26 Aralık 2009 Cumartesi

HALKA GİDERİM...

Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Ankara Meclisten çıktım yollara
Halkdan geldim yine halka giderim
Yoksul düştü halklar halden hallere
Halktan geldim yine halka giderim

Maraş’ta Sivas’ta yandım kavruldum
Feryadım kül oldu göke savruldum
Semah tuttum döne döne çevrildim
Halktan geldim yine halka giderim

Gönül dostu canlarda kendimi gördüm
Acı göz yaşında arındım yundum
Halkların gözleri önünde yandım
Halkdan geldim yine halka giderim

Var olan evrende gerçek bilinir
Yana yana barış için ölünür
Kar boran dağların kışı durulur
Halkdan geldim yine halka giderim

Hacim der Fezali daha ne deyim
Aslını ararsan bir damla suyum
Yüzüm ak yüreğimdeki o payım
Halktan geldim yine halka giderim

23 Aralık 2009 Çarşamba

SİYASİLER ZAMANIN HEP GERİSİNDE KALDILAR!



”Türkiye şu anda bir yol kavşağındadır. Ya birlikte yaşamanın sihirli formüllerini bulacak, yahutta tarihin akışına boyun eğecek bölünecektir. Bölünmenin önünde çeşitli engeller mevcuttur. Derin devlet, muhalefet, milliyetcileşen Türklerin çoğunluğu buna müsaade etmeyecektir…”

Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Bilmem 14 Mayısta Demokrat Parti’nin seçimleri kazandığının ertesi günü gazetelerdeki İsmet Paşa’nın fotoğrafını hatırlayanız var mı?. Hayretler içinde ağzı açık bir İnönü fotografı. Tarih o gün CHP tek parti devrinin kapandığını yazarken İnönü , milli şef olarak zamanın gerisinde kaldığını idrak etmişti.

Atatürk dahi, kazandığı savaşların ardından TÜRK devletini kurmuş olmasına rağmen, Serbest Fırkaya halkın aşırı katılımından korkmuş ve partiyi kapatmıştı. Daha sonra Kürtlerin Şeyh Sait, Dersim isyanlarında , Koçgiri isyanında onbinlerce Kürdü katlettirerek zamanın gerisinde kaldığının farkına varamamıştır. Seneler sonra İnönü itirafta bulundu. ‘O partileri kapatmasaydık zamanında Demokratikleşirdik’’.

‘’Milletlerin savunma refleksi’’dirki Osmanlının müstevli olduğu Trablusgarp’ta ve Suriye’de Atatürk’ün mağlup düşmesi ve zar zor İstanbula kaçması onun tarihin gerisinde kalmasının diğer bir kanıtıdır.

Halkın demokratikleşme zaferi İngiltere’de 1215 de Magna Carta ile gerçekleşmişti.

Leipzig’te 80 bin Alman vatandaşının yürüyüşü Doğu Almanya’da komunist idarenin çökümünü sağlamıştı.

Menderes’in son zamanlarında demokrasiyi hırpalaması 27 Mayıs ihtilalini getirirken zamanın gerisinde kalmış olmasının bir göstergesi sayılmıştır.. 12 Eylülde Ecevit ve Demirel kapışmasının günde 30 gencin ölümüne sebep olduklarında zamanın gerisinde kalmış oldular.. Halkın , Kürtlerin demokratik taleplerinin silah zoruyla yok edilmeğe çalışılması , TSK nın silahlarına karşı Kürtlerinde PKK ile silahlı mücadelesini doğurmuştur. O TSK ki defalarca anayasayı ihlal ederek demokrasiyi katletmiş, muhturaları ile hükumetleri vesayet altına almış, Jitem kuruluşu ile faili meçhul katliamları gerçekleştirmiş ,ve nihayet Kürt halkını inkar etmiştir, Genelkurmay başkanı Büyükanıt ‘Ne mutlu Türküm’ demeyeni düşman ilan etmiş, PKK nın silahlı davranışını kışkırtmıştır. Generaller Kürt milletvekillerinin mevcut olduğu TBMM ini dahi protesto etmiş, mecliste bulunmaktan sarfınazar etmişlerdir. Bütün bunlar bir kurum için şaibe sayılmazmı? Devlet terörü zamanın gerisinde kalınmışlığın eseri olduğu için PKK nın terröristik davranışlarına sebebiyet vermiştir. Dağa çıkan özgürlük fedaileri gerilla taktikleri uygulamış, dolayısıylede terörist unvanı ile yaftalanmıştır. General MOLTKE 1834 de yazdığı Türkiye mektuplarında ayni şeyi söylüyor. ‘ Osmanlının Kürtlere yaptığı muamele onları küstürmekte, dağa çıkarmaktadır. Askere alınanKürt gençleri onbeş seneliğine cepheye gönderilirdi.’’ Hadisenin temelinde Türkiye’deki siyasilerin zamanın gerisinde kalmış olmalarıdır.

Olayları tek taraflı düşündüğünüz müddetçe hata yapmanız ihtimali artar.

12 Eylülde Diyarbakır cezaevinde Kürtlere yapılan zulüm ve işkenceler, idamlar devlet terörü değilmi idi? O yapılanları unutup ,o vahşetten kaynaklanan PKK nın varlığını terrörizm olarak deklare etmek ‘İnsan hafızasının nisyan ile malul olduğu anlamına gelmez mi?. Kediyi duvara sıkıştırırsanız yüzünüze sıçrar ve sizi tırmalar. Bu instinktif bir davranıştır.
Tarihin gidişi bir sel afeti, bir deprem gibi sosyal neticelere dönüşür. Bugün Demokratik AÇILIM’da yapılmak istenilenler çok geç kalındığına delalettir.

25 sene boyunca 40 bin KÜRT gencinin ölümüne sebep olan TSK nın silahlı baskısının netice vermemesi siyasilerin tarihin gerisinde kalmalarının neticesidir. Dağa çıkanlara terrörist denileceğine onların isteklerinin tarihin gidişine ne derecede uygun olup olmadığının analizi gerekirdi. Öldürülen her PKK lı Kürdün 3-5 kardeşi ve akrabasının dağa çıkması motive edilmekte, ölenlerin çocuklarının taş atmağa tahrik edilmesi, canlı bonbalıların intihar girişimcisi genç akademisyenlerin çığlıkları olacağı anlaşılmamış, hepsine terörist damgası vurup yok edilmeleri için devlet silahlı müdaheleyle netice alacağını ummuştur.

Akreplerin etrafını ateşle çeberlediğinizde kendi kendilerini sokarak intihar ettikleri hayvanlar aleminde bilinen bir gerçektir. Bu durum siyasilerin zamanın gerisinde kaldıklarının en bariz misalidir. Bugün hala o geriden takip uygulanmakta. Gelinen noktada MHP ve CHP Fıratın ötesinde faaliyet gösterememekte, DTP yi kapattırarak mesafe alacağı hevesi AK partinin demokratik açılım hayali ile netice alacağını ummaktadır. Son yerel seçimler bir nevi referandum görünümündedir. Doğu ve güneydoğu Anadoluda halk gerek DTP ve gerekse AK partinin Kürt kökenli adaylarına % 100 oy vermiş olması Türkiyenin bölünmüş olduğunun göstergesi sayılmaz mı?

Damarlarında asil kan taşıyan anayasa mahkemesinin 11 TÜRK üyesi DTP yi kapayarak bölünmeyi adeta tescil etmişdir. Heyette tek bir KÜRT hakim yoktu. Anketlerde Türklerin % 70 inin Kürtlerle komşuluk istememesi bölünmüşlüğün alametidir. TSK elinde silah hudut dışında devletleşmeğe yakın duran Kürdistanı yok etmeğe amadedir. Emekli generaller TV söyleşilerinde bu arzularını açık açık beyan etmektedirler. 300 milyar doları heba etmişken , 12 milyar dolara uçaklar ısmarlamaktanda çekinmemiştir. Ne siyasilerden, nede köşe yazarlarından çıt çıkmamıştır. Bütün bu aptalca aksiyonlar, on binlerce gencin ölümüne sebep olurken hala siyasiler , aydın geçinen yazarlar zamanın nerkadar gerisinde olduklarının farkına varamadıklarını göstermişlerdir. Evet Tarih bir sel akımı hızıyla Türkiye’yi dönüştürmektedir. Artık bölünmüşlüğün bir gerçek olduğunun farkına varan Bahçeli ve Baykal çaresizliklerini Erdoğan’a hakeratamiz hezeyanları ile dile getirmektedirler.

DTP şayet PKK’nın uzantısı ise onlara oy veren 2 milyon Kürdün, aileleri ile birlikte en azından 10 milyonun PKK lı olduğu Anayasa mahkemesince kabullenmiş sayılmaz mı?. Birde silahı desteklemeyen milyonlarca Kürdün özgürlük talepleri göz önüne alınırsa, siyasilerin, aydın geçinen Türklerin tarihin gidişini kavramaları ve realiteye uygun akıllı tedbirlere baş vurmaları gerekir. Aksi takdirde korktuğumuz bir iç harbin kaçınılmaz olacağı endişemizi haklı çıkaracaktır. Öymen’in Dersimi hatırlatmasıda tarihin daha, daha da gerisine gidileceği alametidir. Dersimlilerin, Zazaca konuşanların Türk asıllı oldukları iddia edilmektedir. Anlaşılan ATATÜRK’ün asılsız, saçma GÜNEŞ DİL teorisi geçerli. Bu teoride, Türklerin üstün IRK iddiası kokmaktadır. Tıpkı Hitler’in üstün IRK hezeyanı gibi. Hatta bazı Türk tarihçileride Kürtlerin de aslen Türk olduklarını iddiasında bulunmaktadır. Güya ortaasyadan Anadoluya gelen bu kavimler Kürtleşmişler. Hatta kendi dillerini unutup Kürtçe diye bir dil öğrenmişler. Benim aklımın almadığı bir milletin hangi motivasyonla Kürtleşmiş olmaları ve hangi hafıza kaybına uğrayarak Kürtçe diye, güya mevcut olmayan (!), bir dile itibar etmeleridir. Bu tip gülünç iddialarla kimleri ikna edeceklerini zannediyorlar.

Muhalefetin ‘Yeni bir millet yaratılmağa çalışılıyor’ demesi Irakta kurulmakta olan Kürdistan devletini, orada yaşayan Kürt milletinin varlığını hiçe saymaları anlamındadır. Var olan bir milletin diline yasak koyanlar, Kültürüne yasak koyanlar hala 3 bin senedenberi yaşayan bir milleti inkar etmekle nereye varmak istediklerini anlamakta zorlanıyorum. Tarihte hiçbir Kürt devleti kurulmamıştır derken hem suçlu, hemde güçlü duruma düşmüyorlar mı? Her özgürlük isyanında onları silahla yok etmeğe çalış, hemde neden bir devlet kurmadınız de.Tarihin akışını hızlandırmak, bir iç harbin eşiğine Türkiyeyi sürüklemeğe katkı sağladıklarının, bölünmeği hızlandırdıklarının farkına varamamaları tarihin ne derecede gerisinde kaldıklarının alameti sayılomaz mı?.

Kürtlerin haklı özgürlük arzularının artık silahlada önüne geçilemeyeceğini siyasilerin kavradığını zannediyorum. Tarih göstermiştir ki Milletlerin SAVUNMA REFLEKSİ vardır. Kürtlerin DTP nin sesli, PKK nın silahlı, silahsız milyonlarca KÜRDÜN sessiz demokratik talepleri tarihin gidişine uygundur. Silah tüccarlarının ellerini kovuşturdukları, tahrikleri destekledikleri oyunlara kapılmamızın Türklere ve Kürtlere verecekleri telefiyatın önüne geçilemeyeceği kanaatı akıllı insanlarca beyan edilmektedir. Tek Millet, tek Bayrak , tek Vatan düşüncesi maalesef iflasın eşiğindedir.

Kürtlerin 29 uncu özgürlük savaşı kimliklerine bilinçlenmesinin eseridir. Bu tarihi olgu İLMİ bir analizin neticesidir. Bunun dışındaki tek taraflı ifadeler LAFI GÜZAF’tır , duygusaldır ve neticesiz kalacağı beni korkutmaktadır.

Siyasilerin ilmi verileri dikkate alarak TARİHİN GERİSİNDE kaldıklarının farkına varacaklarından pek ümitli değilim.

Türkiye şu anda bir yol kavşağındadır. Ya birlikte yaşamanın sihirli formüllerini bulacak, yahutta tarihin akışına boyun eğecek bölünecektir. Bölünmenin önünde çeşitli engeller mevcuttur. Derin devlet, muhalefet, milliyetcileşen Türklerin çoğunluğu buna müsaade etmeyecektir.

Türkiyede bir takım Paradox (Tenakuz) fikirler mevcuttur. Şöyleki: AK partiye Parlamentodaki çoğunluğu ile (aldığı oy çoğunluğu ile ) istediğini yaptıramazsın derken Türkiyede Türklerin çoğunluğu ile Kürtlerin onlara biat etmesini , Ne mutlu Türküm !‘ demelerini istemektedirler. Kıbrıs’ta Rumların çoğunluğunu kabullenmek istememekte ve eşitlik isterken, Türkiye’de Türklerin çoğunluğunun hakimiyetini istemektedirler.

Zamanın gerçeklerini kavrayan köşe yazarlarının, Hasan Cemal, M.Ali Birand, Ahmet ve Mehmet Altan , hatta eski CHP li Altan Öymen ve bazıları Açılımda Öcalan’ında söz sahibi olması gerektiğini yazmağa başladılar. Hani Bahçelinin o 12 kötü adam diye adlandırdıkları Virajı dönmeğe başladılar. Asıl Baykal’ın, TSK nın VİRAJ’ı dönmesi Türkiyeyi Kürt sorunundan kurtarabilir. Orgeneral Başbuğ harp gemisinden muharip giysileri ile, ordu kumandanlarının eşliğinde yazarlara, aydınlara, siyasilere tehditler savurması ile doğru yerde olmadığını söylüyor bazı köşe yazarları. Atatürk’ün sözünü dinleyip apoletini çıkarıp siyasi alanda bu tehditlerini savunabileceğini söylüyorlar. Aksi takdirde bir genelkurmay başkanı generalin bu tarzda konuşamıyacağını, bu durumun askeri ceza kanununada uymadığını iddia ediyorlar.. Başbuğ Başbakanlığa bağlı bir kurumun başındadır. Başbakan Erdoğan’ın işi çok zor. Ya cesaret gösterip onu vazifeden muaf tutacak, yahutta korkacak açılım gayretlerinden sarfı nazar edecektir. Evet Türkiye bir yol kavşağında bulunmaktadır. Zamanın gerisine düşerse Türklere de Kürtlere de yazık olacaktır. Bu Gordion düğümünü çözecek sihirli formülü bilen varsa ortaya çıksın. Fransa’da Cezayir problemini çözerken de Gaulle generallerini Concord’da asacağı tehdidini savurmuştu. Türkiye’ye ikinci bir Atatürk’mü lazım?. Fakat onunda zamanında tarihin gerisinde kaldığını görmüştük. Kürtlerin Atatürk’ün 1920 de söylediği gibi ‘’Ya istiklal, ya ölüm !’’ dediklerini duyar gibiyim.

Kitzbühel (Avusturya)

20 Aralık 2009 Pazar

KEFENİ OLDU...



Cirik Haci / Fezali


Bayrak kefeni oldu vatan için
Ağlıyor anneler kalanı yalan
Gazi gerilla acı çeker niçin
Ağlıyor anneler kalanı yalan


Topraksız fedai vatana kurban
Kimini kurt kuş yer dağda el aman
Kurşunlar can alır hava duman
Ağlıyor anneler kalanı yalan

Dinmiyor akıyor böyle göz yaşı
Kanla sulandı toprak dağı taşı
Ölenler gencecik yirmidir yaşı
Ağlıyor anneler kalanı yalan

Kökünden kuruyor fidanlar böyle
Kan ağlıyor toplum şehirle köyle
Fezalim der Hacim duy feryat eyle
Ağlıyor anneler kalanı yalan

19 Aralık 2009 Cumartesi

غِناء - Şarkılar


ماجد أبوغوش

1
حيفا ناعسةٌ هذا المساءْ
قَدَماي في الماءْ
وَشَفتاي تمْتَصّانِ النَّبيذْ
مِن فَمِ الغَيْمَةْ
2
مُتوحِّدٌ
هذهِ الليلةْ
............
سَأسندُ رأْسي
على عَتَباتِ قَلْبِكِ
وأنامْ
3

الوردةُ
المُبلَّلةُ بالأُغنياتِ
وَبِالنَّدى
لَكِ
وَلي ما يَرْشَحُ
منَ الشَّفَتينِ والنَّهدْ
4
كنتُ أجلسُ في محطّةِ الحافِلاتِ
في (الفيس بوك)
................
كنتُ أنتظرُ
وصولَ القِطارْ
5

سَأُعِدُّ فِنجانينِ من القَهوةِ المُرّةْ
على نارٍ ساكِنةْ
تَتَمايلُ على هَمْسِ قيثارةْ
6
حينَ نَهَضتُ من حُلُمي
كُنْتِ واقِفةً بانتظاري
وكانَ فَمُكِ
يُخبّئُ ليَ القَهوةْ
7
سَأَمضي بِقَلْبي
حَيْثُ يَشْتَهي
وأَمْضي بِظِلّيحَيثُ يُريدْ

Öcalan: DTP’liler Meclise Geri Dönüş Yapabilirler



DTP’li milletvekillerinin istifa kararını değerlendiren Öcalan, “Milletvekillerinin istifası konusunda ben farklı düşünüyorum. Çözüm demokratik mücadeledir. Bence henüz istifa edilecek aşamaya gelinmedi. Meclise dönüp demokratik siyaset geliştirilebilinir” dedi.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, avukatlarıyla görüştü. Edinilen bilgilere göre görüşmede hücresine ilişkin bilgi veren Öcalan, “Odamda pencere açtılar. Havalandırmaya çıkarmayı da iki saate çıkardılar. Bir saat sabah bir saat öğleden sonra olmak üzere iki saat havalandırmaya çıkardılar. Dün dört arkadaşla tekrar görüştük. Onlarla da sohbet ettik” dedi.

DTP’li milletvekillerinin istifa kararına da değinen Öcalan, şu değerlendirmeleri yaptı: “Milletvekillerinin istifası konusunda ben farklı düşünüyorum. Ben ‘siyaset bir tıkanma noktasına gelmiş’ demiştim. Ben bugünkü durumu 1975-76 yıllarımdaki duruma benzetiyorum. Bir yıl ADYÖD Başkanlığını yaptım. O zamanlar ADYÖD iki eğilimden oluşuyordu. DDKO ve Dev-Genç’in birleşmesinden oluşuyordu. Ben hem Dev-Genç’e hem DDKO’ya üyeydim. Gönlüm her ikisinden yanaydı. Biz ikisini birleştirmiştik. İki tarafı birleştirme, kardeşliği ve özgürlüğü esas aldığımı, böyle bir eğilimde olduğumu biliyorlardı. Birisi daha sonra küçük burjuva milliyetçiliğine kaydı. Diğeri de milliyetçiliğe kaydı. Diğer taraf da “biz Kürtlerle birarada yapamayız” diyordu. Sonunda ben ortada kaldım. Ama gönlüm her ikisinin birleşmesinden yanaydı. Daha sonra Kemal Pir ve Haki Karer’le birlikte Kürdistan’a geçtik. Kemal Pir ve Haki Karer benim iki halkı birarada tutmak istediğimi gördükleri, bildikleri için benimle beraber hareket ettiler. Biz bilinen tarihi Mart çıkışını yaptık. Mart 1976. Benim 1975-76 arası çalışmalarım tarihi önemdeydi. Her yıl dünya kadar çalıştım, çaba sarfettim. Her yıl bir kitap kadar dökümanlar hazırlıyorduk. Kürdistan’da mücadeleyi başlattık. İlk olarak Ağrı’ya gittim, Kars’a da gittik. Hatta oraya gidişim meşhurdur, Karslılar bilir halen buna çok değer verdiklerini biliyorum. Doğubeyazıtlılar da değer veriyorlar. Doğubeyazıt’ta gençlerle toplantılar yaptım, heyecanlı toplantılar oldu.”

HERKES HALKLARA SAYGI GÖSTERSİN

“1970’ten bu yana çok büyük emeklerim oldu. Birçok kurum ve derneğe üye oldum. Bir yıl İstanbul’da kaldım. O yıl Hukuk Fakültesine kaydımı yaptırmıştım 1970-71 yılıydı. O tarihten itibaren çok düşündüm çaba sarfettim. Bugüne kadar kırk yıl oldu. Halkın bana bu kadar bağlı olmasının temelinde bu var. Halk beni bilir, halk tanır. Diyarbakır’dan çıkışım bu amaçlaydı. Kırk yıldır bunun mücadelesini veriyorum. Böylece Kürdistan’da çok geliştik ancak Türkiye boyutu gelişmedi. Türkiye boyutunu daha sonra Ergenekon ele geçirdi. Mahirlere, Denizlere saygım vardır. Ben onlara saygı duyuyorum. Deniz de Mahir de Kürtlerin varlıklarını ve haklarını kabul ediyorlardı. Deniz idam edilirken bile -bu çok zor bir şeydir idam edilmek– bundan hemen önce “benim mücadelem Kürt ve Türk halklarının kardeşliği mücadelesidir” demiştir. Aynı şekilde de Mahir de “Kürtler vardır, Kürt sorunu inkâr edilemez. Kürtlerin bütün hakları kabul edilip verilmelidir” diyordu. Ben bunu Mahir’in kendi ağzından duydum. Bunu söylemek büyük cesaret istiyordu. Biliniyor Mahir de vuruldu. Vurulduğunda da bunları söylemişti. Herkesin bunlara saygı duyması gerekir.”

MECLİSE DÖNÜŞ YAPABİLİRLER

Öcalan, DTP ile ilgili değerlendirmelerini şöyle sürdürdü: “Çözüm demokratik mücadeledir. Bunu halka danışabilir ve karar alabilirler ama öyle yüzeysel değil, gerçekten halka sorarak, bunu kararlaştırabilirler. Diyarbakır’da binlerce kişiyle halk toplantıları yapabilirler, daha sonra il il halk toplantıları yapabilirler. Onlar da halka gidebilirler. Meclis’e dönüş de yapabilirler. Biz böyle gerekli gördük de diyebilirler. Bence henüz istifa edilecek aşamaya gelinmedi. Bizler henüz o aşamada değiliz. Meclise dönüp demokratik siyaset geliştirilebilinir. Ufuk Uras’ın teklifi değerlendirilebilir. Milletvekilleri Meclisi iyi kullanmalıdırlar. Demokratik kanalları açamadılar. Bu şekilde Kürtlerin demokratik kazanımları da boşa harcanmamalıdır. Meclis’te herşeyi tartışabilmeliler. Demokratik mücadele için demokratik siyaset gerekiyor. Bunun yapılabilmesi önemli. Şimdi yeni parti var deniliyor. Ben buna bir şey demiyorum. Devlet birisini kapatır, birisi açılır ancak hukuk tekniği açısından bir parti olabilir. Ama bu siyasi-demokratik mücadeleye tek başına çare değil. Yeni bazı şeylerin olabilmesi gerekiyor. Demokratik siyaset yürütülmesi gerekir. Demokratik siyasetle ancak barış gelir. Türkiye’de hukuk zaten yok. Ben söylediklerimi legal ya da illegal olarak değerlendirmiyorum. Benim söylemek istediğim demokratik siyaset kanalıdır, mücadelesidir.”

GENİŞ KESİMLERLE BULUŞABİLİRLER

“Türkiye’de ortak bir çalışma yürütülebilir. Demokratik kesimlerle geniş bir şekilde biraraya gelinebilir. THKO, Dev-Genç gibi bunların devamı olan kesimlerle ilişkiler kurulabilir, bunlar da içinde yer alabilirler. Aleviler de dahil olabilir. Diğer demokratik kesimler de dahil olabilir. Böyle demokratik bir oluşum olursa kırk elli milletvekili çıkarabilirler. Bunlar önemli şeyler yapabilir, demokratik siyasetin önü açılabilir. Bunu yaparlarsa demokratik siyasetin önü açılabilir. Demokratik mücadelenin Türkiye tarafı da bu şekilde oluşturulabilir. MHP herkesi teslim almak istiyor. CHP, MHP faşist, katı tutum ve çizgilerini aşabilmek için Meclis’ten çıkıp gitmekle olmaz. Mecliste kalıp bu anlayışa karşı mücadele etmeliler. Bahçeli’nin Baykal’ın arkasında çok güçlü örgütleri vardır. Bahçeli muazzam örgütlüdür, bunlar örgütlü olma konusunu çok iyi biliyorlar. Baykal da aynı şekilde örgütlüdür.”

SORUMLULUK HEP BANA YÜKLENİYOR

“Sayın Başbakan’a çağrıda bulunuyorum. Benim yol haritamda mevcut şiddetin önlenmesi için gerekli ilkeleri belirtmiştim. Biraz aceleye gelmişti. Ama yine de yeterli şeyleri söylemiştim. Sorumluluklar hep omuzlarıma yüklenmiş. Bu şekilde Hükümet de bütün yükü bana bırakıyor. Bu da benim sağlığımı bozuyor. Biz savaşın değil, barışın gerçekleşmesini istiyoruz. Barış projenizi ortaya koyarsınız. Benim rolümü oynayabilmem için barış projesinin ortaya konulması gerekiyor. Herşeyi benim omuzlarıma yıkmasınlar. Dürüstlükle bir demokratikleşme projesi hazırlanmalıdır. Ve hemen harekete geçilmelidir. CHP ve MHP zaten çözümsüzlükten yanalar. Yedi yıldır da demokratik bir çözüm gelişmedi. Ben demokratik olan hiçbir şeye de karşı değilim. AKP’nin içinde biraz samimi İslami demokratik bir çizgi de var. Ben buna da karşı değilim. MHP ve CHP dışında AKP’den de çözüm istemeyen kişiler var, isteyenler de var. Eğer bu sorun çözülmek isteniyorsa bu demokratik çizgi harekete geçirilmelidir. Ve Başbakan demokratik bir projeyi hayata geçirmelidir.”

TÜRKİYE’DE İKİ GÜÇ VAR

“Türkiye’de aslında şu anda iki güç var. Bunlardan biri ittihat terakki çizgisinde olan sert-katı, faşist güçtür. Diğeri de kısmen AKP -AKP içinde kısmen demokratlar var, kısmen de askerlerin de içerisinde yer aldığı yumuşak güçtür. Aslında şu anda çatışan bu iki güçtür. Her gün subaylar, generaller tutuklanıyor. Tutuklanmalarının nedeni bu iki gücün çarpışmasıdır.”

“AKP içinde islami demokratik bir çizgi var. Bu Erbakan onların çizgisidir. Yedi yıldır AKP’deki bu demokratik çizginin içi boşaltılıyor. Demokratik İslam anlayışının içini ılımlı İslam’la boşaltıyorlar. AKP’nin hem Kürtler için hem Aleviler için hem de demokratikleşme için yaptıklarının içi boştur. Alevi çalıştayına Şendiller’i çağırmışlar. Bu da yapmış oldukları Alevi çalıştayının içinin boş olduğunu gösteriyor. Kürtleri Kürtlerle pasifize etmeye çalışıyorlar. Bu da benim söylediklerimi doğruluyor. Biz demokratik İslam çizgisine karşı değiliz. Demokratik bir çıkış yapılabilir. Anadolu kapitalizmi dünyanın en vahşi kapitalizmidir. Bu kapitalizm, kumar kapitalizmidir. Dünyanın hiç bir yerinde uygulanmayan kapitalizm Anadolu’da uygulanıyor. Bunlar bir aile kurdular mı, biraz da para kazandılar mı, bir kadın, bir araba bir ev edindiler mi toplumsal mücadeleden vazgeçiyorlar. Toplumsal gerçekleri görmezlikten geliyorlar. Hatta toplumsal mücadelelere müdahale ediyorlar ve onların önünde engel haline geliyorlar. Demokratik siyaset ve barışla bunun önüne geçebiliriz.”

ANADOLU KUZULARI ÖLMESİN

“Ben 1986’da Kürdistan’a ilk birlikleri, gerillaları gönderdiğim zaman onlara çok şey söylemiştim, onları uyarmıştım. Ancak ben her şeyi de bilemiyorum. Mesela Hogir’in Ergenekonla bağlantılı olduğunu yirmi yıl sonra öğrenebildim. Bunun gibi birçok kişinin Ergenekonla bağlantısını çok sonraları fark edebildim. Herşeyden de beni sorumlu tutmasınlar. Bizim mücadele tarzımız bu şekilde değildi. Bunlar birçok çete oluşturdular, Dörtlü çete, Hogir ve Şemdinler. Ergenekonla da işbirliği yaptılar. Bilge Köyü gibi birçok köy basıp çoluk çocuk katlettiler. Bunlar beni de öldürmek istediler. Hasan Bindal olayı biliniyor. Ben dikkatli olmasaydım beni de öldürürlerdi. Daha sonra bu anlayış Osman-Botanlarla devam etti. Bunlar bizim mücadelemizi de heba ettiler. Birçok insanın infazına göz yuman, öldürülmelerini sağlayan bu insanlar rahatlıkla gidip diğerleriyle işbirliği yapabildiler. Bunlar bizim mücadelemizi, demokratik mücadele anlayışımızı, değerlerimizi de boşa çıkarmaya çalıştılar. Ben askerlerin de gerillaların da ölmesini istemiyorum. Ve gerçekten buna çok üzülüyorum. Anadolu insanları ölmesin. Anadolu kuzuları ölmesin.”

AİLELERE BAŞSAĞLIĞI DİLİYORUM

“Muş’taki olaylarda iki kişi yaşamını yitirdi. Bu öyle sıradan bir esnaf değil, devletin özel görevlisidir. Bunun gibi Bitlis, Siirt birçok yerde bunların hepsi bölgede örgütlüdür. Bunların etrafında daha bir çok kişiler vardır. Ben gazetelerdeki bazı başlıklardan bunları anlayabiliyorum, bu sonuçları çıkarabiliyorum. Bunun gibi Diyarbakır’da bile akla hayale gelmeyecek köşe başlarında bekleyen binlercesi vardır. Bunlar katliam gününü bekliyorlar. Ne zaman katliam olacak diye bekliyorlar. Katliam olsa bunların hepsi Kürtlere saldırmak için, Kürtleri öldürmek için bekler vaziyetteler. Daha öncesinden de Ceylanpınar’da, Viranşehir’de, Urfa’da, Diyarbakır’da bir çok kişi taranarak öldürüldü. Bunlar da her an beş kişi on kişi öldürebilirler. Buna karşı halkın kendini savunması gerekir. Buna karşılık savunma hazırlığın yoksa insanların bu şekilde ölmesini doğru ve sağlıklı bulmuyorum. Bulanık’ta yaşamını yitirenlerin ailelerine başsağlığı dileklerimi sunuyorum. Diyarbakır’da yaşamını yitiren gencin, Aydın Erdem’in ailesine de başsağlığı diliyorum. Ailelerine selam ve sevgilerimi iletiyorum.”

HÜCRE CEZASI TEBLİĞ EDİLDİ

“Benim burada devleti tehdit ettiğimi söylüyorlar. Hayır ben kimseyi tehdit etmiyorum. Onlara ‘alçaklar ordusu’ dediğim söyleniyor. İnfaz Hakimliği hücre cezamı onaylamış. İnfaz Hakimliği cezayı onamış itiraz hakkım var. Ağır Ceza Mahkemesi’ne itirazda bulunacağım. Bu bana verilen 12. Hücre cezası oluyor. Tabi bunlar doğru şeyler değil. Ben kimseyi tehdit etmiyorum, sadece tespitte bulunuyorum. Ben Meclis’te bireylere karşı bir şey söylemedim, bireysel olarak kimseye bir şey demiyorum. Kişiliklerine bir şey söylemiyorum. Benim söylediğim şey demokratik siyaset ve barış çizgisi seviyesinin altında kalan zihniyet içindir. Benim şahıslara karşı olumsuz bir şeyim olmaz. Ben Meclis’te bulunup da sorunu çözmek istemeyen anlayışa karşı söyledim bunları. Bu anlamda kullandım o kelimeyi. İnfaz Hakimine yazdığım dilekçede de bunları belirttim. Benimle görüşme yapan heyete de söyledim. Hakimler hukuka, yasalara bakıyorlar. Dar hukuk tekniği bağlamında olayı değerlendiriyorlar. Sonuçta önündeki hukuk neyse onu dar olarak yorumluyorlar, gereğini o şekilde yapıyorlar. Benim söylediğim şey hukuku aşan bir şeydir. Ben burada konuşurken, eleştiri yaparken de kimseye dayanarak söylemiyorum. Bana inanan halkım ve dostlarım vardır. Ben halka dayanıyorum. Ayrıca beni destekleyen dostlarım var. Zor zamanlarda bunlar yardım da eder. Ben kendi gücüme güveniyorum, kendi gücüme dayanıyorum.”

Öcalan, sözlerini “Bingöl, Bitlis, Diyarbakır ve Siirt cezaevindeki arkadaşlara selamlarımı iletiyorum. Halkımıza selamlarımı iletiyorum” diyerek tamamladı.

ANF NEWS AGENCY

13 Aralık 2009 Pazar

Marksizm bir ideoloji değil teoridir...

Fikret Başkaya’ya sorular

Söyleşi: Merdan Özüdoğru

Hocam ilk sorum şu: ‘Devrimi Yeniden Düşünmek’ başlığını taşıyan yazınızda, “... eleştirel-devrimci bir teori olması gereken marksist teorinin başına gelenler ibret vericiydi. Teori önce donduruldu, şeyleştirildi, reifiye bilgi haline getirildi, eleştirel-bilimsel özü aşındırıldı ve giderek bürokratik yozlaşmaya uğramış işçi örgütlerinin, sol-sosyalist-komünist partilerin, daha sonra sosyalist denilen ama adından başka sosyalizmle ilgisi olmayan rejimlerin meşrulaştırıcı resmi ideolojisi haline getirildi” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Teori eleştirelse teoridir, eleştirdiği için, eleştirebildiği için teoridir. İdeoloji gerçeğin üstünü örtmek, anlaşılmasını engellemek, velhasıl teorileştirilmesini, anlaşılabilirligini engellemek içindir. Teorinin önü açıktır, eleştiriye dayanır ve eleştiriyle yol alır. Oysa ideoloji tartışmayı yasaklar. Verili durumu esas alır ve ona itaati vâzeder... Başka türlü ifade edersek, ideoloji anti-teoridir. Marksizm esas itibariyle eleştirel bir teoridir. Düşünmek eleştirmektir. Biliyorsunuz Fransız filozofu Alain, “düşünmek hayır demeyi bilmektir” diyordu. Etimolojik kökeni Kadim Grekçe theorien olan teori, bakmak, gözlemek, incelemek... demek. Anlamanın yolu radikal eleştiriden geçer, eleştiri yoksa anlama diye birşey, dolayısıyla teori de yoktur. Kim şeylerin anlaşılmasını ister, kim anlaşılmamasını, üstünün örtülmesini ister? Bu yüzden entellektüel ideolojik dayatmaların karşısında durabiliyorsa entellektüeldir. Entellektüeli entellektüel yapan onun herşeyi eleştirebilme istidadı, iradesi ve yeteneğidir. O hiçbir tabuya hiçbir ‘resmi gerçeğe’ itibar etmez. Hiçbir kiliseye tâbi değildir. Duruşu, konumlanışı sadece düşünsel-entelletüel mahiyette değil, aynı zamanda etiktir. Kimin neden eleştiriye ihtiyacı var, kimin neden şeylerin, olguların, süreçlerin üstünü örtmekte çıkarı var? Entellektüel, şeylerin neden ve nasılını merak edendir. Bu amaçla işe soru sorarak başlar. Marx’ın ilk önemli eserlerinden birinin başlığı ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ idi. Eleştirel olduğu için düşünceyi ileriye, bir üst basamağa taşıyabildi. Onun ardından gelenlerin Marx’ı eleştirmek de dahil, eleştiriyi bir üst aşamaya taşımaları gerekirken, orada durdular. Sadece durmakla da kalmadılar Marx’ın teorisini dondurdular ve onu tuhaf bir ideolojiye dönüştürdüler. Marks’ın teorisi Stalinizimle birlikte kutsallaştırılıp-tabu haline getirildi... Tabu yasaklanarak korunandır... Belirli bir eşik aşıldığında artık teoriden eser kalmamıştır. Bir kere teori ideolojiye, karşıtına dönüştürüldüğünde artık aydınlatmaz, karartır... Marx, yaşadığı dönemde kendi teorisinin başına gelecekleri sezmiş olacak ki, ‘ben marksist değilim’ demişti... Fizik alanından bir örnek verelim. Mesela Albert Einstein, fizik bilimini bir üst aşamaya nasıl taşıyabildi? Galileo’yu, Newton’u eleştirebildiği için... Marx sonrası marksistlerin Marx’ı da eleştirerek yola devam etmeleri gerekiyordu ama tam tersini yaptılar, teoriyi dondurdular. Elbette her zaman istisnalar vardı ama sonuçta istisna kuralı doğrulamak için değil midir? Oysa bir teorinin hayatiyeti eleştirdiği, eleştirebildiği durumda mümkündür. O zaman ne oldu, Gramsci anlamında ideolojik hegemonya üstünlüğü karşı tarafa geçti.

Onun için mi yazınızın başlığını ‘devrimi yeniden düşünmek’ olarak koydunuz? Bu sol devrimi artık düşünmüyor demeye mi geliyor?

Teori ideolojiye dönüştürüldüğünde, eleştirel devrimci bir teori olan marksizm artık sahnede yoktu. Her ağzını açanın söze Marx’la başlaması, tuhaf bir folklor haline geldi... Sol, düşünmeyi, sorgulamayı, araştırmayı bir yana bıraktı. Sanki Fuerbach üzerine 11. tez bu sefil tavrı benimsemenin gerekçesi yapıldı. Biliyorsunuz 11. Tez : “ Filozoflar bu güne kadar dünyayı yorumlamakla yetindiler, oysa sorun onu değiştirmektir’ der. Buradan Marx sonrası sol şöyle bir sonuç çıkarmış gibi görünüyor: ‘ anlama işi tamamsa ve bu işi de Marx yaptığına göre, biz de artık değiştirme işine girişebiliriz... Maalesef Ortalama bir sol parti yöneticisinin, ortalama bir militanın yaklaşımı budur... Okumaz, araştırmaz, merak etmez, çevresinde hâlâ bu işle ilgilenen kalmışsa onu suçlar, küçümser... Bu kafayla dünyayı değiştireceğini sanır. Ona göre reçete hazırdır, yapılması gereken reçeteyi uygulamaktır, önemli olan eylemdir... Burjuva kafasıyla yeni ve farklı birşey yapacağını sanır. Siz bir kere pusulayı şaşırdınız mı, artık istediğiniz kadar eylem yapın bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bir kere sol saymadığı, ‘kendinden saymadığı’ hiçbir şeyi okumaz. Solda da sadece kendi örgütünün, partisinin, fraksiyonun yazdıklarını okur ama onların birşey yazması, yazdıklarının bir kıymet-i harbiyesi olması pek mümkün değildir. Böylece okumamanın mazereti de üretilmiş oluyor ve devrimci militan huzura kavuşuyor. Beyin bir tek sizde yok ki, karşı taraftakiler de pek ala düşünebilir ve düşünüyor. Yaklaşık son 30-40 yılda sol dışında herkes düşünüyor, yazıyor, anlamaya çalışıyor kimisi burjuva düzenini meşrulaştırmak için, kimisi de entellektüel kaygılarla, namusluca... ama solun o tarakta bezi yok gibi... Mesela günümüz kapitalizminin ortaya çıkardığı sayısız kötülüklere dair soldan derinlemesine tahliller son derecede yetersizdir. Solun bir kültür endüstrisi eleştirisi yok, bir teknoloji eleştirisi, bir reklam eleştirisi yok... Yeni proleterleşme biçimine dair söyleyecek sözü yok... Bu alanlar önemli birer ideolojik hegemonya alanı değil mi? Bazı kalıpları sürekli tekraralayan bir sol bu... Bu kafayla yeni ve farklı birşey söylemesi de, yapması da zaten mümkün değil. Benim demek istediğim şu: Biz ideolojik hegemonya savaşını kaybettik, düşünsel-kültürel hegemonya üstünlüğünü karşı tarafa kaptırdık. Bir kere bunu kabullenmek zorundayız. Hiç birşey olmamış gibi davranmanın, kendini aldatmanın bir mânâsı yok. Eğer bu savaşı yeniden kazanmak istiyorsak, ideolojik hegemonya üstünlüğünü yeniden ele geçirmek istiyorsak, işe yeniden düşünerek başlamamız gerekiyor. Yani geçmişin ikircikli olmayan radikal bir eleştirisini yaparak işe başlamamız gerekiyor... Yeniden düşünmeye başlamamız gerekiyor. Biliyorsunuz, düşüncenin eyleme önceliği vardır, düşünerek ve anlayarak bir işe girişirsiniz... Elbette bu düşünceyle eylem arasındaki diyalektik ilişkinin hafife alınmasını gerektirmez.

Neden böyle oldu peki?

Teori şeyleştirildiği, reifiye edildiği, dondurulup-kalıplaştırıldığı, ideolojiye dönüştürüldüğü için... Reifiye olmuş [şeyleşmiş] bilgi ölü bilgidir ve ölü bilgiyle gerçeği anlamanız, bilince çıkarmanız mümkün değildir... O zaman düşündüğünüzü sanırsınız ama esasında boşa kürek çekiyorsunuzdur... Sosyal süreç sürekli değişip, yenileniyor, değişimi yakalayıp-bilince çıkarmak, yeni düşünsel araçlara [eleştirel teoriye] sahip olduğunuz durumda mümkündür.

Teorinin ideolojiye dönüşüp, içinin boşalması ne zamana rastlıyor? Stalinizmle Marksist düşünceden bütünüyle kopulduğu söylenebilir mi?

Bence süreç, Stalinizmin yerleşmesinden önce başladı. Marx’ın ölümünden sonra Marksist düşünce, örgüt bürokrasilerinin iktidarını meşrulaştıran bir öğretiye dönüşmeye başladı. Tabii kesin kopuş, Stalinizmin yerleşmesiyledir. Stalinizmin Marx’la ve marksist teoriyle ilgisi sadece söylemdeydi. Stalinizm her şeyiyle marksizmin tam bir inkârıdır. Aslında eleştirel-devrimci bir teori olan Marksizm değil de marksizmin deforme olmuş, içi boşaltılmış versiyonuydu söz konusu olan. Bilinen anlamda bir resmi ideoloji söz konusuydu. Ve söz konusu bağnaz resmi ideoloji Stalinist otokrasiyi meşrulaştırmanın ve dayatmanın hizmetindeydi. Başka türlü ifade edersek, Stalinizm Marksizmin anti-teziydi...

Eğer öyleyse Türkiye’de ve dünya’da neden hâlâ Stalinizm hayranları var?

Sanıyorum bu sorunun cevabını yukarda verdik. Marksizm eleştirel-devrimci bir teori olması gerekirken bir ideoloji, bir dogma, bir inanç kategorisi haline gelince, kalıplaştırılıp-dondurulunca, insanların Stalinizmde tecessüm edene inanmaları, o yolda ısrarcı olmaları, ona inanmaya devam etmeleri anlaşılır bir şeydir. Eğer, Stalinist otokrasi, onun boğucu dikta rejimi sosyalizm sayılıyorsa, kişinin ona hayran olması işin doğası gereğidir. Bir şey daha var: Stalinist olmak rahatlatıcı birşey. Bütün sorunlar orada çözülmüş ve/veya çözülme yoluna girmişse, tüm sorunların çözümünün anahtarı eldeyse, düşünmeye, okumaya, araştırmaya, şüphe etmeye de gerek kalmaz tabii... Bir dine tapan için o din nasıl tartışma konusu değilse, bir din, değilse de dogma mertebesine çıkartılmış, tabulaştırılmış bilimisel sosyalizm denilen de asla tartışma konusu yapılmaz, zira o olumlu olan ne varsa bünyesinde barındırmaktadır. Bir zamanlar sol parti yöneticileri ve sendika bürokratları tarafından işçi sınıfının bilimi söylemi çok kullanılırdı. Oysa işçi sınıfının bilimi diye birşey hem mümkün değildir, hem de saçmadır. Aynı şekilde proletarya kültürü [proletkült] de çok kullanılırdı. Oysa bu uyduruk söylemin bu dünyada reel bir karşılığı olması mümkün değildi...

Aynı yazıda Leninist örgüt modelinin vazgeçilmez ilkesi olan ‘demokratik merkeziyetçiliğin’ bir oxymore olduğunu söylüyorsunuz. Merkeziyetçilik olmadan, disiplin olmadan bir örgüt nasıl başarılı olabilir? Orada bir çelişki yok mu?

Biliyorsunuz oxymore karşıt anlamlı [antinomik] iki kelimeyi yan yana getirmek anlamındadır. Mesela parlak karanlık gibi. Elbette edebiyatçılar, sanatçılar anlatım güzelliği için oxymore’ a baş vuruyorlar ve orada bir sorun yok. Mesela Klasik Yunan Tragedyasının ünlü yazarı Sofokles, Antigone adlı oyununda ermiş cani diyor. Ama ideolojik manipülasyon amacıyla oxymore’a baş vurulduğunda iş değişiyor. Mesela temiz savaş, calışma barışı, sürdürülebilir kalkınma, vb. dendiğinde ideolojik amaçlı bir oxymore yapılmış olur. Bana göre ne kadar iyi niyetle ortaya atılmış olursa olsun demokratik merkeziyetçilik de bir oxymore’dur. Zira bir örgütsel işleyiş hem merkeziyetçi hem de demokratik olamaz. Keşke olsa deseniz de olmaz. Biraz merkeziyetçi, biraz demokratik bir işleyiş olmaz. Merkeziyetçiliğin olduğu yerde örğütsel hiyerarşi, disiplin, alt-üst ilişkisi, buyuran-buyurulan, yetkili-yetkisiz... velhasıl işin doğası gereği anti-demokratik, baskıcı bir işleyiş geçerlidir. Elbette sizin de söylediğiniz gibi disiplin yokluğunda da birşeyler başarmak mümkün olmaz. O halde nasıl bir disiplin sorusu akla gelecektir. Bu dünya’da disiplinin başka versiyonları da pekâlâ mümkündür. Öz-disipline dayalı bir örgütsel işleyiş neden mümkün olmasın? İnsanların birşeyi yapması için mutlaka dışırdan, yukarıdan birilerinin emir vermesi mi gerekiyor? Hiyerarşik ilişkiler yerine yatay ilişkileri ikâme etmek imkânsız bir şey midir? Aksi halde binlerce yıllık sınıflı toplumun, burjuva toplumunun örgüt modeline mâhkûm olursunuz ki, Eskinin ayakları sizi yeniye taşımaz. Ben her sabah saat altıda kalkar çalışmaya başlarım ve saatlerce çalışırım. Üstelik yaptığım çalışmanın maddi bir karşılığı da yoktur, bütünüyle entellektüel kaygılarla yapılan bir çalışmadır. Kimse bana saat altıda kalk demiyor... Önemli buluşların mimarı olan matematikçilerin, fizikçilerin öz disiplini hayranlık uyandırıcı değil mi? Eğer örgüt demokratik bir işleyişe sahip değilse, birşeyleri de başarsa sonuç başlangıçtaki amaçla çelişen bir sonuç olabilir. Kendisi demokratik olmayan bir örgüt ancak anti-demokratik bir işleyiş üretebilir. O halde iki şey: 1. Örgüt olmadan hiçbir şey yapmak mümkün değildir; 2. Geçen yüzyılın örgüt modeli olan demokratik merkeziyetçilikle bir yere varmak mümkün değildir... Yatay, demokratik ilişkiyi esas alan bir örgütlenme modeli pekâlâ mümkündür. Mesela Paris Komünü, 1917 de Sovyet örgütlenmesi, vb. bize değişik bir örgüt modeli hakkında fikir verebilir. Yegane evrensel örgüt modeli ‘demokratik merkeziyetçiliktir’ demek size mantıklı geliyor mu? Eğer siz demokratik merkeziyetçiliğin sonucundan şikayet ediyorsanız, o zaman farklı bir örgütlenme modelini de pekâlâ tartışabilir, tasarlayabilirsiniz... Eğer bir soruyu soracak yüksekliğe çıkmışsanız, bu, onu cevaplayacak potansiyele de sahipsiniz demektir.

Daha önceki bir yazınızda soldaki ‘aşırı parçalanmışlıkla ilgili olarak: “Türkiye’de sol hareketin bunca parçalanmış oluşu, ‘haklı’ ideolojik gerekçelere dayanmaktan çok, patalojik nedenlerle açıklanabilir’ diyorsunuz. Gerçekten bu bölünmüşlük, parçalanmışlık durumu üzerinde düşünmek gerekiyor. Bu parçalanmışlık durumu aşılmadan inandırıcı, güven veren bir sol muhalefet ortaya çıkabilir, olayların seyrini değiştirebilir mi?

Bence sorunu başka bir düzlemde tartışmak gerekiyor. Solun ister legal-parlamenter düzeyde, isterse legalite dışında siyaset yapan kesimleri arasındaki fark, zannedildiğinden daha az önemli. Solun mevcut politika yapma tarzını reddetmesi gerekiyor. Mesela siz verili duruma uyum sağlayarak siyaset yapmaya kalktığınızda, o düzenin bir parçası haline geliyorsunuz. Başka türlü olması mümkün değil zira son tahlilde kurallarını başkalarının koyduğu bir oyuna dahil oluyorsunuz. Bir kere oyuna dahil oldunuz muydu, sonunun hüsran olmaması mümkün değil. Legal-parlamenter solun sefil manzarasına bak anlarsın... Aslında legal-parlamenter oyunu reddeden kesim de aslında aynı olumsuzluğu başka biçimlerde yeniden üretiyor. O da politikanın ne olması, nasıl yapılması gerektiği konusunda farklı, yeni ve orjinal bir anlayışı ve perspektifi temsil etmiyor. Kaldı ki, gizli örgüt de açıkta siyaset yapmak durumunda... Üstelik daha önce de defaaten söylediğim, yazdığım gibi, burjuva legalitesi dışındaki örgütler tüm enerjilerini iktidarı ele geçirmek üzere seferber ediyorlar. Bu onların nasıl bir düzen kurulacak sorusunu savsaklamalarına neden oluyor. İşleyişleri anti-demokratik, akıl almaz bir örgüt fetişizmi söz konusu... Halka bilinç götüreceğini sanıyor... Netice itibariyle onların politika yapma yöntemi de diğer düzen partilerinden özde farklı değil. Bence bu sorun üzerinde ısrarla durmak gerekiyor. Parçalanmışlığa gelince, doğrusu bunun akla-mantığa, sağduyuya uygun bir yanı yok. Eğer ortada 47 farklı örgüt varsa, bunların birbirinden ayrı olmaları için en az 47 neden olması gerekir ki, böyle birşey mümkün değil. Bölünmenin asıl nedeni birşey yapamamakla, politik mücadele yürütmedeki becerisizlikle, basiretsizlikle ilgili. Sanıyorum mücadele yükseldiğinde bu bölünmüşlük tablosu da ortadan kalkacaktır zira gerçekten patalojik bir durum bu...

Sizin bu çıkışınızın solda yankı bulacağını bekliyor musunuz. Gerçekten yeniden düşünmeye ve yeni bir başlangıç yapmaya ihtiyaç var ama Türkiye’deki sol buna hazır mı? Böyle birşeyin gerekliliğine dair bir anlayış olduğunu, daha doğrusu insanların tartışmaya, sizin deyiminizle ‘yeniden düşünmeye’ ‘cesaret’ edebileceğini bekliyor musunuz?

Eğer ‘yeniden düşünmeye’ cesaret edilmezse, bu sol diye birşeyin olmadığı anlamına gelecektir. Bu mümkün değildir. Aksi halde bu, insanların kapitalizmin kepazeliğini kabullendikleri, itiraz etmedikleri, ‘durumdan memnun oldukları’ anlamına gelir ki, böyle birşey saçmadır. Aklı başında biri kendini insanlıktan çıkaran bu kepaze durumu kabullenebilir mi? Şu lânet olası kapitalist yağma ve talan düzenine razı olabilir mi? Ben yeni bir dalganın mutlaka yükseleceğini bekliyorum –aslında bunu söylemek yeni ve orijnal birşey söylemek de değil- . Bu günkü yenilgi tablosu ilelebet devem edecek diye birşey yok. Saldırı / karşı saldırı diyalektiği işin doğası gereğidir... İnsan düşünebildiği, soru sorabildiği, mücadele ettiği, yaşamın bir ‘anlamı’ olması gerektiğini bildiği ve bu amaçla mücadele ettiği için insandır. Bürokratik yozlaşmaya uğramış sol örgütlerin yeniden düşünmeye ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum. Onlar gerçeğin tapusunu ceplerine çoktan koymuşlar... Defteri çoktan kapatmışlar... Başkalarının gündeminin peşinden gitmeyi politika yapmak sanıyorlar... Mevcut bürokratik yapıları sürdürmeyi bir başarı olarak görüyorlar... Fakat hâlâ az da olsa soru sorma, cevap arama cesaretini ortaya koyanlar var... Önemli olan onların sayısını artırmak, verimli bir tartışma ortamı yaratmak için çaba harcamaktır... Bu aşamada Spinoza’nın öğüdünü hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor. Biliyorsunuz Spinoza: “Gözlüğünü parlat’ diyordu..

Teşekkür ederim...

Ben de...

12 Aralık 2009 Cumartesi

Kelimelerle Vurmak!

Faiz Cebiroğlu

Dikkatinizi çekmiş mi, bilmiyorum. Son yıllarda, Türkiye’de, âdete bir hastalık haline geldi: Kelimelerle vurmak! Her türden insanlar, her meslek türünden insanlar, ”diyalogu” bir yana iterek, birbirlerinin başlarına ”boş ve anlamsız” kelimeler fırlatıyor, birbirlerini ”kelimelerle” vuruyor.

Ne acıdır, birlikte iş yapma bir yana itilmiş; diyalog, bir yana itilmiş; ”tartışma” adı altında, birbirlerine kelimeler fırlatarak ”kim kaybetti” ”kim kazandı” hesabı yapıyor / yapılıyor.

Gerçekte, ortada ne diyalog, ne de gerçek anlamda tartışma vardır. Her birimiz bir taraftan konuşuyor. Her birimiz, ”ben kazandım” , ”o kaybetti” misali bir mantıkla, birbirimize ”kelimeler” fırlatarak ”sosyal” olan bizlerin , ”sosyalleşmemiş” örneklerini sergiliyoruz.

Bu durum, insan gelişimi adına, gerçekten utanç vericidir!

Bu “duraklama”, insan gelişimi adına, gerçekten utanç vericidir!

Bu süreç ve bu sürecin yarattığı ”duraklama”, hiç kuşkusuz tekelciliğin yarattığı bir durumdur.

Daha önceki yazdıklarımı tekrarlamak istemiyorum. Ama özetin özeti şudur: Tekelcilik, insanın sürekli yozlaşması ve insanın giderek ”insancık” haline gelmesi oluyor. İnsan, en çok tekelci sistemde yozlaşıyor. İnsan, en çok bu sistemde ”yabancılaşıyor”. Bu sistemde yozlaşan ve ”yabancılaşan insan”, diyalogu bir yana iterek, yaşadığı sistemin ”kurbanı” oluyor. Bu bağlamda, insanın yabancılaşmasını ”tekelciliğin kurbanı olmak”, şeklinde tanımlayabilirim. Bunu da Karl Marks’ın ”yabancılaşma” tanımına ek tanım olarak veriyorum.

Tekelciliğin kurbanı olan insan, ”kurbandır”; diyalogu ne yapsın?

Amacımız bu tekelci sistemi kaldırmak ve insanı kurtarmaktır.

Tekelciliğin reddi, insanın kurtuluşu ve diyalogun açılması oluyor.

Bu, toptan kurtuluşa giden yolun açılımı demektir.

Bu yolda diyalog vardır. Diyalog, bu anlamda, insanın gelişimi, değişimi ve dönüşümü oluyor.

Diyalog; ”ileri, hep ileri” oluyor.

Diyalog, bu bağlamda şudur:

Bir: Tarihsel olarak devrimci olan biz, insanlar için, ”ileri, hep ileri” şiarıyla ortakça ve akılca çözümler bulmak.

İki: Bu yolda yürüyen diğer yoldaşları ve fikirlerini dikkate almak ve anlamak.

Üç: Ortak dinleti, ortak anlayış ve ortakça çözümler bulmak.
Bu noktalar çoğaltılabilir. Bunu bir başka yazımızda yaparız. Burada şunu vurgulamak istiyorum: İnsan tarihsel olarak devrimcidir. Fakat, tekelcilik devrimci insanı, insan olmaktan çıkardı, ”insancık” haline getirdi. İnsancık insan, bu sistemin kurbanı oldu…

Tekelciliğin kurbanı olan insan, ”kurbandır”; diyalogu ne yapsın?

Diyalogun reddi olan insan, agresif oluyor.

Agresif insan, elindeki son olanağı kullanıyor: kelimeler fırlatıyor; boş ve anlamsız kelimeler fırlatıyor. Fırlattığı kelimelerde belki şunu umuyor:

Bir: Boş ve anlamsız kelimelerle kendini savunmak, kurtarmak!

İki: Boş ve anlamsız kelimelerle kendi ”düşüncesini(!)” savunmak ve kendince çözümler bulmak.

Üç: Son çare olarak, ”ileri, hep ileri” olan devrimci insanın kişiliğine saldırmak.

Dört: Bu agresifle, devrimci insanı yenebileceğini sanacak kadar saf olmak!

Amacımız, tekelci insanda ”kurban” olan bu insanı kurtarmak içindir. Kurtuluş, birlikte olacaktır. Birliktelik, insanın kurtuluşuna giden yolda, diyalog yolunu bulmak ve açmaktan geçiyor.

Diyalog yolu, ortakça fikirler ve ortakça çözümler bulma yoludur.

Toplum olarak buna hazır mıyız, sanmıyorum.

Nedenleri vardır; şudur: Tekelcilik sistemi, bizleri , düşünce ve duygularımızı ”kelimelendirmede” yetersiz bırakmıştır.

Tekelcilik düzeni, hem devrimci fikirlerimizi, hem de duygularımızı ”kelimelendirmenin” önemli bir dil olduğunu unutturmuştur.

Bunlar olmayınca, diyalog olmuyor. Bunlar olmayınca, boş ve anlamsız kelimeler fırlatan agresif insan kalıyor.

Kavgamız, tekelci sistemde “kurban” olan bu insanı kurtarmak içindir.

Kavgamız bu yolun açılmasında anahtar rol oynayacak, “diyalog” metodunu bulmak ve bu yolda, ne devrimci fikirlerin, ne de duyguların “kelimelerin altında” saklanmadığı bir sistem kurmaktır.

Amacımız, birlikte kazanacağımız “ortakça”, aynı anlama gelmek üzere sosyalist bir düzen kurmaktır.

Ortakça sistemin insanı, her yönden devrimcidir. Ortakça düzenin insanı ”boş ve anlamsız” kelimeler fırlatmaz. Ortakça insan, ”ileri, hep ileri” hülyasıyla diyalog insanıdır ve daima devrimcidir.

İşimiz kolay mı, değil.

Devrimcilik, yeni bir doğumdur.

Hiç bir doğum, kolay olmuyor.

Bunun da farkındayız.

9 Aralık 2009 Çarşamba

TÜRKİYE’DE REJİMİN ÇÜRÜMESİ



Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com

‘Kültürel bir çöl yaratılmışsa, orda her şey satar. Çünkü çölde her şey mucize etkisi yapar.’ Pasolini

Bu gün Türkiye’nin önemli kurumlarında özellikle basının büyük bölümünde çok önemli bir çürüme yaşanmaktadır. Bazı köşe yazarları çürümenin Türk Silahlı Kuvvetleri içende de yaşandığına dikkat çekiyorlar.

Toplumda da büyük bir çürüme yaşanıyor. Yıllar önceydi, TV’deki bir manzarayı unutamıyorum. Bir grup insan, işkenceci bir polis için tezahürat ediyor: “Türkiye seninle gurur duyuyor!!”

Çürümenin boyutlarını gösteren yeni bir olaya bir kaç gün önce tanık olduk. Bir köşe yazarı ‘Taş açan piçler’ başlıklı bir yazı yazıyor. Eğer bir ülkede kalkıp bir köşe yazarı, taş atan çocuklar için ‘piçler’ diyebiliyorsa, bu durum, toplumdaki derin çürümenin, Behiç Kılıç gibi zavallı birinin o geri kalmış beynine yansımasıdır.

Tüm bu yaşananlar çok derinlerde yaşanan çürümenin belirtilerdir. Anti-demokratik bir rejim, ‘Mcdonatlaştırılmış toplum’ yaratmaktadır. Mcdonatlaştırılma ile kastettiğim, toplumun sağlıksız ucuz kültürün etkisine girmesidir.

Rejimdeki ve toplumdaki ‘çürüme’ konusu üzerinde durmak gerekir, rejimdeki çürüme olgusunun sosyolojik, politik ve sosyal-psikolojik nedenlerinin araştırılması yararlı olur.

Günlük yaşamda ‘çürüme’ sözcüğünü çok sık kullanırız. Örneğin bozulmuş meyvelere ‘çürük’ deriz. Çürük meyveyi, gerek renginden gerekse tadından tanırız. Çürüme yüzeyde ise, meyvenin kabuğunun rengi değişmeye başlar. Ama bazen çürüme yüzeyde oluşmaz. Çürük daha derinde oluşur. Böylesi durumda, kabuğu soyduktan sonra çürüğü görürsünüz......Demir gibi eşyaların çürümesini anlamak da zor değildir; çünkü pas tutma çürüklüğü gösterir. Dolayısıyla bazı durumlarda çürümeyi görmek ve teşhis etmek zorluk oluşturmaz.

Peki ama çürüme olayının kendisi nedir? Çürüme nasıl oluşur? Bu sorulara cevap verebilecek kaç insan çıkar! Bu soruya cevap vermenin, hiç de kolay olmadığı anlaşılır bir şeydir. Asıl sorun, çürümenin neden kaynaklandığını kavramaktır.

Konuyu, toplumsal çürümeye getirmek istiyorum. Mevyenin çürük olup olmadığını anlamak kolaydır. Peki ama bir rejimde, bir devlette, bir toplumda veya bir insanda çürümeyi nasıl teşhis edeceğiz? Ünlü filozof Descartes ‘çürümeyi tanımak yetenek gerektirir’ demiş, böylesi bir yeteneğin çok az rastlanan bir meziyet olduğuna dikkat çekmişti. Demek ki, toplumda ve insanlarda çürümeyi teşhis etmek öyle kolay değildir.

Lenin, ‘eğer bir toplumda, devrim ve toplumsal değişim için koşullar olgunlaşmışsa, ama bu toplumsal değişimi gerçekleştirecek bir güç yoksa, o toplum için için çürümeye başlar’ demişti. Toplumda eğitim, sağlık, ekonomik ve siyasal yaşamda binlerce sorun birikmiş ve bu sorunu çözecek güç yoksa, toplum çürümeye başlar.

Peki ama toplumsal çürüme hangi biçimlere bürünür? Toplumdaki çürüme biçimlerini saptamak meyvelerdeki çürükleri teşhis etmeye benzemiyor. Üstelik toplumsal çürüme, ‘baş’ta mıdır yoksa ‘taban’da mıdır? Yoksa her ikisinde mi çürüme var? Çürüme ‘içerden’ mi oluyor?

Edebiyattan, sanata, televizyondan gazetelere kadar toplumun derinliklerine sızmış bir çürümeyi yaşıyoruz. Eğer çürüme varsa, çürümeye neden olan, çürüten faktörler de vardır. Medya, özellikle TV, çürüten faktörlerin başında gelir. Fakat görsel medya TV, toplumu çürütürken, kendisini de çürütür.

Toplumun veya bireyin çürümesi genellikle iki şekilde kendini gösterir: Birincisi, toplum ve insan yaşamında, araçların sayısı artar, amaç olan şeylerin sayısı gitgide azalır. Alman düşünürü Horkheimer’ın dediği gibi, dünya ‘amaçlar dünyasından tümüyle bir araçlar dünyasına’ dönüşür; İkincisi, toplum veya insan, anlamsız, yıpratıcı ve içi boş şeylerle uğraşarak, oyalanır. Enerjisini, boş işlere harcar.

Türkiye rejiminin siyasal yapısı, Türkiye’deki toplumsal gerçeklikle uyumlu değildir. Askeri vesayet rejimi kendini toplumsal gerçekliğe veya toplumsal dönüşümlere uyduracağına, toplumu askeri vesayet rejimine göre şekillendirmeye çalışıyor. Bunun için de topluma karşı psikolojik hareket yürütüyor. Psikolojik hareketin amacı, toplumda korku yaratarak, ruhsal çöküntüye yol açarak, askeri vesayet rejiminin meşruiyetini korumaktır. Ama topluma karşı psikolojik hareket, ters tepmiştir. Şimdi generallerin kendisi sorguya çekilmektedir. Yavaş da olsa Türkiye’de bazı değişimler oluyor.

Türkiye’nin toplumsal yapısı son 50 yıl içinde büyük bir değişim geçirmiştir, ama siyasal yapısında bir kaç rutuş dışında esaslı bir değişim olmamıştır. Askeri vesayet rejimi, Türkiye’nin toplumsal yapısıyla çelişki içindedir. Türkiye’nin toplumsal gerçekliğine uygun, siyasal bir devrim olmadan çürüme daha yaygınlaşacaktır. Tüm olgular çürüyen rejimin yerine demokratikleşmiş bir Türkiye’nin zorunlu olduğuna işaret ediyor.

2 Aralık 2009 Çarşamba

BURJUVAZİ ve SINIF BİLİNCİ



’Bilgisizlik kolay ve rahat elde edildiği için çoğunluk bilgisizdir.’ La Bruyere

Dünyanın en trajik durumlarından biri şudur: İşçi sınıfı sınıf bilincinden yoksun iken, burjuvazi çok gelişkin ve sağlam bir sınıf bilincine sahip. Dolayısıyla sınıf bilincine sahip burjuvazinin, işçi sınıfına ve diğer emekçilere karşı yürüttüğü tek yanlı bir mücadele var. 20. yy’ın son çeyreğini burjuvazinin işçilere ve diğer emekçilere karşı yürüttüğü sınıf savaşı dönemi olarak değerlendirmek mümkündür.

Nihayet, dünyanın en zengin üç kişisinde bir olan Warren Buffet 2006 yılında New York Times gazetesine verdiği bir demeçte şöyle diyordu: "Sınıf savaşı var, bu bir gerçek; ama o savaşı yürüten ve kazanmakta olan benim sınıfım, yani zenginler sınıfı, ve savaşı biz kazanıyoruz."
Günümüzde yaşanan şey zenginlerin, yoksullara karşı yürüttüğü sınıf savaşımıdır. Oysa geçmişte yoksulların, zenginlere karşı yürüttüğü bir sınıf savaşımı vardı.

Peki ne oldu ki, şimdi zenginler, yoksullara karşı sınıf savaşımını yürütüyor?
Bunun çeşitli nedenleri var elbette. Ama en önemli nedenlerden biri, işçi sınıfının bilincinin yok edilmiş olmasıdır. Sınıf bilincinden yoksun bir işçi sınıfının sııf mücadelesi yürütmesi mümkün değildir.

Sermaye sınıfı yüksek bir sınıf bilincine sahipken, emekçiler sınıf bilincinden yoksundurlar. Emekçilerdeki sınıf bilincinin yoksunluğundan dolayı, sermaye sınıfı toplumu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmektedir. Bugünkü dünya artık kaba soyguncu kapitalizmin geri dönmektedir.

Amerikalı dil bilimcisi ve filozof Naom CHOMSKY şöyle diyor:

‘Güçlü, yardımcı bir devletimiz var. Ancak söz konusu olan zenginler için sosyal devlettir. Bu alışılmadık bir sistemdir. Yüksek ölçüde sınıf bilincine ulaşmış sermaye sınıfı olduğu, örgütlü bir muhalefet hareketi eksik olduğu için, böyle bir sisteme sahibiz.’

Evet, devletler, bankaları kurtarmak için ‘yardım’ ediyor. Demek ki, bir ‘sosyal devlet’ var, ama zenginlere yardım eden ‘sosyal devlet’ var.

Evet, bugünkü dünyada, işçi sınıfı ve diğer emekçilerin durumu zordur. Koşullar elverişli değildir. Böylesi bir durumda ‘tarihin akışı bizden yanadır’ gibi determinist söylemlerin bize yararı yoktur. Gerçekçi olmak gerekiyor.

Kapitalizm, insanlık için artık katlanılmaz hale geliyor. Ama kapitalizm toplumsal mücadeleler olmadan tarih sahnesinden gitmeyecektir. Ama kapitalizme karşı başarılı siyasal ve toplumsal mücadele yürütebilmek için 3 şey aynı anda gereklidir:

Sınıf bilinci, eylem ve Birlik. Bir başka sözlerle: Teori+Pratik+Örgütlenme.

Sınıf bilinci, teorik bir çabayı gerektirir. Tek başına sınıf bilinci yetmez. Eylem olmazsa, sınıf bilinci nasıl kendini gösterebilir ki. Teori, eyleme dönüşmezse pratik güç haline gelemez. Bir başka deyişle, teorisiz eylemcilik kör, eylemsiz teori etkisizdir. Ama teori ve pratiği, bir araya getiren şey ise örgütlenmedir.

Bu üç çabayı iç içe yürüterek ilerlemektan başka yol yoktur.

Alman filozofu Kant, ‘bana maddeyi verin, size bir dünya kurayım’ diyordu. Lenin 20. yy’ın başında, ‘bana devrimciler örgüt verin, Rusya'yı altüst ederim’ diyerek örgütün önemine vurgu yapıyordu. Kapitalizm ayakta tutan şey, işçi sınıfının bilincinin, yelmelini ve örgütlenmesinin geriliği ve yetersizliğidir. Clara Zetkin ‘Faşizm, devrim yapmayı başaramayan bir işçi sınıfının ödemek zorunda olduğu bedeldir.’

Oysa bugün hem sınıf bilinci açısından, hem de örgütlenme açısında işçi sınıfı ve sosyalistler acınacak durumdadır. Çünkü bir yanda apolitikleştirilmiş, örgütsüzleştirilmiş ve bireycileşmiş bir dünyada yaşıyoruz. Ama bunlardan yılmak devrimciliğe yakışmaz.

Marks’ın güzel bir sözü var: ‘Şanslı ve uygun koşullar altında mücadeleyi yürütülebilseydi, dünya tarihini yapmak çok kolay olurdu’

1 Aralık 2009 Salı

Dersim’de Bilincin Uyanışı


İsmail Beşikçi

Türkiye’de, 1925-1945 yılları arasında tek partiye dayanan bir siyasal hayat vardı. Doğal olarak anti-demokratik bir siyasal sistem, anti-demokratik bir siyasal rejim egemendi. Genel seçimler aslında atama şeklinde cereyan ediyordu. Milletvekilleri Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından atanıyordu. Seçimlerden, yani bu atamalardan sonra TBMM’nin ilk oturumunda milletvekilleri Mustafa Kemal Atatürk’ü Cumhurbaşkanı seçiyorlardı. Otoriter, totaliter, anti-demokratik bir siyasal sistem, siyasal rejim vardı. Tunceli Kanunu bu siyasal sistemin, bu siyasal rejimin doruk noktalarından biridir. Yasanın gerekçesinde Dersim, bir çıban başı, yok edilmesi, temizlenmesi gereken bir mikrop olarak değerlendirilir.

Tunceli Kanunu 1935 yılında kabul edilmiştir. Ve hemen yürürlüğe konulmuştur. Bu yasanın en önemli özelliği, idarenin her türlü keyfi davranışına yol veriyor olmasıdır. Yasa bu bakımdan dönemdeki zihniyet yapısının önemli bir göstergesidir. Tunceli Kanunu’yla Dördüncü Genel Müfettişlik kurulmuştur. Dördüncü Genel Müfettişlik Dersim bölgesini içine almaktadır. Bugünkü Tunceli’den daha geniş bir bölgedir, Erzincan’ın, Bingöl’ün, Elazığ’ın bazı yörelerini de içine almaktadır. Dördüncü Genel Müfettiş bölgenin valisidir. Aynı zamanda, bölgedeki en yüksek askeri komutandır. Dördüncü Genel Müfettiş kişileri yakalama, suçlama, yargılama, verilen cezaları, örneğin idam cezalarını infaz etme yetkisine haizdir.

Tunceli Kanunu makable şamil bir kanundur. Tunceli Kanunu’nun makable şamil bir kanun olduğu, yasanın 35. maddesinde yazılıdır. Yani yasanın, yürürlüğe girdiği tarihten önceki fiiller, “suçlar” için de uygulanacaktır. Bunun, ceza hukukunun ana prensiplerine aykırı olduğu açık bir gerçektir. Ceza yasalarının, yürürlüğe girdiği tarihten sonraki suçlar için uygulanacağı, ceza hukukunun temel prensiplerinden biridir.

Suçlanan kişilere iddianame verilmemesi, yasanın dikkate değer bir özelliğidir. Sanıklara savunma hakkı verilmemektedir. Sanıkların avukat tutamamaları, yargılama sürecinde avukatın olmaması, dikkatlerden uzak değildir. Bunlardan çok daha önemlisi, yargılama sürecinde, tercüman da yoktur. Sanıklardan çoğunun hiç Türkçe bilmediği, Türkçe konuşamadığı bir ortamda, tercüman olmaması, yasanın niteliğini açıkça ortaya koymaktadır.

Yasanın önemli bir özelliği de, idam hükümlerinin müfettişin onayıyla infaz edilmesidir. Herhangi bir mahkeme tarafından verilen idam hükümlerini, TBMM tarafından onaylandıktan sonra infaz edileceği 1930’lardaki ceza mevzuatı için de söz konusudur. Fakat, Dördüncü Genel Müfettiş’e, TBMM’nin bu yetkisi de verilmiştir. Vali, Müfettiş ve Komutan’ın, köyleri yakıp yıkma, ahaliyi sürgün etme, köylerin, beldelerin, ilçelerin sınırlarını değiştirme yetkisi de vardır.

Yasanın keyfi uygulamalara yol verdiğini belirtmiştim. Seyit Rıza’nın idam edilebilmesi için yaşının küçültülmesi, Seyit Rıza’nın küçük oğlu Resik Hüseyin’in idam edilebilmesi için yaşının büyütülmesi bu keyfilikler arasındadır. Seyit Rıza’nın yaşının küçültülmesi

mahkemesinde, duruşmaya getirilen tanığın, Seyit Rıza’nın küçük oğlundan iki yaş daha küçük olduğu da, bizzat Seyit Rıza tarafından belirtilmektedir.

Köylerin yakılması-yıkılması, mağaralara sığınan kadınların, çocukların zehirli gazlarla imha edilmesi, gebe kadınların karnına kılıç sokulması, bir –iki yaşlarındaki bebeklerin bir ayağının bileğinden kavranılarak, başlarının taşlara çarpıla çarpıla öldürülmesi, dere kenarlarında, dağ yamaçlarında toplanan sivil halkın, kadınların, çocukların üzerine uçaklarla bombalar atılması sık sık rastlanan olaylardır.

10 Kasım 2009 da, TBMM’de yapılan “demokratik açılım” görüşmelerinde, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen. AKP Hükümeti’ni, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ı eleştirirken, “Atatürk 1937’de, 1938’de, Şeyh Said’de, Ağrı’da, “müzakere yaptı mı?” diyordu. Ama ne yaptığını söylemiyordu. Fakat aynı şeylerin yapılmasını istiyordu. Dersim’de 1937’de, 1938’de olup bitenlerden, Sabiha Gökçen’in sivil halkı nasıl bombaladığından Atatürk’ün habersiz olduğu düşünülebilir mi?

Tunceli Kanunu’nun yapıldığı sırada, TBMM’de 60’a yakın profesör vardır. Bunların önemli bir kısmı da hukuk profesörüdür. Tarih, sosyoloji, siyaset bilimleri, antropoloji, ekonomi gibi dallarda profesör olanlar da vardır. Onur Öymen’in amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen de bu profesörlerden biridir. Onur Öymen’in amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen ve babası Münir Raşit Öymen, Almanya’da özellikle eğitim, iletişim, sosyoloji gibi alanlarda eğitim görmüşlerdir. Ama bu profesörlerin, yasanın hiçbir maddesine, daha doğrusu keyfi davranışlara hiçbir itirazlarının olmadığı görülmektedir. Tunceli Kanunu tasarısı TBMM’ye geldiğinde şöyle bir yol izlendiği anlaşılmaktadır. TBMM Başkanı maddeleri birer birer okutmuş, kabul edenler-etmeyenler demiş, daha sonra da kabul edildiğini zapta geçirmiştir. Maddeler üzerinde, genel olarak görüş açıklaması olmamış veya tartışma yaşanmamıştır. Tunceli Kanunu 38 maddedir.

Bu milletvekillerinin TBMM’ye tayin yoluyla geldikleri bilinmektedir. Tayini yapan şüphesiz, Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür.

Yukarıda sözü edilen 60’a yakın profesörden biri de, Ordinaryüs Profesör Mahmut Esat Bozkurt’tur. Mahmut Esat Bozkurt 1930’larda Adalet Bakanı’dır. Ord. Prof. Mahmut Esat Bozkurt, 1930 Ağrı ayaklanması sırasında şöyle bir konuşma yapmıştı. “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için bundan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hissiyatımı saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman hatta dağlar, bu hakikati böyle bilsinler." (Milliyet, 30 Eylül 1930, söz eden, Lucien Rambout, Çağdaş Kürdistan Tarihi, Komal Yayınları, Ankara 1978, s.132)

Eğitimli olmak, eğitimin kalitesini yükseltmek, otoriter ve totaliter bir yönetimin kurulmasına engel olmuyor. Kürtlerin, inkarı, imhası, asimilasyonu çabaları, Türkiye’de, her zaman faşist düşünce ve uygulama için elverişli bir ortam hazırlamaktadır. Bu sürecin Dersim 1937-1938 de olduğu gibi soykırıma varan uygulamaları da olmuştur.

Bu sözün dönemin Adalet Bakanı tarafından, Türkiye’nin Batı illerinden birinde, bir “seçim” döneminde söylendiğini unutmamak gerekir. Dikkat edilirse, Adalet Bakanı, profesör Mahmut Esat Bozkurt, “Türkiye, dünyanın en hür ülkesidir” diyor. Ama, “en hür ülke” de, Kürtlere, “hizmetçi olma hakkı”ndan, “köle olma hakkı”ndan başka bir hak tanımıyor. Bunu resmi ideolojinin bir tutarsızlığı, çelişkisi olarak değerlendirmek gerekir.

Son 25-30 yıllık mücadele sürecinde, Kürtlerin mücadelesini kırmak için, devletin, Zazacılık diye bir akım geliştirmeye çalıştığı gözlenmektedir. Zazaların Türk olduğu, bazı Türklerin Zazalaştığı anlatılmaktadır. Resmi ideolojinin ikiyüzlülüğü hemen dikkati çekmektedir. Kürt olduklarından ve Kızılbaş olduklarından dolayı soykırıma uğratılanlara, bugün de Türk olduklar söylenmeye çalışılıyor. Devlet, bu propaganda çerçevesinde, bazı Zaza Kürtlerini de hareket ettirebilmektedir. Bu konuda Zaza Kürtlerinin her zaman hatırlaması gereken süreç şudur. Dersim’de, Alevi inancında olan, Zaza Kürtleri yaşamaktadır. Alevi inancında olan Dersim’deki Zaza Kürtleri, 1937-1938 de neler yaşadı? Zaza Kürtlerine neden bu muamelenin layık görüldüğünü, Kürtlere neden soykırım yapıldığını da dönemin Adalet Bakanı, Ordinaryüs Profesör Mahmut Esat Bozkurt çok açık bir şekilde dile getirmektedir. Resmi ideolojini Kürtlerle ilgili bu tutarsızlıklarına, çelişkilerine de dikkat etmek gerekir. Zaza Kürtleri konusunda Roşan Lezgin’in, Kirmanckî, Kırdkî, Dimilkî, Zazakî başlıklı yazısına bakmakta yarar var. (www.zazaki.net, 26 Tebaxe 2009) Bu yazının Zaza Kürtleri başlığı altında Türkçe’sinin de yayımlanacağını umuyorum.

Burada, olguların algılanması ve analizi bakımından Türklerin büyük bir çoğunluğuyla Kürtler arasında çok önemli bir zihniyet farkı olduğu hemen göze çarpmaktadır. Türk aydınları Mahmut Esat Bozkurt’u “solcu” olarak değerlendiriyor. Baroların bir kısmı, hukuk fakültelerinin bir kısmı kendi kurumlarına heykellerini, büstlerini dikiyor. Mahmut Esat Bozkurt’un, Cumhuriyetle birlikte başladığı vurgulanan Türk aydınlanmasının önemli bir ismi olduğu vurgulanıyor. Kürtler, örneğin Kürt aydınları ise, Mahmut Esat Bozkurt’u, “ırkçı”, “faşist”, “çağdışı”, sömürgeci” gibi kavramlarla değerlendiriyor. Kürt aydınlarının ve Türk aydınlarının Mahmut Esat Bozkurt algılamasının birbirine zıt olduğu açık bir gerçektir. Bu noktada şu konu açık bir şekilde kendini belli etmektedir. İttihat ve Terakki, Türk milli mücadelesi, Lozan Antlaşması, 1925 Büyük Kürt Ayaklanması, Ağrı 1930, Dersim 1937-1938, Otuzüç Kurşun Olayı (1943), Halepçe, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulması gibi olgular Türkler için ve Kürtler için çok farklı, birbirine zıt mesajlar vermektedir. Bunun dikkatlerden uzak tutulmaması gerekir.

Unutma-Unutturma

Kürtler konusunda söylenmesi gereken önemli sözlerden biri, yoğun bir unutmanın ve unutturmanın yaşanıyor olmasıdır. Dersimliler, daha düne kadar, 1937-1938 de neler yaşandığın konuşmazlardı. Bu konuya bir ilgi de yoktu. 1970’leri düşünelim. Dersim Türkiye’deki solun bir minyatürü gibiydi..Türk solunun bütün fraksiyonlarının Dersim’de büroları, taraftarları vardı. Kürt fraksiyonları ise, cılız bir şekilde vardı. PKK ile bu durum değişti. Ama köklü bir değişiklik olmadı.

Dersimliler, Kürtlerle, Kürt inancıyla hiç ilgisi olmayan Dördüncü Halife Ali’yi, Ali’nin oğulları Hasan’ı, Hüseyin’i hiç unutmuyorlar. Sık sık onlardan medet bekliyorlar. 681 yılında gerçekleşen Kerbela, Araplar’daki bir iktidar kavgasıydı. Kerbela’da öldürülenler 72 kişidir. Hüseyin taraftarları Fırat Nehri’ne çok yakın bir yerde çadır kurmalarına rağmen, Yezid taraftarları nehre gidiş yollarını kestikleri için 72 kişinin çoğu susuzluktan ölmüştür. Yezit taraftarlarının, Kur’an sayfalarını kılıçlara sokarak Hüseyin taraftarlarına saldırdığı biliniyor. Bundan dolayı Dersimliler dövünüp duruyorlar.

1937-1938 deyse, 50 binin üzerinde Alevi Kürdün öldürüldüğü görülmektedir. Akşam Gazetesi’nden Özlem Çelik, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’le yaptığı röportajda, bu sayının 90 bin olduğunu söylemektedir. (Akşam, 16 Kasım 2009) Genelkurmay’sa, 11 bin civarında ölü, 13 bin civarında sürgün olduğunu söylemektedir. Buna rağmen Dersimliler, Onur Öymen’in 10 Kasım 2009 da, TBMM’de yaptığı konuşmaya ve konuşmaya karşı kamuoyunda gelişen tepkiye kadar, bu olaylardan söz etmezlerdi. Seyit Rıza’nın, Alişer’in, Nuri Dersimi’nin adını anmazlardı. Bu konuda büyük bir unutma ve unutturma yaşanıyordu. Örneğin 8 kasım 2009 da, İstanbul’da, Kadıköy Meydanı’nda, Büyük Alevi Mitingi yapıldı. Bu mitinge Dersimlilerin de katılması muhtemeldir. Ama mitingde, Seyid Rıza’ya, Alişer’e, Nuri Dersimi’ye, Dersim soykırımına ilişkin hiçbir fotoğraf, pankart göze çarpmıyordu. Konuşmalarda, bu isimlerden, bu olaylardan söz edilmedi

Onur Öymen’in konuşmasından sonra konuşmaların tartışmaların başlaması, yaşlı insanların anılarını dile getirmeleri bir uyanış olarak değerlendirilebilir. Bilinçteki bu uyanış, ırkçı ve sömürgeci ideolojinin çözülmesi, sömürgeciler tarafından sistematik olarak öldürülen ruhun canlanması anlamına gelmektedir. Bu bilincin, bu uyanışın güçlenerek süreceği kanısındayım.

Aleviliğin, insanı ön plan koyan anlayışından, mazlumun yanında yer almasından dolayı, Ali, Hasan, Hüseyin taraftarlarının desteklemesi doğaldır. Ama bu kesimi içselleştirmesi, bu kesimle aralarında organik bağlar tesis etmeye çalışması yanlıştır. Şiilik elbette İslamlıktır. Ama Alevilik İslamın dışında olan bir inançtır. Bugünkü Alevilerin atalarının İslam olmadığı açık bir gerçektir. Aleviliği Müslümanlığa asimile etme çabaları, devletin baskısını hafifletmek için, Alevilerin Müslüman gibi görünmeleri, dikkatlerden uzak bir süreç değildir.

Dersim 1937-1938’i hatırlama sürecinde irdelenmesi gereken esas kişi Onur Öymen değildir. Kemal Kılıçdaroğludur. Soykırım sırasında, Kemal Kılıçdaroğlu ailesinden de yaşamını yitiren pek çok kişi vardır. Kılçdaroğlu ailesinden bazı kişiler hasbelkader hayatta kalabilmişlerdir. Soykırım, Dersim’in her yöresinde olduğu gibi Nazımiye’de de yoğun bir şekilde gerçekleşmiştir. Kızılbaş Kürtlerin nasıl katledildiğini, Cumhuriyet Senatosu Başkanlarından ve Dışişleri eski Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil’in, Kemal Kılıçdaroğlu’na özel olarak anlattığını Kılıçdaroğlu’nun kendisi söylemektedir. Köylerin, evlerin, ağılların, ahırların yakılmasından yıkılmasından sonra mağaralara sığınmış kadınların çocukların üzerine zehirli gazlar sıkılarak Kızılbaş Kürtlerin fareler gibi zehirlendiğini İhsan Sabri Çağlayangil anlatmıştır. Bunlara rağmen Kemal Kılıçdaroğlu kendi köklerine karşı yoğun bir yabancılaşma içindedir. Bunları unutmuş. Bunların unutturulması için geliştirilen politikalara karşı hiçbir tepkisi yok. Bir insan, eğitimli bir insan, kendi köklerine, ailesine karşı yaşama geçirilen katliamlara nasıl bu kadar duyarsız bir hale gelebilir? Bu da elbette bir eğitim sürecinde edinilebilecek bir sonuçtur. Resmi ideoloji eğitiminin nasıl uygulandığını, zengin olgusal dayanaklarıyla incelemek önemli olmalıdır.

29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Kemal Kılçdaroğlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayıydı. Bu seçimler sırasında, propaganda döneminde, Kemal Kılçdaroğlu’na basında, “Gandi” deniyordu. Bu çok yanlış bir benzetmedir. Tarih bilincinden yoksun bir benzetmedir.

Gandi, ülkesi ve halkı için mücadele eden çok saygın bir önderdir. Hind Milli

Kurtuluş Hareket’inin önemli bir ismidir. Kemal Kılıçdaroğlu ise, kendi ülkesini, kendi halkını, anadilini-kültürünü tarihten ve yeryüzünden silmek isteyenlerle işbirliği yapmaktadır. Bu tür bir değerlendirmeyi ancak, devletin propagandasının yapan, Milli İstihbarat Teşkilatının bir şubesi gibi çalışan, Türk basını yapabilir.

“Emperyalist işgale karşı olmak”, ABD’nin Irak’a silahlı müdahalesi öncesinde, Mart 2003 öncesinde ve sonrasında çok tekrar edilen bir slogandı. Türkiye’de “sol”un önemli bir kısmı, Kürtlere, “Kürtler, Saddam Hüseyin’le birleşerek, ABD’ya karşı mücadele etmelidir, savaşmalıdır” diyorlardı. CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu da bu düşüncedeydi. Burada, “emperyalizme karşı mücadele”,”emperyalist işgale karşı olma” gibi, devrimci içerikli sloganları kullanıyorsa da aslında, çok büyük bir gericiliktir. Çünkü Kürtleri, kendilerine karşı soykırım yapan Saddam Hüseyin’le, kendi kasaplarıyla işbirliği yapmaya çağırmaktadır. Ama Saddam Hüseyin’in Kürtlere karşı sistematik olarak geliştirdiği soykırım sırasında sessiz kaldıkları, bu olaylar görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan geldikleri bilinmektedir. Türk solu grupları içinde, Saddam Hüseyin’i, “neden sadece bir Halepçe yaptın, neden onlarca Halepçe yapıp gerici Kürtlerin kökünü kazımadın” diye eleştirenler de vardır.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun adı “yolsuzlukları deşifre eden adam” olarak geçiyordu. Kendisi olamayan, hasmının, düşmanının kişiliğiyle bütünleşen, ailesin, halkına karşı yapılan yolsuzlukları hiç sorun yapmayan bir kişinin Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal hayatındaki yolsuzlukları deşifre etmesinin, bu yolsuzlukları izlemesinin hiçbir değeri yoktur. Zira en büyük yolsuzluğun, haksızlığın, 1938-1938 de, Dersim halkına yapıldığı açıktır.


Kürdistan-Post
http://www.kurdistan-post.com/

29 Kasım 2009 Pazar

TÜRKÜM DOĞRUYUM (!)


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

İzah edemediğim bir fenomen. Daha ilk okula başladığımda, ne “Türküm doğruyum” andını, ne de Pazartesi günleri okulda “İstiklal marşını” söylemedim. İçimden gelmedi. O küçücük beynim itiraz ediyordu. İki yaşında babamı kaybettiğim içinde babamın Kürt olduğunu dahi bilmiyordum.

Doğan Avcıoğlu, Kürt sorunun doğuda Feodalitenin yok olması ile halledileceğini iddia etmiş. Bugün de hâlâ ayni fikirde olanlar mevcut. Sanki Kürtlerin varlığına sadece feodal yapıda olanlar sahip çıkıyorlar. Aslında Kürtlerin varlığını kabul edemiyorlar.
Feodalite yüzlerce senedenberi oluşmuş sosyal bir yapılanmadır. Elbette ekonomik sebepleri vardır. Onun etkilediği siyasi hakimiyetide mümkündür. Onu toprak reformu ile yok etmek te mümkün değildir. Geçmişte büyük arazi sahiplerinin mirascılarına şimdi ancak cuzi miktarı intikal etmiştir. Çünkü ağaların bir kaç eşi olduğu gibi, onlarında doğurganlıkları had sınırda , aile planlaması olmadığı için, çok sayıda torunları olmuştur. Bugün ekonomik yapılanma, topraktan ziyade sermaye sahibi tüccarların, fabrikatörlerin siyasi feodalitesine dönüşmüştür.

Şırnağın köyündeki okullara bilgisaray ve internet girmiş olmasına rağmen, Köy enstitüleri için ağlamanın bir faydası olmayacağı gibi, Kürt sorununada hâlâ feodaliter yapının suçlanması, hele ,hele feodal aileleri Dersim ve benzerlerinde olduğu gibi katledip, sürgünlere göndermenin Kürtler arasında ne gibi acılara sebep olduğunu , tıpkı Ermenilere tehcir yapılması ile onların uslandıramayacaklarını tarih yazmaktadır. Düşünen, sosyolojiden anlayanlar tarafından açıklık kazandırılmışdır. Traktörün gelmesi feoadiliteyi kuvvetlendirmişsede, demokrasinin gereği oy sandığının yürürlüğe girmesi siyasi etkinliğini ortadan kaldırmıştır. Öcalan’da evvela feodaliteyi yıkmak için silahı vasıta olarak kullanmışsada , bugün özgürlüğün, ancak özgür düşünenlerin, demokratik yapılanması ile mümkün olacağı anlaşılmıştır. Bizde % 70 halkın köyde yaşadığı devirlerde İsveçte, diğer batı ülkelerinde ancak % 15 köyde yaşamakta idi. Bugün Türkiye’de de artık köyde ikamet edenlerin sayısı % 38 e düştüğü, köylü vatandaşların şehirlerdeki fabrikalara yönlendiği bilinmektedir. AK parti hükumetleri bu ihmal edilmiş, ilkel yaşamda olan köylü vatandaşlara ideolojik değilde pragmatik bir yaklaşımla hizmet verdiği için oy sayısını artırmayı bilmiştir. Onlara karnını kaşıyan, küp kafalı gibi tanımlarla muhalefetin yaklaşımı hem insancıl olmadığı gibi, hemde onları muhalefete mahpus kılmıştır.

Doğan Avcıoğlu’nun askerlerle birlikte feodal yapıyı yıkarak, toprak reformu yaparak, cebren sosyal bünyeyi değiştirebileceği fikri jakoben bir anlayıştır. Köyde yaşayan halkı tanımadan, teorikman, masa başında, jakoben fikirler üretmek sağlıklı olmamıştır. Değişimin eğitimle, interenet aracılığı ile olabileceğine inanıyorum. %90’ nı yeşil kartlı olan, analfabet kadınların sağlık problemlerine hizmet ettiğim zaman benim vardığım analitik fikirler bu istikamettedir.

Antilaik sözleri muhtevi istiklal marşını ezberletmek, okutmakla, arapça ve farsça kelimelerin çoğunlukta olduğu , Atatürk’ün gençliğe hitabesini ezberletmekle şekil itibari ile faşistik bir görüntü verdiğimizi düşünüyorum. Yasin’i ezberlettiren Fethullahcı zihniyetle, Türküm doğruyum andını söyletmenin bir farkı olmadığı kanaatındeyim. Eğitimde birinci prensibin özgür düşünmeyi sağlayan bir reformun olması gerekmekdir. Bugün milli eğitimin müfredatında Kürt kelimesi yok. Edebiyatta, tarihte ,müzikte Kürt yok. Devlet hâlâ Kürdü yok saymakta. Batılılar Türkiye’yi sevmediklerinden değil, yani duygusal bir nedenle değil, Türkiye’de hâlâ insanların testere ile başlarının kesildiği için, Tuvaletlerinin hâlâ alaturka olduğu, gayri müslimlere gavur dendiğinden, Azınlıkların dillerine, kültürlerine nefes aldırılmadığından dolayı Türkleri, insanlarının % 80 ninin yalan söylediği için, Türkiye’yi asrın gerisinde buldukları için istemiyorlar. Atatürk’ün doğrularından ileri gitme çabası olmadığı gibi, yanlışlarının söylenmesinin kanunlarca yasaklanmış olması, adeta bir iftihar vesilesidir.

İnançlara saygı anti laik bir davranış, Atatürk ilkelerine ihanet olarak kabullenilmesi demokratikleşmenin önünü kesmektedir. Hele hele askeri vesayette israr edilmesi, “her Türk asker doğar”, “bir Türk dünyaya bedeldir”, “Türkün Türkten başka dostu yoktur” gibi hamasi sloganların yaygınlaştırılması demokratikleşmenin önünü tıkamaktadır.

Alevileri dinsiz, Kürtleri potansiel bölücü, terörist, gayri müslim azınlığa yabancı muamelesi yapan zihniyette olan Türklerin Mevlanın torunu olmasını hakketmedikleri, insani duygulardan azat mahluklar olarak görmekteyim. Geriliğimizin asıl sebebinin, terörizmin başlıca müsebbibi saymam humanist olmamdan dolayıdır.

Bin senedenberi kardeşiz diyenler Kürtlere üvey kardeş muamelesi yaptıklarının farkında olmasalar gerek. Eşitler arasında üstünlük. Türk kelimesinin bir milletin, Kürt kelimesinin ise etnik bir tanımlama olduğu yutturmacasının artık kabul görmediği, böyle düşünenlerin kendi kendilerini tatmin uygulaması içinde olduklarını söylemem inşallah suç sayılmaz.

Atatürk’ü kanunlarla koruma ihtiyacı utandırıcı bir uygulamadır. Onun yerine tüm vatandaşların insani haklarını koruyucu kanunların tatbikata konulması gerekir. Kürt sorunu yoktur, Kürt yoktur diyenler Türk olma vasfınıda ibraz edemezler. Cahilliklerine verme hoşgörüsüde normal aklı selime sahiplenenlerin kârı değildir. Hürriyet gazetesinin ‘ Türkiye Türklerindir’ sloganını baş köşeye oturtması utanç vericidir. Türkiye bütün meskunlarınındır. İşte bölücü olanlar “Türkün Türkten başka dostu yoktur” diyenlerdir. Damarlarındada asil bir kan olduğuna inananlardır. Bundan daha ırkçı bir söylem olabilir mi?

Kürtlere bir çakıltaşı dahi vermeyeceklere son seçimlerde ortaya çıkan bir gerçek adeta bir referandum neticesi olarak algılanmalıdır. Doğuda ve güneydoğuda yani Kürdistan’da sadece Kürt kökenli adaylar kazanmıştır. Ohalde o bölgede yaşayanlar oranın sahibidir. Kürtlerin yarısı batıda yaşadığına göre Kürtler bütün Türkiyenin sahiblerindendir.

Bir taraftan gençlerin dağa çıkmasını önleyemediğinden Başbuğ itiraf ederken, demokratik açılımla dağda olanları indirme inancına karşı bazı şovenistlerin dağa çıkacaklarını, 20 bin gönüllü Türkle onları yok edebileceklerini, yani dağa çıkıp eşkıyalık yapabileceklerini söyleyenlerin beyinlerinde arıza olduğunu düşünüyorum.

Türkiyenin her tarafında silahlarının fışkırdığı cuntacıların varlığını inkar edip, onlara sahip çıkanların yarın mahkemeler sonunda şayet doğruluğu katileşirse hicap duyup duymacaklarını merak ediyorum

Yakında demokratikleşme ile bu yazdıklarımın maziye ait serzenişler olarak kalmasını ümit ediyorum.

Antalya, 29.11.09

28 Kasım 2009 Cumartesi

Bir Yeni Kitap: ”AŞK GÜNAH MI?”


Ortakça yazarlarından, Dr. İsmet Turanlı’dan bir yeni kitap: ”AŞK GÜNAH MI?” (Berfin Verlag – Kasım 2009, Köln).

Değişik yazı, şiir ve anılardan oluşan kitap 176 sayfadır.


Dr. İsmet Turanlı, 1930 Malatya’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirince Ankara Üniversitesi’ned kadın hastalıkları ve doğum bölümünde ihtisasa başladı.

1957’de Londra’da Hammersmith ve Stokholm’de Karolinska hastahanelerinde, Wuppertal’de Landesfraueklinik’te ihtisasını tamamladı. Bonn Üniversitesi’nde doçentlik çalışmalarını yaptıktan sonra Köln’de St. Hildegardis Hastahanesi başhekim muavinliği yaptı.

1965’de kendi kliniğini kurdu. 1985’de Türk – Alman tabibler, 1993’te Türk – Alman Jinekologlar Derneği’ni kurup Antalya’da iki senede bir kongrelere başladı.

Şimdi de Psikosomatik Jinekologi Derneği’ni kurmaktadır.

1997’de Alman ”Devlet Liyakat Ödülü” ile taltif edildi. Tüp bebek ve kısırlık mevzuunda bir Türkçe, bir de İngilizce kitapları yayımlandığı gibi 150’den fazla tıbbi, edebi, politik makaleleri ve kongre tebliğleri, ayrıca sekiz bestesi vardır. 10 seneden beri de Köln ve Antalya’da emeklilik yaşamını sürdürmektedir.

Yayınlanmış Eserleri:

1- STERİLİTE ve IVF (Tüpbebek) TEDAVİSİ
Dr. İsmet Turanlı – K.H. Broer
Önel – Verlag, 1991 – Köln

2- New Trends in Reproductive Medicine
Dr. İsmet Turanlı – K.H. Broer
Springer Verlag 1996

3- Serindi Benim Mavilerim
Dr. İsmet Turanlı
Berfin Verlag – 2009 - Köln


Dr. İsmet Turanlı, e-posta:
dr_ismetturanli@mynet.com

-------------

Dr. İsmet Turanlı’yı, ORTAKÇA sitesi olarak, bu ve diğer kitap çalışmaları vesilesi ile kutluyor, tebrik ediyoruz!

YÖNETİMİ VAR



Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Horlanan ezilen halklar görmeli
Patron ağa beyin yönetimi var
Çalışan üreten bunu bilmeli
Patron ağa beyin yönetimi var

Ateş düşer yanar halkın bağrına
Can veren yiğitler kimin uğruna
Bitmeyen düşmanlık kalır yarına
Patron ağa beyin yönetimi var

İnanmaz ölenler anlımda yazım
Barışa karşıdır zülmü yobazın
Üreten haklıya söylerim sözüm
Patron ağa beyin yönetimi var

Saldırır halklara Allah diyerek
Kayıptan emirler alıp uyarak
Niyet edip hakka namaz kılarak
Patron ağa beyin yönetimi var

Fezalim der haci doğrudur sözüm
Eşit paylaşım gerçek olan çözüm
Halkının gözü kulağıdır özüm
Patron ağa beyin yönetimi var

26 Kasım 2009 Perşembe

CHP, GERÇEKLİK ve SOL



Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com

’Alışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılamayacak kadar güçlü olurlar.’ Benjamin Dizraelli


Ahmet Hamdi Tanpınar’ın güzel bir sözü var: ‘Hayat şüphesiz, tüm cemiyetindir. Fakat mesuliyetleri yalnız münevverindir. Yükünü kaderin ve tesadüfün ayırdığı paya göre hep beraber taşırız. Fakat tarih karşısında hesabını münevver verir.‘(A. Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi)

Bu görüşe katılıyorum. Bu görüş Türkiye‘ye şöyle uygulanabilir: Türkiye’nin demokratik bir toplum haline gelememesinde, çapulcu burjuvazinin ve işçi sınıfının bilinç ve örgütlenmesinin yetersizliği önemli rol oynamıştır. Ama Türkiye’nin demokratikleşememesinin sorumlularından biri CHP, diğeri ise sol harekettir. Biz bu yazıda ‘Dersim Katliam’ı konusundaki tavrıyla CHP’yi değerlendireceğiz.

CHP, solcu, halkçı ve sosyal demokrat bir parti olarak biliniyor. Oysa CHP, geçmişte ne solcu, ne halkçı bir partiydi. Sosyal demokrat bir parti olduğu iddiası ise bir yanılsamaydı.

Burada bazı sorularla karşılaşıyoruz:

CHP solcu bir parti olmadığı halde neden solcu ve halkçı bir parti olduğu sanılıyor? Toplumda neden böyle bir yanılsama doğdu? Neden işçilerin, emekçilerin, aydınların bilincinde bir çarpıklık yaşandı?

Neden Türkiye’de bu kadar adaletsizliğe, yoksulluğa ve işsizliğie rağmen neden güçlü bir sol hareket yok?

Bu soruların cevapları geniş araştırmayı gerektiriyor. Biz burada sadece bazı noktalara dikkat çekeceğiz.

1. Türkiye, Avrupa’daki gibi geçmişte gerçek burjuva demokratik devrimi süreci yaşamadı. 17. ve 18. yüzyılda Avrupa ülkelerinde burjuva demokratik devrim sürecini belirleyen burjuvazi, işçiler ve köylülerdi. Türkiye’de ise modernleşme hareketi yukarıdan aşağıya oldu. Gerçek bir burjuva devriminin ve aydınlanmanın yaşanmaması nedeniyle, Türkiye’de demokratik ve özgürlükçü düşünce köklü olamamıştır. Dolayısıyla Türkiye’de modernleşme hareketi, aydınlanmacı ve demokratik bir öze sahip değildir. Modernleşme, sivil ve askeri bürokrasinin, devletin ve ordunun modernleşmesi olarak algılanmıştır. Tepede askerlerin egemen olduğu devlet bürokrasisi aracılığıyla modenleşme gerçekleştirildi.

2. Osmanlı Aydınları ‘devleti kurtarma’ amacıyla hareket etmiştir. Cumhuriyet Aydınları de devletçi bir düşünceye sahip olmuştur. Yukarıdan modernleşme hareketi garip bir ittifakı ortaya çıkarmıştır: Bürokrasi ve Aydın ittifakı. Türkiye’de sol hareket üzerinde Kemalizmin etkisinin güçlü olmasının nedenlerinden biri işte bu ittifaktı. Bürokrasi ve aydınlar arasında böylesi bir ittifak Türkiye sol hareketi için büyük bir şanssızlıktı. Türkiye solunun gelişimini olumsuz etkiledi. Sol hareket için yıkıcı oldu. Çünkü sol ve ilerici hareket, bürokrasinin dümen suyuna girdi. Bu ittifak çeşitli dönemlerde farklı biçimlere büründü. ‘Ordu gençlik ele ele’ sloganı bunun bir ifadesiydi. ‘Devletçi solculuk’ anlayışı da yaygın hale geldi. ‘Ordu solculuğu’ ‘milliyetçi solculuk’ gibi kavramlar hep bu garip ittifaın ürünü olarak doğdular

3.
Türkiye’de sol hareket bundan nasibini almıştır. Devletçi düşünce kalıplarının dışına çıkamadı. 1960’lı yıllarda Türkiye sol hareketi devletçi ve ekonomik kalkınmacıdır. Türkiye sol hareketi geçmişte devletçiliği sosyalizm ile özdeşleştirmiştir. Ekonomik kalkınmacı anlayış, sendikları da devletçi bir anlayışa götürmüştür.

4. Türkiye’de sol hareketin geniş kesimleri açık veya kapalı bir şekilde devletçidir, ama demokrat ve özgürlükçü değildir.

5. Geçmişte Türkiye solunda, ABD emperyalizmin karşı mücadele solculuğu ve milliyetçilği birbiriner karıştırmıştır. ABD emperyalizmine karşı çıkmak, solculuk olarak anlaşılmıştır. Oysa solcu olmayan bir milliyeçi de ABD emperyalizmine karşı çıkabilir. Geçmişte Fransa’nın Nazi işgaline karşı hem solcular hem de milliyetçiler tavır aldılar.

Şimdi gelelim başka bir soruya: CHP neden kendisini ‘solcu’, ‘sosyal demokrat’ gibi göstermeye çalıştı? CHP’yi sol, halkçı ve ve devrimci maske kullanmaya iten neden neydi?

Tüm dünyadaki devrim tarihlerinin deneylerinden biliyoruz: Yükselen devrimci hareketler, egemen sınıfların partilerini ‘sol’ ve ‘devrimci’ maskesini takmaya zorlar. Her toplumda yükselen devrimci hareket, liberalleri, muhafazarları ‘solcu’ olmaya zorlar. Lenin Rus devrimi sırasında şunları söylemişti: ‘Yükselen devrim liberalleri de etkiliyor. Dünün liberalleri bugün devrim maskesi takmaya çalışıyorlar.’

1960’lı yıllarda Türkiye’de yükselen devrimci bir hareket vardı. Türkiye İşçi Partisi (TİP), toplumdaki tüm muhalif kesimlerin odak noktasıydı. İşçilerin, köylülerin, Alevilerin ve Kürtlerin buluştuğu bir örgütlenme olmuştu. Aydınlar yığın halinde TİP içinde yer alıyorlardı. TİP, toplumda muhalif hareketlerin çekim gücü haline gelmişti. CHP içindeki insanları da büyük ölçüde etkiliyordu. TİP, CHP için önemli bir rakip durumuna geliyordu. TİP’in oylarını çalmak için, İnönü 1965 yılında ‘Ortanın Solu’ kavramını attı. 1966’daki CHP’nin 18. Kurultay’ında İnönü şunları söyler:’Ortanın solunda olmak, sosyalist parti anlamına gelmez. CHP sosyalist değildir, sosyalist parti olmayacaktır’

CHP ‘solculuğu’, sola düşmanlıktır. CHP, devlet bürokrasisin partisi olarak, sahte halkçı ve sahte ilerici bir partidir. CHP, sosyal demokrat bir parti de değildir ve hiç olmamıştır. Tarihsel olarak incelendiğinde Avrupa’da sosyal demokrat partiler geniş yığınların içinden çıktılar. İşçi sınıfı hareketine dayandılar ve sosyalizmi benimsediler. CHP ise halk hareketine dayanan bir parti değil. Modernleşmeyi yukarıdan yürüten devlet bürokrasinin partisi olarak doğdu.

CHP, sol değildir ve sol bir parti değildir. Geniş kitleler nazarında CHP’nin gerçek yüzü hergün biraz daha açığa çıkmaktadır. Bu da iyi bir gelişmedir. Umarım gerçek sol bu gelişmeden yararlanmayı başarabilir.

22 Kasım 2009 Pazar

Perinçek: Kendisinin Komiği!(*)


Doğru düşünce olmadan, doğru davranış ta olmuyor! Olmayınca, insanlar, Perinçek misali, çirkin duraklara savruluyor. Sonuçta, komiklik ortaya çıkıyor. Perinçek, kendisinin komiği oluyor. Devrimcilik ise, Perinçek gibilerden uzak durmak oluyor.”

Faiz Cebiroğlu

Türkiye sol tarihinde, hem teorik, hem de pratik olarak, en çirkin duraklarda yer alan isim kimdir? Diye sorarsanız, hiç tereddütsüz, Doğu Perinçek derim. Doğu Perinçek, ”her alana el atan” ama ”hiç bir alanda dikiş tutturmayan” bir şahsiyettir. Komiktir!

Maoculuk ve köylü adına çıktı; tutmadı.

Alevilik adına çıktı; tutmadı.

Kürtler adına çıktı; tutmadı.

Ordu ve paşalar adına çıktı; tutmadı.

Ulusalcılık adına çıktı; tutmadı.

Şimdi ise, MHP tabanına yöneliyormuş!

Kendi kendisinin komiği olan Perinçek, diyor ki; ”MHP' nin tabanı yoksul bir tabandır. Onları dışlayarak solculuk yapamam…”
Gerçekten, hem komiklik, hem de cehalet!

Sınıf mücadelesinde, ister MHP, isterse bir başka burjuva partisi olsun, tabanlarında yer alan, ”işçi ve emekçileri” kazanmanın yolu, ideolojik sınıf mücadelesinden geçtiği, biliniyor. Bu, sosyalizmin ABC'sidir. Birinci, noktadır.

İkincisi şu: Sosyalizm adına çıkan, bir hareket, bir parti, devrimci sosyalist proğramıyla, fikirleriyle, burjuva ideolojisi ve onun temsilcileri olan partilere karşı, ödünsüz ideolojik mücadelesini verir. Bu yolla, işçi sınıfını, burjuvazinin ideolojik etkisinden kurtarmaya çalışır. Bu yolla, çeşitli burjuva partilerinin etkisi altında bulunan işçi ve emekçileri, kendi safına çekmeye çalışır. Bunun biricik yolu, yine, ”ideolojik ve siyasi bağımsızlıktır!”

Şu veya bu burjuva partisinin tabanı "iyidir" demek ayrı; onların peşlerine takılmak ise ap-ayrıdır!

Her ideoloji, bir sınıf mücadelesidir.

Burada amaç, kendi ideolojisini hem MHP, hem de diğer burjuva partilerine egemen kılmaktır.

Burada doğru davranış, sosyalist ideolojiyi kütlelere mal etmek ve burjuva ideolojisini geriletmek, yok etmektir.

Evet, düşünce ve davranış, iç-içedir; açıktır.

Ama açık olan bir başka nokta daha var: Doğru düşünce olmadan, doğru davranış ta olmuyor!

Olmayınca, insanlar, Perinçek misali, çirkin duraklara savruluyor.

Sonuçta, komiklik ortaya çıkıyor.

Perinçek, kendisinin komiği oluyor.

Devrimcilik ise, Perinçek gibilerden uzak durmak oluyor.

----------------

(*) ilk yazım tarihi: 3 Haziran 1986.

(**) Aynı yazı (2006), Özgür Haber Net sitesinde tekrar çıktı: