28 Aralık 2008 Pazar

SPARTAKÜS! - سبارتاكوس

Filistin'den


















ماجد ابوغوش- Macid Ebu Goş

سبارتاكوس

إلى أحمد سعدات طبعا

لم اشهر سيفي في وجه الريح
لأرده إلى غمده
بدون قتال

هذا البحر لي
والجبال والشواطىء
والهواء العليل
لي القمر
ورائحة الزهر في الحقول
واغاني العرس
لي

أشعر بالفخر وبالزهو وبالغبطة
أني دافعت عن ورد الشوارع
وعن طرقات العشاق
وعن شجر الصنوبر
ورائحة المريمية
وأني في لحظة التجلي
قد قلت لالالالالالالالالالالالالا
في وجه من قالوا نعم

سيتبعني المستضعفون
ويتبعني الحفاة
وتتبعني الذئاب
وتتبعني الأيائل
ويتبعني الموج
ويتبعني النشيد

لليسار در

رام الله المحتلة 27/12/2008

----------------


SPARTAKÜS!

Macid Ebu Goş

”Ahmed Sadet’e, elbette!..”

Kılıç
Çarpışma olmadan
Kınından çekilmez!..

Bu deniz
Benim.
Ve bu dağlar
Ve bu diyarlar
Ve bu temiz havalar
Ve bu ay
Benim.
Ve tarlalardaki çicek kokuları
Ve düğün şarkıları
Benim!

Kendimi gururlu
Ve çoşkulu hissediyorum.
Caddelerdeki çiçekleri ben savundum.
Aşıkların yollarını
Ve fıstık çamlarını
Ve adaçayını.
Ve ben prezantasyon anındayım:
”Evet!” diyenlere karşı
”Hayırrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr!..” diye haykırdım.

Korumasız olarak peşimdeler
Ve yalınayak.
Ve kurtlar peşimde
Ve rengeyikleri.
Ve dalgalar
Ve ilahiler peşimde!..
Solda, oradalar!

27 Aralık 2008 / Ramallah - Filistin

Arapça çeviri: Faiz Cebiroglu

26 Aralık 2008 Cuma

Unutun Eski Sözleri




A.Kadir Konuk / Yenihayat1@t-online.de


Bir yıl geçti yaşamımızdan. Seviniyoruz.

Kırlangıçlar geldi gitti. Leylekler de öyle, lak lak…

Leyleklerin konabilecekleri bir çatı kurulamadı hala, toplantılar yeni toplantılar yapılabilmesi için dağıldı.

Aslında Kürtler birlik olacaklar olmasına da siyaset bırakmıyor.

Biz şu kadar öldürdük, onlar bize şu kadar kayıp verdirdiler hesabında rakamlar olarak kaldı insanlar. Ölüm için şu kadarı hazır. Mutfağa yeni tencere tabak alınıyor gibi konuşuluyor insan söz konusu olunca.

Geçen yıl da öyleydi, ondan önceki yıl da…

Kriz dünyanın bütün ülkelerine balıklama dalıyor, bir tek Türkiye’den teğet geçiyor. Kim sallar krizi? İşsizlik de öyle, yoksulluk da. “Allah vermiş, buna da çok şükür!”

Herkes doğruları en çok kendisinin iyi savunduğunu ileri sürüyor. Bir dönem savunulan doğrular yine aynı ağızlar tarafından bir süre sonra yanlış ilan edilse de “Son tahlilde” doğru onlardır.

Hayır, bu doğru değil, asıl söylenmeyen, dile getirilmeyen iktidar hırsı, benim düşüncem, benim partim egemen olsun çabası. Bu nedenle görünen yanlışlar bile doğru olarak savunuluyor. Özeti mi; bütün Marksistler devrim ister, ama kendi partileri yönetimde olursa. Bütün Kürtler özgürlük ister, ama kendileri iktidarı yakalayabilirlerse… Bu nedenle ötekiler kötüdür.

Bunun detaylı felsefesini isteyenler tüm siyasi “argümanlarıyla” yapabilirler. İsteyen her devrim devrim değildir, en iyi devrim bizim devrimdir de diyebilir. İsteyen insanlık için en iyiyi kendilerinin savunduğunu bağırabilir. Kulaklarım kapalı artık bu sözlere.

Felsefe dünyayı anlayabilmek, ona anlam kazandırmak için ortaya çıktı, sonra egemen olma, iktidarı yakalama hırsına büründü. İnsanlığı bütünleştirmesi gereken felsefe, onu böldü parçaladı.

Yaşamım politikayla geçti, yaşamın tümüne tek pencereden bakan politikacıları sevmiyorum artık.
Sizin evde havalar nasıl? Yeni bir yıl geliyor diye telaşlanıp, kendinizle hesaplaşıyor musunuz?
Boş verin! Bütün hesaplar batmış bakkal defterlerindeki ödenmemiş veresiye hesaplarına benzerler.
Geriye dönüş olanaklı olsaydı hesaplaşmanın bir anlamı olurdu belki. Düzeltebilmek için.
İçinde bulunduğunuz durum geçmişin ürünüdür, geleceğe taşıyacağınız ise yarının.

Günü yaşayın. Ama inançla, insanca duygularla.

Boş verin dediysem hesaplaşmayı boş verin dedim, dünyayı, insanlığı, yapabileceklerinizi değil.

Unutun eski sözleri, yenilerini öğrenin.

Felsefe fikir sporudur, sağlığa pek yararı yoktur. Marks, İsa, Muhammet günümüzde yaşasalardı kendilerini bin kez değiştirir, güne uyarlarlardı, insanlar İsavist, Muhammedan, Marksist olunca nedense hep oralarda kalıveriyorlar. Belki bu nedenle yüzyılımızın Marks’ı, İsa’sı. Muhammedi bir türlü yaratılamıyor.

Aman ha, yukarıdaki sözleri yüksek sesle söylemeye kalkışmayın bir yerde, ne geçmişiniz kalır ne geleceğiniz, ne dininiz ne imanınız. Bir de onlar gibi düşünmediğiniz için dost olan dostlarınızı yitirme olasılığı vardır.

Sahi hiç hesapladınız mı, sudan sabundan nedenlerle şimdiye kadar kaç dostluk bitti yaşamınızda?

Azıcık aykırı olmaya görün, kırılır cam gibi dostluklar.

“Aslında ben düşünce özgürlüğünden yanayım da, benim gibi söylese ne olur, dost değil miyiz, neden beni eleştiriyor?”

Başkaları eleştirildiği sürece herkes eleştiriden yanadır, okun ucu kendimize yönelince, yürekler cız bız…Kırılıveriyorlar cam gibi, inciniyor dostluklar, gönüllere hüzün düşüyor.

Biten dostluklara yakınmak onları geri getirmez artık, getirse de ne onlar eski onlar ne siz eski sizsiniz, biliyorsunuz.

Yeni bir yıl geliyor deniliyor. Mevsimler değişiyor, kışlar benzemiyor birbirlerine, baharlar da.

Tarih değişiyor takvimlerde, kırk yıl önce de aynı konular tartışılıyordu, kırk yıl sonra da.

Yalnızlık mı beni böyle aksileştiren? İçimdeki çocuk da mı büyüyor?

Şimdi 2009 geliyor diye hazırlanıyor insanlık. Dilekler dileniyor, umutlar bileniyor, kartlar mektuplar gönderiliyor, armağanlar satın alınıyor, bir telaş, bir heyecan.

Ne oluyor?

Yeni yıl geliyor.

Milenyum dediklerinin üzerinden 8 yıl ne çabuk geçti değil mi? Yaşlandığı için sevinen tek yaratık insan olsa gerek.

Yaşamınızda en çok neye üzüldünüz?

Ben en çok basit sözlerle insanları kırdığıma üzüldüm. Şimdi daha iyi kavrıyorum bunu. Bir faşiste faşist demek hiç üzmez beni, ama hepimiz sosyalist, devrimci olduğumuzu söylediğimiz halde, (Arada bir gaza gelip Ermeni ve Kürt de olabiliyoruz) basit ayrılıklar yüzünden insanlara kırıcı sözlerle yaklaştığım için üzüldüm.

İyi ki çabuk terk ettim o sözlüğü tüm sözcükleriyle, doğru ama sonuçta birkaç kişi de olsa kırdım insanları.

Ne kadar çok kırdılar bizi değil mi? Oysa tekmeyle, tokatla, copla kemiklerimizi kıramadı askerler, gardiyanlar, ama siyaset adına söylenen sözler tuz buz etti bizleri.
Düşünün, yarın bitecek bu savaş, yarın değişecek tüm teoriler, yarın insanlar daha başka bakacaklar dünyaya, unutulacak bu günler çabucak, ama insanlar kırık kalacaklar, karşılaştıklarında belki selamlaşmayacaklar.

Değer mi? Kırmak kolay, küstürmek kolay, gönül almak zor. Dünyada en çok hoşuma giden söz insanlıkla ilgili. “İnsanın eti yenilmez, gönü giyilmez, çifte koşulup saban sürülmez. İnsan dediğin bir çift güzel söz, bir güler yüzdür.”

Oysa ne kadar çatık kaşlarımız, ne kadar asık yüzlerimiz…
2009 geliyormuş.

Değişen bizler olmadıktan sonra takvimlerin değişmesinin ne hükmü var? Geriye gün sayıyorum. 18 gün sonra 59 yaşında olacağım. Müthiş bir şey bu. Oysa içerdeyken arkadaşlar ‘Sen 1989 yılbaşını gör, sana takım elbise alacağız’ diye iddiaya girmişlerdi benimle.


20 yıl geçmiş.

Elbiseyi almadılar elbette. Hiç biriyle (Muzaffer Öztürk hariç, ondan da dört aydır mektup alamıyorum) bağım yok. Neredeler ne yaparlar, yaşıyorlar mı, durumları nedir bilmiyorum. Çocukluğumun mahallesinden, ilk okul, sanat okulu, öğretmen okulu, yüksek okul yıllarında edindiğim arkadaşlarımdan, partili yoldaşlarımdan, yaşamın içinde tanıdığım on binlerce insandan sadece bir kaçını anımsayabiliyorum artık. Oysa ne çok alkışlamışlardı beni salonlarda, miting alanlarında, ne çok sövmüşlerdi ardımdan sonra.

Kaç kişiyi bıraktınız böyle arkanızda? Sayabilir misiniz?

Sanmıyorum.

Sahi neden çivileriz insanları görünmeyen tahtalara hoyrat sözlerle. Neden çarmıha gereriz birbirimizi? Ne için?

6 yaşında BEN ARMİN, Türkçe açılımıyla “Toprağın Oğlu”, ona sadece yemeğini iyi yemesini söyledim, gözlerimin içine baka baka ‘Benim neler yapmam gerektiğine neden hep sen karar veriyorsun, neden benimle tartışmıyorsun’ deyince, eşekten kayaların üzerine düşmüşe döndüm. Kendi çocukluğumu anımsadım, babamın kaşları geldi gözlerimin önüne, gülmeye başladım,

“Gülünecek bir şey söylediğimi sanmıyorum” diyerek diklendi bu kez de.

Haklı çocuk. Sahi benim ne yapmam, nasıl düşünmem, neler söylemem, yazmam gerektiğine nasıl oluyor da başkaları karar vermeye kalkışabiliyorlar? Bu hakkı kimden, nereden, nasıl alabiliyorlar?

Tuhaf değil mi, hepimiz birilerini yönetmeye çalışıyoruz, yönetemediklerimize, gücümüzün yetmediklerine tapınıyoruz hemen, ya da basıyoruz küfürü.

Şubat ayının sonundan beri bu sitede yazıyorum. Yazılarımı bu güne kadar, 10 ayda 11 bin kişi okumuş.

Yapayalnız evimden çıkıp çoğalmış, 11 bin kişi olmuşum. Zaman ayırmışlar, gözlerini yormuşlar, ne diyor diye merak etmişler, sevinmem gerekmez mi? Söven de olmuştur elbet. Okumaya değmez diyen de. Beğenmek zorunda değiller ya.

Olayı tam kavradıktan, neden insanlarla sürekli kavga etmek zorunda olayım düşüncesinin ayrıntılarına ulaştıktan sonra kendime bir görev seçtim, bir anlamda yalnızları, terkedilmişleri, kapatılmışları, dilleri bir bakıma susturulmuş olanları düşünerek zindan sorununu kimsenin etkisinde kalmadan yazılarıma temel konu yaptım. Özellikle siyasi hareketlerin, partilerin bundan müthiş rahatsız olduklarını biliyorum. Okurlardan bazılarının sıkıldığını günlük okuma oranından hissedebiliyorum, önemli olmakla birlikte önemli değil, her gün herkesin sevebileceği yazılar yazmak gibi bir kaygım yok. Sonucundan hiçbir çıkarımın olmadığı bir iş yapmaya çalışıyorum.

Bu iş belki benim küreklerini çektiğim son kayık olacak yaşamımda. İnsanların desteğiyle belirli bir başarıya ulaşabilirsek, kıyıya yanaştığımda zevkle sileceğim terimi. Kayık su alır batarsa, yapabileceğim hiçbir şey yoktur demeyeceğim, kıyıya yüzmeye çalışacağım. İnsan ölünceye kadar kendini geliştirebilecek bir yığın sorun bulur.

Şimdi el kadar çocuklardan öğreniyorum yaşamı. Politik liderlerin, okuduğum yığınla kitabın bana öğretemediği bir yığın gerçeği onlar küçücük parmaklarıyla sokuyorlar gözlerime.

Onlardan hiç biri Marks, Lenin, Öcalan şöyle demiş diye başlamıyorlar sözlerine, onların sözlerinin ardına sığınarak üzerimde görünmeyen bir baskı oluşturmaya kalkışmıyorlar. Kendi beyinlerinde şekillenen sözcükleri korkusuzca söylüyorlar.

Bunun adı “Kral çıplak” oluyor.

Yaşlanmış olmama karşın büyüyemediğimi anlıyorum. Büyümek, olgunlaşmak, bambaşka bir olay. Ne saçların kırlaşması, dökülmesi, ne takvimlerden düşen yıllar değil büyümek.

Büyümek; insan olmak!

Çocuklar, hiçbir siyasi kaygıları, hiç kimseyi yönetme dertleri olmayan insan çocuklar öğretiyorlar bana bunu.

Sen kötü bir şey yapmadın değil mi baba diye soruyor oğlum artık.

Seni hapsettiler, ama sen kötü bir şey yapmadın değil mi?

Onun kötü şey dediği, çalmak, insan öldürmek.

Geceleri yatarken üç masaldan aşağı okursam fırçalıyor. Masallarda öldürme olayı olduğunda o kitabı bir daha okumak istemiyor.

Birlikte bir masal yazdık, yarısı onun yarısı benim, adı ‘Koyun kral!’

İçinde öldürme olmasın, dedi. Koyunu kral yaptık. Müthiş neşelendi.

Koyunlar öteki hayvanların içinde en barışçısı olanlar değil mi? Siz bir koyunun bir başka koyunu öldürdüğünü gördünüz mü? O nedenle suçlamadık mı insanları ‘koyun gibisin’ diyerek? Aslan, kaplan, yırtıcı hayvan olmalarını istemedik mi insanlardan? Yani iyi öldürmelerini, birbirlerini kanatmalarını....

2009 geliyor.

Takvimler değişecek. Sabah kalktığımızda dünya dün kaldığı yerden yaşamına devam edecek.
Kırgınlıklarımızı unutabilecek miyiz, düşmanlıklarımızı bitirebilecek miyiz, birbirimizi affedebilecek, gönül alıcı birkaç sözcük söyleyebilecek miyiz? Bizi kırdığını düşündüğümüz insanlardan birini olanağımız varsa çat kapı ziyaret edebilecek miyiz…?

Öyle olmayacaksa neye yarar yeni yılın gelmesi, neye yarar kutlama mesajları göndermek?
Kendi adıma barış ilan ediyorum herkese. Evet, yanlış okumadınız, bu güne kadar en sert biçimde eleştirdiğim insanlara bile barış elimi uzatıyorum. İlle de biz düşman kalacağız diyenler varsa kendileri bilir, yem olmaya hiç niyetim yok, üstüme gelen olursa didişirim keyfimce. Babam mezarından çıksa gelse, ona bile ezdirmem artık kendimi.

Herkes kendi düşüncesinde doğru kalsın bana ne? Onlarla oturabiliyor, tartışabiliyor, sonra birlikte eğlenebiliyor muyum, sorun bu.

Uzlaşmacı bir tavır denilebilir buna. Doğrudur, çizginin sol yanıyla, düşüncelerime ambargo koymadıkları sürece uzlaşmaya hazırım. Onların düşünceleriyle bütünleşmemem, insanlıklarıyla uzlaşmamı neden engellesin?

Bilerek, isteyerek, planlı, programlı, şuna bir kazık atayım diyerek hiç kimseyi kırmadım, hiç kimseye kalleşlik yapmadım. Bu günlerde resmi özür moda oldu, ben bilmeden kırdıklarımdan kişisel özür diliyorum. Küçüklük bende kalsın.

Kendimi de, öteki insanları da (Faşist düşünceleri savunmadıkları sürece) sevmek için daha fazla çaba göstereceğim yeni yılda. Birilerinin egemenliği için insanların ölmesini istemiyorum artık.
Beni hiç ciddiye almayan, üzerinde yaşadığımdan bile haberi olmayan dünyayla gırgırımı geçeceğim. Kendimce, bu yaşa kadar öğrendiklerimle yorumlayacağım dünyayı ve olayları. Kendime tarihte kalmışlardan, günde meşhur olanlardan “Onun dediği gibi” diyerek tanıklar seçmeyeceğim, sözlerin imzası kendim olacağım.

Biliyorum, ne kadar çabalasam, ne yazsam yine alınan darılan olacak, yine sevmeyenler sövecekler ağız dolusu.

Olsun, herkes iyiyse bir tane de benim gibi aksi, huysuz, kötü biri bulunsun dünyada, çeşnidir.
Tek kavgam cezaevleri ile olacak.

Ötekileri edebiyatın konuları olarak romanlarımda öykülerimde dillendireceğim, becerebildiğimce.
İşte bu duygularla yeni yılda istediklerinizin gerçek olmasını diliyorum. Benim de dileğim gerçekleşir umarım, yıkılır zindanlar, insanlar özgür olur.

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af.

25 Aralık 2008 Perşembe

Cumhuriyet, Neden “Kopuş” Değildir?





Fikret Başkaya

”…1923’de Cumhuriyetin ilanı da bir darbenin sonucudur. Ondan sonrası 1908-1913 döneminin de gerisinde koyu bir tek parti diktatörlüğü, benim ‘Orijinal Bonapartizm’ dediğim tuhaf bir otokrasiydi. Cumhuriyet rejiminin ‘cumhurla’, halkla ilişkisinin yönü cumhuriyetten [rejimden] halka [cumhura] doğruydu. Aynı imparatorluk döneminde olduğu gibi... Hiçbir aykırı sese tahammül edemeyen, ifade özgürlüğünün kırıntısına izin vermeyen, her türlü muhalefetin yasaklandığı, dernek kurmanın mümkün olmadığı bir rejim, sadece padişah sahneden çekildi diye cumhuriyet sayılabilir miydi?..”


Türkiye’de rejimin niteliğini tartışmaya niyetli birinin iki şeyden sakınması gerekiyor. Birincisi, resmi tarihten ve resmi ideolojiden uzak duracak; ikincisi, Avrupa-merkezli olmayan, Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan arınmış bir yaklaşıma sahip olacak. Aksi halde yapacağı tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. O halde bu sorunu tartışırken ‘kritik’ olan husus nedir? “Eski Rejim’den” bir kopuş olmadı dendiğinde, böyle bir tespitin temel dayanağı nedir?

Osmanlı imparatorluğu, mâlûm olduğu üzere, klasik imparatorluklar sınıfına dahil bir imparatorluktu. Bu tür imparatorluklarda birincisi, devlet kutsaldır. Neden kutsal sayıldığı, sayılması gerektiğinin tahliline burada girmemiz elbette mümkün değil. İkincisi, köklü bir devlet/ halk yabancılaşması söz konusudur. Bu tür imparatorluklar kurulur, yayılır ve kendi iç çelişkilerinin sonucu olarak da çürür ve çöker. Fakat Osmanlı imparatorluğunun tarih sahnesine çıktığı dönemde yeni bir durum ortaya çıkmıştı. Hemen hemen aynı dönemde yeni ve orijinal bir üretim tarzı olan kapitalizm de tarih sahnesine çıkmıştı. Mantığının ve temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin bir sonucu olarak, kapitalist üretim tarzının kapitalist olmayan [prekapitalist] üretim tarzlarını, sosyal formasyonları kendi mantığıyla uyumlandırması, dönüştürmesi, biçimlendirmesi, biçimsizleştirmesi söz konusudur. Dolayısıyla Osmanlı sosyal formasyonu ikili aşınmaya maruz kaldı. Kapitalist üretim tarzının ve onun emperyalizminin etkisine maruz kalan Osmanlı yönetici eliti [egemen sınıfı], söz konusu aşınmayı durdurmak, mümkünse tersine çevirmek üzere önce ‘kendine dönme ‘girişiminde’ bulundu, baştaki duruma dönmeyi’ denedi. Böyle bir şeyin mümkün olmadığının anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Zira hem geri dönüş, geride kalmış olanı ihya etmek mümkün değildir, hem de zaten arzulanır bir şey de değildir. O zaman olumsuzluğu bertaraf etmek, imparatorluğu yaşatmak üzere Avrupa’nın sömürgeci/emperyalist ülkelerine benzeme tercihi gündeme geldi. İşte Nizam-Cedid denilen sayfa böylece açılmış oldu. O aşamadan sonra peş peşe Batı’dan bir dizi kurum, kural, mekanizma ve söylem, kılık-kıyafet, ‘davranış kalıbı’,vb. ithal edildi. Bütün bunlarla amaçlanan, hiçbir zaman Eski Rejimi [Ancién Régime] dönüştürmek, yeni bir şey yapmak değildi. Yeni kurumsal yapılar, söylemler, vb. yeninin değil, eskinin hizmetindeydi. Peş peşe gündeme gelen yenilikler, işte Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, vb. devletin niteliğinde, devlet anlayışında, devlet/toplum ilişkisinde bir yenilik anlamına gelmiyordu. Eğer ortada bir yenileşme vardıysa, bu devlet aygıtını angaje ediyordu. Başka türlü ifade etmek gerekirse, amaç devleti takviye etmekti. Dolayısıyla, kavramın gerçek anlamında bir modernite söz konusu değildi. Üstelik yeniliklerin mimarı olan padişah ve adamları, önemli bir entellektüel devrim olan moderniteden ve aydınlanmadan dahabersizdiler. Öyle bir kaygıları ve amaçları yoktu, olması da mümkün değildi. Aynı şekilde klasik liberalizmle de ilgili değillerdi. Bir politik felsefe ve ekonomik doktrin olan liberalizmden de haberdar değillerdi. Mâlum, modernite devrimi ve klasik liberalizm bireyi önemli sayarken, Osmanlı yenilikçi elit devleti kutsamaya devam etti... Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Zira, modernite Eski Rejimi yıkmayı, ondan kurtulmayı amaçlarken, Osmanlı ‘yenilikçilerinin’ yegane amacı devleti, imparatorluğu, velhasıl Eski Rejimi kurtarmak,yaşatmaktı... Durum böyleyken, Osmanlı İmparatorluğunda Eski Rejimi dönüştürmekte çıkarı olan yeni bir sosyal sınıf ortaya çıkamadı. Bunun başlıca iki nedeninden söz edilebilir. Birincisi, Osmanlı imparatorluğunda sosyal artığın merkezileştirilmesi esastır ki, bu devlet dışında bir sosyal sınıfın ortaya çıkmasını zorlaştırıyordu.

İkincisi de, Batı’da ortaya çıkan kapitalizm ve onun emperyalizmi ve sömürgecilik [elbette Osmanlı İmparatorluğu hiç bir zaman sömürge statüsüne indirgenemedi, aksi halde ortada imparatorluk diye bir şey kalmazdı ama bu onun kapitalist sömürüye maruz olmadığı anlamına gelmez, velhasıl tipik bir yarı-sömürge statüsü söz konusuydu...] Bütün çevre ülkelerde olduğu gibi, kapitalist üretim ilişkilerine ‘özel bir nitelik‘ kazandırdı. Osmanlı imparatorluğunda kapitalist üretim tarzındakinden farklı olarak, devlet yönetici sınıftır. Orada egemen sınıftan ayrı bir bürokrasi yoktur. Bürokrasinin varlık nedeni devletin de varlık nedenidir. İşte devletin kutsallığı oradan gelir. Netice itibariyle Osmanlı İmparatorluğunda ortaya çıkan muhalefet, bir iç muhalefetti. Bu bakımdan Padişahın da, ona muhalefet edenlerin de [Genç Osmanlılar, daha sonra İttihatçılar, vb.] yegâne kaygısı ve amacı devleti kurtarmak, yaşatmaktı. Muhalefet de bizzat kendi varlık nedeni olan devleti kurtarmaktan başka bir perspektife sahip değildi. Dolayısıyla yapılan yenilikler gerçek anlamda yeninin hizmetinde değil, eski yapıya birer yama niteliği taşıyan şeylerdi... 1876 da Mithat Paşa’nın girişimiyle ilan edilen Birinci Meşrutiyet olsun, 1908’deki İkinci Meşrutiyet olsun, devleti dönüştürme amacı taşıyan politik müdahaleler değildi. 1908’de Jön Türklerin [İttihatçılar] yaptığı da bir darbeydi. Anayasal monarşiyi dayatıp, padişahın yetkilerini sınırlasalar da, devlet anlayışı ve zihniyetinde kayda değer bir değişiklik söz konusu değildi. Zaten 1913’den itibaren anayasal monarşinin de içi boşalacaktı. Ondan sonrası tam bir diktatörlüktü. 1923’de Cumhuriyetin ilanı da bir darbenin sonucudur. Ondan sonrası 1908-1913 döneminin de gerisinde koyu bir tek parti diktatörlüğü, benim ‘Orijinal Bonapartizm’ dediğim tuhaf bir otokrasiydi. Cumhuriyet rejiminin ‘cumhurla’, halkla ilişkisinin yönü cumhuriyetten [rejimden] halka [cumhura] doğruydu. Aynı imparatorluk döneminde olduğu gibi... Oysa, ilişkinin yönünün cumhurdan, [halktan] devlete doğru olması gerekirdi... Gerçi müthiş bir modernist, modernleşmeci söylem geçerliydi ama söz konusu söylem tam bir retorikti ve başta yönetici bürokratik elitin adamları olmak üzere, kitleleri aldatmayı amaçlayan bir ideolojik manipülasyondu. Bırakın cumhurun iradesinin tecelli etmesini, süreci belirler duruma gelmesini, cumhur [halk] devlet tarafından bir tür rehin alınmıştı.

Hiçbir aykırı sese tahammül edemeyen, ifade özgürlüğünün kırıntısına izin vermeyen, her türlü muhalefetin yasaklandığı, dernek kurmanın mümkün olmadığı bir rejim, sadece padişah sahneden çekildi diye cumhuriyet sayılabilir miydi?

Padişahın yokluğu, artık iktidarın veraset yoluyla sürdürülmemesi demekse, Mustafa Kemal’in ebedi şef ilan edilmesi bir tür padişahsız padişahlık rejimi değil midir?

Bir cumhuriyette ebedi şef olur mu?

Eğer Mustafa Kemal yüz yıl yaşasaydı ki, bu teorik olarak mümkündür, 1981 yılına kadar devletin başında kalacaktı. Osmanlı imparatorluğunda padişahların tahtta kalışının aritmetik ortalaması 17, 3 yıl olduğu hatırlanırsa... Anayasa’da gerçi hakimiyet bilâ kayd-ı şart milletindir yazlıydı ama bunun hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktu. Dikta rejimlerinin yasallığı bir retorikten ibarettir. Zaten anayasa rafta bir metin olarak kalmıştı... Meclis de bilinen anlamda bir meclis değildi. Mustafa Kemal’in bizzat atadığı üyelerden oluşan bir meclisti... Ben buna meclis-i memuran demekte bir sakınca görmüyorum...

Türkiye’de kavramın gerçek anlamında bir parlamento hiçbir zaman varolmadı... O dönemde ne yapılmışsa, devleti takviye amacıyla halkı zapt-ü rapt altına almak amacıyla yapılmıştı. Devlet anlayışında, devlet ricalinin topluma bakışında ve devlet/toplum ilişkisinde Eski Rejim’dekinden farklı yegâne şey söylemin, retoriğin değişmesi, modernleşmeye yapılan aşırı vurguydu. Bilindiği gibi Osmanlı imparatorluğunda ve benzer imparatorluklarda köklü bir devlet/ halk yabancılaşması söz konusudur. Bizde söz konusu yabancılaşma cumhuriyetin ilanından sonra da devam etti ama bir farkla: Cumhuriyet rejimi halkı ‘adam etmek’ istiyordu...Öte yandan sınıfsal ilişkiler düzeyinde de hiçbir yenilik söz konusu değildi. Üretim ve mülkiyet ilişkileri olduğu gibi kaldı. Emekçi halk çoğunluğu [küçük ve yoksul köylüler ve işçiler] lehine en küçük bir değişiklik söz konu olmadı ama toprak ağalarının lehine düzenlemeler unutulmadı. Kır kesiminde küçük ve yoksul köylülerin akıbeti toprak ağalarına, mütegallibeye ve jandarmaya teslim edildi. Cumhuriyet rejiminin övünç kaynaklarından biri de kadınlara seçme ve seçilme hakkının birçok Avrupa ülkesinden önce tanınmış olmasıdır. Kullanılmadıktan sonra bir hakkı şeklen tanımanın bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Dernek kurmanın, parti kurmanın, kendini ifade etmenin, muhalefetin, basın özgürlüğün, akademik özgürlüğün, vb. mümkün olmadığı, daha da önemlisi seçimlerin olmadığı koşullarda kadınlara seçme seçilme hakkı tanınsa bunun ne önemi var? Velhasıl Cumhuriyet denilen rejimin cumhuriyetle ilgisi, görüntüden, söylemden ibaretti ve gerçek dünyada bir karşılığı yoktu.
Eğer Eski Rejim’den gerçek anlamda bir kopuş olsaydı, başka bir ifade ile gerçek anlamda bir modernite devrimi yaşansaydı. Kavramın gerçek anlamında bir Cumhuriyet söz konusu olsaydı, rejim bir dizi tabu yaratmaya zorlanmaz, böyle bir şey asla söz konusu olmaz, Mustafa Kemal putlaştırılmazdı.

Devletin kutsal sayıldığı bir modern devlet, bir cumhuriyet olabilir mi? Kişi kültüne dayalı bir rejim kendini cumhuriyet sayabilir mi, eğer sayarsa insanların böyle bir şeye inanması mümkün müdür?

Türkiye’deki rejimin adından başka cumhuriyete benzeyen yanı rejime modernlik görüntüsü veren bir dizi sözde modern-demokratik denilen kurum, mekanizma ve söylemin varlığıdır. Oysa, bütün bu kurumsal yapılar, mekanizmalar ve söylemler, aslında asıl işlevlerinin tersini gerçekleştirmek için varlar: Rejimin gerçek niteliğini gizlemek, bu amaçla mistifikasyon yaratarak başta diplomalı taife olmak üzere kitleleri oyalamak, aldatmak için... Cumhuriyetin ilk iki on yılında oluşturulan resmi ideoloji, entellektüel ve düşünsel alanı çoraklaştırarak rejime yönelik eleştirinin önünü kapatıyor, bilince çıkarılmasını, anlaşılmasını engelliyor. Böylesi bir körlük, Türkiye’nin 780 bin kilometre karelik bir ‘kışla’ oluşunu, halkın devlet tarafından ‘rehin alınmışlığını’ ve bunun sayısız olumsuzluklarını bilince çıkarmayı zorlaştırıyor ve tabii geciktiriyor. Mesela bir muasır medeniyet seviyesini yakalama ve aşma tekerlemesi var...

Muasır medeniyetin ne olduğunu gerçekten tartışan var mı? Neden tartışılmaz? Öyle bir şey mümkün mü? Arzulanır bir şey olmalı mıdır? Ağzını açan devlet ‘büyüğü’, politikacı, kapitalist patron, v.b., söze Atam izindeyiz, bize gösterdiğin yolda muasır medeniyet seviyesini yakalamakta kararlıyız... diye başlıyor... Ata’nın gösterildiği söylenen yolun nereye çıktığını merak eden var mı? Neden yok?

Sanıyorum yazının başında Türkiye’de geçerli rejimi anlamak isteyen, resmi tarihten, resmi ideolojiden ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan uzak durmalıdır derken, neyi kastettiğim anlaşılmıştır...

24 Aralık 2008 Çarşamba

عيد ميلاد مجيد - NOELiNiZ KUTLU OLSUN!


Filistin'den








ماجد أبوغوش - Macid Ebu Goş

إعذروني
……………..
لم استطع الوصول إليكم
منعني الجدار
ومنعني الحصار
ومنعتني الحواجز العسكرية
عربتي التي تجرها الأيائل
لم تقوى على الطيران
والجنود ساروا بأحذيتهم الثقيلة
على أغاني العيد
وعلى الهدايا !
----------------


(”yetişin, Noel baba kaçmaya çalışıyor!”)


NOELiNiZ KUTLU OLSUN!

Macid Ebu Goş

Affedin!
… … … … …
Sizlere ulaşmam mümkün değil
Duvar engelliyor
Ve abluka engelliyor
Ve askeri baryerler engelliyor.
Rengeyiklerinin çektiği arabam
Havada kuvvetli değil.
Ve askerler ağır postallarıyla yürüyor
Noel şarkılarına
Ve hediyelere!..

-----------------------------------
Arapça çeviri: Faiz Cebiroğlu.

23 Aralık 2008 Salı

El- Zaidiler Çoğalsın!




Faiz Cebiroğlu

Bazen yazdıklarımız ses veriyor. Bazen yazdıklarımız ilgi görüyor; ”Amerika mı, insanlık düşmanıdır!” yazım büyük ilgi gördü. Benden habersiz dergilere ve internet sitelerinde yer aldı. Önemli değildir; önemli olan yazdıklarımızın okunmasıdır. Okunuyor.

Okunan yazılar, yankı yaratıyor; bizden habersiz yankı buluyor. Irak’ta yankılar var; Irak’ta Amerikan gibi insanlık düşmanlarına karşı, yeniden insan olmanın tepkileri var. Muntazar el-Zaidi gibi onurlu gazeteciler var. El-Zaidi, ayakkabılarını George Bush’a fırlatarak bunun örneğini veriyor. O da biliyor; artık Irak’ ta insan demek, Amerikan işgalcilerine mücadele etmek demektir. Bu bilinçle, Bush’a; ” sana vereceğim hoşçakal öpücüğüm, ayakkabılarımdır. Artık ülkemizden defol, köpek!” diye bağırıyor ve tek silahı, ” ayakkabılarını” George Bush’a fırlatmak oluyor!

Haklı olarak tepkisini göstermiştir. Haklı olarak, ülkesini işgal eden, 1,5 milyon insanın ölümünden; 5 milyon insanın ülkesini terketmesinden sorumlu olan bir savaş suçlusu ve katile tepkisini göstermiştir.

Anlaşılır bir tepkidir. Yapılan bu haklı tepki, Muntazar el-Zaidilerin çoğalacağını gösteriyor. Son gelişmeler, bunun bir göstergesidir.

George Bush’a fırlatılan ayakkabı, hem Ortadoğu’da, hem de tüm dünyada büyük yankılar yarattı, yaratıyor.

Son gelen haberler, el-Zaidi’nin yalnız olmadığını gösteriyor: 17 Aralık’ta, Amerika, Washington’da, Beyaz Saray önünde, “Code Pink” isimli barış örgütü, Muntazar el-Zaidi’ye destek vermek için ”yüzlerce kullanılmış ayakkabı” ile bir gösteri düzenlemeleri bunun bir örneği oluyor.

Ne güzel, gösteriler başka yerde ve ülkelerde de devam ediyor.

El-Zaid’i yalnız değildir!

El-Zaidi hem yalnız değildir, hem de giderek çoğalıyor!

Muntazar el-Zaidi, yalnız Amerika’da değil, Irak’ta ve Ortadoğu da da bir “kahraman” olarak ilan edilmiş durumda. İsrail’deki “Hadaş” partisi de, el-Zaidi’nin derhal serbest bırakılması için bir imza kampanyası başlattı. Başka ülkelerde de el-Zaidi ile dayanışma eylemleri var ve giderek büyüyor.

El-Zaidiler çoğalıyor. Çoğalan el-Zaidiler, emperyalizm ve temsilcilerine korkulu anlar yaşatıyor.

Tesadüfi değildir.

Yıllar öncesinde, işgal altındaki Filistin’de, evlerini yıkmaya gelen İsrail askerlerine, çocuklar taş fırlatarak ”sevrat-ül hacer” yani ”taş devrimini” başlatmışlardı.

Yıllar sonra, işgal altındaki Irak’ta, gazeteci Muntazar el-Zaidi, George Bush’a ayakkabılarını fırlatarak ”sevrat-ül hiza” yani ”ayakkabı devrimi” , emperyalizm ve temsilcilerini ”tekmeleme devrimini” başlatıyor.

Tesadüfi değildir. Tepkiler, karşıtların savaşımında vûcut buluyor. Gelişim böylesi bir mücadelede oluyor. Sosyal varlık ve somut olgular bilinci de belirliyor. İnsan böylesi bir durumda insan oluyor. Bu bilinçle insan, eylemde insan oluyor!

Karşıtların savaşımında başka seçenek var mı?

İkidir: Ya sürü olmayı kabûl etmek, ya da buna karşı direnmek!

El-Zaidi, insan olmanın örneğini göstererek, ayakkabılarını George Bush’a fırlatıyor; yaşadığımız bu zalimler dünyasında mücadele etmekten başka bir yolun bulunmadığının mesajlarını veriyor.

Böylesi tepkilerin zamanıdır. Başka yerde de yazmıştım: Türkiye ve Ortadoğu yeni bir döneme girmiş bulunuyor. Bu, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele etme ve aynı anlama gelmek üzere “insan olma” mücadelesidir. Şu anki yaşadığımız Türkiye ve Ortadoğu budur. Artık bu topraklarda yaşamak, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı kahramanlık savaşı vermek demektir. Bu doğrultuda el-Zaidi bunun bir örneği oluyor. Budur.

Bu anlamda, el-Zaidiler çoğalsın diyoruz. Bu anlamda, el-Zaidiler çoğalıp, insanlık düşmanlarına karşı gereken cevabı versin, diyoruz!

BEŞİKÇİ ve SOSYOLOJİ




Yener ORKUNOĞLU / y.orkunoglu@fbi.h-da.de

Mutluluk doğru ve güzel düşüncelerle düşünebilmeyi bilmektir.“ ARISTOTALES

Bir önceki yazımda, Beşikçi’nin sosyal olaylara burjuva sosyolojisinin yöntemiyle, yaklaştığını ortaya koymuştuk. İsmail Beşikçi’nin sosyolojik görüşlerinin arka planının anlaşılması sosyolojinin ve pozitivizmin ortaya çıkışına göz atmak gerekir.

Sosyoloji ve pozitivizm deyince neyi anlıyoruz? Bu iki kavramı açıklamaya çalışalım. 18. yüzyılda bugünkü anlamı ile bir sosyoloji yoktur. Çünkü ‘burjuva sivil toplumun’ ortaya çıkması burjuva devriminden sonra belirginleşir. Sosyoloji sözcüğü ile defa August Comte (1798-1857) tarafından kullanılır.

Sosyolojinin Avrupa’da ilk öncüsü Saint-Simon’dur. Gerçi, o sosyoloji kavramını kullanmaz; ‘sosyal fizyoloji’ , ‘sosyal fizik’ veya ‘toplumu inceleyen bilim’ kavramlarını kullanır. Günümüzde burjuva düşünürlerinin büyük bir çoğunluğu, Saint-Simon değil de, Aguste Comte’nin sosyolojinin ilk kurucusu olduğunu ileri sürerler. Neden Saint-Simon görmezlikten gelinir? Bu konuda Dr. Hikmet Kıvılcımlı Metafizik Sosyolojiler adlı eserinde şöyle diyor:

‘Saint-Simon sosyalisttir. Onun için, sosyalizme düşman olan cephe, sosyolojiye hep başka kaynaklar aramıştır. Anti-sosyalist sosyologlar kendilerine Auguste Compte'u müjdeci saydılar. Gerçekte A. Labriola'nın pek doğru olarak söylediği gibi: "Dahi Saint-Simon'un soysuz ve gerici öğrencisi" olan Compte, Saint-Simon'u salt çalmış ve tahrif etmiştir. Burjuva cephesince pek olumlu ve makbul tutulmasına neden bu iki kalpazanlığıdır.’

Aslında modern dünyada ilk toplum bilimi (sosyoloji), Fransız Devrimi’nin yarattığı hayal kırıklığının sonucunda ortaya çıkar. Fransız Devrimden önce Aydınlanmacılar, akılcılığın egemen olacağı bir toplum vaat etmişlerdi. Böylesi bir akılcı topumda da ebedi barışın mümkün olacağını ileri sürmüşlerdi. Fransız Aydınlanmacılarına göre, ‘akılcı bir devlet, akılcı bir toplum kurulmalıydı; akla karşı olan her şey, amansızca ortadan kaldırılmalıydı.’Aydınlanmacılar, tüm insanlığı kurtarmak istiyorlardı. Oysa Fransız Devrimi sonrası yaşanan gelişmeler aydınlanmacıların vaatlerine hiç de uymuyordu.

Fransız Devrimi sonucu ortaya çıkan burjuva toplumu Saint-Simon’u hayal kırıklığına uğratır. Ona göre Aydınlanma filozofları ‘akılcı’ ve ‘ebedi barış’ içeren bir burjuva toplumu vaat etmişlerdi. Fakat toplumun istenilen düzeyde akılcı ve barışçı olmadığı ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla hayal kırıklığına uğrayan bazı düşünürler daha akılcı, barışçı ve özgürlükçü bir toplum kurmayı hayal ederler. Fransız Devriminin sonuçlarının yarattığı hayal kırıklığı, çok geçmeden bu hayal kırıklıklarını saptayan düşünürleri de ortaya çıkarır. ‘Bir bu düş kırıklığını saptayacak adamlar eksikti. Nihayet onlar da yüzyılın dönümü ile geldiler’(Engels). İşte Saint-Simon bu düşünürlerden biridir.

Saint-Simon, Fransız Devrimi’nin yeni bir çığır açtığını ve yeni bir toplumsal düzen getirdiğini belirtir. Ona göre, devrimin yarattığı burjuva toplumu insanlık tarihinde özel bir öneme sahiptir. Modern burjuva toplumunun iki temel karakteristik özelliği vardır: Birincisi, modern burjuva toplumunda üretim ve ekonomik ilişkiler gelişmektedir, ki bu durum ifadesini sanayileşmekte bulmakta; ikincisi, üretim ve ekonomik ilişkilerin gelişmesi eski soyut ve skolastik felsefeden, toplumsal teorilere geçişi sağlamaktadır. Bu toplumsal teoriler yeni bir bilimin (Ekonomi Politiğin) doğmasına yol açmıştır. Dolayısıyla, sosyoloji, ekonomik politik ve sosyalizm aynı zamanda doğmuşlardır. ‘Sosyal’ sözcüğü sosyalizmin öncülüdür. Sosyalist düşüncenin doğmasına yol açan şey, sosyal sorunlardır. Sosyoloji sosyalizme açılan bilim olarak doğdu.

1789 Fransız Devrimi sonrası bir sanayi devrimi yaşanır. Sanayi devrimi, sosyal sorunları da birlikte getirir. Sanayi devriminden kaynaklanan sosyal sorunların analizi ve çözümü için yeni düşünceler ortaya çıkar. Bir toplum bilimi olarak sosyoloji, toplumsal sorunları inceleyen bilim olarak gündeme gelir. Sosyalizm düşüncesi ise, kapitalizmin doğurduğu toplumsal sorunlara cevap olarak doğar. Sosyalizm, kapitalizme karşı bir alternatif olarak geliştirilir.

Oysa İsmail Beşikçi’nin görüşlerinde kapitalizmin yarattığı tüm sorunlara cevap arama yoktur. Beşikçi, kendini Resmi İdelojinin eleştirisi ve Kürt ve Alevi sorunlarıyla sınırlamaktadır. Bir başka deyişle, Beşikçi’nin sosyolojisi kapitalist düzenin temellerine (üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete vb.) dokunmaz, sadece onun aksaklıklarını (ulusal sorun, yetersiz laiklik vb.) gidermeye yöneliktir.

Kapitalizmin sorunlarına karşı geliştirilmiş olarak doğan bu ilk toplum bilimi, daha sonraki gelişim süreci içinde iki farklı anlayışı, iki farklı toplum bilimini doğurdu: Birincisi, Marx’ın geliştirmiş olduğu tarihsel materyalizm anlayışı. Tarihsel materyalizm düşüncesinde, tarih, ekonomik ve toplum bu üçü tek bir bilim içinde ele alınır; İkinci anlayış olarak burjuva sosyolojisi ortaya çıkar. Tarihsel materyalizm, ezilenlerin çıkar ve eğilimlerini dile getiren bir toplum bilimi iken, burjuva sosyolojisi esas olarak burjuvazinin çıkar ve eğilimlerini ifade eder.

Tarihsel materyalizm, kapitalizmin aşılması gerektiğini ortaya koyarken, burjuva sosyolojisi, burjuva düzenini koruyan, burjuva düzeni sınırları içerisinde ilerlemeyi savunur. Burjuva sosyoloji, esas olarak ‚pozitif felsefe’ olarak doğdu. Comte’nin ileri sürdüğü pozitivizm felsefesi bugünkü burjuva sosyolojisinin temellerini atmıştır. Beşikçi’nin sosyolojik görüşlerinin daha anlaşılır olması için, Comte ve onun pozitivizmine kısa göz atmak gerekir.

–devam edecek-

22 Aralık 2008 Pazartesi

YAZARLIK VE ELEŞTİRİ




Yener Orkunoğlu / y.orkunoglu@fbi.h-da.de


"Bilimsel gerçekler üzerinde anlaşmak varken, kelime yığınlarıyla kavga etmek niçin ?" Francis BACON

Geçen haftaki ‘Talihsiz Bir Yazı’ başlıklı yazıma hem okurlardan hem de bazı dostlarımdan eleştiri geldi. Bugün bu eleştirileri sizlerle paylaşacağım.

Bir ‘okur’ bana tam 6 sayfayı tutan bir ileti yazmış. Bazı yerlerini imla hatalarını düzelterek aktaracağım. Mektubunun başında şöyle yazıyor:

‘Sayın Z. Yener Orkunoğlu 15 Aralık Özgür politikada, Talihsiz bir yazı, başlıklı altında, Sayın Selahattin Erdem’i eleştiriyorsunuz, tabii ki herkes eleştirme hakkına sahip ve eleştirebilir. Ama eleştiriler gerçek ve objektif olmalı bence.

Sayın Orkunoğlu uzun zamandan beridir, gerek yeni Ülke ve gerekse şimdiki Özgür politikaya kadar, bu gazete geleneğini hep takip ediyorum. Ayrıca sizin yazılarınızı da hep takip ediyorum. Sizin yazılarınıza değer de biçiyorum ve de çok önemsiyorum, ancak takip ettiğim süre zarfında, belki de herkesin hata yapabileceği anlayışıyla, sizinde bu uzun zaman zarfında iki talihsiz yazınıza tanık oldum, birincisi, epey bir zaman oluyor, Sayın Cemil Bayık’ın bir yazısı yayınlanmıştı, Siz o zamanda talihsiz bir yazı olarak eleştirmiştiniz, Bu İkinci bir talihsiz yazı olarak da Sayın Salehettin Erdemin yazısını eleştirmişsiniz.

Ben şahsi olarak Sizin bu iki yazınızı Talihsiz bir yazı olarak görüyorum’
Sizin Sayın Erdem’e yönelik, eleştirinin ana teması, Sayın Erdem genel bir çerçeve çizerek, ayrım yapmadan her aydını, her yazarı ayrım gözetmeksizin aynı kefeye koyarak eleştirmesi oluyor.’

Evet böyle yazmış değerlendiriyor ve sonra kendi yorumunu yazıyor:

‘Ben şahsen o kanıdan değilim ve ben de Sayın erdemin yazısını okudum, hemde iki sefer okudum, Sayın Erdem çocuk değil, Ömrü dağlarda Siyaset ve savaş içerisinde yaşayarak geçmiştir, oturuşu ve kalkışı Siyaset ve Politikadır, Politika ve Siyaset içerisinde yoğrulmuş bu günlere gelinmiştir, öyle sanıyorum ki Sayın Erdem, neyin ne olduğunu, yaş ve kuruyu çok iyi görebildiği ve bu temelde de çok iyi bir ayrışmaya da gideceğini çok iyi bildiğinin inancındayım.’

İnanlar bir yazıyı farklı algılayıp, yorumlayabilirler. Kimse bu farklı algılamaların önüne geçemez. Bence yukarıdaki yorumlama çok tarafgil bir yorumlama. Farklı yorum için bir başka örnek Davud adlı bir okur sunuyor. Kanada’dan yazan Davud şöyle yazıyor.

’Merhaba, hocam nasılsınız...Sizin yazılarınızı özenle okumaya çalışıyoruz. Sade ve anlaşılır bir biçimde yazdığınız için bizimde anlamamız kolaylaşıyor, sağ olun! . Son yazınızı okudum. Selahattin Erdem’in yazısına istinaden yazdığınız ve yerinde tespitleriniz ile haklı bir eleştiri yaptınız. Yazıyı bende okudum. Sizin yazınızdan önce ve katılmadığım çok yanı vardı. Aayaklari havada. Daaha cok sitem ve kızgınlık belirten bir yazıydı. Sanırım sosyalistlere yönelik değil, daha çok Kurt milliyetciliğine yönelik, ama somut belirtilmemiş. Psikolojik savaşın gırla gittiği bir ülke Turkiy. Bu bu yuzden sanırım, yazılar pek somut olamıyor. ama Selahattin Erdem’inki olmaması gerekiyor . Elbetteki kimi insan emeğini satarak kimisi de düşünce ve beynini satarak yasamını finanse ediyor.’

’Amed’ ismiyle ileti gönderen bir başka okur ise şunları yazıyor:

’Sayın Erdem’i eleştirdiğiniz bir çok konuda sizin gibi düşünüyorum. Keşke genel bir değerlendirme yerine, hangi yazarlar için geçerli olduğunu yazsaydı. Sizde çok iyi biliyorsunuz, Şimdi Trk tv da Kürt Aydını diye ekrana çıkardıklarını ,bilmem nasıl değerlendirirsiniz...Daha doğru dürüst Kürtleri kabul edemeyen medyalari birden Kürt aydını diye ekranlara çıkarınca, insanda soru işaretleri doğuruyor. Şunu da eklemek istiyorum, gerçekten talihsiz bir yazi bence de ..’

İki dostum ise yazıma eleştiri yönelttiler. Sevdiğim bir dostum şöyle yazdı:

’Sen utangançlığını "Keşke"lerle o adama hak vererek yapıyorsun. Sonuçta bu yazı o adamı mahkum etmiyor, dolaylı yönlerden haklı çıkarıyor. Yazının yayınlanma nedeni de bu. Benim karşı çıktığım nokta burası. Neyse, sorun değil elbette gelecekte yine başka konuları da tartışacağız.’

‘Benim eleştiri yazım, Selahattin Erdem’i mahkum etmekten ziyade, onu haklı çıkarıyormuş.

Bir başka dostum ise aşağıdaki paragrafıma dayanarak, Erdem’i haklı çıkardığımı ileri sürüyor.

O paragraf ise şu:

‘Bu satırların yazarı da bu konuda ideal olan konusunda Erdem gibi düşünüyor. Ama ne yazık ki, gerçeklik başka bir şey söylüyor bize. Tabii haklı olarak şu soruyu akla geliyor: Özgür Politika gazetesi vb. Öcalan’ın kitapları bedava olarak insanlığa dağıtılabilir mi? Keşke öyle olsaydı. Ama ne var ki, bugünkü koşullarda bu mümkün değil! ‘

Bu iki dostuma kısmen kırıldım. (Zaten dostlar acı söyler). Ama kırılmaktan çok kızdım. Nedenine gelince? Bu iki dostum, geçimlerini kısmen yazarlık yaparak sağladıkları için, doğal olarak yazıya tepki gösterdiler. Tepkilerinde çok haklılar. Ben de yazdıklarımdan geçinseydim, ’ajan’ olmakla suçlansaydım, onlar gibi tepki gösterebilirdim. Ama onların eleştirileri bana çok tepkisel ve sınırlı gelmişti. Eleştirileri esas olara ’demek bu kadar yıl ajanlık yapmışız!’ gibi bir tepkinin ötesini geçmiyordu. Oysa benim dikkat çekmek istediğim nokta, Selahattin Erdem’in yazısının arkasındaki mantık ve bu mantığın sonuçlarıydı. Bu nedenle duygusal tepki göstermekten ziyade, mantıksal eleştiri yapmak daha doğruydu. Çünkü Selahattin Erdem şöyle yazmıştı: ’Emek gücünü satmak doğru olmasa da anlaşılır bir yanı vardır, fakat beyin gücünü satmanın bence anlaşılır ve izah edilir bir yanı yoktur.’

Erdem’in yazdığı satırların sonuçlarını bir düşünün. Bu mantık, tüm emek güçlerini satan bütün işçileri suçlamaya varabilir. Bu bir. Geçimlerini yazdıklarıyla sağlayan, kültür dünyasına katkıda bulunan insanları suçlamaya gidebilir. Bu iki.

Sonuçta ayırım yapmadan, kültür dünyasına katkı yapıp yapmadığını analiz etmeden, tüm yazarları aynı kaba koymak, ‘tüm kültür ve uygarlık dünyasını yadsımaya gider.’ Bu nedenle Selahattin Erdem, yazısına açıklık getirmek gibi bir sorumlulukla karşı karşıyadır.

Söz Onların








A. Kadir Konuk / yenihayat1@t-online.de

Bu gün söz onların.
O kadar çoklar, o kadar canlar. Hepsi değişik siyasi hareketlerin insanları. Türk, Kürt, Ermeni, ne fark eder?

Yüzlerce sayfa tutuyor mektupları, ben içlerinden cımbızlıyorum sözleri:


(karikatür: Yavuz Mamaç)

Barış Açıkel’in mektubuna, bir kitaptan aldığı şiirle başlıyorum:

“ağlama Ahmet ağlama
davranma kuşağına ikide bir
anam-avradım olsun bu kara günlerin
sonu gelir
büyük balık küçük balığı yutar demişler
bok yemişler
onu sardalyalar düşünsün
sen balık değilsin ki ahmet
mek parmak mek parmak daha
sonu selamet.”

Kendine cezaevinde bir iş çıkarmış Barış. “Bu günlerde İspanyolca öğreniyorum. Nedeni de gitar çalıştığım için. Diyeceksin ki İspanyolca’yla gitarın ne alakası var? Flemanko parçaları anlayıp çalabilmek için. Ayrıca dil çalışması zevkli bir şeymiş. Epeyce geç fark ettim.”

“Biz tutsaklara yazmak nereden aklına geldi” diye soruyor Gülazer Akın. Devam ediyor:
“Keşke senin gibi duyarlı insanlar çoğalsaydı. Her kes bir iki kişiye yazsaydı, yine de yeterdi.”

Gülazer yıllardır yatıyor içeride, ama koskoca bir neşe küpü. Anlatıyor:

“Çelişkilerin olduğu yerde başarı daha büyük oluyor. Mesela ben böyle zorlu zamanlar yaşamasaydım, Allah bilir şimdi nasıl bir hayatım olurdu. Belki de daha on beşime varmadan babam beni bir davulcuya yada zurnacıya vermişti, şimdi 5-6 tane de çocuğum olmuştu. Akşama kadar onların peşinden koşturmaktan şimdi canım çıkmıştı…. Yani şimdi ben cezaevinde de olsam en azından ne için yaşadığımı biliyorum. Kendimi ruhen ve yürek olarak güçlü hissediyorum.”
(Önemli sağlık sorunları var. Yakınma sayılır diye onlara sıklıkla değinmiyor..)

“Sevgili heval, gönderdiğin kartları bize vermiyorlar. Kartlar yazılı olmayınca emanete kaldırıyorlar, ancak ailemize veriyorlar. O yüzden kartları gönderdiğinde arkasına kurşun kalemle birkaç cümle yazarsan alabiliriz” diyor Erol Dündar.

İçeride oturmak kötü, üç adım voltada bile olsa gezinmek iyidir. Ama ona da izin verilmediği anlar oluyor.

“Buradaki uygulamalar çok farklı. Şu an ben de içinde olmak üzere hepimizin cezaları var. Üç ay sportif etkinliklerden men!... Bir yıldan fazladır açık görüşe çıkamadım…14 yıldır cezaevindeyim, daha on altı yılım var…” diyor Umut Beyaz.

“Babamı, cezaevine ziyaretime 1995’te gelip gittikten sonra kaybettiğimi üç yıl sonra öğrendim, annem sanırım yaşıyor” diye yazmış İbrahim Doğan.

Bu sözlerin içeriğini, neler anlatmak istediğini fazla açıklamaya gerek var mı?

Ve şakayla ekliyor İbrahim Doğan, “Tahliyemize az kalmış, dile kolay, 2025’te dışarıdayım.”

Bir de adresler iletiliyor içeriden dışarıya, ben de iletiyorum, belki bir yazan çıkar.

“Nurcan Ersöz Muş E Tipi 1. Oda yazarsan ulaşır. Arkadaş 14-15 yıldır cezaevinde. Dağda yaralı yakalanmıştı. Çok mütevazi, çok hoş bir insandır. Şehit Gurbetelli Ersöz’ün amca kızıdır” diyor Ciwan Diyarbakır damından.

İsmet içeride yaşlananlardan biri. “Yaşıma şaşırmışsın, 34 yıla bir 60 yılı sığdırmış gibi hissediyorum. 18, 19 yaşlarımda yakalandım” diyor.

Kısası 16 yıldır içeride, daha da yatacağından başka. Üstelik önemli sağlık sorunları var, ama onun deyimiyle “İdare ediyor” işte.

Bazen gecikiyor mektuplar, dışarıdaki insan meraklanıyor, içeriden onu teselli ediyor Zindan Gülleri.

Şöyle yazıyor Şadiye Manap Midyat’tan:

“Hayır, bizi zor durumda bırakmıyorsun zarf pul konusunda. Sorunumuz olursa paylaşırız. Sanırım geciktiğimiz için bu yoruma gidiyorsun. Gecikmemizin tek nedeni yapmamız gereken işler, çalışmalar. Yani zindandayız ama çoğu zaman yoğunluktan başımızı kaldıramıyoruz….”

Kitaplı yazar, güzel öykülerin kalemi Rojbin Perişan, dışarıda üzgün olanı teselli ediyor:
“Bir çoğumuz 15-16 yıldır cezaevindeyiz, eğer bu halkın özgürlüğü için bir katkıda bulunmuşsak bu bizim için bir onur, mutluluktur!”

Bir de ailece girenler var zindanlara. Bolu zindanında yatan Resul Kocatürk bunlardan biri. Anlatıyor:

“Biz yakın zamana kadar hapishanede üç kişiydik. Yoldaşım, eşim Badegül de kısa bir süre öncesine kadar tutsaktı. 2005 yılında hapisliğinin 10. yılındayken tahliye oldu. Kardeşim Mustafa ise şu an Erzurum H Tipi cezaevinde tutsak. Birader yoldaşım da hapisliğinin beşinci yılında. Annem ve babam Fatsa’da kalıyorlar. Bana ayrı kardeşime ayrı ziyarete gidip gelmek onları oldukça yıpratıyor, sağlıklarını olumsuz etkiliyor.”

Yıllardır yatan Fercan, adının öyküsünü anlatıyor yazıştığı insana.

“Fercan… Evet Fercan… Ben dünyaya geldiğimde babamla dayım askerdeymişler, bir arkadaşları varmış, ismi Feccar’mış, bana onun ismini vermişler… Ardahan’da orta okula kaydım yapılırken katip benim adımı Feccar yazacağına Fercan yazmış. Liseyi bitirdim, diplomayı Fercan ismiyle verdiler. Biz de mahkemeye baş vurduk ve nüfusta da ismimi Fercan yaptırdık. Mahkeme ilginç olmuştu, anlatayım. Mahkemeye iki şahit götürdük. Bizim köylü iki amcaydı. Mahkemede şöyle ifade verdiler: Biz köyde çobandık. Öğlen hayvanları sağım için köye getirdiğimizde Şerafettin Kaya’nın oğlunun (Ünlü avukat Şerafettin Kaya değil) olduğunu isminin de Fercan konulduğunu söylediler, biz Fercan olarak biliriz. Doğum tarihi 13 Ocak 1960’tır.
Düşündükçe bu yalancı şahitlere güler dururum. 13 Ocakta Ardahan’da hayvanlar otlatılmaya gider mi hiç? Karın bir metreden az olmadığı, zemheri ayında çobanlarımız hayvanları otlatmaktan geliyorlar… İşte böylece resmi adım Fercan oldu.”

Sinan’ın öyküsü daha bir başka.
“94’te yakalandım. Daha 18’imi yeni bitirmiştim. 95’in sonunda müebbet hapis cezası aldım. Yaklaşık 15 yıldır cezaevindeyim.”

“Siz 20 yıldır yurt dışındasınız, topraklarınızı, bağlarınızı sularınızı görmüyorsunuz, ben de 17 yıldır içerideyim. 20 yaşındayken tutuklandım… Bartın, Erzurum, Siirt, Diyarbakır zindanlarında kaldım, şimdi buradayım. (Bingöl)” diyor Edip Yalçınkaya.

Bir de Erzurum’da yatan bir İnsan Hakları Savunucusu var. Rıdvan Kızgın. Önceleri Bingöl damında kalıyordu. Yaş bir hayli ileri, yaşıtlarıyla yatıyor. Şöyle anlatıyor yeni yerini.

“Oda 22 kişilik, benimle birlikte 17 kişiyiz. Ve hepsi memur, esnaf. Yaşları benden büyük olanlar da var, benim yaşımda olanlar da….”

Rıdvan Kızgın,
kendi deyimiyle “eğer bir kazaya belaya uğramazsa” üç ay sonra dışarıda olacak.

Ya ağırlaştırılmış müebbetlikler?

Onlar kaç cezaevi müdürü, kaç gardiyan, kaç cezaevi savcısı emekli edecekler daha? Kaç kez uykularından uyandırılıp, apar topar başka zindanlara, takım kelepçe, kol zinciri, tekme tokat sevk edilecekler.

Mektupları, havalandırma bahçesine çıkma, spor yapma, volta atma, söyleşme hakları yasaklanacak daha yıllarca.

Ve biz dışarıda olanlar “Af mı? Af istemek ayıptır” diyerek fikir sporuna devam edeceğiz.
Yatan biz olmadıktan sonra yatsınlar değil mi?

Biz içerideyken türkünün sözlerini değiştirmiş, “Mapus kaça kaça biter”e çevirmiştik. Geceler boyu görülür bu rüyalar, iyi biliyorum bunu. Beden betonda, tahta ranzada, demir ranzada, ince yatak üstünde, hücrede kalır, ruh kaçar geceleri, gider nehirlerin, denizlerin kenarına konar.

Ama yıllar da kaçar insan ömründen. Bir daha yakalanamayacak yıllar.
Yeni yılda o insanların yılları dışarıda tüketmeleri kime ne zarar verebilir?

Zindan Gülleriyle yazışıyor musunuz? Haydi geceler boyu çatlaştığınız bilgisayarlarınızın başına bu kez de onlar için oturun, gönderin onlardan size gelen mektupları, onları dünyayla paylaşalım. Hiç değil sesleri özgür olsun.

Yazışın onlarla, kartlarınıza mektuplarınıza, “Siz utanmayasınız diye sizin için af istemiyoruz” diye yazın.

Birlikte onların hepsi için seslenelim mi?

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!

21 Aralık 2008 Pazar

Şeş beş TV





A.Kadir Konuk / yenihayat1@t-online.de


Heşt’ti kısa sürede enflasyona uğradı şeş oldu.
Bir şeşle ne yapar insan?
Tavla bile oynanmaz.
Bir şeş yetmez, iki tane olsun; düşeş.
Heştşeş de olabilir, şeşheşt de, ama zarda yazmaz bunlar. Zar düşeşe kadar.
Zarın her yanına şeş yaz, gele yok.

Tavlaya yeni başlayan acemiler iki şeşi yan ana görünce şeşşeş derler, ayıp ederler. Bazıları da akılları hepyekte kaldığı için iki şeşi bir arada görünce hemen bağırırlar: Yaşasın hepşeş!
Aslı DÜŞEŞ.

Bazı enteller de düşeşi, düşes sanır, güzel mi diye sorabilirler. Düşes dükün eşi oluyorlar. Baronların eşlerine barones deniliyor. Firstleydi başbakan eşleri oluyor ama başbakan kadın olunca onların eşlerine firstmen denilmiyor. Men adam oluyor, Şeş= TV.

Bazı acemiler parmaklarıyla sayarak oynarlar oyunu. Bir şeş iki şeş üç şeş… altı altıya gelince şeşşeş…

Tavlayı biliyorsanız atları da biliyorsunuz demektir.
Ne alaka diyenler olabilir. Tavlanın Arapça aslı “Tavile” olup at ahırı anlamına gelir. Bunun İtalyanca olanı ise “Tavola” olup, o bildiğiniz zarlı oyundur. Çıkışı İtalyan olan bu oyuna şeş nereden karışmış, onu rufailer biliyorlar. Rufailik adını Ahmed Rifai’den alıyor nefsin arınmasını içeriyor. Nefs arınınca Rifai, Rufai oluyor. Tarikattır, hakikat değil.

Zarların iki yüzünde bir sayısı olunca, hepyek, iki olunca dubara, üç olunca düse, dört olunca dörtcihar, beş olunca dübeş…
En güzel söz penc ü se için söylenir, penc ü se, severler güzeli genç ise.
Şimdi yeni bir söz eklenecek tavlaya, Şeş Tivi.
Sosyetik söylemle TV, tivi okunur.

Öğretmen kıtlığında onların yerine geçen eğitmenler vardı bir zamanlar. Ben çiçeği burnunda bir cumhuriyet muallimi olarak sağlıklarına yetişmiştim onlardan bazılarının. Bu eğitmenler ilk okul üç mezunu olup, köylere okuma yazma öğretsinler diye gönderilmişlerdi geçen yüzyılın ilk yarısında. Bunların bir çoğunun askerde Ali okullarında okuma yazmayı öğrendiklerini ileri sürenler de vardı. O günlerde okuma yazma bilmeyen Kürtlere askerde Ali denilirdi. Onların Mehmet olabilmeleri için önce okur yazar olmaları gerekiyordu.

Her neyse, bu eğitmenlerden Kürt olan birini müfettiş teftişe gelmiş. (Benim sevgili Kürt öğrencilerim müteffiş derlerdi onlara ve jandarmalardan sonra ikinci yumurtacı onlardı. Bir de kızarmış tavuk kıçı yemeye bayılırlardı.) Bizim eğitmen tahtaya “MINI MINI KUZUCUK” yazmış, çocukları tek tek tahtanın yanına kaldırıp, okutmuş. Çocuklar elbette sırayla mını mını kuzucuk diye okumuşlar. Müfettiş eğitmenin gözlerinin içine bakıyor, eğitmen bir terslik olduğunu seziyor ama terslik nerede işte onu bulamıyor. Ve anında açığı yakalıyor, ama nasıl düzeltecek?

Tahtaya en son kaldırdığı çocuk da mını mını kuzucuk diye yazıyı okuyunca bizimki çocuğun kulağına yapışıyor, esek oglim, eyle degil, mını mını yazilir, mini mini okunir, demiş.

Kürtçe’de televizyon sözcüğünün özgün bir adı olmadığını ROJ -TV’den biliyorum. Belki özgün bir Kürtçe adı vardır, varsa cahilliğim affola. Var da Kürtler yazmıyorlarsa onlar affola.

Ama şimdi yeni kurulan bu ŞEŞ - TV’nin şeşi Kürtçe, TV’si televizyon sözcüğü ne kadar Türkçe’yse, demokratik cumhuriyet kurallarına göre o kadar Türkçe.

Bildiğiniz gibi koyunların ince bağırsaklarının içi doldurulunca adları bumbar, şişe sarılıp kızartılınca kokoreç oluyor.

Bu yeni televizyon kanalı dünyaya gözlerini daha açmadan milliyetçilerini ve hainlerini üretti. Oraya katılan Kürtler’e bundan böyle şeşhain denilecek. Eskiden de caşhainler vardı.

Hayır, ben orada çalışacak insanlara öyle bir şey söylemiyorum. Bu konuda (Her ne kadar bu günlerde önüne gelen Kürtlük derecesinin ne kadar sağlam olduğunu kanıtlayabilmek için Marks ve Marksistlere sövse de) sıkı bir Marksist olarak diyalektik düşünüyor, gerçekte yeni bir asimilasyon aracı olan bu TV kanalının aynı zamanda Kürt diline hizmet edebileceğini de var sayıyorum.

Neden diyecek olursanız:
Kestirmeden söyleyelim, bu televizyon elbette Kürtçe’nin korucu cinsi olacak. Ama bu televizyonun bütün art düşüncelerine karşın bir de ön düşünceleri var. Her halde W yerine iki V, Q yerine KÜ yazamayacaklar, X için de İKS demeyecekler. Böyle yaparlarsa dünya önünde kargadan beter duruma düşeceklerini, burunlarının iyice boka batacağını bilirler. Yani neresinden bakarsanız bakın X, W, Q girdi, gerisi daha kolay girecek. Bunu sağ tarafından bakarak, bir kazanım olarak değerlendirmek ihanete ortak olmak anlamına gelmez.

(resim: serpil odabaşı)
Bu harfler türküler söylenirken sorun olmuyor da ekranda bir şeyler yazmak zorunda kaldıklarında biraz acıtacak gibime geliyor.

Örneğin başbakan ekrana bakacak, aha XQW! Bunlar ne diye bağıracak, yanıt hazır: Şeş!
Buna tavla oyununda iki mars bir ters deniliyor.
Yani beş…
Arap rakamlarıyla beş = 0 oluyor.

Beni neden zorluyorsunuz anlayamıyorum. Nilüfer’i en sıkıntılı günlerinden tanıyorum. Hiçbir siyasi hareketin savunucusu olmadı, çok zor yollardan geçti, şimdi ulaştığı yere üzeri cam kırıklarıyla dolu merdiven basamaklarını tek tek çıkarak ulaştı, kendine, insanlara, kendi diliyle türkü söyledi sadece. Düne kadar Avrupa’daki Kürtlerin gecelerine de özel davet ediliyordu. Şimdi şeşe gitti diye herkes ona beş demeye başladı. Bu bana tuhaf geliyor, katılmıyorum bu değerlendirmeye. Bir zamanlar aynı gazetede yazı yazdığım gazeteci arkadaşım için de bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Neden hain olsun onlar? Fabrikada çalışan Kürt kime çalışıyor, patrona, devlet memuru Kürt nasıl bir işle uğraşıyor, devletin resmi işleriyle, Kürt profesörler üniversitelerde ne halt karıştırıyorlar, falan filan…Maaşlarını nereden alıyorlar bu hazretler?

Hele hele Kürtleri katletme kararlarının çıktığı, Kürtçe’nin ‘Bilinmeyen bir dil’ olarak adlandırılarak yasaklandığı meclise Kürtler milletvekili olarak girebiliyorlarsa içinde Kürtçe konuşulacak Şeş’e neden giremesinler?

Eğer bu değerlendirme, yani Şeş’e giren haindir sözü doğruysa ötekiler de doğrudur. Bu ulusun yazarı, şairi, beyin emekçilerinin tümü satılık, sanatçısı hain, öğretmeni Türkçe öğrettiği için dipten ajan, memuru devletin hizmetinde olduğu için işbirlikçi… Mahkemelerde tercümanlık yapanlar ise mübaşir Kürt. Eskiden bir de bekçilik vardı, hepsinin adı Murtaza.

Bunlara damgalı JİTEM’ci korucu, ihbarcı muhtar, kapitalist ağa, uyuşturucu satıcısı şeyh, mafyacı milletvekillerini, cepçileri, yankesicileri, kapkaççıları da eklediğinizde geride ne kalıyor?

Süzülmüş halk!

Onlar da ekmek, geçim derdinde olduklarından…

Adamın birinin canı müthiş sıkılıyormuş, gitmiş pazar yerindeki insan kalabalığının (Erbakan halk dediğin pazar yerindeki insan sürüsüdür demişti) içine, ibneleeer, diye bağırmış. Kadını erkeğiyle herkes dönüp adama bakmış, vay be demiş adam, ne kadar da çoklarmış.

Tövbe, halka hakaret eden kim?
Ben süzme halk çocuğuyum bir kere, içinden çıktığım yere asla hakaret etmem.
Onu Demirel yapar.

Bir zamanlar, yani geçen yüzyılın üçüncü çeyreğinin bir yerinde, o günlerde Kara Oğlan diye anılan Bülent Ecevit ‘Biz halk çocuğuyuz’ demişti de Süleyman Demirel tiviye çıkmış, gerdanını kırmış, gözlerini belertmiş, ‘Sayın Ecevit diyor ki biz halk çocuğuyuz. O halk çocuğu da biz onun bunun çocuğu muyuz’ demişti.

Tam o sırada halkımızı devrim için tavlamaya uğraşırken devrimci tavla oynuyorduk, masaların altına yattık gülmekten.

Yek, dü, se, çar, penç, şeş…
Yek mume, dü mume, se mume…
Bu ne güzel düğündür, la ilahe illallah!

Önce Zazaca bir Şeş-TV filmi sunuyorum sizlere.

Mekan, Zurun (Çayıryazı) Köyü. Sabah erken. Öğretmen (Yani ben) okula gidiyor. Mevsim kış, yerde üç metre kar var. Bir evin köşesinde altı yaşında, donsuz bir erkek çocuk (Yani Murat), yarı gizlenmiş, öğretmen (Yani ben) önünden geçerken çocuk (Yani Murat) bağırmaya başlıyor.
“Muallim muallim nun di ma to ni!”

O günlerde Şeş TV olmadığından öğretmen Zazaca bilmiyor. Sonradan, piyasada kullanamadığı için unutmak üzere öğrenecek. Ama çocuk her sabah aynı köşede eylemini üç kez yineliyor.
Öğretmen çocuklara soruyor.
Bu ne demek?
Vıyy, ayıptır öğretmenim, diyor çocuklar.
Ayıp mayıp, bu herif her sabah bana bunu söylüyor. Bana bu sözü açıklayın, yoksa hepiniz alırsınız cezayı.
Şıxoların Nesimi’nin (Yani Dede, muhtar) oğlu Mustafa “Öğretmenim ananıza sinkaf ediyor” diyor.
Mekan aynı, saat aynı, öğretmen arkadan dolaşıyor, Murat’ın kulağına yapışıyor, Murat bağırıyor:
Yav meki, yav meki…
Yaa, diyor öğretmen, sen her gün benim anamı belle, ben senin kulağını biraz çekince de meki meki…

The end.

Şimdi sizlere devletin meclisinde ‘Bilinmeyen bir dil’ kaydı altında bulunan, ama devletin TV’sinde bu dille bilinmeyen şarkılar söylenecek olan benim sözlük aşırması Kürtçe’mle alt yazılı bir Şeş-TV programı sunuyorum.

“Hewale min, Pewistiya me bi çi heye? Zane? Pewistiya me bi zanin ü teknike heye. Hem Pewist e tu hini zimanen cihane bibi. Ma tu bawer naki? Bawer bike, ez rast dibejim.

Seroka DTP: Dive li Rojhilata Navin yekitiyeke weki Yikitiya Ewrupaye be Avakirin.

Seroka AKP: Mir bir yar girt ku ez herim Silemaniyeye. Dive keşeya kurdi bi awayeki dadyane be çareserkirin.

Seroka DTP: Kurd ji bo çi zaningeheke danemerinin?

Seroka AKP: Civak diguhere, le siyasetmedar nafuherin.

Seroka DTP: Bawer bike, ez rest dibejim.

Seroka AKP: İro yen ku dive bene darizandin, didarizinin.

Seroka DTP: Şeşoğli!

The end.

Yani “İşte öyle bir şey!”

Kürtler Şeş-TV ile tavla değil, Kürtçe öğrenecekler az şey mi?

İyi de siz neye kızıyorsunuz? Ben acımdan ne söylediğimi biliyor muyum?

Şimdi ben bu acıyla Zindanlar boşalsın, Siyasi genel af diye bağırmayayım da nasıl bağırayım?

Hiç değil M.Ö’den beri içeride yatan, temiz insanlar çıkar dışarı.

Xalas, ende, the end, bitti!

20 Aralık 2008 Cumartesi

KURT KAPANINDAN GÖR-ÜN-TÜ








Prof. Dr. M. ŞEHMUS GÜZEL

Önce Fransızcadan bir deyişle başlamak istiyorum : “Quand le chat n’est pas là, les souris dansent.”

Bunu Türkçeye şöyle çevirmek olası : « Kedinin olmadığı yerde fareler dans ederler. »
Güzel de burada “kedi” kim “fareler” kimler artık okuyana kalıyor. Herkesin ke(n)disi ke(n)disine. Farelerse ne yapacaklarını her zaman çok iyi bilirler : Hücum peynirlereeeeeeee...
Sonra siyasi bir espri. Almanya’dan. Almanya Federal Cumhuriyeti Dışişleri eski Bakanı Joshka Fischer birkaç gün önce ve elbette gırgır olsun umuduyla aynen şöyle dedi : “Merkel, Sarkozy’yi anlayabilmek için Louis de Funes’in filmlerini izliyor.”

Louis de Funes’i
anımsatmak için şu kadarını söyleyeyim : Fransız sinemasının bir saniyede en çok hareket etme rekorunu kıran aktörüdür. Çok hareket yapar, bazen kendi çevresinde fırfır döner ama az şey elde eder. Bilmem anlatabiliyor muyum ? Louis de Funes fransız malı komedilerin en büyük komiğiydi.

Joshka Fischer’in bu esprisi aynı zamanda Merkel ile Sarkozy arasındaki aşılmaz duvara da işaret ediyor. Sarkozy’nin ite kaka, merkezi kararlarla ve kimi zaman zorlamaya varan biçimde işleri halletmek için sağa sola koşturmasına karşın Merkel’in sakin, herkesle ve her zaman, olabildiğince, o anki koşulların elverdiği ölçüde uzlaşma arayan tavrı arasındaki uçuruma da.

İşleri zorlamadan ve Almanya Federal Cumhuriyeti’nin federal yapısı ile kendine özgü koşullarını göz ardı etmeden çözmeye çalışan Merkel ile merkeziyetci anlayışın ve tek-adamlık ruhsal halinin Avrupa’daki en son örneklerinden biri olan Sarkozy arasında müthiş farklar olduğu ortada.

Ekonomik ve geniş ölçüde işten çıkarmalar sonucu toplumsal kriz biçimine dönüşen mali kirizin çözümü için Sarkozy bir bakanlık kurup işlerin üstesinden geleceğini sanıyor : Bir kez daha tam anlamıyla jakoben/tepedeninmeci/hotzotcu anlayışını sergiledi, bunun en son örneklerinden birini verdi. Evet böyle bir bakanlık kurdu. Bu arada bu bakanlığın başına partisi içinde kendisi açısından ileride olası bir rakip gibi gördüğü Patrick Devedjian’ı (Deveciyan) atayarak onu hem partisinin başından uzaklaştırma fırsatını buldu, hem de ona hınzırca bir tuzak kurdu. Çünkü bu işi başaramazsa Deveciyan’ın siyasi geleceği perperişan olacak. Bu işi başarması da çok zor elbette. Bu da ayrı konu. Ve işte o nedenle de tuzak tam tuzaklaşıyor ya.

Dahası Sarkozy « patronların cumhurbaşkanı » olduğunu asla unutmadan krizden çıkış için patronlara yardımı birincil amaç edindi/ediniyor. Oysa Almanya’da zora düşen şirketleri fransız türü ve böylesine desteklemek geleneği yok. Hatta liberalizmin gereği « kendi düşen ağlar » kuralı geçerlidir Almanya’da. Yani öyle işine geldiği zaman liberal, patronlar sıkışınca ve onları kurtarmak için « devletçi » veya onların seçtiği sözcükle « yurtsever kalkınmacı » kesilmek Merkel için anlamsızdır. Bu konuda Sarkozy’nin yaptığı bütün « ayak oyunlarına » da pabuç bırakmadı Bayan Merkel. O ki ökçeli pabuçlarla yürümenin alfabesini yazıvermiştir icabında. İngiltere’de ise yoksullara, dar gelirlilere yardım yapılması tercih edildi/ediliiyor. İngiltere’de çünkü Maliye Bakanlıı’ndan gelen ve sadece ismi bile kalsa İşçi Partisi’nden biri başbakandır. Ve bu işleri bilir. İngiltere’de tarihi alışkanlıklar da bu yönde derslerle doludur. John Maynard Keynes bir İngiliz değil miydi ?

Öbür devletleri saymazsak bile, AB’nin lokomotifliğini üstlenen bu üç devlette krizden çıkabilmek için uygulanan yöntemler arasında bu kadar fark olmasına karşın Sarkozy ille kendi reçetesinin herkes tarafından kabul edilmesi için bastırdı. Ve elbette recetenin getireceği giderlerin karşılanması için de Almanya’nın bir kez daha kesenin ağzını sonuna kadar açmasını ısrarla istedi. Kaç kez « dilendi » Merkel’den ? Kaç kez ! Bunun için AB dönem başkanlığının kimi olanaklarını bile zorlamaktan çekinmedi.

Neyse bütün bunların sonu geldi : Çünkü Sarkozy artık AB dönem başkanlığı kostümünü çıkarmak üzere. Merkel derin bir nefes alıyor. Buradan bile duyumsanan...Barroso da çok rahatladı. Çünkü o da Sarkozy’nin hep « esas oğlan » rollerine çıkması sonucu ikinci
roller oynamaktan tikler filan yapmaya başlamıştı...
Evet Sarkozy’nin AB “Başkanlığı” bitti biter. 31 Aralık 2008’de bu « kabus » ta sona erecek. Artık. Evet bundan en çok Almanlar memnun. İyi bir Alman gazeteci, 13 Aralık 2008 cumartesi, saat sekizi onaltı geçe, France İnfo Radyosu’nda, “Sarkozy parantezinin kapatılması çok iyi olacak” dedi örneğin.


Merkel’in Sarkozy’yi hiç mi hiç sevmediği ise devlet sırrı değil. Daha önce defalarca yazmak olanağı bulduk.(*) Kameralara bile yansıdı. Merkel bazen Sarkozy’ye öyle bir bakış fırlatıyor ki ayıp olmazsa Sarkozy’ye bi-çakacak pîr çakacak sanırsınız. Yani hanfendi böyle de bakılır mı yani ?
Sarkozy’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğine karşı haçlı seferi de artık bir parça durabilir sanıyorum. Enazından ikinci veya üçüncü derecede yapılacak artık. Ancak sorun sadece devletlerin yöneticileriyle veya kimi kötü ve art niyetli yöneticileriyle değil. AB bünyesindeki yurttaşlarla ve onları temsil eden kurumlarla da çok iyi ilişkilerin kurulması ülkenin ve sorunlarının tanıtılması gerekiyor. Ki Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda sağlıklı bir karar verebilsinler. Ancak bugüne kadar gelen sinyaller, gönderilen işaretler hiç te umut verici değiller : İşte bir örnek olarak bir kamuoyu yoklamasını dikkatinize sunabilirim :

ARTE isimli Alman-Fransız ortak televizyon kanalında her cuma günü 19.00 ile 19.45 arasında yayınlanan “zoomeuropa” isimli program her hafta bir soru soruyor ve sonucunu bir sonraki cuma açıklıyor. Geçen haftalardaki sorulardan biri şuydu :

“Türkiye Cumhuriyeti’nin AB’ye üye olmasını en çok kim istiyor en çok kim İSTEMİYOR?”

Gelen yanıtlara göre, sonuçlar ortaya şöyle serildiler :

Türkiye’nin AB’ye üyeliğini en çok isteyenler ROMANYALILAR.
Türkiye’nin AB’ye üye olmasını en çok İSTEMEYENLER Avusturyalılar.
Bu elbette bir kamuoyu yoklaması. Yani ne bunsuz kalmalı ne de buna yüzde yüz inanmalı. Ama netice olarak bir fikir vermesi açısından da epey ders yüklü.

Bu arada AB’nin ve üye devletlerden birkaçının 2002’den itibaren değişik nedenlerle çok « sıkı tuttuğu » Recep Tayyip Erdoğan’ın karizması da çiziliyor. Hem de birçok yönden ve birkaç açıdan birden : Avrupa ve Amerika’daki birçok medyada örneğin : Le Monde, Avusturya’daki birkaç gazete, The New-York Times, The Economist ve daha birçok gazeteden ve dergiden sonra Fransa’nın en sağcı ve en tutucu günlük gazetesi Le Figaro da koroya katıldı: 8 Aralık 2008 tarihli sayısındaki haberinin başlığı aynen şudur :
“Le premier ministre turc ne convainc plus”. « Türk başbakan artık inandıramıyor ». Tamam RTE’nin “sonunun geldiği” konusunda her medya aynı kanıda. Herkes aynı fikirde. Le Figaro “takılmayı” da ihmal etmiyor : “29 mart (2009) seçimlerinde seçimleri kazanmazsam giderim” demesini “bravade” olarak niteliyor. Bu sözcüğü “farfaralık, yalancı pehlivanlık, cesaret gösterisi” olarak çevirmek mümkün. Veya iyi niyetle kullanıldığını varsayarsak, ki burada öyle bir şey na-mümkün, “meydan okuma”. Artık nasıl isterseniz öyle.
Evet genel durum bu. Sarkozy’nin AB dönem başkanlığından ayrılması Türkiye Cumhuriyeti’nin tam üyeliği konusunda önemli bir engelin ikinci plana geçmesi açıssından olumlu. Ama öte yandan AB kamuoyunda ve kamuoyunu oluşturmada büyük rol oynayan günlük gazetelerde ve haftalık dergilerdeki görüntü çok kötü. Hatta görüntü hiç yok. O zaman işte baştaki deyişe ve sonrasındaki sorumuza dönebiliriz : Kedi kim fareler kimler ?
------------
(*)ORTAKÇA notu: Prof.Dr. M.Şehmus Güzel’in konuyla ilgili yazısını aşağıdaki linkten okumak mümkün.

http://faizcebiroglu.blogspot.com/2008/04/merkel-sarkozyyi-sevmiyor.html
Diğer yazıları için:
http://www.faizcebiroglu.blogspot.com/ sitesini de ziyaret edebilirsiniz!

YASAAAK!








A.Kadir Konuk / yenihayat1@t-online.de

Ne kadar iğrenç bir sözcük.
Yasak!
Kim yasakladı?
Ağam!

Daha efendice söylemek olanaklı bu sözü.
Lütfen yapma.
Yapmayınız.
Almayınız.
Haberimi izinsiz kullanmayınız, sizi mahkemeye verebilirim.

ANF ikidir cezaevleriyle ilgili verdiği haberi kopyalamayı, yeniden yazmayı, kullanmayı yasaklıyor.

Birden kendimi ciddiye alınmış, “Değer verilmiş”, çok yükseklerde biri olarak buluyor, bu yasağın bana özel olduğunu düşünüyorum. Son zamanlarda Arap’ın yalellisi gibi cezaevlerini dilime doladım ya, yasağı bana yönelik sayıyorum.

Ama komik bir yasak bu.
Aynı haberi değişik yerlerde bulmak çok kolay. Üstelik oralarda yasak değil.

Sen istediğin kadar yasakla. Duyuyoruz, sesler geliyor, cezaevlerinde bir af beklentisinin oluştuğunu sağır sultanlar bile biliyor şimdilerde.

Bu beklentiyi biz oluşturmadık.

Cezaevlerinde yatanlar bilirler, önce adli tutukluların koğuşlarından gelir sesler.
Çıkacak çıkacak af çıkacak…

Başka ne çıksın?

Af çıkmazsa o kadar yıl nasıl geçirilir içeride?

Adli tutuklunun silinmez rüyasıdır af, her gece görür onu. Siyasi tutsakların rüyalarına pek girmez. Böyle bir beklenti onlarda çok zor oluşur. Oluştuğunda da müthiş rahatsız eder, kimseyle konuşamaz.

Ama olsa, haydi gidin deseler, hiç kimse de ben sizin affınızı kabul etmiyorum, cezamı sonuna kadar yatarım demez.
Dese de yasalar gereği yaka paça atarlar onu dışarıya.
Çünkü af olur, o da içerde kalır, başına bir şey gelirse cezaevi müdürleri, cezaevi savcıları sorumlu olurlar. Böyle ilginçlikleri vardır cezaevlerinin. Dün döve döve canını çıkardıkları insanın başına bir şey gelir diye korkulduğu anlar da olur.

Onların görevi tut deyince tutmak, bırak denilince bırakmaktır. Çıkması gereken ama çıkmak istemeyeni tekme tokat çıkarırlar dışarıya. Bir de yatma süresi gece yarısı dolanların sabahlamasına izin vermez , onu polis, jandarma karakoluna gönderirler, belayı başlarından savarlar yani. Bu nedenle de tahliye kararları özellikle gündüze denk getirilir.

Af böyle bir şey işte.

Siyasi tutsaklar genellikle kaçarak özgürleşmeyi düşünürler.
Konya Kapalı Cezaevi’nin üzerinden jetler geçerdi sıklıkla. Onlardan birinin cezaevi havalandırma duvarlarına çarpmasını, duvarları yıkmasını, oluşacak kargaşadan kaçmayı düşlerdim hep. Ya da sevke giderken ringin (Sevk aracı) devrilmesini, jandarmaların bayılmasını, bizim kaçışımızı canlandırırdım. Bu hayallerle Sıcak Bir Günün Şafağında isimli romanı bitirdim o havalandırmada.

Öteki arkadaşların beyinlerinde oluşturdukları kaçış senaryolarını elbette bilemezdim. Bu konu da konuşulmazdı açıkça.

Sağmalcılar Cezaevi’nde tünel kazmaya başladığımız zaman da 52 kişinin bu konuyu hiç açıktan konuşmadıklarını biliyorum. Sessiz bir anlaşmaydı, herkes işini yapıyordu.

İnsanlar bağıra bağıra kaçmazlar değil mi?

İçerideki siyasiler de yüreklerinin gizli bir köşesinde af sözcüğünü saklasalar bile bunu dile getirmezler, getiremezler, küçüklük sayılır.


(karikatür: Cafer Solgun)


Ama af çıkarsa hiç biri buna itiraz etmez.

1974 siyasi affında ben çıkmıyorum diyen bir tek kişiyi tanımıyorum. O insanlardan bir çoğu sonra yine illegal çalışmalara girdiler, örgütlerin yöneticileri oldular. Sonra mücadeleye devam edenler yine o zindanların siyasi konukları…

Geçen yazıda Orhan Aydın’ın “HİÇ” e-mailini yayınlamış, ne anlama geldiğini sormuştum. Sayın Aydın aşağıdaki yazıyı gönderdi.

“SAYIN KONUK,
Hiç zindanda yatmamış ama birçok sabah "Afiş ve yazılamadan sonra limonlu çorba" içmiş eski bir GKB’li olarak, "ZİNDANLAR BOŞALSIN SİYASİ GENEL AF" diyor ve sıradan insanları kazanma bahanesinin ardına sığınarak, geçmişinden, devrimcilikten, acı çekmiş yoldaşlarından vazgeçen,unutan,unutturmaya çalışan , YÜKSEK SİYASET ERBABI'nı kınıyorum.
Sizin gibi düşünenler, aslında sizin bile tahmin edemeyeceğiniz kadar çok, buna inanın.
Selamlar. Orhan Aydın

Nasıl olduğunu bilmiyorum ama daha önce yolladığım mail eksik çıkmış. Özür!!!”

Günlük dille “Çok şükür” mü diyeyim, bilmiyorum, öteki gazetecilerden, yazarlardan, parti yöneticilerinden hala ses yok. Belli bizi tıngırtıdan saymadılar.
Ne yapalım canları sağ olsun, cezaevlerini anlatıp da ne olacak, Maçka’yı anlatmak daha zevkli her halde.

Şimdi size bir soru soracağım:

Bir arkadaşınız (!) size telefon ediyor, özellikle tehlikeli siyasi konuları soruyor, ama yanı başında fısır fısır ikinci bir nefes hissediyorsunuz, arada fısıltılar geliyor kulağınıza ‘Şunu da sor’ anlamında.
Kendinizi nasıl hissedersiniz?

Ben böyle anlarda dilime gelenlerin hepsini söylerim. Özellikle de o ikinci kulağın duymak istediklerini elbette.

Cezaevlerinde telefon konuşmaları da bir bakıma böyledir. Yanınızda hep ikinci bir kulak vardır. İnsanın içinden dümdüz sövmek gelmezse ne gelir acaba?

Yine de en iyisi terbiyelice bağırmak.

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!

17 Aralık 2008 Çarşamba

Kürtçe Serbest ama Kullanmak Yasak



Abdulkadir Ulumaskan
ulumaskan@hotmail.de

Seçimler yaklaştιkça sihirbaz torbasιndaki hokus - pokus misali, devletin bohçasιndan habire renga renk Kürt paketlerinin çιkmaya başlamasι hayra alamet değildir.

Kürtçe kanal, Kürt Ensitüleri, Kürt dili ve edebiyatι bölümleri ve Kürt destanlarιndan övgüyle bahsetmeler ile cömertçe ekonomik ve sosyal paketler havada uşuşuyor.
Her kes bol keseden Kürtlere birşeyler dağιtmanιn telaşιnda.

Evet oyun yine aynı oyun, ama seyirciler değişti ve Kürtler artιk eski Kürtler değildir.
Ne kömür ne makarna, ne din ve ne de sahte çözüm sözleri ile Kürtleri kandιrma döneminin geçtiğini anlayan tek sesli şöven devlet korosu... şimdi de Kürtleri kültürel vaadlerle kandιrmanιn peşindedir. Bu kültürel haklarι tanιmak yerine, bu haklarι kullanma ve suistimal etmedir.

Aslιnda düzenin bu yaklaşιmι her ne kadar sahtece de olsa yine de kendi içinde Kürtlerin lehine bir itirafι bağrιnda taşιmιyor da değildir. En azιndan bununla birlikte devlet artιk kürtlerin makarna falan peşinde değil de ulusal ve kültürel haklarι peşinde olduğunu itiraf etmiş oluyor. Yoksa kürtlere kültürel vadler yerine sadece ekonomik yatιrιmlarιn sözü verilecekti.

Şimdi çok saf ya da çok artniyetli olan bazι kişiler diyebilir ki : „ Yahu bu Kürtler de bir şey beğenmiyor, Kürtçe yasak dediler devlet serbest bιraktι ve hem de 24 saat Kürtçe yayin yapacak kanal açιliyor, bir de üstüne üstelik şimdi bir de Üniversitelerde Kürdoloji bölümleri kurulacakmιş, bunlar daha ne istiyor.“ falan denilebilir. Ancak işin gerçek yüzü böyle değildir. Amaç Kürt dili ve kültürü ünündeki engelleri kaldιrmak değil, bunun yerine bu gibi bir - iki düzenlemeyle Kürt kültürel haklarιnιn engelenmesidir. Bu düzenlemeler yasal olarak yapιlsa da ardιndan yeni düzenleme, yasa veya pratik uygulamalarla bunlar engelenecek ve seçimin ardιndan bunlarda her zamanki gibi unutulup gidecektir. Yani belki Kürtçe serbest olacak ama kullanιlmasι yasaklanacaktιr. Çünkü biz bu oyunu daha önce de görmüştük. Kürtçe Kurslar yasal olarak serbest bιrakιlmιş ama kurs binasιnιn kapιsι 5 santim dar diye yasaklanmιştι.

Burada esas önemli olan sorun devletin gerçekten dürüst olup olmamasιdιr. Ancak dürüst olmadιğι konusunda benim ve bir çok insan ve kendilerinin bile en ufak bir kuşkusu yoktur. Bu bizim devlete karşι önyargιlι olmamιzdan ziyade, devletin kendisinin artniyetli ve dürüst olmamasιndandιr.

16.12.2008

İnsanla Oynamak



A.Kadir Konuk / yenihayat1@t-online.de

Konuyu diri tutmaya çalışıyorum, sizi yormamak için de belki ilginizi çeker düşüncesiyle yaşanmışlardan anlatıyorum.

Yasalara göre tutuklu ve hükümlüler devletin güvencesi altındadırlar ve devlet onların insanca yaşayabilecekleri koşulları oluşturmakla görevlidir.
Ama öyle olmuyor.

İki danayı bir dereden geçirme yeteneği olmayan bazı hödükler cezaevlerine müdür yapılıyorlar. Onlar da evde eşlerine söz geçiremeyince sabah mahkumları sıra dayağından geçiriyorlar.

İnanın böyle bu, çok müdür gördük böyle. Silik, kişiliksiz, iki sözü bir araya getirmekten aciz, üstelik emrederken cesur, karşınıza çıktıklarında bacakları titreyen…

İnsanlar bir kez ellerine düşmüş ya, oynuyorlar onlarla. Bir gün hak diye verdiklerini öteki gün yasak diye alıyorlar ellerinden. Bir cezaevine girebilen nesneler ötekinin dış kapısından dönebiliyor.

Hep, her cezaevi bir cumhuriyettir diye yazmıştım mektuplarıma hücrelerden. Müdürler de cumbaba.

Norveç’ten bir arkadaş değişik cezaevlerinde yatanlara beşer onar, arkası yazılmamış tebrik kartı göndermişti, vermemişler tutsaklara. Arkası yazılı olursa veririz demişler. Behey salak, o kartlar başkalarına gönderilsinler diye arkaları boş iletilmiş, anlayamadın mı?

Buca Cezaevi’nin bir iç güvenlik komutanı vardı, mektupları o okurdu. Bir mektup yazmıştım, sıcaktı, hücreler boğuyordu bizleri, Fırat’ı düşündüm, köyleri düşündüm, köprüleri düşündüm, çıktım gittim hücreden, nehri gören bir tepeye tırmandım, oturdum bir ağacın dibine, orada türkü söyledim…

Yani mektuba bunları yazdım. Mektup sakıncalıdır diye geri geldi. Çağırttım komutanı, neresi sakıncalı diye sordum. Nehir dedi, köprü dedi, tepe dedi, tepedeki ağaç dedi…
Neresi sakıncalı bunların, anlayamadım.
Ben anladım ama, dedi, o nehrin yanındaki köprüyü gören tepedeki ağacın altında gizli bir şey var.
Ohaaa diye bağırdı İlyas, sende de müthiş bir zeka var yani. O zaman niye gidip almıyorsun o hazineyi?
Gülmekten yerlere yıkıldık, ama mektup gitmedi elbette.

Ama aynı salak astokriş yöntemini biraz daha farklılaştırarak yazdığım onlarca mektubu kendi eliyle gönderdi, içindeki bilgilerden haberi bile olmadı. Asılırım, bazı bilgiler benimle gider diye yazmıştım bir arkadaşa bir yığın bilgiyi. İyide etmişim, sonra çok işime yaradı onlar.

Bilmem sizler de ikinci el diyebileceğimiz kartlar aldınız mı? Ben hala arada bir benzer kartlar alabiliyorum cezaevlerinden. Onlar bana içeridekilerin ekonomik durumlarını anlatmaya yetiyor.
İkinci el kart şöyle oluyor: Bize gelen tebrik kartlarının arkalarındaki yazılı kısmı ‘Ekonomi’ yapalım diye ince bir zar şeklinde çıkarır, üzerine beyaz kağıt yapıştırır, başkalarına gönderirdik. Gelen kartı unutkanlıkla bize gönderen insana geri gönderdiğimiz de oldu bazen.

Ne yapalım, yoksulduk, bir tek soğanı dört kişi paylaşıyorduk, günde yedi tek birinci sigarasıyla yetinmek zorundaydık, ama dışarıda ‘Siyasi mahkumlarla dayanışma’ adı altında paralar toplanıyormuş, bu paraların kuruşu yıllarca girmedi gırtlağımıza, sonradan öğrendik neyin ne olduğunu, hesap sorduk, kötü olduk.

Düşünün, on on beş yıldır yatıyor insanlar içeride. Aileleri dağılmış, anne babaları ölmüş, bakacak kimseleri kalmamış çoğunun. Bayram olur, seyran olur yıllarca bir tek ziyaretçi gelmez bir çoğuna. O boyunların büküldüğü dışarıdan görünmez, içine bükülür her şey. Örgütler ne kadar tantana yaparlarsa yapsınlar, dişe değer her hangi bir destekleri yoktur. Kişisel çabaların dışında var diyen kanıtlasın, özür dilemeye hazırım. Üstelik içerideki insanlar kendi kıt olanaklarından kesip dışarıdaki mücadeleye katmaya uğraşıyorlar. Bunun için sigara bırakma kampanyaları yapılıyor, duymuşsunuzdur belki.

Oysa bir dal sigara, bir bardak çay nelere bedeldir o kara deliklerde. Bunu sadece oraya düşenler bilir, ötekiler şiirlerde okurlar sadece.

Bize gelen paraları komün yöneticimiz alırdı idareden. Komünlerde kaldığım sürece cebim beş kuruş yüzü görmedi. Ne yapacaktım parayı hücrede? Pul Muzo’da, soğan, domates, hıyar, telgraf parası onda, salçayı o alır, meyveyi o. Hem anamız hem babamız. Bayramda elini öpsek de cimri herif komünün ortak parasıdır diyerek beş kuruş harçlık vermez. Verse de o parayla gidip kırık leblebi alacak bir dükkan bulamayız. Bazen haftalık mektup barajı ilan ederdi pul sıkıntısı yüzünden. Bana kıyak yapardı arada bir, mektup çok geliyor, yanıtsız kalmasınlar diye. Biz de aynı cezaevinden olanları, ona da şuna da selam diyerek tek mektupla, yada dönüşümlü yazarak geçiştirirdik yanıtlarken. Birbirimizin mektuplarının içine eklerdik bazen yanıtlarımızı.

Sonra makremeler yapmaya, çantalar örmeye, mücevher kutuları üretmeye giriştik, biraz para kazandık bu şekilde, gırtlağımız biraz daha başka yiyecekler gördü. Sigaralarımız da filtreli oldu. Ürünlerimizi satan gardiyanlar bizim on katımızı kazandı elbet, o başka hikaye. Çünkü onları dışarıda satabilecek kimsemiz yoktu.


Ben en çok mektup kavgasıyla bıktırırdım Muzo’yu. Bilirdim bana mektup geldiğini, ama elime geçmezlerdi. Git iste derdim, başının etini yerdim, bıktım senin bu mektuplarından moruk diye homurdanarak gider, çoğunlukla mektupların bir kısmıyla geri gelirdi.
(karikatür: ender özkahraman)

O mektupların üzerinde koca harflerle GÖRÜLMÜŞTÜR
damgası olurdu. Birden pis bir şeye dokunuyormuş hissine kapılırdım mektupları elime alınca. Kirlenmişlerdi onlar.
Bana özel yazılmışlardı. Yaban gözler onları ellemiş, açmış içine girmiş, okumuş, karalamış, tecavüz etmişlerdi. Onlara yazılan fıkralara benden önce gülmüş, çok içten yazılmış mektuplarda gizli aşklar aramış, pis duygularını tatmin etmişlerdi.
Ama yine de önemliydi o mektuplar hepimiz için.
Bir çok yerden, özellikle cezaevlerinden ve dışarıdaki kadınlardan mektuplar gelirdi. Kimi kazak örer, kimi halı gibi işleyerek ördüğü yün çorapları gönderirdi bizlere. O kazaklarda, çoraplarda yoldaşlık, arkadaşlık, dostluk, içten bir sevgi vardı. İnce, duygulu, bir idamlığı incitmemeye özen gösteren, cesaretlendiren, süzülmüş sözcüklerle yazılmış mektuplar yazarlardı hep. Ünlü feminist sayın Ayşe Düzkan’la uzunca bir süre feminizmi tartıştım mektuplarla. Bizim imansızlar, hoca cinsiyet değiştirmeyi düşünüyorsan boşuna uğraşma, bunlar hamile olmayan kadınları da asıyorlar diyerek dalgalarını geçtiler epeyce.

Yıllar sonra Çapa Tıp Fakültesi’nden yürekleri harman yeri büyüklüğünde delikanlı ve kadınlar tarafından kaçırıldığım zaman (Bir gün hepinize o ünlü kaçışın öyküsünü uzunca anlatacağım, söz) o hastanede hemşire olarak çalışan ve yıllarca benimle mektuplaşan bir arkadaşın evi basılacak, mektuplar bulunacak, çöplük gazetesi Hürriyet ikimizin arasında bir aşk hikayesi uyduracak, kaçışımla ilgili hiçbir şeyden haberi olmayan, üstelik yedi aylık hamile olan o kadını on üç gün işkencede tutacak, onu suçlayacak bir şey bulamayınca da bırakmak zorunda kalacaklardı.

Çünkü onların kafasına göre bir kadınla bir erkeğin mektuplaşmasının sadece bir nedeni olabilirdi? Çünkü onlar bir kadınla bir erkeğin sözcüğün tam anlamıyla dost olabileceklerini anlayamazlardı. Onların felsefesinde ateşle barut yan yana durmaz yatıyordu. Bu yüzden beyinleri, yürekleri iğrençti. Bu yüzden insanların saf duygularından kendilerine malzeme çıkarmaya girişiyorlardı.

Cezaevlerinde insanların en çok onuruna yüklenilir. Onu silikleştirmek, kendi kimliğinden uzaklaştırıp, köleleştirmek, kedileştirmek, köpekleştirmek isterler. Orada artık korunabilecek bir tek şey kalmıştır, ONUR!

Yirmi kişinin çullanıp dövmesi, soyundurması, cop sokması asla kıramaz bu onuru. Gırtlakta bir tek nefes kaldığı sürece bağırır insanlar nefreti o iğrenç yaratıkların suratına.

Cezaevleriyle yakından ilgilenen, onlarca yerle yazışan sevgili bir dostum var. Geçen gün telefonda cezaevi idareleri bir internet sistemi kursalar, biz mektupları internetle göndersek, onlar da yazıcıda basıp tutuklulara verseler olamaz mı dedi, gülmekten öldüm.

Aslında fena fikir değil. Neye o kadar zarf, pul, kağıtla uğraşacaklar değil mi? Üstelik silmek istedikleri yeri tam silerler, mahkumlar da silindiğini bile fark edemezler.

Ama benim derdim içeriye girecek olanlar değil, içeriden çıkmasını istediklerim.
Ol nedenle fikir güzel olmakla birlikte bunun için çaba harcamayacağım. Çabam o insanların çıkmaları, vesselam.

Bu nedenle bir kez daha bağırıyorum.

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!