplomatik yanı zayıf. AB ye yakınlaşmasından ve Demokratik açılımlardan geri adım atmasının sebebini izah eden akıllı kamu değerlendiresileri ortaya çıkmadı. Halbuki batıda görmediğimiz tarzda her akşam televizyonlar da, yahut köşelerinde hep ayni şahsiyetler, her mevzuda kendilerini konuşma mevkiinde zanneden ( Ben onlara televizyonların GÜLLERİ diyorum) aklı çokların yorumları kabak tadıvermekte. Bilmedikleri mevzularda bile çok çabuk ahkâm kesiyorlar. Batıda da böyle prominent şahsiyetler vardır. Fakat onlar muayyen mevzulara senelerini vermiş insanlardır. Hatta bazen, ‘’ Ben bu mevzuun uzmanıdeğilim’’ demelerine rağmen yüzeysel argümanlarınıserdetmekten imtina etmiyorlar. En komik olanı da moderatör olan hanımların oturumun sonunda ‘’ Şimdi çözüm fikrinizi söyleyin’’ demesi. On binlerce gencin ölümüne sebep olan, binlerce insanın hapishaneler de zulüm görmesine sebep olan, yüz binlerce vatandaşın vatanını terk etmesine sebep olan, yıllardır cenaze namazıkılınmasına sebep olan bu zor probleme iki dakikada çözüm önerilerini sunmalarının istenmesidir. Bunu cehaletle mi, ciddiyetsizlikle mi izah etmek mümkün bilemiyorum.
30 seneden beri PKK ile başa çıkamayan askeri çatışmayı sürdürmenin bir fayda sağlamayacağını sağır sultan bile duydu. PKK yı yok edemeyeceğinin sebebi bu mevzuu da bir fasit daire oluşundandır. Katledilen her PKK lı Kürt gencin belki de beşkardeşi, kuzeni vardır. Onlar bu katliamdan öfkeleniyorlar. Taş atan çocuklarımotive eden sebepler malum. O çocukların ya babası öldürülmüştür yahut ta kardeşi dağdadır. Yahut ta hapishane de. Onlar ne paralı askerdir, nede kandırılmış çocuklardır. Yüzlercesini hapse atsan da sayıları daha da artar. Yani bu meselede gerek Asker, gerekse şovenist Türkler, ülkücü siyasiler bir FASİT daire içinde olduklarını fark edemiyorlar. Bazımutedil Kürt aydınlarının, siyasilerinin ikazlarını tehdit olarak algılayanlar olabilir. Fakat gelecek neslin, o taş atan çocukların ileride daha saldırgan, daha Türk düşmanı, daha öfkeli olacağı ihtarını ciddiye almamak Türk-Kürt iç savaşının önlemeyeceğini de ciddiye almak gerekir. Erdoğan Kürt annelerine sesleniyor ve çocuklarının dağa çıkmalarınıönlemelerini tavsiye ediyor. O gözü yaşlı Kürt annelerinin de artık Kürt kimliğine bilinçlendiğinin, ana dilde eğitim istediklerini fark etmiyor. Benim Diyarbakır’ı ziyaretimde tespit ettiğim o ki Fırat’ın ötesin de duygusal ayrılış bir realite. De Facto yaşamlarında ora halkıbatıdan kopmuş. Eskiden hekimi, savcısı, hâkimi, yazarı, gazetecisi korkardı Kürdüm demeye. Şimdiki ve geçmişteki Hükumetlerin Kürtlere yaptıkları nı korkmadan konuşuyorlar. Binlerce KCK lıyı hapse atmanın neticesinde bir on binler daha KCK lı olmakta. GANDHİ nin yaptığı gibi 700 Hintliyi öldürdükten sonra , öldüren İngiliz askeri yorulmuşsa, binlerce Kürdü hapse attıkça yeni hapishaneler inşa etmek yahut ta hepsine USA dan yeni kelepçelerısmarlamanız icap edecektir.
Tıpta bir kaide vardır. Bir hastayı senelerce yanlış teşhisle tedavi etmeğe kalkarsanız netice alamazsınız ve neticede hastayı cerraha teslim edersiniz. Cerrahların tedavi şeklide ameliyatladır. Türkiye Kürt sorunu çözmek istiyorsa askeri operationlara değil, akılcı, siyasi operasyonlara müracaat etmek gerekir. Onunda formülü Kürtleri ve Kürdistanı dörde bölük halinden kurtarmak için ASLINA RÜCU operationunu tercih etmek gerekir. Bununda en pratik yolu REFERANDUMDUR. Kararı şu veya bu parti lideri veremez. Kararı milletin kendisi vermelidir. 3 Sual sorulmalı.
1. Bugünkü haliyle Türklerle bir arada mı yaşamak istiyorsunuz?
2. Self Determination mu?, Federasyon mu?, demokratik özerklik mi?
3. Barzani Kürdistanı ile birleşmek mi istiyorsunuz?
Bu tarzda 3 suali Kıbrıs Türklerine de sormalı. Rumlarla berber mi?, Türkiye ile birleşmek mi? KKTC nin devamını mı istiyorsunuz?. Halklar kendileri karar vermeli. Kürt sorununa da, Kıbrıs sorununa da siyasiler 30-40 senedir çözüm getirmekten aciz idiler. O halde vasiye ihtiyaçları yoktur halkların. Kendileri karar versinler. Buda REFERANDUMLA olur. İsviçre halkı beş kuruşunun dahi harcanmasına halk oylaması la karar verir. 1300 senesinde kurulmuş olan İsviçre kimse ile kavga etmemiş. Dünyanın en demokratik, en zengin ülkesidir.

Antalya. 26.03.12

21 Mart 2012 Çarşamba

“Örgüt” ve “Örgütlü olmaya” dair bir kaç not ...


Fikret Başkaya

Bu yazıyı yazmaktaki amacım, Çetin Veysal dostumuzun benim bazı tespitlerimi de eleştiren, “Bağımsız sosyalist” adlandırmasının olanaksızlığı ya da örgütlülüğün zorunluğu” başlığını taşıyan, web sitemizde yayınlanan yazısındaki iddialara dair görüşümü kısaca ortaya koymaktır.

Çetin Veysal: “Son dönemde örgütlerden uzak duran, komünizan-sosyalist ya da entellektüel çevrelerin sayısında bir artış olduğunu, örgütlerden uzak durmalarını da örgütlerin bir dizi zaafı gerekçesine dayandırdıklarını, bu eleştirilerden bir kısmı, belki de çoğu haklı bile olsa, bunun örgütlerden uzak durmanın gerekçesi yapılmaması gerektiğini...” söylüyor. Veysal, mevcut örgütlere yönelik eleştirleri şöyle özetliyor: “ Devrimci bir örgütlenmeyi gerçekleştirememek vurgusunda; sürece örgütün müdahale edememesi, süreci devrimci tarzda yönetememesi, sınıf hareketini örgütleyememesi, sınıfla bütünleşememesi, örgüt içinde bütünlüğü sağlayamaması, sosyalist demokrasi ilkelerine uygun davranamaması, sekt [hizip]olarak düşünüp-davranması, tek doğru ve haklı olanın kendi olması, bireysel özerkliği taşıyamaması, çeşitliliklere izin vermemesi, bürokrasi, totalitarizm hatta zaman zaman terör uygulaması, makro iktidara öykünmesi, özgürlüğü geliştirememesi, yani ortaya koyulmuş-iddia edilen komünizan izlence ve tüzük ilkelerine uygun olarak davranamaması ve örgütün çeşitli yetersizliklerinden kurtulamaması söz konusu edilmektedir” Veysal, bu eleştirilerin haklılığı, çocuğu leğendeki kirli su ile birlikte atmanın mazereti yapılmamalıdır demek istiyor: “ Ancak bu haklı oluş, seçeneğini pratik olarak ortaya koyamaması, kapitalizme karşı mücadele içerisinde konumlanamaması durumunda, komünizan mücadelenin karşısına dikilen bayraklardan biri olmaktadır” diyor. [karartma bana ait, F.B.]. Özetle ve yazısının başlığında ifade edildiği gibi bir sol/sosyalist/komünist örgüte dahil olmayanlar sosyalistlik/komünistlik iddiasında bulunamazlar... Eğer mevcut olanı beğenmiyorsan o zaman yenisini kurmalısın...

Daha baştan bir yanlış anlamayı bertaraf etmek gerekiyor: Birincisi, eğer örgüt amaca uygun değilse, öyle bir örgüte dahil olmak saçmadır; ikincisi, örgüt kurmak sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Her tarihsel/sosyal koşulda ve konjonktürde örgüt kurmak gerekli de değildir. İçinde bulunulan koşullardan bağımsız örgüt kurma fikri, Üçüncü Enternasyonal soluna özgü bir sapmadır. Zira Üçüncü Enternasyonal anlayışı, “dünyanın her yerinde devrimin nesnel koşullarının artık mevcut olduğu”, “devrimin kapıda”, “an meselesi olduğu”, eksik olan yegane şeyin örgüt olduğu görüşüne dayanıyordu. Bu anlayışın hiç bir kıymet-i harbiyesinin olmadığı ilerleyen yüzyıllık dönemde anlaşılmış bulunuyor. Aksi halde çoktan kapitalzimin yerinde yeller esmesi gerekirdi... Sınıfın ve bir bütün olarak ezilen/sömürülen sınıfların hareketinin yenilgiye uğradığı ve geri çekildiği dönemlerde kurulan örgütlerin adına lâyık örgüt olabilmesi de, bir şeyler başarması da mümkün değildir. Zira, kitlelerin yığınlar halinde, şevkle-umutla teveccüh etmediği örgüt veya örgütler, ölü- bürokratik bir varlık olmaktan, cansız/ruhsuz bir şey olmaktan kurtulamaz. Adı ne olursa olsun ortada reel varlığı olan bir örgüt yoktur. Bir kısım sol entellektüel elbette bir araya gelip pekâlâ bir parti, bir örgüt [adı ne olursa olsun] kurabilirler ama o canlı, dinamik, olayların seyri üzerinde etkili bir örgüt olamaz... Marx ve Engels 1948 yenilgisinin ardından 1952’de “Komünistler Birliği’ni kapattıklarında, bir yenilgi ve gerileme döneminde öyle bir örgütü muhafaza etmenin cansız bir siyasi yapıyı sürdürmek olacağını söylüyorlardı? Marx örgütsel faaliyetten çekilip, entellektüel faaliyete yöneldiğinde, bir günlük teorik çalışmanın yüzlerce saatlik geveze toplantılardan çok daha verimli olabileceğini söylüyordu. 1860’lı yılların başında sosyal hareketin yeniden canlanması üzerine tekrar örgütsel alana dönüyor ve 1864 yılında daha sonra “Birinci Enternasyonal” adını alacak olan Uluslararası İşçiler Derneğini’nin [ Association Internationale des Travailleurs- AIT] örgütlenmesinde aktif rol alıyor... Açılış konuşmasını kaleme alıyor... Örgütün ‘Genel Konseyi’nin aktif bir militanı olarak faaliyetini sekiz yıl boyunca sürdürüyor...

Üçüncü Enternasyonal’in bir yanlışı da her zaman ve her yerde geçerli tek örgüt modeli önermesiydi. Önerilen tek parti [komünist Parti] monolitik, askerî disipline dayalı bir partiydi. Kendi dışındaki tüm örgütler “doğru çizginin” yegane taşıyıcısı olan tek partinin hizmetine koşulup ona tâbi kılınacaktı... İşte, kitle örgütleri, sendikalar, dernekler, vb... Velhasıl kendi dışında hiç bir bağımsız örgütün varlığına ve yaşamasına izin vermeyen bir tek parti modeli... Bilindiği gibi Stalin’le birlikte Komintern [ Üçüncü Enternasyonal] devrim perspektifini terketmişti ama buna rağmen dünyanın her yerinde Komünist Partilerin varlığını sürdürmesi tam bir çelişkiydi. Komintern komünist partileri devrim yapma işinden istifa ettirdiğinde ne yapacaklardı? Ondan sonra “birinci vazifeleri” Stalinist Sovyet devletini “ilelebet muhafaza ve müdafaa” etmekten ibaret olacaktı... O halde sadede gelebeliriz. Her koşulda bir sol örgüte dahil olmak eğer sosyalist olmanın vazgeçilmezi, olmazsa olmazı ise, Stalinist bir komünist partiye üye olunca iş bitmiş mi sayılacaktır? Yoksa bu tür yapılara radikal eleştiri yöneltmek mi komünizm ilkelerine ve etiğine daha uygun düşerdi? Denilebilir ki, beğenmiyorsan karşıtını oluştur, doğrusunu yap... Sorun bu kadar kolay ve bireysel iradeyle o kadar kolay üstesinden gelinebilir bir şey midir? Elbette Stalinist miras zihinleri köleleştirmişse ve eğer “devrim de zaten kapıdaysa” neden olmasındı? Örgüt kurmak ha demeye yapılabilecek bir şey değildir. Mutlaka uygun bir sosyal/politik/ideolojik geri plana dayanması gerekir. Kitlelerin politikaya katılması, politik özneler olma iradesini ortaya koyması gerekir... Elbette bunlar olmadan da örgütler kurulabilir ve kuruluyor ama bunların etkinlik sağlaması mümkün değildir. Zira bürokratik birer zâtiyet olmanın ötesine geçemezler, kitleler nezdinde yankılanamazlar, politik süreci etkileyemezler... Bir başka yanılgı bu tür içi boş bürokratik yapıların dağınıklığına ve parçalanmışlığına son verilirse, sol muhalefetin güçleneceği ve burjuva partilerinin karşısına etkin bir aktör olarak çıkabileceği yanılsamasıdır. Teker teker varlık gösterme yeteneği olamayan bürokratik yozlaşmaya uğramış örgütler bir araya geldiklerinde hangi mucize onların gücünü ve etkinliğini artırabilir? Beş boş kaptan bir dolu kap çıkar mı?

Çetin Veysal dostumuz benim “tarihsel sola” yönelik eleştirimle ilgili olarak: “ Başkaya’nın, ‘tarihsel sol pratik de bu alanda hep bir aymazlık içinde oldu’ ifadesi Türkiye ve yakın geçmiş için doğru olsa da; Başkaya’nın “tarihsel sol” vurgusuyla genelleme çabası I. Enternasyonal’in pratiği tarafından olumsuzlanmaktadır” diyor. Veysal’ın bu eleştirisi haklı ama bir şartla: Benim “tarihsel sol” dediğim esas itibariyle Batı Avrupa’da sol kitle partilerinin ve işçi örgütlerinin kurulduğu dönemden başlayıp Stalinist gelenekle devam eden dönemin soludur. İşte, İngiliz İşçi Partisi, Alman Sosyal Demokrasisi, Devrimci Fransız Sendikacılığı, vb. Adları ne olursa olsun, bu dönemin sol/sosyalist partileri veya II. Enternasyonal partileri densin, kolonyalist/emperyalist/sosyal emperyalist partiler olmaktan yakayı hiç bir zaman kurtaramadılar. Kolonyalizmi olumlu, “uygarlaştırıcı” dolayısıyla “gerekli” bir şey sayıyorlardı. Egemen sınıf milliyetçiliğiyle aralarına mesafe koymakta hep sınıfta kaldılar... Ne olduklarını, ne yaptıklarını I. Emperyalist savaştaki tavırları ortaya koymuştu... Oysa I. Enternasyonal hiç değilse kendini “tek doğru”nun “tek temsilicisi” olarak görmüyordu. Monolitik-tekçi bir yapıya ve işleyişe sahip değildi. Farklı nitelikteki örgütleri, siyasi partileri, sendikaları, bir kısım derneği, kooperatifleri, Marx, Prudhon, Bakunin gibi şahsiyetleri bünyesinde barındırıyordu... Farklı gelecek tasavvuru olan örgütler ve şahsiyetler örgütün çatısı altında bir araya gelmişlerdi. Yoğun ve canlı bir tartışma sürüp gidiyordu... Çeşitliliğe ve farklılığa demokratik saygı ilkesi geçerliydi. Bu niteliğinden ötürü de açıkça II. ve III. Enternasyonal solundan farklı bir görüntü veriyordu... Bu yüzden bu gün geçmiş deneylerden bir şeyler öğrenme kaygısı olanların, II. ve III. Enternasyonallere değil, birincisine bakmaları gerekiyor.

Veysal’ın, eleştiri konusu yaptığı “ Türkiye soluna soldan bakmak” başlıklı yazımda itiraz ettiği bir şey de: “Sol hareketin omurgasını üniversite gençliği oluşturuyordu”ya dair: “ Burada da Başkaya Hoca yalnızca 68 ve 78 sürecine bakmakta, ancak tarihsel gerçekliklerin önemli bir bölümünü, özellikle TKP, TİP ve daha sonra kitleselleşme eğilimindeki sınıf sürecini görmezden gelmektedir. Bu örgütlerde öğrencilerden çok aydınlar ve emekçiler vardır” diyor. İritaz kısmen haklı olmakla birlikte, TİP işçi sınıfı ve yoksul köylülükle bağ kurmakta yetersiz kalmıştı. İşçi sınıfyla kurduğu bağ sendika bürokratlarıyla sınırlı gibiydi. TKP’ye gelince, Stalinist Sovyetler Birliğini’nin stratejik ve taktik ihtiyaçlarına “uyumlanma” dışında bir amacı ve kaygısı olmayan bir partinin kitlelerle kalıcı ve sağlıklı bağ kurması zaten imkânsızdı... Sovyetler Birliği’nin dış siyaset ihtiyaçlarına göre rota değiştiren bir parti, inandırıcı olabalir miydi? Böyle bir partinin ülkenin somut gerçekliğine yabancılaşması kaçınılmaz değil midir?

Veysal’ın söylemek istediği şu: “Eğer mevcut yapılar bürokratik yozlaşmaya uğrmamış olmalarından ötürü eleştiriliyorsa, o zaman dışardan eleştiri yapmanın ötesine geçmek o yapıları dönüştürmek üzere çaba harcamak gerekir...” Bürokratik yozlaşmaya uğramış, varlık nedenine yabancılaşmış bir örgüt ne içerden ne de dışardan dönüştürülemez. Zira belirli bir bürokratlaşma/yozlaşma aşamasını geçmiş bir “sol” siyasi örgüt artık başka şeye dönüşmüştür... Dolayısıyla ameliyatla iyileştirilebilir olmaktan çıkmıştır... İflâh olması mümkün değildir. Ne yazık ki, III. Enternasyonal ‘resmi solu’ tarafından yaratılan - ki, o da İkincinin mirascısıydı- bir örgüt fetişizmi var... Örgüt mutlaka iyidir, örgütsüz insan köledir, örgüt doğruyu bilir, en kötü örgüt bile örgütsüzlükten daha iyidir... Eğer örgüt tam tersini yapıyorsa, köleleştiriyorsa ne denecektir? Hem en kötü örgüt olacak hem de daha iyi olacak! Bu hesapta bir yanlış yok mu? Amaca ve varlık nedenine yabancılaşmış bir örgüt kimin için iyidir? Mesela bütünüyle sermayenin ve devletin hizmetine koşulmuş bir sendika neden iyi bir şey sayılsın? Böyle gerici bir örgütün varlığı örgütlenmenin önünde bir engel oluşturmaz mı? Türkiye’de durum daha da vahim. Bizde ister sendika, isterse sol siyasi parti olsun, daha baştan bürokratik tarzda kuruluyorlar. Süreç içinde bürokratlaşıp yozlaşmıyorlar... Daha baştan yukarıdan ve bürokratik olarak kurulmuş TÜRK-İŞ’in içinden dönüştürülebileceğine inanan bir babayiğit var m? Bu İçişleri Bakanlığı’nı dönüştürmek kadar zor değil midir? Bu konuda Marx boşuna: “Sendikalar işçi sınıfının bir bölümünü bir örgüt çatısı altında toplamayı başararak iyi bir iş yapıyorlar ama mücadeleyi düzenin sınırları içinde tutma tercihi yaptıklarında da varlık nedenlerine yabancılaşıyorlar” dememiş miydi?

Asıl tartışma konusu yapılması gereken şey, insanların kendilerini samimiyetle sosyalist, komünist, kapitalizm karşıtı olarak tanımladıkları halde neden sol örgütlerden uzak durduklarıdır... İtiraz, geleneksel sol örgütlerin örgüt ve eylem modeline yönelik olarak ortaya çıkıyor. Zira, söz konusu örgütlerde ve/veya sol siyasî partilerde densin, geçerli örgüt mantığı, eylemi güdükleştiriyor. Dolayısıyla bu çelişkinin aşılması büyük önem taşıyor. Kaldı ki, politika sadece sol örgütle yapılır diye bir kural da yoktur. Pekâlâ farklı marksizmler gibi, radikal olarak kapitalizme karşı olmak kaydıyla, başta anarşistler olmak üzere, radikal anti-kapitalist feministlerin, radikal ekolojistlerin,radikal anti-kapitalist eşcinsel hareketlerin ve özgürlük teolojisinin, [ henüz Türkiye’de mevcut olmayan muhtemel bir İslamî Özgürlük Teolojisinin de] yaptığı da aynı derece politik bir eylemdir. İşte bütün bu kapitalizm karşıtı hareketlerin kavuşmasıdır ki, yeni bir insan toplumuna giden yolu aralayabilir. Önümüzdeki dönemde bir şeyler başarmanın yolu, “tek doğrunun, tek temsilcisi, tek parti” saplantısından kurtulmaktan geçiyor... Zamanın moda tabiriyle çeşitlilik içinde kavuşmayı gerçekleştirmeyi gerektiriyor.

Elbette kendiliğinden hareketler, spontane hareketler önemlidir ama asla yeterli değildir. Kendiliğinden hareketlerin arzulanan bir geleceği yaratması mümkün değildir. Dolayısıyla örgüt ve örgütlülük mutlaka gereklidir. O halde sorun, örgütün nasıl olacağı ve eylemlerin modalitesinin ne olacağıyla ilgilidir. Bu vesileyle bir hatırlatma gerekiyor. Eğer entellektüel faaliyet gerçek entellektüel faaliyet ise, bizâtihi politik ve militan bir faaliyettir. Hayatımda üç kere Marksist-sosyalist örgütlere katıldım. Onun dışındaki zamanlarda dar anlamda politik bir örgüttte görev almadım ama örgüt üyesi olmadığım dönemlerde de kendimi hep politik bir militan olarak gördüm ve görüyorum. Özgür Üniversite’de yaptıklarımız politika dışında bir şey midir?

12 Mart 2012 Pazartesi

İbrahim Güçlü’nün Eleştirisi!


İsmail Beşikci

İbrahim Güçlü, “Beşikçi’nin  Tarihinde: DDKO Komünü, Komal Yayınevi, Rızgari Dergisi  ve Eski Yol Arkadaşları Yok mu”? başlıklı bir yazı yazdı.  Bu yazı,  gelawej.net sitesinde  1 Mart 2012 tarihinden itibaren asılı duruyor.
 İbrahim, ilkönce,  İsmail Beşikçi Vakfı  kuruluş çalışmaları sırasında, “Komal’dan, Rizgari’den arkadaşlarla görüşmeler yapılmadı, bu eksikliktir” diyerek sitem ediyor.

 Vakfın temel amacı, 20 binden fazla kitabın, 3 bin cildden fazla gazetenin,. yüzlerce, aylık, haftalık, onbeş günlük  dergi  koleksiyonlarının, mektup, fotoğraf, mahkeme belgeleri gibi arşiv belgelerinin fonksiyonel bir hale getirilmesi, araştırmacıların hizmetine  sunulmasıydı.  Bunun için birbirleriyle kolayca anlaşabilen beş kişilik kurucular kurulunun,  yönetim kurulunda ve denetin kurulunda yer alan birkaç kişinin daha, sık sık toplanmaları, daha sık görüşmeleri gerekiyordu. Grubun, başkalarıyla görüşmelerinden çok kendi aralarında  görüşmeleri, bu toplantıların, görüşmelerin sık sık yapılması daha önemliydi. Devrimci Doğu Kültür Ocakları’ndan, Komal’dan, Rizgari’den arkadaşların yok sayılması, unutulması elbette söz konusu değildir.
 Vakıf kuruluş çalışmalarında baştan itibaren yer alan,. halen de yönetim Kurulu üyesi ve Vakıf Başkan Yardımcısı görevini sürdüren ve aynı zamanda vakfın avukatlarında biri olan Ruşen Aslan’ın, DDKO’dan, Komal’dan, Rizgari’den geldiğini  İbrahim  Güçlü arkadaşımız  biliyor.

 İbrahim, daha sonra, 1990 daki bir tartışmadan söz etmektedir. Bu tartışma,  toplumsal ve siyasal içerikli bir tartışmadır. Mektuplaşma yoluyla gerçekleşen bir tartışmaydı. Bu tartışmaların, mektupların içeriklerinin kamuoyuna duyurulmasında bir sakınca olduğu kanısında değilim.
Vakfın düzenlediği tanıtım toplantıları herkese açık toplantılardır. İnternette birçok sitede bu ilanlar yer almıştır.  Davetiye söz konusu değildir. Örneğin ben kişi olarak kimseye davetiye göndermedim. Ama Vakıf  Yönetim Kurulu bazı kişilere kurumlara davetiye de göndermiş olabilir. Toplantılar herkese açıktı. Davetiye söz konusu değildi.

 İbrahim Güçlü’nün,  “Beşikçi için  yanlış tarih yaratma,  onu peygamber görme, Kürdlerin yaratıcısı olarak tanımlama”  yolundaki saptamaları yerindedir. Arkadaşların bu tür mübalağalı söylemlerden uzak durmaları gerekir. Burada önemli olan şudur: Beşikçi, içinde geniş kitleleri barındıran bir siyasal hareketin lideri değildir. Bundan daha önemli olarak isteyen her kişi, Beşikçi’yi istediği gibi eleştirebilir. Her insan, Beşikçi’ye internetle, telefonla ulaşabilir.  Araştırmacı bir yazar eleştirilebiliyorsa, bu sağlıklı bir durumdur. Beşikçi eleştiriye, eleştirinin gereğine inanan bir kişidir. Her eleştirinin yazarı geliştireceğine inanan bir kişidir.
 Kürdlerin tarihinde DDKO’nun, Ocak Komünü’nün,  167 sahifelik iddianameye cevap metninin  çok büyük önemi ve değeri vardır. Beşikçi, komün  arkadaşlarından, avukatlarından, bu arada Gülfer’den sık sık söz etmektedir. Beşikçi bunları yeni söylemiyor ki. Birçok yazıda, kendisiyle yapılan röportajlarda bu durumu sık sık belirtmiştir. Bunların bir kısmını İbrahim’in de görmesi muhtemeldir. Ama yine de İbrahim bunları yazmış. DDKO’dan önce yaşanan süreç de yakından biliniyor.  49’lar,  55 Ağalar, 23’ler, Deng Dergisi, Barış Dünyası Dergisi-Yön Dergisi,   Kürdistan Demokrat Partisi,  Doğu Mitingleri, yakından bilinen konulardır. Tek parti dönemindeki Kürd direnişleri de öyle…Bilme, araştırma-inceleme sürecinin  1971 deki bu duruşmalar sürecinde ve sonrasında başladığı da bir gerçekliktir. Bir bakıma, bunu da ilk kurşun saymak gerekir.
12 Mart döneminde, Diyarbakır-Siirt illeri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde, savunmaların hazırlanması konusunda İbrahim’in anlattıkları doğrudur. Kürdçe savunmanı gündeme getirildiği de doğrudur. Ama küslük olduğu doğru değildir. Vakıf arkadaşlarımızın bazıları, dillerini, zamanla bu mübalağalı söylemlerden arındıracaklardır.
Bu yazıda, daha önemli olan bir konuya değinmek istiyorum. O da şu:

 1984 de  Ne Oldu?
15 Ağustos 1984’ de gerilla mücadelesi başladı. Bu, 1970 lerin ortalarında, bütün Kürd siyasetlerinin  gerçekleştirmek istedikleri bir süreçti. 1970 lerin sonlarına doğru bu niyet, bu duygu bu istek daha da gelişti.  Ama, bu süreci, PKK dışındaki Kürd siyasetleri gerçekleştiremedi. İstedikleri halde gerçekleştiremedi. Neden gerçekleştiremedi, bu elbette incelenmesi gereken bir durumdur.  Belki sayılarını yeterli bulmadılar, belki cesaretleri yeterli değildi…O zamanlar, “ Şimdi erken, önce bi güzel örgütlenelim, sonra halkı örgütleyelim, sonra da…” anlayışı vardı.

 1971 de, Türk solunun Nurhak  çıkışı da,  bu konuda, irdelenmesi gereken  bir durum ortaya koymaktadır. Mücadelenin neden süreklilik kazanamadığı, PKK’nin kendi bölgesinde neden tutunabildiği, gelişebildiği, kök salabildiği  dikkate değer bir durumdur.
 O dönemden bugüne gelen bazı arkadaşlar, “elime silah  almadım”, “elime silah değmedi” şeklinde savunmalar yapıyorlar. Bu tutumlar karşısında şaşırıyorum.  Halbuki, herkes, 70’lerin ortalarından itibaren  gerilla mücadelesi düşünürdü. 12 Mart döneminde, 1971 de yaşanan Saitler trajedisini temel nedeni de buydu.  Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Dr, Şiwan’ın, gerilla düşünmes, bunu projelendirmeye çalışmasıydı. Buysa, Türkiye’yi olduğu kadar, Mele Mustafa Barzani’yi de rahatsız eden bir durumdu.

 Bir de şu var. 1970 yılı yaz aylarını hatırlayalım.  Güvenlik gücü komandolar, sabaha doğru köylere baskın yapıyor. Kadın-erkek, çoluk –çocuk, yaşlı genç herkesi evlerinden zor yoluyla dışarı çıkarıyor. 50-60 yaşlarındaki erkekleri, gelinleri, damatları, torunları olan erkekleri ayrı bir yere topluyor. Bunları çırıl-çıplak yapıyor, bunların erkeklik organlarına ip bağlıyor, ipi de gelinlerinin, kızlarının, karısının eline verip köyde dolaştırıyor. Bunu nasıl yorumlamak gerekir?  Üstelik bu hakaret, , “15 çocuğum var, 33 torunum var…” diyerek,  erkeklik gücüyle övünen Kürd erkeklerine yapılıyor. Bu süreci nasıl algılamak gerekir?
 DDKO  komando harekatı hakkında, dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir telgraf da göndermişti  DDKO   15 Temmuz 1970 tarihli 4 sayılı bülteninde komando harekatına ve bu telgrafa yer veriyor.

Durum 1960’ların sonunda, 1970’lerin başında şuydu. Programında Kürdlerden söz eden siyasal partiler kapatılıyordu. Basında, Kürdlerden, Kürdçeden söz edenler yazarlar hakkında  dava açılıyordu, idari ve cezai yaptırımlar söz konusuydu. Sivil toplum örgütleri, ceza tehdidi altında çok zor çalışma yürütüyordu.  Üniversite Kürdlere, Kürd sorununa kapalıydı.Yani “barışçıl” denen kanallar tamamen tıkanmıştı. Bir de yukarıda kısaca,  söz etmeye çalıştığım hakaret vardı. Bu durum karşısında ne yapacaksınız? Onuru korumak söz konusu değil mi? Halbuki, böyle bir hakaret, dünyanın neresinde olursa olsun ister Güney Afrika’da, ister Sibirya’da olsun, ister Güney Amerika’da, ister Avustralya’da olsun,  ister Arabistan’da, ister Türkistan’da olsun …kabul edilemez. Şüphesiz  Kürdistan’da da böyle…

1984 den sonra ise, çok farklı bir süreç yaşandı. Abdullah Öcalan’a, PKK’ye, gerilla mücadelesine  genel olarak Kürd siyasetleri karşı çıkıyordu. 1970’lerde,  gerilla düşünenler, bunu örgütlemeye çalışanlar, 1984 ve sonrasında gelişen bu mücadeleye karşı çıkıyorlardı.
Bu süreç üzerinde düşünmek gerekir kanısındayım.

 Özgür Eleştiri
Kürdlerin, özellikle de PKK’nin en çok eleştiriye ihyacı vardır. Kişileri, kurumları geliştirecek tek süreç budur. Övgüler, hiçbir kurumu, hiçbir kişiyi geliştirmez. Eleştiriyi önlemek için eleştirenleri susturmaya çalışmak, tehdit etmek,  ölümlerinden söz etmek çok yanlış bir tutumdur. Bu tutum hiç kimseye, tehdit edenlere de bir fayda sağlamaz.

 Sadece, eleştirilere karşı tahammüllü olmak yetmez. Eleştirilere karşı makul cevaplar da vermek gerekir. Bugünlerde, birçok yazar, araştırmacı,  Abdullah Öcalan’la,  PKK’ile, Barş ve Demokrasi Partisi’ile ilgili bazı  değerlendirmeler yapmakta,  sorular sormaktadır. Bu değerlendirmeleri, soruları, “hain, ajan, işbirlikçi” gibi suçlamalarla karşılamak  sorulan sorulara cevap değildir. Bu suçlamalar, tehditler, soruların varlığını da ortadan kaldırmaz. Bu sorulara makul cevaplar vermeye çalışmak gerekir. Soru soranların da sorularında çoğaldığı dikkatlerden uzak değildir.
 PKK; BDP, Abdullah Öcalan,  sık sık, “Hakikat Komisyonu” kurmaktan, “Yüzleşme’den söz etmektedir. PKK kendi içinde Yüzleşme yapmadan, Kürd halkıyla yüzleşmeden,  Hakikat Komisyonu’nu kendi içinde kurmadan,  devletden, hükümetten “Hakikat Komisyonu” kurmasını istemesi,  Yüzleşme’den söz etmesi sağlıklı bir tutum değildir.

 TBMM’de, İnsan Hakları Komisyonu’ndaki çalışmalardan da söz etmek gerekir. Bu çalışmalardan şu  anlaşılmaktadır.  Bir tarafta, PKK’liler var. Karşı tarafta PKK’li olmayanlar, PKK karşıtları var.  Selim Çürükkaya’nın dediği gibi, devlet, kendisini hakem yerine koymuş.
PKK karşıtı bazı kişileri  dinliyor. Bu, elbette yanlış bir tutumdur.  Devletin kendisini hakem yerine koyması yanlıştır.  Çünkü bütün faili meçhul cinayetler devletin bilgisi ve teşvikiyle yapılmıştır. Bütün bilgiler devletin elindedir. Devletin bu konularda kimseleri dinlemesine ihtiyacı yoktur.  Vedat Aydın, Musa Anter, Mehmet Sincar, Ferhat Tepe, Hüseyin Deniz cinayetleri… binlerce cinayet….  Ama, bu cinayetler hakkında devletin soruşturma açmadığı, kendisiyle yüzleşmediği de bir gerçek… PKK içinde gerçekleşen infazlardan da,  devletlin haberinin olmaması olası değildir.  PKK’nin, BDP’nin bu ilişkiler üzerinde  düşünmesi gerekmektedir.

 Kürd/Kürdistan sorunu, anayasayla, yasalarla çözülecek  bir sorun değildir. Bu, zihniyet değişikliği ile ilgili bir konudur. Türk siyasal kültüründe Kürd algısının değişmesi ile ilgilidir. “Anayasanı ilk üç maddesi değişmeyecek” diyerek  “yeni” anayasa yapılamaya çalışılmaktadır. İlk üç madenin değişmemesi,  Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan doğan hiçbir hakka sahip olamaması anlamına gelmektedir.  Kürdlere bu temel hakları sağlayamayan bir anayasanın yeniliğinden söz etmek de anlamsızdır, yanlıştır.
 Kürd/Kürdistan sorunu, ancak, zihniyet değişikliği sürecinde çözüme kavuşabilecek bir sorundur. 28 Şubat 2012 de, İstanbul’da, Taksimde, “Hocalı Katliamı” anmasıyla ilgili olarak Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın katledilen Azeri Türkleri’ne ilişkin duygularını ve düşünceleri nasıl dile getirdiği dikkatlerden uzak değildir. Başbakan, 28 Aralık 2011 de, Qılaban’da, Roboske’de,  katliama, zulme uğrayan Kürdler, Kürd aileleri karşısında, bu duyguların, düşüncelerin küçücük bir parçasını bile dile getirememiştir. Binde birini bile…”Hata varsa…”nın ötesinde bir şey söyleyememiştir. Ama zulmedenlere, katliamı gerçekleştirenlere teşekkür etmekten de geri durmamıştır.

Bu zihniyet değişikliği nasıl gerçekleşir? Türk siyasal kültüründeki Kürd algısı nasıl değişir? Zihniyet değişikliğini, Kürd algısını değiştirecek tek dinamik Kürd dinamiğidir. Kürdler, Kürd toplumu olmaktan,  Kürd ulusu olmaktan doğan haklarına  sıkı bir şekilde sarılırlarsa…zaman içinde böyle bir değişiklik olabilir.Türk siyasal kültüründeki Kürd algısı, devlet aklındaki Kürd algısı ancak  böyle ve zaman içinde değişebilir. Ama, Kürdler, “bin yıldır beraber yaşıyoruz, kardeşiz,…” diyerek  benzerliklerin öne çıkarıp farklılıklarına vurgu yapmazsa, bu değişiklik gerçekleşemez.
Son 30 yıllık mücadelenin iki büyük sonucu vardır. Birinci olarak  Kürdler, kendi özlerinin bilincine varmıştır. “Geçmişte ne oldu, bugüne nasıl gelindi”,  çok önemli bir  sorudur. Bu çerçevede Kürd toplumunda yoğun bir örgütlenme, araştırma inceleme vardır.  Dil-kültür alanında, resim, müzik, tiyatro alanında… yoğun bir örgütlenme faaliyeti vardır. Kadınlar, çocuklar… örgütlenmektedir.  Kürd toplumu her yönden örgütlü bir toplum haline gelmektedir. Bu, gelecek adına çok önemli bir kazançtır.

 İkinci olarak,  Kürdler, birbirleriyle tanışmıştır. Güney Kürdistan’daki, Doğu Kürdistan’daki, Güneybatı Kürdistan’daki Kuzey Kürdistan’daki Kürdler birbirleriyle  ilişki gelişmektedir. Ticari ilişki kültürel ilişkilşeri de geliştirmektedir. Son yıllarda bu konuda da yoğun bir iletişim gözlenmektedir. Saddam Hüseyin döneminde, Irak’ta mekanik daktilo bile yasaktı. Günümüzdeyse,  Kürdistan Bölgesel Yönetimi alanında, internet çok hızlı ve yaygın bir şekilde gelişmektedir.  Cep telefonu çok yaygındır. Kürd hükümeti bu gelişmeyi teşvik etmektedir. Bütün bunlar, gelecek adına çok büyük, çok önemli kazanımlardır.
Kaynak: www.gelawej.net