29 Nisan 2009 Çarşamba

BİR MAYIS




Haci Cirik / Fezali

cirikh@mynet.com

Mayıs ayı özün emekçi dolu
Tarihe yazılı günlerin senin
Mayıs'da tanıdı halk sağı solu
Tarihe yazılı günlerin senin

Emekçiler bayram eder seninle
Tarihi gelişin şanın ününle
Haksız düzene olan kininle
Tarihe yazılı günlerin senin

Yiğit canlar verdik sayılı günün
Her yılda anarız anımız dünün
Yapıldı iskence söylenir ünün
Tarihe yazılı günlerin senin

Kırıldı kalemler ferman verildi
Asıldık vurulduk binler dirildi
Yüzbinler mücadele'ye sarıldı
Tarihe yazılı günlerin senin

Altı mayıs ateşi yakar özümüz
Onyedi mayısla çalar sazımız
Onsekiz mayıs ser,sır dır sözümüz
Tarihe yazılı günlerin senin

Teslim olmadı çelik yüreğimiz
Yükseldi daha güçlü bileğimiz
Fezalim özğür yaşam dileğimiz
Tarihe yazılı günlerin senin

26 Nisan 2009 Pazar

DAR SOKAK DERGİSİ NİSAN SAYISI ÇIKTI

DAR SOKAK Aylık Edebiyat Dergisi Yıl: 2, Sayı 9, Nisan 2009


İÇİNDEKİLER:

- Edebiyatçıların Politik Sefaleti / A. Galip

- İhsan Topçu Şiirinde Toplumsal Söyleşiler / Özgen Seçkin

- Günlük Yazmak / Abdullah Şevki

SÖYLEŞİ:
- Müslim Çelik ile Şiire Yolculuk / Murat Alltunöz
`
ŞİİR:
- Şeyler Meydanında / A.Nail Deniz
- Sahne / Ahmet Yılmaz Tuncer
- Lütfen: Nevruz Uğur

Analiz / Yorum:
- Nihat Ziyalan ve Tomurcuk Sevda / Murat Altunöz

---------------------------------

ADRES: PK 16 Antakya - Hatay

Türkiye Editör: Murat Altunöz / murataltunoz@hotmail.com

Avrupa Editör: Faiz Cebiroğlu / faizce@hotmail.com

25 Nisan 2009 Cumartesi

KATİL AMERİKA




Berçenekli Haci Cirik / FEZALİ

cirikh@mynet.com






İnsanlık katili atom üreten
Zülmünü yaşatır katil Amerika
Demokratım diye sözler türeten
Zülmünü yaşatır katil Amerika

Yıllardır petrolleri çalarsın sen
Hükmeder üstleri kurarsın sen
Bozacak yurtlarıda ararsın sen
Zülmünü yaşatır katil Amerika

Selam vermem hükümetin şanına
Kulun kölen kimi alsan yanına
Akıl ermez oldu zalim kinine
Zülmünü yaşatır katil Amerika

Girdiğin yerlere konar göçmessin
İnsan kanından başka ne içersin
Sözde yardım eder kucak açarsın
Zülmünü yaşatır katil Amerika

Yerli zulümü aratır oldun, yeter
Donattın ordularını katar katar
Fezalim der uyan halk, zulüm biter
Zülmünü yaşatır katil Amerika

22 Nisan 2009 Çarşamba

KÜRTLERİN BİRLİK OLMA YOKSUNLUĞU, KELİLE VE DİMNE



Dr.İsmet Turanlı, Antalya.

dr_ismetturanli@mynet.com


Yıl 1945 ,Hemreş’lerin köyünde misafirken ,babası, M.Nuri amcam bana iki kitap verdi okumam için.

1. Kelile ve Dimne: Milattan bir asır önce Hindistanda BEYDEBA tarafından yazılmış.Kelile dürüstlüğün,Dimne ise hilekarlığın simgesi.

2. Gülistan : Acem şairi SADİ’nin eseri.

Bu iki esere TARAF gazetesinin promotionundan 64 sene sonra tekrar kavuştum ve tekrar okudum.Kelile ve Dimne’den aldığım kısa bir hikayeyi size aktaracağım.Dostluğun,birlikteliğin önemini kavramaya yardımcı olur.Kürtlerde sanki mazohist bir karakter var.General Moltke’de Kürtlerin padişahlara küsüp dağlarda yaşadıklarını yazar.29 defa isyan etmişler ve bazı aşiretlerin hıyanetinden başarıya ulaşamamışlar.İlk defa Talabani ve Barzaninin birlikteliği özgürlüklerine kavuşmayı ümitlendiriyor.Benim son 50 sene içinde ziyaret eden önde gelen Kürtlere birlik olun,neticeye varıncaya kadar,kimse diğerini hainlikle suçlamasın tavsiyem olmuştur..

Kelile ve Dimne ,La Fontain’in,Esop’un eserlerinde olduğu gibi insanlara ders olacak hayvan masalları içeriklidir.

Kimlerdi dostlarım yahut tanıştıklarım: Dr.Tarık Ziya Ekinci,Kemal Badıllı,Kemal Burkay,Musa Anter,Yaşar Kaya,Yaşar Kemal,Kamuran İnan,Kamuran Bedirhan,Necmettin Cevheri,İsmet Vanlı,Naci Kutlay,Ali Karahan,Ahmet,Mehmet,Enver Dızayi,Hemreş,Dr.Salahaddin Rastgeldi,M.Remzi Bucak.Melik Fırat ve bir çok sevdiğim,saydığım şahsiyetler..

Kaplumbağa masalı:

Bir gün karga, fare ve kaplumbağa gölgelikte toplanmışlar fakat dostları ceylan gelmemiş.Ceylanın gecikmesi üzerine başına kötü bir şey gelmesinden korkmuşlar.Fare ve kaplumbağa kargaya şöyle demiş:

- Çevrede dikkatini çeken bir şey var mı?

Karga havada daireler çizerek uçmuş ve etrafı araştırmış.Bir de bakmış ki ceylan tuzağa düşmüş.Durumu fare ve kaplumbağaya anlatmış.Onlarda fareye demişler ki:

- Bu sorunu ancak sen çözersin. Dostumuza yardım et.

Fare koşup ceylanın yanına varmış ve şöyle demiş:

- Böyle bir tuzağa nasıl düştün? Bir de akıllı olacaksın!

Ceylan:

- Akıl kadere karşı ne yapabilir.?

Fare ile ceylan bu şekilde konuşurken kaplumbağa da yanlarına gelmiş.Ceylan ona şöyle demiş.:

- Senin ne işin var burada?Şimdi,fare ipleri kemirmişken,avcı buraya gelse ben koşarak kaçabilirim.farenin de saklanabileceği bir çok delik var,karga ise uçar.Oysa sen yavaşsın,rahat koşamaz ve hareket edemezsin.Avcının sana bir kötülük yapmasından korkuyorum.

Kaplumbağa:

- Dostlardan ayrı yaşamak zordur.Dosttan ayrı kalmak,kalbinin burkulması,mutsuz olmak ve gözünün hiçbir şeyi görmemesi demektir.

Kaplumbağa sözlerini tamamlayamadan birden avcı ortaya çıkmış.Tam bu sırada da fare ipleri kemirmeyi bitirmiş.Bunun üzerine ceylan kendini kurtarmış,karga uçup gitmiş,fare bir deliğe girmiş.Ortada kaplumbağadan başka kimse kalmamış.Avcı kaplumbağıyı yakalayıp bağlamış.Karga,fare ve ceylan kaplumbağanın bağlanmış olduğuna üzülmüşler.
Fare:

- En iyi dostumuz kaplumbağa için endişe ediyorum.O,asil ve şerefli bir dostumuzdu:Bu ,babanın çocuğuna olan dostluğundan daha değerli bir dostluktur.Bu,ancak ölümün son vereceği bir dostluktur.Dostları ile bir arada bulunup sonra onları kaybedenin yürek yarası da öyle acı verir ve iltihaplanır.

Ceylan ile karga fareye şöyle demişler:Durumumuz şu söze ne kadar da benziyor:

”İnsanlar bela ile,güvenilir kişi alışverişte,çoluk çocuk fakirlikte,dostlar ise başlarına gelen sıkıntılar ile imtihan edilir.’’

Fare:

- Ben şöyle bir çözüm öneriyorum.:Ceylan,sen git avcının görebileceği bir yerde yaralıymış gibi yere yat.Karga,sen de ceylanı yiyormuş gibi üzerine kon.Bu arada ben avcıyı izleyeceğim.Umarım avcı kaplumbağayı bırakıp seni avlamak için sana yönelir.Avcı sana yaklaştığında yavaş yavaş ondan kaç.Ben de avcı geri dönmeden kaplumbağanın iplerini kemireceğim,ve onu kurtaracağım.Avcı dönünce numarayı anlamış.Karga,ceylan,fare ve kaplumbağa da güven içinde gölgeliklerinde toplanmışlar.

Küçük ve zayıf olmalarına rağmen bu hayvanlar,dostlukları,samimiyetleri,bağlılıkları ve birbirlerine destek olmaları sayesinde birçok kez tehlikelerden kurtulabilmişlerdir.Öyleyse ,kendisine akıl,anlayış,iyi ile kötüyü ayırt edebilme yeteneği verilen insanlar,birbirleriyle kaynaşıp birbirlerine daha çok destek olmalıdırlar.

19 Nisan 2009 Pazar

İHD: DTP, Ülkemiz ve Barış İçin Bir Şanstır

Haber: Murat Altunöz





İnsan Hakları Derneği Antakya Şube Başkanı Semra Berrak, DTP’ye yönelik yapılan uygulamaların siyaset yapma hakkına ifade ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik bir saldırı olduğunu söyledi.


İHD Antakya şube binasında düzenlenen basın toplantısında konuşan Berrak, ”son günlerde

DTP’ye yönelik yapılan baskınların Türkiye’nin henüz adalet ilkesine göre hareket eden ve hukukun üstünlüğüne bağlı bir yargı sisteminin oluşturmadığının” altını çizerek;

Siyaset yapma hakkı en temel haktır. Demokrasi ancak siyaset yapma hakkının kullanılması ile gerçekleşebilir. Kürt sorununun demokratik yoldan çözülmesi sağduyu sahibi olan herkesin isteğidir. Kürt siyasetçilerin şiddet içermeyen yöntemlerle ve örgütlenme hakkını kullanarak siyaset yapmaları da en doğal haklarıdır. Kürt halkı da bu hakkını kullanmış ve son yerel seçimlerde DTP’ye oy vererek barış, demokrasi ve özgürlüklerden yana ne kadar kararlı olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Bu bakımdan Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü açısından DTP’nin varlığı Türkiye için büyük bir şans ve imkandır” şeklinde konuştu.

---------------------
http://www.antakyaajans.blogspot.com/

DİLLERE DÜŞTÜM




Cirik Haci – FEZALİ

Cirik.Haci@gmx.de

Candan vere vere dillere düştüm
Kıymetim bileni göremedim ben
Kendi dertlerimle yandımda piştim
Yareni yoldaşı bilemedim ben

Acısı tatlısı oldum doğanın
Çekilmez dertleri beyle ağanın
Kuru ekmek hele acı soğanın
Halel mi haram mı soramadım ben

Emekle kimleri neden güldürdüm
Yalancı dünyada nevsim öldürdüm
Hesapsız tokların cebin doldurdum
Göz nurum olana yaramadım ben

Fezalim
der haci halin sorulmaz
Bahanesiz dost köyüne varılmaz
Gülün sevenler dikene darılmaz
Dertsiz olan dost bulamadım ben

18 Nisan 2009 Cumartesi

Prof. Dr. M. ŞEHMUS GÜZEL’den Yeni Bir Kitap: FAHRİ PETEK : BİR HAYAT ÜÇ CAN


M. ŞEHMUS GÜZEL

FAHRİ PETEK :
BİR HAYAT ÜÇ CAN

TÜSTAV YAYINLARI, İSTANBUL, 2009.

Giriş:

Bu kitap üç kişinin : Fahri Petek’in. Eşi Neriman Hanım’ın. Ve tek kızları Gaye’nin. Bir hayat üç insan. Bir hayat üç yaşam.

Fahri Petek her zamanki Fahri Petek. “İzmirli Fahri” veya “Eczacı Fahri” diye de bilinir.

Bu dopdolu ve renkli yaşamının içinde her şey var : En önce ve en başta göze çarpan daha bir buçuk yaşından itibaren gezmeye başlaması : Çok kent, kasaba, mekan ve ev değiştirmesi.

Evet bir buçuk yaşında İstanbul’dan, İstanbul’un en çok sesli ve en çok dilli semtlerinden biri olan Rami’den, Bergama’ya taşınıyor aile. Çocukluğunu orada yaşadı Fahri Petek.

Ortaokul ve lise yılları Bergama, İzmir, Buca, İstanbul arasında mekik dokumakla geçti. Sonra İzmir, yeniden Bergama, yeniden İstanbul. Yeniden Bergama. Ve nihayet ver elini Paris!

Başka bir açıdan Fahri Petek’in hayatını eski bir komünistin anıları gibi okumak da mümkün. Evet yaşlı ama hâlâ genç dinozor konuştu denebilir : Nasıl komünist oldu Fahri isimli delikanlı? Marx, Engels veya Lenin okuyarak değil. 1930’larda halkının içinde yaşadığı, yaşamak zorunda kaldığı veya bırakıldığı durumu kendi gözleriyle görünce komünist oldu Fahri Petek. Yani bir anlamda en doğal biçimiyle benimsedi komünistliği. Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olduğunu kendisine 1940’ların başında Hadi Malkoç söyledi : ”Parti’ye alındın Fahri.”

Ama Gün Benderli’nin (TKP içinde daha çok Gün Toğay ismiyle tanınır) Su Başında Durmuşuz başlıklı anılarını (Belge Yayınları, İstanbul, 2003) okuduğundan beri içinde bir kurt var. Evet aynen böyle : TKP’ye “alındın” denilen herkes meğerse resmen “Parti’li” olamayabiliyormuş. Buyrun bakalım. Bu kanımca Fahri Petek’in yerinde olmayan br kuşkusu. Çünkü Hadi Malkoç “Parti’ye alındın” dediyse mutlaka TKP’ye alınmıştır.

Asıl önemli olansa şu elbette : 1940’ların başında Fahri Petek kendisini hem komünist olarak duyumsuyor hem de TKP’li.

Bir şey de daha eklemek gerek : Gün Benderli’nin kitabının kapağındaki fotoda Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Nâzım Hikmet, Necil Togay, Gün Togay, Yıldız Sertel var : Ve kitapta bu insanların her biri hakkında şimdiye kadar hiç bir yerde okumadığınız şeyler bulacaksınız : Bu da yaşlı ama hâlâ genç dinozorun, Fahri Petek nam adamın, TKP ve komünistler hakkında farklı şeyler söylediğinin ispatı olacak. Herkesin işine yarayabilecek dersler var anlatılanlarda.
Evet Fahri Petek TKP kartı sahibi ol(a)madı. O yıllarda, o günlerde hiç kimseye zaten böyle bir kart verilmiyordu. Ama Haziran 1946’da kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin (TSEKP) üyelik kartına sahip oldu.

Türkiye Cumhuriyeti’nde 1940’larda komünist olmak öyle kolay iş değildir. Zor meslektir komünistlik. Nitekim bunun sonucu ise iki “seçenek” bırakılır genellikle : Ya “kodes” ya da “sürgün”. Fahri Petek’in şansı var. Hiç hapse girmeden paçasını kurtarabildi.
Temmuz 1949’da Bergama’ya, İzmir’e, İstanbul’a, Türkiye’ye, eşine ve yeni doğmuş kızına, yani bebek Emine Gaye’ye hosçakalın dedi : Ver elini Paris! Ey Paris al beni kollarının arasına ne olur.
Devlet yakasını bırakmadı ama : 1960’ların hemen başında Petek Türkiye Cumhuriyeti “vatandaşlığından çıkarıldı”. Fransa’nın en iyi biokimyacılarından biri olarak ünü Fransa sınırlarını asmış bir bilim adamına Türkiye Cumhuriyeti’nin verdiği ödül buydu : Üzüldü elbette Fahri Petek.
Ama bilimsel çalışmalarına aynı bilgelik ve aynı kararlılıkla devam etti. Bilimsel toplantılar, bilimsel kongreler, kollokyumlar için Fransa dışına çıkabildi. Bir tek vatanına dönemiyordu. Yıllarını onun için, onun kurtuluşu için verdiği o güzelim vatanına : Bergama’nın bağları, İzmir’in rıhtım ve plajları, Kordon hele kardeşim gözlerimde tütüyor, Taksim Meydanı, Rami, Karagümrük, Üsküdar, Ayazpaşa, Adalar, onsuz. O onlarsız. “Bu devlet böyle bir şey işte kardeşim. Ne yapmalı?”
Yaşam sürdü : 12 Temmuz 2008’de Fahri Petek ve eşi evliliklerinin 62. yıldönümünü kutladılar.

Dile kolay : Altmış iki yıl. Altmış iki kere bravo !

1 Mart 2009’da Fahri Petek 87 yaşına girdi. Bu da az şey sayılmaz.

Bu zaman dilimi içinde çok acı çektiler evet. Evet bu da doğru : Bunun adı evrensel acıdır. Evet evrensel acıdır bunun adı. Çeken bilir.
Çok zorluk çektiler evet çok...Sürgün hayatı zor iştir : Yaşayanlar bilir.

Ama tek çocukları Emine Gaye’yi çok güzel yetiştirdiler : Ona daha minicik bir kız çocuğu iken son derece eğlenceli bir yaşam sunmayı bildiler : Ana ve baba belki aç kaldı ama o minik çocuk açlık nedir bilmedi : Ana-baba olmak sanatı budur işte! O acıyı, o zorlukları o minik çocuğa hissettirmediler. Gaye zaten bakın ne diyor : “Beni oyalamak için hep bir şeyler icat ettiler. Beni oyalamak, benim hoşça vakit geçirmem için oyunlar yarattılar. O günler benim için sevimli, eğlenceli günlerdi.”

Üç canla bir hayatı başarmanın bir adı da budur işte. Bilmem anlatabiliyor muyum?

* * * * * * * * *
SÖYLEŞİ:

M.Şehmus Güzel'in Fahri Petek'in yaşamını anlatan son kitabı üzerine Nuri Beyaz'la yaptığı söyleşi:

M. Şehmus Güzel’in yeni kitabı Fahri Petek: Bir Hayat, Üç Can TÜSTAV İktisadî İşletmesi Yayınları’nın «Sarı Defterler Dizisi»nin 11. Kitabı olarak Nisan 2009’da okuyuculara sunuldu. 1949’dan bu yana Paris’te yaşıyan ve ilk yılları epey zorluk içinde geçen, «sürgün zor meslektir»i iyi bilen, daha sonra biokimya alanındaki araştırma ve buluşlarıyla uluslararası ün kazanan ama ülkesinde unutturulmak istenen Fahri Petek’in hayatını çocukluğundan bugüne kadar alıp inceleyen M. Şehmus Güzel ile kitabını ve Petek’in hayat hikayesini konuşmak gerekiyordu. Biz de öyle yaptık. Buyurun söyleşimize.

-Hocam, merhaba. Fahri Petek’in hayatı nasıl ve neden ilgi ve inceleme alanınıza girdi?

-Merhaba Nuri. Kitabıma gösterdiğin ilgi için önce teşekkür etmek isterim. Ayrıca en vefalı okuyucum olman nedeniyle de bir dahaki kitabımı senin hayatına ayırmaya da burada söz veriyorum. Bir dahakini veya daha sonrakini, ama senin hayatın da bir roman, onu da mutlaka yazmak ve geniş okuyucu kitlesine ulaştırmak lazım. Şimdiden söyleyeyim beş parasız kaldığın günleri de yazacağım mutlaka, darılmaca yok. Tamam mı? Soruna gelince şöyle yanıtlayayım:
Fahri Petek’i 1980’lerin başında Abidin Dino’larda tanıdım. Daha önceden ismini duymuştum. Türkiye’de sol hareketin tarihine ilişkin kimi kitapta ismi geçen bir insan olması açısından da öteden beri merak ettiğim biriydi. Ama bütün bunlar onun hayat hikayesini yazmak için yeterli nedenler değildi. Zaman geçti. Abidin Dino’nun hayat hikayesini yazmaya başladığım sırada bu konuda söyleşileriyle bana yardımcı olabilecekler arasında Fahri Petek te vardı. Abidin için onunla yaptığım söyleşilerde Petek’in hayatını biraz daha yakından öğrendim. Ve o zaman işte bu hayatın mutlaka bilinmesinde yarar olduğunu anladım. Bunun üzerine Petek’le, eşi Neriman Hanım ve kızı Gaye ile bu amaçla konuşmalarımı sürdürdüm. Birçok kaset doldurdum. Onları tek tek bizzat çözdüm. Sonra yeniden görüşmeler yaptım, yeni sorular sordum, her meseleyi bütün yönleriyle öğrenmek için Petek’i epey yordum. Ben sordum o yanıtladı. Ben sordum o yanıtladı ve artık herşeyi anlattığı sonucuna ulaşınca oturdum yazmaya başladım. Metni bitirdim. Sonra bu metni Petek ailesi üyelerine verdim. Fahri ve Neriman Petek bir yandan Gaye Petek öte yandan metni okudular. Sonra hepimiz biraraya geldik. Kimi ekler ve düzeltmeler, kimi çıkarmalar yaptık ve kitab bu aşamalardan geçtikten sonra bu biçimiyle çıktı ortaya. Hani görücüye çıkmış denilir ya biraz öyle işte.

Bugün yayınlanan bu kitab daha önce yayınladığım Yılmaz Güney, Abidin Dino ve Remzi’nin (Raşa) özgeçmişlerine ilişkin kitaplarla akrabadır. Böylece 1940’ların sonundan bugüne Paris’lere gelen, onca zorluğa rağmen başarılı olan kardeşlerimizi, ustalarımızı, yoldaşlarımızı, arkadaşlarımızı anlatmak olanağı da buldum. Bu da az şey sayılmamalı. Daha yapılacaklar var ve onlar da bizi bekliyor elbette...
-Fahri Petek’in yaşamında ilgi çeken kilometre taşları nelerdir?

-Bana kalırsa hayatının tümü ilginç. Bu elbette bir konuyu, bir insanı inceleyen, onun hakkında bir şeyler yazan birinin kendisini konusuyla veya ilgilendiği kişiyle bütünleştirmesi sonucu söylenmiş sanılabilir. Böyle bir olasılık, böyle bir tehlike var mutlaka, ama burada hiç te öyle değil. İşte buyurun birlikte bakalım hayatının önemli dönemeçlerine:

Bir defa Balkanlar’dan göçeden bir ailenin üyesi olarak İstanbul’da, ama dikkatini rica ediyorum Nuri, herhangi bir mahalelde de değil çok sesli ve çok renkli Rami’de doğması başlıbaşına bir roman. Sonra Anadolu’dan Yunanistan’a «göç eden»lerin bıraktıkları boşluğu doldurmaları için hükümet kararıyla Bergama’ya yerleştirilmeleri de son derece ilginç. Eczacı babasını çocuk yaşta kaybetmesi ve bunun üzerine mesleğinin daha o yaşta, yani bir anlamda önceden belirlenmiş olması da öyle her zaman rastlanan cinsten bir şey değil. Bunun nedenini niçinini kitapta anlatıyorum. Yine daha çocukken Bergama’daki tek sinemayı işleten «Bolşevik» Cavit Bey’den öğrendikleri geleceğin delikanlısının oluşumunda belirleyici oluyor. Çocuk yaşta komünizmle veya haydi daha mütevazi bir dille solla diyelim, tanışması ve 1940’ların başından itibaren Türkiye Komünist Partisi (TKP) içinde faaliyet yürütmesi, Türkiye sol hareketi ve işçi hareketi tarihi açısından bilinmesinde yarar olan olaylardır. İstanbul’da Eczacılık Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllları ve gördükleri,yaşadıkları da.1946’da yaşamına sadece altı ay kadar tahammül edilen Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) üyesi olması ve bu Parti bünyesinde yapabildikleri de...Bergama’daki eczacılık günlerinde bizzat tanık oldukları...ve nihayet değişik tehditler sonucu ülkesini, eşini ve o sırada yeni doğmuş kızını terketmek zorunda kalması ve Temmuz 1949’da Paris’e gelmesi de...

-Ben de oraya değinmek istiyordum. Birçok insan tutuklanmamak için veya yeniden gözaltına alınmamak için zar zor yakasını kurtarıp Paris’e geldi o yıllarda. Fahri Petek’i bu kadar acil bir biçimde tehdit eden bir şey var mıydı?

-Ne demek istediğini anlıyorum Nuri. Petek ülkesinde hiç gözaltına alınmadı. Bu daha çok şanslı olmasından kaynaklanıyor. Şansı yaver gitti, olması gereken yerde oldu ve hiç gözaltına alınmadı. Evet böylesi de çok enderdir. Ama başkaları da var. Petek’in şansı konusunda bir örnek vermek istiyorum: 16 Aralık1946’da İstanbul’da, İzmir’de, Zonguldak’a ve birkaç kentte daha TSEKP ve bağlı sendikalarının üyeleri ve yöneticileri, sabahın köründe evleri basılıp gözaltına alınırken Petek Bergama’da eczacılık yapıyordu ve bu sayade gözaltına alınmaktan ve daha sonra hapsedilmekten kurtuldu. Daha önceki TKP tutuklamlarında ise bağlı olduğu Hadi Malkoç’un gözalınta «çözülmemesi» ve Hadi Malkoç’a bağlı hücrelerin ortaya çıkarılamaması sayesinde Petek paçasını kurtardı Ama 1949’da terketmesi gerekiyordu ülkesini, çünkü Bergama’da tehditler ciddi boyutlar alıyordu. Bunları kitapta anlatıyorum. Büyük kentlerde bile komünist olarak yaşamak ve çalışmak çok zorken küçük bir kasabada bu daha da zordu. Evet artık kasabasında yaşaması mümkün değildi. Dahası Paris’e de elini kolunu sallamaya, turistlik
yapmaya gelmedi...
-Peki ne için geldi?

-O sırada Paris’te okuyan, çalışan ve yaşayan birkaç öğrenci ve işçi gencimizin oluşturduğu İleri Jön Türkler Birliği (İJTB) isimli yasal olmayan ama yasadışı da olmayan derneğin, Nâzım Hikmet’i özgürlüğüne kavuşturmak için yapmak üzere olduğu, yaptığı ve yapacağı eylemler için yardıma ihtiyacı vardı. Petek İJTB’ye yardım için geldi denebilir. Kendisi zaten aynen böyle söylüyor. Ve şakası da yok, nitekim gelir gelmez bu faaliyetlerin içine giriyor. İJTB hakkında çok şey bilinmiyor, ama gerek Petek’in anlattıkları gerekse bu konuda konuştuğum ve ne iyi ki birkaçı hayatta olan «Eski Tüfek» ama hala tıkır tıkır çalışan yoldaşlarının anlattıkları, Dünya Barış Hareketi üzerine o yıllarda yayınlanmış klasiklerde okuduklarım ve nihayat TÜSTAV Arşivleri’nden edindiğim belgeler sayesinde bu konuda orijinal şeyler yazabildim. Bu açıdan bakınca hem Türkiye sol hareketinin hem de işçi hareketinin tarihine bu konuda birkaç tugla veya kaldırım taşı daha yerleştirdik denebilir. Bu da çok önemli. Ve bunu Petek’in, yakınlarının ve o yıllardaki yoldaşlarının anlattıkları sayesinde gerçekleştirmiş olmaktan memnunum. Bunu bugünlerde biz yapmazsak kim yapacak?

-Haklısınız Hocam. Nâzım Hikmet’i Kurtarma Ve Eserlerini Yayma Komitesi’nin kurulduğunu ve yaptığı değişik faaliyetleri kitabınızda okudum. Daha önceleri Attilâ İlhan da kimi yerde bu işi bizzat kendisinin üstlendiğini yazdı. Bu konuda gerçek veya gerçekler nelerdir?

- Bu konu son derece ilginç. Petek bu meseleyle ilgili çok hoş şeyler anlattı. Diğer söyleşi yaptıklarım da. Petek Attilâ İhan’ı o daha çok gençken İzmir’de tanıyor. İlhan, Paris’e her geldiğinde Petek’le yakın arkadaşlık ediyor. Bu açılardan Petek onu her yönüyle tanıyor ve bize de anlatıyor. Burada Fransızca bir deyim kullanacak olursak, Petek i’lerin üstüne noktaları koymayı da ihmal etmiyor. Bunlar kitab okununca görülecekler. Attilâ İlhan’ın iyi şair ama aynı zamanda Abbas Yolcu kitabında örneğin epey abartmalı yazmayı seven şirin bir insan olduğu böylece ortaya çıkıyor. Kimse ona kızamıyor ama gerçekleri söylemeden de geçmek nâ-mümkün. Nerede ve niçin Nâzım Hikmet için eyleme katılmadığını, nerede Nâzım Hikmet şiirlerini okumak için koşarak geldiğini kitapta anlatıyorum. Şarimiz, ışıklar içinde yatsın, Paris’te kaldığı zamanlarda Seine Nehri’in ne tarafa doğru aktığını farkedememiş. İnanılır gibi değil ama Şair’in adını andığım kitabını okuyunca bu gerçek ortaya çıkıyor. İkinci baskısında yanlış(lar) düzeltilmeden duruyor(lar). Başka yanlışları ve başka abartmaları da var. Ama hepsini bu kitaba alamazdım. Ancak Fahri Petek’in yaşamına ve evlerine ilişkin yanlışlarını belirtmek, yazmak ve düzeltmek zorundaydım. Çünkü kitabım Petek’lerin hayatına ilişkin. Rahmetlinin yakınlarını üzmek istemem. Attilâ İlhan yaşarken bunları yazmak isterdim. Ama vakit bulamadım. Ve dahası «Kaptan»ın bu kadar erken bizi bırakıp gideceğini de tahmin etmiyordum. Attilâ İlhan gibi ortak hafızamıza mal olmuş isimlerin ölmesini kabul etmek mümkün değil. Gençlik yıllarında yazdığı kitabındaki birkaç hatayı da başına kakmamak lazım. İyi şiirler yazdı. İyi romanlar da. Eh o kadar yazan birinin arada bir, hele daha çok gençken, yaptığı hatasını da es geçebiliriz sanıyorum. Ayrıca hem Fahri Petek, hem Neriman Hanım, hem de Gaye Petek şair için sevimli şeyler anlattılar. Kitap ta bunlara da yer veriyorum. Şaire şaka yollu takılmak için şunu ekleyeyim isterseniz: Attilâ İlhan her halde Paris’te yürüdüğü ve «yürüttüğü» kadar hiç bir yerde yürümedi ve «yürütmedi». Kitabı da zaten Abbas Yolcu adını taşıyor ve o da bir baştan bir başa yürüyor. Kitabı baştan aşağı yürümek fiiliyle çekilebilir.

-O yıllarda Paris’te daha pek çok öğrenci, işçi ve gencimiz de vardı sanıyorum.

-Elbette. Onlar da anılarıyla kitapta resmi geçitte. Hepsinden bir iki anı aktardım. Hem Petek anlattı. Hem de diğerleri. Ve böylece 1950’lerin hemen başından itibarenki Paris çocukları(mız)ın portrelerini ve toplu fotograflarını vermeye çalıştım. Sadece isimlerini sıralamak için şunlar hemen akla ilk gelenler: Mübin Orhon, Abidin Dino, Güzin Dino, Avni Arbaş, Pertev Naili Boratav, Sevim Tarı daha sonra Sevim Belli olarak tanınan ünlü bayan siyasetcimiz, Ahmet İkizek nam-ı diğer «Kürt» Ahmet, «Çingene» Hakkı yani Hakkı Anlı, Hıfzı Topuz, Safter Tarin, Doğan aksoy, Kemal Baştuji, Tacettin Karan, Doğan Avcıoğlu, Remzi Raşa, Cahit Güçbilmez nam-ı diğer «Mırç», Hasan Akkuş...Bu arada bütün yarı aç yarı tok dolaşan çocuklarımıza bir yerde Sosyal Güvenlik Kurumu gibi ve beş kuruş almadan sağlık hizmeti sunan Doktor Japhet (İstanbul’da Cafer), Petek’in birçok Fransız arkadaşı,meslektaşıyla da tanışıyoruz. Ve onları da anlatıyorum. Böylece Petek te onları anıyor bir anlamda...

-Nâzım Hikmet Paris’e birkaç kez geldi.. Petek’lerle görüşmesi çok ilginç olmuş...

-Nâzım Hikmet Paris’e geldiğinde özgürlüğüne kavuşması için çabalayan herkese tek tek teşekkür etti. Ziyaret edebileceklerini ziyaret ettti. Bu arada elbette Petek’lere de geldi. O gün yanında Mübin, Abidin ve Güzin vardı. Çekilen fotograflarda misafirleri göremiyoruz ama Fahri ve Neriman Petek’in Nâzım’la çekilen fotoğrafları bu kitapta ilk kez yayınlanıyor. Neriman Hanım’ın o fotografta gözleri kapalı. Neden mi? Çünkü o gün «Nâzım o kadar içli, o kadar acılı şiirler okudu ki ağladık, ağladık, ağladık da ondan»...Nâzım herkese borcunu ödemesini bildi. Ve herkes te onu sevdi, bağrına bastı ve asla unutamadı. Nuri, istersen bu söyleşiyi Şair Baba’nın bir şiirinden birkaç satırla bitirelim:-Tamam Hocam, buyurun.

-Sağol kardeşim: İşte şu satırlarla:

"Yine görüşürüz dostlarım benim, yine görüşürüz. Beraber güneşe güler, beraber dövüşürüz."

16 Nisan 2009 Perşembe

BAŞBUĞ’UN İTİRAFLARI




Dr.İsmet Turanlı, Antalya

dr_ismetturanli@mynet.com

İnsan üzüldüğünün alametlerini nasıl hisseder?

Boğazınızda bir düğümleme olur.

Gözleriniz kızarır.

Gözleriniz yaşarır.

Utanmasanız hıçkırarak ağlarsınız.

Orgeneral Başbuğ’un konuşmasını dinlerken ben böyle bir hüzüne gark oldum.

Köşeyazarlarının ekserisi başkanın iki ifadesini öne çıkarmışlar.

TÜRKİYELİ ve PKK’lıların da İNSAN olduğu kelimelerini.

Başkanın bu ifadelerini takdir edenler ,bir demokratişleşme açılımı sayanlar var. Fakat dikkatimi çeken ,bütün basın mensuplarının INDIFFERENT (duyarsız,atıl) davranmış olmalarıdır.Bunun sebebi askerden korkularını yenememiş olmaları,askerden bu tarz bir yumuşama beklemediklerindendir.Yoğurdu üfleyen ,sütten ağzı yananlar tavrında.

Yazarların topyekün dikkat çektikleri o iki kelimeydi beni üzen.

USA Irak çıkarmasında 5 000’ e yakın zayiat vermiş.Bizim TSK’ nın kaybıda okadar.Ama PKK’ nın ,yani ”terröristin kaybı” on misli diyerek bir zafer öğüntüsü vardı ifadesinde. 40 bin Kürt genci öldürülmüştü.İşte o iki kelimenin söylenmesi için 40 bin gencin hayatının feda edilmesi gerekmişti.Onlar ne para karşılığı, ne zor karşılığı, kendi özgür inançları ile milletinin özgürlük savaşına birer GERİLLA olarak katılmışlardı.Onlarda birer İNSAN’dı ve TÜRK değil,TÜRKİYELİ idi. Askerin bunu 30 sene sonra,40 000 cana kıyıldıktan sonra idrak etmesi,itiraf etmesi üzüntüme sebepti.
Nur Batur, Sabah gazetesindeki makalesine’’ 84 yıl sonra TÜRKİYE HALKI ‚’ manşetini atmış.Bu tabir ATATÜRK’e aittir.84 sene beklemiş Kemalist TSK Atatürk’ü hatırlamağa.Çok acı.
Başbuğ’un konuşmasını bilimsel bulanlar olmuş.Kendi cehaletlerini ,farkına varmadan,açığa vurmak için olsa gerek(!).Başbuğ Kürtlere assimilasyon yapılmadı diyor.İNSAF.Kürtlerin % 50 si Kürtçe konuşmasını bilmiyor.Bugüne kadar Kürtçe eğitim yasak değil mi?Hiçbir okul tarih ,edebiyat,müzik v.s. kitabında tek kelime KÜRT ifadesi geçiyor mu?.Hem de eğitim bakanı güya KÜRT!
Kimbilir, Kürt yazarları,sanatkarları nice Kürtçe eser vereceklerdi,Kürtlere Kültürel özgürlük tanınsaydı.Bir CAHİT SITKI,bir YAŞAR KEMAL,bir AHMET KAYA v.s. Kürtçe eserler vereceklerdi.85 seneden beri yapılan bu kültürel zülmün müsebbibi kimdir?

TSK yı tenkit edenlere ‚’Demokratik Kisve altında ‚’ cümlesi ile polemik yapmaması gerekirdi.Cemeatların sosyolojik yapıları hakkında, gerekse Din düşmanlığı hakkında söyledikleri her türlü ilmi veriden noksandır.Buna sebepte askerin kendisini demokrasi ve AB mevzuunda TARAF hissetmesindendir.Yanlış yerde duruyor.Sadece Asker değil ,şimdiye kadar siyasilerde,şovenist yazarlarda,ulusalcı akademisyenlerde tek taraflı tavır takınmışlardır.Sorunlar maalesef taraf tutmakla çözülmez.OBAMA’nında tavsiye ettiği gibi DİALOG ile halledilir.Başbakan DTP’ lilerin elini dahi sıkmadığı gibi.Asker TBMM’ ni boykotluyor DTP’ liler mecliste bulunduğu müddetçe… Enfantil bir davranış.

Türkiye’nin 85 senedenberi çözemediği 4 problem vardır.Bunda Türkiyenin bir kabahatı yoktur.Bu dört problemin müsebbibide İNGİLİZLERDİR. LOZAN zaferinde(!) bu sorunları İngilizler başımıza sardılar.

1. Kıbrıs’ı resmen Lozanda devraldılar.

2. Ermenistan devletini kurdular.

3. Kürdistanı dörde böldüler.Zavallı Kürt milleti 85 senedenberi dörde bölük yaşadı.

4. Rumları üstümüze saldılar,adaları rumlara verdiler.

Bu sorunlardan tek birini Atatürk ,Çerkezi ile,Kürdü ile,Türk’ü ile v.s. bütün Anadolu halkı ile ,yırtık çarığı ile savaşıp rumlardan Anadoluyu kurtardılar.

Dünyada en yetenekli Diplomasi İngilizlerindir denir.Yukarda bahsettiğim,çözemediğimiz sorunları ,belkide gene İngiliz diplomasisi çözer.Bundan bir kaç sene önce Floridadaki bir beynelmilel Kongrede ,USA’nın bir numaralı otellerinden biri olan BREYKER de İngiliz başbakanında konakladığını görünce kendisine LOZAN’da yaptıkları hataları hatırlatan ve Türkiye’nin bu sorunlardan kurtulması için gereken çabayı göstermesini bildiren bir mektup yazdım.
Avrupada - futbolde ismimiz geçmez - iken Özal avrupadan antrenör getirtti,çimenli stadlar yaptırdı; ,bizde Avrupa şampiyonluğuna iştirak etmeğe başladık.Gerçi hâlâ yabancı antrenörlere ve oyunculara muhtacız.O halde siyasi sorunlarımızı çözmek içinde İngiliz diplomatlarına ihtiyacımız olabilir.AB’ ye girmemiz şarttır.BAŞBUĞ konuşmasında AB den hiç bahsetmiyor(?).Çünkü askeri vesayeti bırakmak istemiyor.

İngilizlere dair bir anektodumuda anlatmadan edemiyeceğim.Bir köylü hastam vucudundaki ağrıyan bölgeyi gösteririken şöyle dedi: Bu ağrı bir İNGİLİZ gibi gelmiş oturmuş burama ,hiç geçmiyor.

İşte o köylü kadın bile farkında .İngilizler bir yere yerleşince bir daha orayı terk etmiyorlar.Bizim o dört sorunda İngilizlerin eseridir.Davet edelim gelip çözsünler.Bizim 85 senedir çözememiş olmamız,bundan böylede çözemiyeceğimizin garantisidir.Çünkü bizim çözüm için açıkladığımız teklifler ,bizi çözümsüzlüğe şartlandırıyor.Farkında değiliz.Kıbrıs’ta Türkler,Türkiye’de Kürtler azınlık olsun,deniyor.Halbuki Türkiye Kıbrıs’ta 75 bin Türk için devlet statüsü istiyor.Türkiye’e 20 milyon Kürdün ismini anmak suç oluyordu.Karşıtlarını EBLEH zannetmek Ukelalığından vazgeçmeliyiz.Belki karşıtlarımız bizdende daha akıllı.Kıbrıslılar haksız yere AB ye dahi girdiler.Kürtlere karşı savaşta ne kazanıldı.40 000 Kürt gencine mezar oldu memleket.17 500 katili meçhule.

Kürtlerin ne kazancı oldu,40 000 telefiyata,4 000 köyün yakılıp yıkılması,yüzbinlercenin göçüne,17 500 katili meçhula karşı

TÜRKİYELİ İNSAN oldular.Ne hazin!!!!.Hüznümün sebebini anlıyor musunuz?

15 Nisan 2009 Çarşamba

« BAŞKAN »DAN KALAN




Prof. Dr. M. Şehmus Güzel

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı (Kimi köşe yazarının yanlışlıkla belirttiği gibi Başbakanı değil) Obama Avrupa turunda « simgelerin/sembollerin başkanı » rolünü hakkıyla oynadı : Londra, Strasbourg, Prag , Ankara ve İstanbul ziyaretlerinden sonra gitti. Acaba tamamen gitti mi diye kendi kendimize sorarken sesi Bagdad’tan geldi. Demek ki tamamen gitmemişti. Peki geldi, gördü , konuştu ama neler söyledi ve neler bıraktı ? Bu soruyu yanıtlamak çok zor. Hangi gün, nerede, ne giydiğini ve nasıl tebessüm ettiğini söylemek ise daha kolay. Çünkü kimi açıdan imajı mesajını gölgede bıraktı. Evet neler dediği ikinci planda kaldı. Eşinden ve kendisinden bahsedildi sadece. O kadar ki diğer liderler ve o liderlerin eşlerinden hiç kimse söz bile etmedi. Ayıp oldu biraz. Ama iki « süper yıldız » olunca diğerlerinin « ışıklarının » göz kamaştıramamısı da kaçınılmazdı. Hayat pardon siyaset şimdi böyle oynanıyor. Oynatılıyor.

Obama Prag’da « barış »/« peace » nutku attı. « Atom bombasının yakında kullanılmayacağını » açıkladı. Hangilerinin ? « Bizimki hariç diğerlerininkilerin » diyemezdi elbette. Hayran oldum. Çok iyi alkış topladı. « Love » nutkunu ABD’ye sakladı. Bu neredeyse doğal : Önce can sonra canan. Dahası deneyimle sabit : Avrupalılar barış yapar Amerikalılar « aşk ».

Ama kabul etmek lazım Prag bu iş için biçilmiş kaftandı. Çeklerin 1968’de yaptıklarını ve öteden beri savaşa nasıl karşı olduklarını bilmeyen yoktur. Barışa bağlılıkları o kadardır ki bu adamlar birkaç kilometre güneylerindeki halklar 1-2 metre için birbirine kıyarken Slovaklardan gıklarını çıkarmadan ayrılmasını bile bildiler. Evet Çekoslovakya nam devletin mal mülkünü iki halk arasında nüfusa göre paylaşarak. Ve tek kurşun sıkmadan. Al kardeşim bu elmaların şu kadarı senin bu kadarı benim. Şu tanklar ve toplar senin bunlar benim. Biraları paylaşmayı da unutmadılar elbette. Prag’ın ünlü meyhanelerinde en çok bira içilir. Bratislava’nınkileri de yabana atmayalım. Obama ama içmemiştir o biraları. Hani ne olur ne olmaz diye. Bütün « malları » Başkan’ın ABD’den tornistandır çünkü, ayrıca.

İstanbul’da ise camii ve çorap sahnesine tanık olduk. Çok başarılıydı bu sahnelerde. Kenyalı babasının müslüman olduğunu bir de bu vesieyle anımsadı mutlaka. Obama kendisi hıristayandır ve bunu da yeri ve sırası gelince ve bilhassa ABD’de elirtmekten kaçınmaz. Ama « ökümenik » bir Başkan havasında bütün dinlerle eşit uzaklıkta ve eşik yakınlıkta bulunduğunu da göstermekten kaçınmaz. Ancak « İslam »la kavgalı olmadığını belirtmek için de her fırsatı kullanır. Ortadoğu’da bugünkü koşullarda ziyaret edebileceği tek « müttefiki » olan Türkiye Cumhuriyeti bu konuda iyi bir alandı ve Obama bu alanı çok iyi doldurmaya çalıştı. Başardı mı ? Meçhul. Hele aynı saatlerde ve/veya günlerde Irak, Pakistan ve Afganistan’daki eylemler dikkate alınırsa Obama’nın herkesi ikna edemediğini söylemek mümkün. Böylece ABD Başkan’ından istenenin cami ziyaretinden ve cami ziyareti sırasında kedi okşamaktan biraz daha fazla olduğu da belirtilmiş oldu. Ama cami ziyaretinde çoraplarının delik olmadığını gördük ve rahatladık. Derin bir nefes aldık. Tamam, dedik, ABD’de kriz demek ki o kadar da derin değil miş.

« Başkan’ın » « Diyalog » ve « Dostluk » nutku hiç te fena değildi. TBMM’de bütün gönülleri fethetti. Ahmet Türk’ün DTP Grup Toplantısı’ndaki Kürtçe nutkunu yarıda kesen TRT « Başkan’ın », sanırsınız Türkiye Cumhuriyeti’in de Başkanı, nutkunu « kesintisiz » verdi. İyi televizyona da bu yakışır hani. Darısı başımıza. Arapça, Kürtçe, Ermenice, Lazca, Çerkesce...konuşmaların da kesintisiz yayınlanması dileğiyle.

« Başkan’ın » sürpriz yapmayı sevdiğini de bu vesileyle öğrendik. Nitekim İstanbul’dan yola çıktıktan sonra « Yol yakınken bari bir de Bagdad’a ugramalı » demiş olmalı. Ve ugradı. Ziyaretini büyük bir gizlilik içinde yaptı. Eşi Michelle’in Türkiye resmî ziyaretine neden gelmediği/getirilmediği de böylece anlaşıldı. Yani sürpriz ziyaret herkes için sürpriz değildi. Önceden hazırlanmıştı. Başka türlüsü zaten nâ-mümkündür. Yine rahatladık çünkü Michelle Hanım’ın gelmemesinin nedeni bizim bıyıklarımız ve eşlerimizin o güzelim yeşil gözleri değilmiş dedik. Oh bee ! ABD Başkanı’nın Ankara’ya, İstanbul’a kadar geldikten sonra « boys » takımını, ABD’nin « iyi çocuklarını », ziyaret etmeden « evine dönmesi » (« Go home ! ») « askerleri » tarafından hiç te iyi karşılanmazdı. Nitekim ziyareti sırasında gördük : ABD’li askerlerin tümü, kadın, erkek, er ve erbaş, tümü ve tamamı kendilerinden geçmişti. Hele Siyahlar. Hele Hispanikler. Kimi subayın, Beyaz ve uzun boylu subayların, renklerinin biraz laciverte dönüştüğü de mutlaka dikkatinizden kaçmamıştır. Herkes Obama’dan memnun değil mi ? Acaba böyle bir durum var mı ? Varsa neye veya nelere yol açabilir ? Göreceğiz.

Eee peki bunun dışında, bu uzun turda, bu uzun, bu epey hareketli ve epey renkli resmî geziler dizisinde ne(ler) oldu ? « Başkan Obama » ABD’nin « herkese model » olması gerektiğini anlattı. Zaten iyi saatte olsunlar da bunu böyle anladılar. TBMM’de ve Türkçe medya istasyonlarının merkezlerinde « Acaip adam bee ! Ne adam bee ! Ne güzel konuşuyor bee !» sesleri gökyüzüne kadar ulaştı. Sadece oralarda da değil. Başka mekanlarda da. Başka merkezlerde de. Recep Tayyip Erdoğan’ın « Başkanla » birlikte olduğu görüntülerde kendinden geçmiş hali mutlaka yakın siyasi tarihin en anlamlı belgeleri olarak hafızalarımızda kalacaklar.

Peki bunların arkasında ne var ? ABD’nin bilinen dış ve diş politikası var. İsrail Devleti’ne garanti verildi. Yeni ama aslında çok eski, aşırı sağçı, ırkçı hükümetle de mutlaka bir modus vivendi bulunacaktır hiç merak etmeyin. Ama İsrail Devleti, « İran İslami Cumhuriyeti »nin genişlemesinin, etkisinin bölgede (Özellikle ve öncelikle Lübnan’da, Gazze Şeridi’nde, Irak’ta...ve Afganistan’da) yayılmasının önünün alınması için ABD tarafından ona fazla « ılımlı mesajlar » gönderilmesini istemediğini de elleri ve ayaklarıyla anlatıyor. İsrail için bölgedeki « en önemli düşman İran » olarak kalıyor ve bu böyle gösteriliyor. ABD ile İsrail arasında Filistin Devleti’nin kurulması konusunda da ciddi tartışmalar ve ayrışmalar var. Yeni, ırkçı ve aşırı sağcı İsrail hükümetinin yetkili ağızları şimdiye kadar bir kez bile Filistin Devleti’nden söz etmediler. ABD’nin bölgedeki dertleri bir değil. Bin.

Ne olursa olsun, bu ziyaretleri sırasında Obama İsrail’e gitmedi. Ama çok iyi bir « rock star » olarak rolünü çok iyi oynadı. Yakışıklı adam ayrıca. Eşi de çok şık ve çok güzel. Bacım olsun. Ama ABD Başkanı olarak programı hep aynı. Enaz düzeyde seyred(il)en. Ama bu seyirdeki oyun güçüyle Obama ABD’nin yitirdiği seyircileri toplamaya ve ABD’yi sevdirmeye doğru attığı adımlarına yenilerini ekledi. Bill Clinton’un tanımladığı gibi Obama « peri masalları anlatıcısı » olarak bu işin de üstesinden gelecek gibi. Devlet yönetiminde görüntünün programın, imajın (görüntünün) mesajın yerini aldığı da bu kadar açık bir biçimde hiç sergilenmemişti. Türkiye’ye gelmesinden önceki görüntülere bakar mısınız lütfen ? Hele örneğin Berlusconi, Medvedev ve önde Hu Jintao ile göründüğü fotografa. Neredeyse foto-montaj sanılabilir : Çünkü öndekinin ciddiyetiyle arkadakilerin neredeyse çocukların şaklanbanlığı içindeki görüntüsü çelişiyor : Öndeki son derece ciddi, arkadaki üçlü akıl almaz bir laübalilik içinde. Devlet başkanları toplantısı değil, rock yıldızlarının eğlencesi, genç liselilerin diploma sonrasındaki içkili gecenin ardından yaptıkları haylazlıklar anı veya yaşlı tiyatro oyuncularının yıllık genel kurulu sanabilirsiniz. Eğer adı geçenleri hiç tanımıyorsanız ( !)
Bugün « Devlet-Seyir », « L’Etat- Spectacle », « Devlet-Şovu » zamanıdır artık. Somurtkanlıkla ciddiyeti karıştıran donuk devlet yerine seyirlik devlet. Devlet kendi kendini sahneye koyuyor artık. Devlet yöneticileri şov yapıyorlar bizzat. Aslında öteden beri kimi devlet yönetiminde ve/veya yöneticisinde bir parça tiyatro ve seyir vardı. Olabiliyordu. Nitekim Fransa krallarından 14. Louis « Halk seyiri sever » deyip bizzat adamlarına iyi rol kesmelerini önerdi zamanında. Monaco Prensliği, İsveç, İspanya, Danimarka, Belçika, İngiltere...Krallıkları da anımsanabilir bu bağlamda.. Ama bugün artık bu iş akıl almaz boyutlarda.

Fransa Cumhuriyeti eski bakanlarından Roger-Gérard Schwartzenberg bu konuda yaptığı sıkı çalışmaları yayınlamayı sürdürüyor. İlkini 1977’de yayınladığı L’Etat Spectacle isimli kitabının ikincisini bugünlerde okuyucularına sundu. Paris II. Üniversitesi’nde yıllardan beri öğretim üyeliği de yapan Schwartzenberg, kimi devlet adamlarının bilinçli tercihi sonucu, devletin nasıl bir seyir haline dönüştürüldüğünü binbir örnek ve binbir küçük öyküyle aktarıyor. Fransa’dan Mitterrand dönemini bizzat ve içeriden yaşayan biri oarak aktardığı bölümler özellikle işinize yarayabilir. Çünkü kendi kendine onca « ilerici » havalar vermesine karşın Fransa Cumhuriyeti’nin aslında bir tür « parlamentolu Krallık » özelliği taşıdığı yansıtılıyor bu sayfalarda. « Tek Adam »lığın sürdürüldüğü de. Ve bütün bunların çok iyi bir biçimde saheye konulduğu da. Siyasetbilimcilerin mutlaka okuması gereken bir kitap. Siyasi meselelerde makale, köşe yazısı yazan « derin analizcilerin » de. Haydi kolay gelsin. Obama mı ? Geldi, gördü (mü ?), dinledi (mi ?), oynadı, iyi oynadı ama, ve gitti. Bu arada güzel tebessüm ettiğini de takdir etmek fırsatını bulduk. Bize bu birkaç yıl yeter. Sonrası mı ? O henüz bilinmiyor ve o henüz yazılmadı. Çünkü halklar en iyi ve en güzel sözün henüz söylenmeyen olduğunu çoktan beri çok iyi biliyorlar. Baki selam.

14 Nisan 2009 Salı

Tekelci Aşamada Aşkı Tanımlamak

Faiz Cebiroğlu 

Aşk üzerine yazmak, aşkı tanımlamak o kadar kolay değil. Hele hele yaşadığımız dünya tekeller dünyası ise bu hiç de kolay değildir. Kolay değildir, zira tekelcilik ”birliktelik”, birlikte yaşamak duygusunun reddi oluyor. Tekelcilik, aşk ve sevgi duygusunun reddi oluyor. Açıktır, aşk, sevgi ve birliktelik değerlerinin yok edildiği bir aşamada büyük aşklar yaşamak ve beklemek pek gerçekçilik olmuyor. 

Böylesi bir aşamada aşkı tanımlamak ve aşk üzerine yazmak da pek kolay olmuyor… Ama denemekte yarar var. 

Önce bir giriş: Şiirlerimize bakıyoruz; büyük bir bölümü aşkla ilgilidir. Şarkılarımıza, türkülerimize bakıyoruz; yine büyük bir bölümü aşkla ilgilidir. Keza, yüzlerce kitap, roman, hikaye; onlarca opera... hepsi aşkla ilgilidir. Ama ne ilginç, bu böyle olmasına rağmen, aşk, psikoloji branşında, psikoloji mesleğinde, ele alınıp incelenen bir konu, hiç olmamıştır. Ferud’un sevgi üzerine söylediği bir kaç cümle dışında, aşk, ayrı bir branş olarak, psikoloji mesleğinde yer almamıştır. Aşk, genellikle sanatçıların, imtiyazlı, ayrıcalıklı konusu olmuş: onların tasvir ve anlatımlarıyla yaşamıştır. 

Bu girişten sonra, soru şu: Aşk nedir? 

Aşk, bana göre, iki insanın birbirine karşı duyduğu büyük bir tutku ve bu tutku sonucuyla da, iki insanın birbirini fethetmesi oluyor. Aşk, önce sevgiyle başlıyor, daha sonra seksüel çekim; ve bunun sonucunda oluşan, birliktelik, birlikte yaşam / aile yapılanması. Böylesi birliktelilerden doğan çocuklara da “aşkın meyveleri” olarak adlandırılıyor. 

 Aşk, sevilen insana duyulan derin ve güçlü bir duygudur. Duygu, duygular - iyi ya da kötü – içte hissetmek demektir. Duygular, yaşanan aşk sürecine gösterilen ruhsal tepki, tepkiler oluyor. Aşk bu süreçte derin ve güvenlikli bir duygu çerçevesini oluşturuyor. 

 Bizler insan olarak sevmeye ve sevilmeye ihtiyacımız vardır; herkesin aşka ihtiyacı vardır. Tarihte yaşanan “Büyük Aşklar” vardır. Efsaneleşen büyük aşklar da vardır. Romeo ve Julie gibi, birbirleri için, ölümü bile gözönüne alacak kadar kuvvetli olan, aşklar da vardır. 

 Aşk, önce sevgiyle başlıyor. Sevgi, her zaman aşkın bir bölümünü oluşturuyor. İki insanın birbirini görmesi / keşfetmesi, artık, sevgilinin yakınında olmaya yetmiyor. Gelişen süreç, sevgilinin yakınında değil, ”yanında” , ”içinde” olmayı doğuruyor. ”Seni seviyorum!”; böylesi bir sürecin hem sihirli, hem de sembolik kelimeleri oluyor. 

Rus şairi Turgenyev; ”ilk aşk, tıpkı ihtilâl gibidir!” sözleri, aşka bakışın en güzel sözlerini oluşturuyor. 

Bir insanın bir başka insanı sevmesi ve bunun karşılıklı olması, çoğu zaman, sevgiyi de kutsallaştırıyor. En azından, karşılıklı sevenler, bunu böyle hissediyor. ”Bu sevgimiz, hiç sönmesin!” ya da ”Bizi ancak ölüm ayırır!” gibi sözler, böylesi bir sevgi sürecinin sonucu oluyor. 

Bu kuvvetli tutku ve birlikteliklere, aşkın sahnesi demek te mümkün. Bu sahnede yer alan oyuncuların duygusal kaliteleri çok açıktır: Sevgi, tutku, erotik çekim ve karşılıklı güven… 

Aşk, sevgiyle başlıyor. Sevgi, karşılıklıdır. Karşılıksız sevgi, sevgi olmuyor; boştur. Sevgiyle başlayan aşk, karşılıklı seven iki insanın birbirini fethetmesiyle sonuçlanıyor. 

Aşk da bu oluyor; aşk, iki insanın birbirini fethetmesi oluyor... 

 Böylesi bir ortamı yaratmak ve güzel aşklar yaşamak için, tekellerin reddi bir düzen gerektiriyor. 

 Tekelci aşamada sevgi , tekellere karşı mücadele demektir. 

 Tekelci aşamada aşk, tekellere karşı mücadele demektir. 

 Tekelci aşamada aşk, bizleri tarihten silmek isteyenlere karşı mücadele demektir!..

12 Nisan 2009 Pazar

DUYUN DOSTLAR

"Hüseyin Belli: Merhaba, Fezali’ye selamlarımı iletiyorum. Sitede yer alan şiirlerini okudum, okuyorum. Ozan olduğu belli. Onunla ilgili bir özgeçmiş verseydiniz, mutlu olurdum. Antakya."

Degerli Cebiroglu bu aşağıdaki şiirimi Hüseyin Belli can dostda iletirseniz çok mutlu olurum:

DUYUN DOSTLAR

Cirik Haci – FEZALİ

Cirik.Haci@gmx.de

Duyun dostlar merak etmeyin beni
Berçenek sabahında an idim ben
Aman yanlış yere atmayın beni
Babamın bedeninde kan idim ben

Bahar başı martda geldim dünyaya
Büyüdüm o günler yürürdüm yaya

Aklım yetince uğraşdım dağ kaya
Yapılan cemlerde ki can idim ben

Sohbetin ederdi yaşlı insanlar
Böyle gelmiş gitmiş önceki canlar
Evleri kapatınca yağan karlar
Evinin aydınlığı tan idim ben

Büyüdüm atıldım tutdum hayatı
Halka hizmet için ettim niyeti
Bilinsede bilinmesede kıymeti
Güzeller dolu dolu dün idim ben

Aşkla yürüdüm yıkıldı engeller
Bülbülüne hasret kavuşdu güller
Hanemizde misafir oldu pirler
Erenler dudağında mim idim ben

Çalardık sazı aşkla özümüzden
Konuşurduk gerçeği dilimizden
Fezalim himmet yüce pirimizden
O varlığı görünen gün idim ben

NANKÖR EVLATLAR (İnteraktion bozuklukları)




Dr.İsmet Turanlı, Antalya

dr_ismetturanli@mynet.com

Adem baba ile Havva anamızın oğulları ABEL ve KAİN’in kavgasını bilirsiniz.Yani evlatların nankörlüğü daha insanlığın başlangıcında olması ,sonraki asırlarda SHAKEPEARE’in eserlerinde de dile getirilmiş olması, bana insanların yaşamında evlatların nankörlüğü değişmez bir realite olduğu düşüncesini doğurdu.Onlarda ki ihtirasın temelinde para gibi bir menfeat çatışmasının iletişim bozukluğuna (İnteraktion bozukluğuna)sebep olduğu ,insanlığın ETİK duygusunu DİNLERİNDE korumasının mümkün olmadığıdır.

Lise 9 uncu sınıfında edebiyat hocamız Şükran hanım her hafta bir talebeye bir kitap verirdi ve o kitap hakkında konferans vermemizi isterdi.Benim kısmetimede SHAKESPEARE’in JÜL SEZAR eseri düşmüştü.(1945)

Ondan bir sene önce yaz tatilinde gittiğim, İstanbul’daki şehir tiyatrosunda (1944) SHAKESPEARE’in ATİNALI TİMON eserini seyretmiştim.Zira rejisör MUHSİN ERTUĞRUL Dram tiyatrosunun her sene , açılışda bir SHAKESPEARE eserinin oynanmasını anane haline getirmişti.Ve bende Tıp tahsili yaparken, İstanbul da her sene bir SHAKESPEARE eserini seyretmek şansına nail olmuştum.

Konferansımı hazırlarken kitabın sadece bir özetini dikkate almış ,fakat içeriğindeki maksadı pek anlayamamıştım.Şimdi size kısaca Jül Sezar eserinden bahsedeyim.

SEZAR bildiğiniz gibi tarihe adını kaydettiren büyük imparatorlardan biridir.Soylu bir aileden gelmiş ve iyi eğitim görmüştü. Roma imparatorluğunun en üst seviyesine askeri ve siyasi yollardan ilerleyerek önce Senatoya I ci KONSÜL ,daha sonra da ömrübillah imparator seçilmişti.Bu arada akdenizdeki korsanların eline esir düşmüş ve Antalyaya getirilmiş ,ailesinin ödediği cüzi bir parayla kurtulmuş,hatta bir müddette Mısır kralicesi KLEOPATRA ile aşk yaşamış.Özel hayatındada kadınlara çapkınlığı ve erkeklerede düşkünlüğü ile hayatını sürdürmüştür.İmparatorluğu sırasında diktatörlüğe kayacağı şüphesi ile en yakınları tarafından yapılan bir suikast neticesi yaşamını kaybetmiştir.Bu suikastta bir fahişeden doğma öz oğlu BRÜTUS’un da kendisini hançerlediğini görünce tarihe kaydı geçen şu sözü söylemiştir.BRÜTUS OĞLUM,SENDE Mİ (!)?.

Brütus’un bu davranışı EVLAT NANKÖRLÜĞÜNÜN en bariz bir örneğidir.O eserde, kumandanlardan ANTONİUS’un cenaze önünde yaptığı hitabette unutulamayacak bir değer taşımaktadır.Bu sebeple o eseri okumanızı tavsiye ederim.

Birazda ATİNALI TİMON’dan bahsedeyim.Bu eserde Sabahattin Eyüpoğlu tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir.Timon varlıklı bir Atinalıdır.Parası ve cömertliği sayesinde kurduğu dostluklar ,parası bitince kaybolur ve yanlızlığa mahkum olur.Paradan ziyade insanlığa kıymet veren Timon etrafına tekrar zenginleştiğini,altın bulduğunu ilan eder.Ondan uzaklaşanlar tekrar etrafını sarar.Timon onlardan iğrenir.Altınların,sarı dinin(!) kurbanlarına nefretle bakar.

1947 de ,yine İstanbul şehir tiyatrosunun dram sahnesinde KRAL LEAR’i seyretmiştim.Kral oldukça saf bir insan ve ölmeden önce çocuklarına servetini dağıtmak ister.Küçük kızı ise dürüst ve babasından bir şey istemez.Bir kralla evlenir.Öteki iki evladına servetini bağışlayan kral zamanla o evlatlarının hiyanetine uğrar ve küçük kızına sığınmak mecburiyetinde kalır.Bu eserde de yine evlat nankörlüğüne vurgu yapılmıştır.

Londra da ihtisas yaparken,asırlardır Shakespeare’in eserlerinin oynandığı, ananevi OLDWİCK tiyatrosunda ve onun doğumyeri olan STRATFORD upon AVON daki festivallerde de bir kaç eserini seyretmem mümkün olmuştu.(1957.1958)

Yukarda bahsettiğim üç eserdede babaların evlat nankörülüğüğne kurban gittiklerini öğrendim.TURGENIEF’in ‚’Babalar ve oğulları’’,Franz KAFKA’nın’’babasına yazdığı mektupları’’ tekrar okuyarak bu baba oğul konflikti temasına kafa yordum.Gördüm ki bu bozukluğun temelinde maalesef menfaat (PARA) hakim rol oynuyor.Bu ARKAIK sorunun bir iletişim bozukluğu (İnteraktion bozukluğu) olduğuna kanaat getirdim.İletişim bozukluğu ,benim mesleğimde, kadın hastalıklarında oldukça önemli bir yer tutar.Senelerce bu mevzuda çalıştım ve nihayet Türkiye de de bu mevzuda eğitim yapılmasını gerçekleştirmek için PSİKOSOMATİK JİNEKOLOJİ derneğini kurdum.İnşallah meslektaşların alaksına matlup olur ve Türkiye dede KADININ RUHU bulunduğu,gereken değeri kabul görür.

Türkiyenin aktüel bir misafiri,bir devlet adamı OBAMA’nında vurguladığı gibi problemlerin çözümü ancak DİALOG ile mümkündür.OBAMA“nin iletişimde gösterdiği kabiliyet ve ön gördüğü DİALOG prensibi sayesinde ,islam ve afrikalı kökenine ,cilt renginin beyaz olmamasına rağmen,USA nın hırıstiyan halkının sevgisini kazandığı gibi,USA nın baş düşmanı Iran cumhurbaşkanı Ahmedinecat,Venezuella başkanı Chavez,hatta Gaddafinin sempatisini kazanmağa muvaffal olmuştur.Türkiyede,aşırı şovenist politikacılar ve köşeyazarları hariç,umumiyetin hayranlığına ve takdirine mazhar olmuştur.Ermeniler ve Kürtlerle iyi münasebetleri DİALOG’u tavsiye etmiştir.Erdoğan ise maalesef TBMM e seçimle gelmiş Kürt partisi temsilcilerinin elini dahi sıkmamakta,Genelkurmay paşaları ise DTP temsilcilerini protesto etmek için meclise KÜS kalmakta direnmektedirler.Bu durumları bana gülünç gelmektedir.İnşallah OBAMA’dan bari ders alırlarda demokrasinin icaplarını yerine getirirler.Erdoğan, İspanya başbakanı olan ZAPATERO ile medeniyetler ittifakının eş başkanı.İspanya ‚’’Tarihsel hafıza paktını’’ meclisten geçirdi ve geçmişi ile barışı temine çalıştı.Erdoğan’nında ispanya modelini örnek alması gerekir.Şayet Türkiye dede geçmişte Kürtlere yapılan hukuk dışı,ahlak dışı katliamlarla yüzleşme imkanını sağlamak istiyorsa.Ergenokon soruşturması ve Kürdistan da mezarların açılmasını desteklemesi övünç sebebi olabilirsede DTP lilerle görüşmemesi onun için ilerde utanç vesilesi olabilir.Hamas’ın seçimle iktidara gelmiş olmasını savunma gerekçesi sayıyorsa, DTP yi dışlamasıda bir ikillemdir. .DTP, PKK’nın temsilcisi değilse bile,tabanlarının ayni olduğu yatsılanamaz.PKK nın silah bırakması isteniyorsa DTP ile DİALOG sağlanması zorunludur.

Benim analitik düşünce tavrımdan ötürü olacak ,insanlığın başlangıcındaki ADEM babadan,bir numaradan başlayarak, şu anda sözü geçen bir numaraya,yani OBAMAYA kadar gelip,neticede interaktion bozukluklarının DİALOG ile şifa bulacağını sizlere anlatmağa çalıştım.Ümit ederim, doğru laf ettim.

11 Nisan 2009 Cumartesi

BİZİMLE VARDIR



Cirik Haci - FEZALİ

Cirik.Haci@gmx.de

Uyan işcim tanı olduğun yeri
Yaşamın gerçeği bizimle vardır
Aç güzünü canlı dur daha diri
Yaşamın gerçeği bizimle vardır


Bize nasip degil alın terimiz
Saraylar olmalı gerçek yerimiz
Hepimiz için olsun her birimiz
Yaşamın gerçeği bizimle vardır

Sustukca ondan yüzümüz gülmez
Çalıştık şükrettik tanrı vermez
Kanayan yaranı sömüren sarmaz
Yaşamın gerçeği bizimle vardır

Örgütlen bu sistemi yeter durdur
Kapital düzeni ortadan kaldır
Özgür yaşa dünya ağleme bildir
Yaşamın gerçeği bizimle vardır

Fezalim der haci tanıma yasak
Duysunlar at çığlığı bağırarak
Saçılsın tokumlar yeşersin toprak
Yaşamın gerçeği bizimle vardır

7 Nisan 2009 Salı

KAPİTALİST UYGARLIK ve İNSAN DOĞASI


Yener Orkunoğlu / y.orkunoglu@fbi.h-da.de

Marx, ‘Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş’te şunları yazmıştı: ‘Radikal olmak şeylerin kökünü kavramaktır. İnsan için kök insanın kendisidir.’

Demek ki, toplumda radikal değişimlerden yana olanlar, insanın tanımı ve ‘insan doğası’ konusunda farklı bir bakış açısına sahip olmak durumundadırlar. Düzeni korumak isteyenler ise insanı ve ‘insan doğası’nı kendi çıkarlarına uygun olarak yorumlayacaktır. Dolayısıyla insanın tanımlanması ve ‘insan doğası’ konusunda üç dünya görüşü birbiri ile mücadele içindedir. Bu üç dünya görüşü, Teoloji, Liberalizm ve Marksizm’dir.

Hıristiyanlığın dogmalarından biri ‘ilk günah’ dogmasıdır. Bu dogmaya göre ‘Adem baba elmayı ısırmıştır ve insanoğlu günaha bulanmıştır. ‘ Böylece toplumsal kötülüklerin insanların günah işlemelerinden kaynaklandığı, bir masal gibi anlatılır. İnsan’ın doğuştan kötü olduğunu varsayan bu dogma, toplumsal kötülüklerin insanın doğasından kaynaklandığına zemin hazırlar. Toplumsal kötülüklerden kurtulmanın mümkün olmadığını ileri sürer.

Liberalizm, Hıristiyanlığın dogmasını miras alarak bu dogmayı şu şekilde dönüştürmüştür: İnsan doğuştan bencildir. Teoloji ve liberalizm, ‘insan doğası’nın kötülüğüne ve bencilliğine atıf yapmaktadır.

İnanç, özel mülkiyete sahip olma, güç istenci, kamusal işlere karşı ilgisizlik, ‘devlet mülkiyeti’ni kendi mülkiyeti gibi korumama vb. gibi özellikler insanın doğasına dayandırılarak açıklanır. Örneğin, ilahiyatçılar, Tanrıya inanmanın insan doğasına özgü olduğunu iddia ederler. Ekonomi Politikçiler, özel mülkiyete sahip olma isteminin insanın doğasının bir parçası olduğunu ileri sürerler. Nietsche ve faşizme eğilim gösterenler, güç istencinin, insan doğasının bir özelliği olduğunu savunurlar. Kanımca liberalizmin bakış açısını aşamayan bazı anarşist eğilimler de, kamusal işlere karşı ilgisizliğin bireyin doğasından kaynaklandığı görüşünü ifade ederler.

Teoloji ve Liberalizm, isimli her iki dünya görüşü de, toplumsal baskılardan kurtulma arayışında olan düşüncelerin önünü kesmektedir. İnsan doğası konusunda Marksizm’e karşıt görüşler ileri sürerler. Dolayısıyla liberalizm ve teoloji, insanın toplumsal baskılardan kurtulmasının olanaklarına işaret eden Marksizm’e karşı belirli konularda ittifak içindedir.
Böylesi bir ittifakı somut yaşamda görmek mümkün. Bu konuda kendi yaşamımdan bazı örnekler vereceğim. Bir yıl önce oturduğumuz evdeki Alman komşumuz beni ‘şarap akşamı’na davet etmişti. O akşam felsefi konulara girdik. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Bir hafta sonra kapı komşum, bir konuyu konuşmak için beni tekrar çağırdı. Merak ettim. Acaba ne konuşacak benimle? Heyecanla beklerken, ‘felsefe tartışma grubu’ kurmak istediklerini, benim bu tartışmalara katılıp katılmayacağımı sordu. Cevap vermeden önce, 3 soru sormuştum: 1. Toplantıya kimler katılacak? Kaç kişi olacak 2. Bu toplantıların amacı ne? Bu toplantılardan ne bekliyorsunuz? 3. Tartışma hangi sıklıkta yapılacak? Her hafta mı, 2 haftada bir mi, yoksa ayda 1 kez mi ?
Fazla uzatmayacağım. Konuşmanın sonunda, ortalama 6-8 kişinin katılacağı ve ayda bir defa felsefe tartışma yapılmasına karar verildi. İlk tartışma konusunu önerdim: İnsan nedir? İnsanı hayvandan ayıran özellikler nelerdir?

İlk tartışma gecesi, komşunun evinde yemek yendikten sonra, şarap eşliğinde tartışmaya başlandı. Tartışmanın düzenli ve verimli olması için 1-2 sayfalık ‘İnsan nedir’ başlıklı bir yazı hazırlamıştım. Yazı okunduktan sonra, hararetli bir tartışma başladı. Felsefe grubunun ‘tek yabancısı’ benim. Diğerleri ‘Alman’. Tartışmalar tabii ki Almanca oluyordu.

Yazımda en çok tartışılan konulardan biri ‘insan doğası’ olmuştu. Çoğunluğu, insan doğasının ‘doğuştan bencil’ olduğu görüşünü savunmuştu. Bir iki kişi tartışmayı önce izlediler. Benim dışımdakilerin çoğunluğunun böyle düşünmesine çok şaşırmıştım. ‘İçimden işin zor Yener’ demiştim. Bu tartışma üç kez sürdü. İki kişi benim görüşlerime destek verirken, teolojinin ve liberal görüşlerin oltasına takılmış iki kişi, tam bir ittifak içindeydiler. Teoloji ve –liberalizm, somut bir örnekte Marksizm’e karşı ittifak kurmuştu. (Bu felsefe grubu hala varlığını sürdürüyor. Çeşitli konularıntartışıldığı ‘felsefe akşamına’ genellikle katılıyorum)
Yeri gelmişken şunu belirtmem gerekir: ‘İnsan doğası’ kavramı sorunlu bir kavramdır. Çünkü bu kavram, değişmezliğe, sabitliğe işaret etmektedir.

Teoloji ve liberalizm, değişmez ‘insan doğası’na vurgu yapıyor. Oysa insanlık tarihi, çeşitli dönemlerde farklı toplumsal formasyonların insanları şekillendirdiği bir gerçektir. Feodal toplumun insanı ile, kapitalist uygarlığın biçimlendirdiği insan birbirinden farklıdır.

‘İnsan doğası’ kavramı konusunda Marksistler arasında da tam bir uyum yoktur. Kimi Marksistler, insanın toplumsal koşulların ürünü olduğunu kabul ederken, insanın –en az birkaç bin yıl için- kalıcı ve genel özelliklere sahip olduğu fikrini ileri sürüyorlar. Norman Geras, Marx ve İnsan Doğası adlı kitabında, Marksistler arasında yaygın olan bir görüşün zıddını ileri sürüyor. ‘insan, yemek, içmek, barınmak, giyinmek, iletişim kurmak, düşünmek vb. gibi bugünün koşullarında değişmez doğal özelliklere sahiptir. Geras, insanın kalıcı bir doğası vardır’ düşüncesini kabul ediyor ve şunları yazıyor: ‘insanın tabiatı toplumsal ilişkilerin bütününe bağımlıysa da, bu total bir bağımlılık değildir; toplumsal ilişkiler insan tabiatını tümüyle belirlemez sadece koşullandırır.’ Geras’a göre ‘Marx insan doğası fikrini reddetmiyor.’

Bazı Marksistler ise, liberalizmin ve teolojinin hatasına düşmemek gerekçesiyle, ‘insan doğası yoktur’ şeklinde ekstrem bir görüşü savunuyorlar. Kalıcı, sabit ‘insan doğası’ yoktur, insan toplumsal koşulların ürünüdür diyorlar. Oysa cinsel içgüdü, beslenme ihtiyacı gibi doğal özellikler (en azından bir kaç bin yıllık süreç göz önüne alındığında) insanın kalıcı doğal özelliği değil midir? İnsanın konuşma, düşünme vb. gibi yetenekleri kalıcı olan doğal özellikler değil mi?

‘Toplumsal koşullar belirleyicidir’ demek, insanın tüm özelliklerinin toplumsal koşullardan belirlendiği şeklinde ekstrem bir sonuca götürmemeli. Marksistler arasındaki bu farklı iki kesim, görüşlerini Marx’a dayandırıyor.

Bence sorununu çözümü karmaşıktır. Bu karmaşıklıktan çıkmak için ‘insanın karakteri’ kavramını öneriyorum. İnsanın karakteri ise, iki öğe tarafından şekillenir: 1. Toplumsal koşullar; 2. İnsanın doğası (insanın yetenekleri, kabiliyet vb.)

Kapitalizm var oldukça, Marksistler ‘insanın doğası’ konusunda kötümser yorumlara karşı savaşım yürütmek zorunda kalacaklardır.

5 Nisan 2009 Pazar

32 Yıldır Süren Baskılara Karşı, Gözyaşlarını Siper Ediyorlar!..





Haber: MURAT ALTUNÖZ

HATAY(DİHA)-1980 yılında yurtdışına çıkan çocuklarını arayan, devlete karşı 32 yıldır gözyaşlarını kanatarak direnen 98 yaşındaki Zeki Ural ve 87 yaşındaki Cemile Ural’ın tek istekleri ölmeden önce çocuklarının ve torunlarının kendi ülkelerinde özgürce yaşamalarını istediklerini ifade ettiler.

Türkiye Devrim tarihine damga vuran ve özellikle Hatay’da köklü bir yapılanmaya sahip olan kısa adı THKPC (Acilciler) adlıörgütün Genel Sekreteri Mihraç Ural’ın ailesine yönelik baskılar 32 yıldır durmadan devam ediyor.

1980 öncesi yurtdışına yerleşen Ural’ın ailesine yıllardır baskılar hiç durmadı. Antakya Merkeze bağlı Orhanlı Mahallesinde yaşayan Ural’ın 98 yaşındaki Zeki Ural ve Annesi 87 yaşındaki Cemile Ural’ın evine polis baskın gerçekleştirdi.

Çocuklarının 1980 yılında siyasi nedenlerden dolayı yurtdışına çıktığını ve bir daha ülkesine geri dönemediğini ifade eden, 98 yaşındaki Zeki Ural, En büyük özleminin oğlunu bir kez daha görmektir.

Yıllardır oğlunu göremediğini Anlatan Ural; 32 yıldır oğlunun sürgünde yaşadığını ve bu süre zarfında sürekli baskıya maruz kaldıklarını evlerinin polis tarafından basıldığını ifade etti.

Oğlum Kendi halkının kimlik mücadelesini veriyor

98 yaşındaki Zeki Ural; “32 yıldır oğluma kendi ülkesini yasak ettiler.onun hiç bir suçu yok, oğlum kendi halkının kimlik mücadelesini veriyor. Bu mücadelesini verirken ülkesinden ayrı olmak durumda kaldı. Biz 32 yıldır sürekli baskı altında, baskılara maruz kaldık. En sonra bir iki gün önce gece yarısı evimizi bastılar, oğlumu sordular. Ülkemizde insan hakları olması gerekir, biz yaşlı bir aileyiz, böyle gece vakti evimizin basılması hangi etiğe sığar” şeklinde konuştu.

Tek İsteğim, oğlum ve torunlarımın kendi ülkelerinde özgürce yaşaması

Yıllardır oğlunu göremediğini ifade eden ve daha önce de devletin kendilerine yurtdışı yasağı da koyduğunu anlatan 87 yaşındaki Cemile Ural, oğlunu yıllardır görmediği ve 32 yıldır oğluna büyük özlem çektiğini ifade etti.

Ural, polislerin 32 yıldır sürekli kendilerini rahatsız ettiğini en sonda bir iki gün önce geceyarısı evlerini bastığını anlatarak, “Ben 32 yıldır yüreğime oğlumun acısını kanatıyorum. Bu yetmemiş gibi halen oğlumu aradıklarını ve evimizi basarak bizi rahatsız etmeye devam ediyorlar. Bu hangi kitaba sığar bilmiyorum” dedi.

Anne Ural; Çocuklarının sadece barış demokrasi ve insan hakları için çalıştığını belirterek tek istediğinin ölmeden önce çocuklarının ve torunlarının kendi ülkelerinde özgürce yaşamalarıdır, dedi.

BİLDİ MAHZUNİ





Haci Cirik / Fezali

Cirik.Haci@gmx.de

Canı pahasına gerçekler için
Hakikat yolunda oldu Mahzuni
Hakkını savunup gelenler için
Haksıza darbeyi vurdu Mahzuni

Sözünü söyledi anlamı büyük
Gösterdi kimlerin sırtında o yük
Hakdır üretenin yaşamı laik
Gerçeği yerinde gördü Mahzuni

Özgürlüğü hayata yazdı sazı
Ağaya beye darbe vurdu sözü
Özgür hayat için uyardı bizi
Geleceği böyle bildi Mahzuni

Altmışlı yılda sazın perdesi
Dinledi onu hocası dedesi
Yol gösterdi Pehlil amca edesi
Karanlık perdeyi sildi Mahzuni

Atom çağı amerika'ya çattı
Bunun için ki hapislerde yattı
Emekciye verdiği sözü tuttu
Ezilenin özüne girdi Mahzuni

Güneş olacak doğunun feryadı
Halk demokrasidir onunda adı
Fezalim alın terin ruhun yudu
Hakikatı kendi buldu Mahzuni



Mahsuni hapiste

2 Nisan 2009 Perşembe

MÜSAMERE BİTTİ






DR.İsmet Turanlı, Antalya
dr_ismetturanli@mynet.com

KÜRDİSTAN da, Kürt halkı kimlik bilinçlenişini oyları ile siyasi tarihimize damgasını, silinemeyecek tarzda, vurmuştur.

1946 da çok partili siyasi hayata geçtiğimiz günleri hatırlıyorum.’’Seçim aleni,tasnif gizli’’ idi.Ondan evvel birde ‚’Müntehabi Sani’’ ler vardı.Bizim neslinde sandık başlarında bir kaç kuruş kazandığımız vazifelerimiz olurdu.Gene hiç unutmadığım zamanın dahiliye vekilinin bir söylemi idi.’’Hassolar,Memolar meclise girer ‚’diye yenilenen seçim kanununa karşı çıkmıştı.Hatta Özal devrinde yurt dışında yaşayan vatandaşların oy kullanmasını istemek için bizzat Ankaraya gitmiş ,zamanın dahiliye vekili Mustafa Kalemli ile görüşmüştüm.’’İsmet bey ,şayet yurt dışında yaşayan vatandaşlara oy hakkı tanırsak,o zaman meclise solcular,Kürtler girer.Çünkü onlar dışarda çok iyi örgütlenmişler.Bende kendisine şu suali sordum.Siz seçilmişlerin mi ,atanmışların mı meclise girmesini tercih edersiniz?Son umumi seçimlerdede e-muhtırasıyle askerin seçimlere nasıl müdahele etmek istediğini biliyorsunuz.

Geçmişe ait demokrasi ayıplarımızı hatırladıktan sonra şimdi bu son seçime gelecek olursak Türkiye de hala demokrasi adına Müsamere kalitesini aşamayan olaylara şahit olduk.Bütün bu kalitelisizliklere rağmen çok ciddi neticelerinde ortaya çıktığını,maalesef yorumcuların marjinal değerdeki hadiselere yoğunlaştıklarını ,sosyolojik neticeleri kavrayamadıkları,yahut cesaret edemediklerini gördüm.

AK partisi % 40 varan aldığı oylara rağmen ,tek başına iktidarı devam etmesini vatandaş teyit etmesine rağman,muhalif siyasi ve basın mensuplarının ,kendi kendilerini tatmin babında ,AK partisinin seçimi kaybettiğini söylemesi sadece taraftarlarını sevindirebilir.Muhalefetin seçim sonunda bir alternatif olamadığını,vatandaşın onlara bu selahiyeti vermemiş olmasını kaale almamaları müsamerenin bir parçası olarak kabul ediyorum.

CHP nin sahil şehirlerinde ,hatta İstanbulda dahi sahil bölgesinde seçimin kazançlısı çıkmasının analizini yapanlar diyorlar ki:Bu bölgelerde eğitimli,hali vakti iyi olanlar mukimdir,AK partisini seçenler ise daha ziyade eğitimsiz,küp kafalı,göbeğini kaşıyan,cahil,yoksul ,kömür v.s. sadaka yapılmış insanlardır.Yapılan analizlerin,teşhislerin yanlış olduğu kanaatındeyim.

Türkiyenin hiç bir yerinde % 50 nin üstünde eğitimli ,akademik tahsil görmüş insan olmadığı malum.Hali vakti yerinde olanlarında % 10 dan fazla olmadığını biliyoruz.Sadakadan mültefit olanlarında AK partiye oy vermediğide ortaya çıktı.

Sadece sahilde yaşayanların CHP ye oy vermiş olmasının mistik yahutta kimyevi (İyot teneffüs ettikleri için) sebepleri olduğunu iddia etmek mümkün mü?İstanbulda,Karadeniz dede sahilde mukim olanların CHP yi seçmiş olmasını sosyolojik olarak izah etmek mümkün mü?

Şurasını yorumcuların ekserisi ,taraf olan siyasiler hariç,halkın sağ duyu ile karar verdiğini kabulleniyorlar.Ben vatandaşın her seçimde sağ duyusu ile hareket ettiği kanaatını savunmuştum.

Benim kanaatıma göre Kürdistan da yaşayan Kürtler tarihi kararlarını bu seçimlerde bariz bir şekilde ortaya koydular.Bu durumu tehlikeli görenler olduğu gibi,AK partinin hatalı davranışlarına bağlayanlar da var.Bundan bir sene önce Diyarbakır’a ve Batman’a yaptığım geziden sonra ‚’Fıratın ötesinde Kürtler yaşıyor’’diye bir makale yazmış,Kürtlerdeki kimlik bilinçlenmesinin kuvvetlendiğine inandığımı söylemiştim.Hatta BEŞİKÇİ’nin ‚’Kürtlerde kimlik bilinçlenmesi noksanlığı var’’ demesinin artık geçerli olmadığını yazmıştım.Türkiye’nin her tarafında belediye başkanları değişebilir,fakat Kürdistanda ortaya çıkan bu netice tarihi bir karardır,başka türlü yorumlarla hadiseyi küçümsemeye çalışmanın faydası yoktur.Bazı köşe yazarları üstü kapalıda olsa bu durumun Türkiyenin bölünmesi yönünde tehlike arz ettiğini dile getirdiler.Ben bütün makalelerimde AK partisinin Kürt sorununda yaptığı açılımların,sadaka tarzında yapılan yardımların Kürdistanda oy sayısını artıramıyacağını,DTP nin dahada kuvvetleneceğini iddia etmiştim.Bunu söylerken şu veya bu partiyi desteklediğimden değilde,bugün ayan beyan olan haritayı canlı olarak gördüğümden dolayıdır.

Hulaseten:

1. Sahil vilayetlerin CHP yi desteklemesinin eğitimli,zengin insanların oturum bölgesi olduğunu iddia etmenin realite ile alakası yoktur.

2. AK partisini seçenlerin eğitimsiz,göbeğini kaşıyanlar olmadığı anlaşılmıştır.

3. Muhalefetin müsameresini ,kalitesiz şov yapmasını vatandaş oyları ile taltif etmemiştir.

4. KÜRDİSTAN da,Kürt halkı kimlik bilinçlenişini oyları ile siyasi tarihimize damgasını,silinemeyecek tarzda, vurmuştur.Bunu DTP nin başarı hanesine saymakda doğru değildir.DTP ,belkide vasıta olmuştur.Asıl gaye Kürtlerin Kürtlük kimliğinin,özgürlük arzusunun deklarasyonudur.Yanlış değerlendirmelerle Kürtlerin özgürlük mücadelesindeki hamlesini küçültmeğe kalkmasın.Şayet kendi kendilerini kandırmak istemiyorlarsa.

5. Şu soruların cevabını ben bilmiyorum.

A) Kürtler mi CHP ve MHP yi Kürdistanda görmek istemiyor?

B) CHP ve MHP mi Kürtleri sevmiyor?

C) Anadolunun batısına göç ettirilmiş Kürtlerin Kürdistana dönmesi mümkün mü?Birlikte yaşamın şartları siyasilerce belirlenebilir mi?(Almanyadan dönmek istemeyen Türkiye vatandaşları gibi)

Türkiyenin istikbali bu sorulara verilecek cevaplara,gayretlere bağlıdır.Tıpkı AB ‚ye girişi sağlayacak gayretler gibi.

50 senedenberi gelinen nokta ortada.Türkiyenin hemen hemen her sahada verdiği görüntü geçmişte doğu blokunda yaşayanlardan ileri değil.40 sene önce Leningraddaki bulvarlarda ,pantolonları ütüsüz ,amele sınıfının yürüdüğünü gözlemlemiştim.Basınımız ,Beyoğlunda aşırı boyanmış bayanlar gibi,Almanların BİLD gazetesi kalitesinde.İlimle uğraşacağına günlük politika ile uğraşan.günlük gazetelere polemik makaleler yazan öğretim üyeleri ile Universite mensubu olduklarını iddia edenlerle Türkiye hiçte iyi bir manzara arz etmiyor.Hele şu son seçimlerde yaptıkları MÜSAMERE ile halkı eğlendirmişlersede,çok şükür vatandaş bu MÜSAMEREYE son vermiş ,sağ duyusu ile partilere gereken dersleri vermiştir.Anlamayana davul ,zurna az.

1 Nisan 2009 Çarşamba

SES(LER) DUVARLARI AŞARKEN/AŞ-ERKEN






Prof. Dr. M. ŞEHMUS GÜZEL

Şiirleriyle, öyküleriyle, makale ve mektuplarıyla, değişik türdeki eylemleriyle seslerini duvarların ötesine ulaştıranları, ulaştarmayı arzuluyanları desteklemenin tam zamanıdır. 29 Mart 2009 seçimlerinden sonra genel afın gündeme alınmasını ve genel af yasasının çıkarılmasını bilhassa arzuluyorum ve herkesi bu konuda çaba hacamaya davet ediyorum : Yıkılsın duvarlar ve özgürlüklerine kavuşsun çocuklarımız, kardeşlerimiz, yakınlarımız.

Evet bugün dünden daha çok dört duvar arasında tutulanları anımsamanın zamanıdır. Yirmidört saatimizden yirmidört dakikamızı onları düşünerek geçirmek.

Denemekte yarar var. Vicdanı olanlar için.

Bugün dört duvar arasında tutulanların, tutsak edilenlerin dertleri pek çok. Hasta oldukları halde tedavilerini özgürce yaptırabilmelerine izin verilmeyenler var. Odak dergisinden iyi şair Erol Zavar örneği en bilinenlerden biri ama onun gibi onlarcası var.

Çocuklarıyla dört duvar arasında çile dodurmak zorunda kalan analar var. Çocukları da onlarla çile dolduruyor. Çocuklar(ımız)a sınıfları dolduramadan çile doldurtmak kimseye yakışmaz oysa.

Bu duvarların aşılması şart. Çok çile çekildi çok. Çok insan öldü(rüldü) çok. Yeter artık. Edi bese ! Ya basta ! Assez ! Bu kadar acı bize yıllarca yeter. Üstü kalsın kardeşim, is-te-miyoruz artık be !Yeter be ! Yeter !

Bu ses sadece benimki değil. Sesime başka sesler de katılıyor. Sesim onlarınkinden güç alıyor. Sesime ses veriyorlar. Bana heyecan. Vicdanı olanlara vicdan daha çok vicdan. İyi şair, öykücü, deneme yazarı, her parmağında bin marifet, dostum Adil Okay aylardır bir deneyim, bir eylem içinde. Türkiye için hem önemli hem de onur kurtarıcı niteliği açısından anılmaya değer.

Adil bu, dört duvarı bilir. İşkenceyi bilir. İşkencecilerin, katillerin yaralı bir tutsağı merdiven boşluğuna öldürmek için, evet evet yanlış okumadınız, öl-dür-mek için, nasıl attıklarını ve « öldü mutlaka » diye nasıl bıraktıklarını bilir. Çünkü kardeşlerim bunların tümünü ve tamamını ve hatta fazlasını bu adam bizzat yaşamıştır. Bu adama bütün bunlar reva görülmüştür. Akıllar al(a)maz. Etinde izi durur. Öldürmek için vücuduna sıkılan bir kurşunu hâlâ taşır baçaklarından birinde. Hangisi olduğunu söylemem. Çünkü Adil iyi futbol oynar. Söylersem markajı kolaylaşır diye çekiniyorum. Çünkü o kurşunu murşunu umursamaz, kurşun bacağında dolaşır Adil bu dünyada. Evet Adil bu, aylardır değişik dört duvarlarda çile dolduran ve kimi yıllardır süren duruşmalarına rağmen bir türlü bitirilemeyen davaların « sanığı » insanlarla mektuplaşıyor. Çok iyi bir şey yapıyor. Ve onlardan gelen mektupları değişik internet sitelerinde yayınlıyor. Bu mektupları aynı zamanda Diyarbakir@yahoogroups.com (Aynen böyle) ile de paylaşıyor. İşte geçen salı günü bu « tarihî kanal »dan aldığımız üç mektuptan birkaç satırı sizinle paylaşmam şart :

Önce MLKP davasından « tutuklu » Naci Güner’in mektubundan : « Ne zaman çıkacağımı soruyorsun. Şubatın 20’sinde duruşmamız vardı. ACM’de. Yani eski DGM. Gelecek duruşmamız 26 Haziranda. Yıllardır içerdeyiz. Henüz ceza almadık. Bir bakıma cezayı peşin yatırarak kesiyorlar. Başı ağrıyan ‘paşayı’, dişi ağrıyan ergenekoncuyu ‘ol sebepten’ tahliye ediyorlar da, bizi ‘düşünüyorsun’ diye yatırıyorlar. (…) 12 Eylül hukuku parça parça kırılacaktır. Kürtler kırıyor. İşçiler kırıyor. İşsizler kırıyor. Kadınlar ve gençler kıracaklar. O karanlık sürecin hukukunu. İçeride ve dışarıda F tipi olan her şey belleklerden silinecek. Ve silinmek zorunda. Ezilenler bu ceberut düzenin etkilerini bir çeyrek asır daha yaşayamazlar. (…) »

Yıllardır « içeride » tutulan bu insan bakın nasıl yarınlardan umutlu, bunu da yazmayılım ki hep beraber biraz heyecanlanalım:

« Gel de heyecanlanma. Sevgili Adil, dalgaların kıyıyı dövdüğü, dalga seslerine martı seslerinin karıştığı güneşli günlerde, seninle birlikte aynı çay bahçesinde denize karşı çay içmeyi ve o mendil satan çocukları izlemeyi çok isterdim. Doğa yaşamımızı elimizden almazsa bir gün mutlaka karşılaşacağız. Buna inancım tamdır. »

Şimdi 18 evet tam onsekiz yıldır « PKK davasından tutuklu » Kasım Karataş’ın mektubundan bir alıntı : « Sevgil Adil. Gerçekten de sürpriz yaptın. Yazın dergisini aldım. ‘Ah Kudüs’ adlı şiirim yayınlanmış. Geçenlerde okumuştum. Bir bayan yazar ilginç bir saptama yapmıştı. ‘Filistin ilk göz ağrımızdır.’ demişti. Gerçekten öyledir. Hem Türkiye devrimcileri hem de Kürt devrimciler Filistin halkının kurtuluşu için az bedel ödemediler. Bu nedenledir ki, hala Filistin’e yönelik her saldırı bedenimizden kopartılan bir parça kadar acı verir bize. »

Kasım Karataş’ın Yazın dergisinin 117. sayısının arka kapağında yayınlanan şiirinden kısa birkaç satırı da mutaka sunmalıyım : Dört Duvar şairi susturamaz diyebilmek için :

« Ah Kudüs/Selahattin Rami’ye/Sana dödük yüzümüzü/Koşarak ömürler tükettik/Çığlıklarımızı koynumuza gizleyip/Yürüdük ardında/Yürüdük ki ateş yalımlı kapılardan geçip/Çığlık çığlığa zulmün imbiğine gömelim/Çocuk yürekli acılarımızı.. »

TKP-ML-TİKKO davasından tutuklu Haydar Sönmez ise şunları yazıyor : « (...) yaşından evvel olgunlaşmak zorunda kalanlardanım. Daha sekiz yaşında çalışmayı ve okumayı birlikte yürütmeyi öğrenmek zorunda kalmıştım. 20 yaşımda üniversite son sınıftaydım. Ve o güne kadar 22 ayrı işte çalışmıştım. (...) Çay bahçesinden ikram ettiğin çay için çok teşekkürler. Biz mahpuslar dünyasında sanal ikramların yeri geniştir. Bundan dolayı hiçbir ikramı red etmeyiz. Kimi ile güzel bir filme, kimi ile kordon boyu yürüyüşüne, kimi ile dağların başında gerilla ateşine, kimi ile bir fabrika grev çadırına konuk oluruz. Bedenen buralara bağlanmış olsak da yürek ve bilinç olarak özgür düşler aleminde geziniriz.
« Deniz Kızı » adlı şiirimden bir bölüm :
“belki/Bir ömür boyu sevmek ve sevilmek/Umudu kalmıştır geriye…/Artık/Bir güvercin gibiyiz/Kanadında bir sen bir ben/Mavi deryalarda ne sen bensiz/Ne ben sensiz/Uçamayız özgürlüğe… »
diye yazsa da kalem, yine de uçmakta yeni dünyalar keşfetmekte ısrar eder yaralı arslan. (...) »

Evet elleri kalem tutan, gönülleri çoşku dolu, yürekleri pırpır eden insanlar(ımız) sesleriyle duvarları aşıyorlar. Bu seslere kulak vermek gerek. Sesimizi bu seslere katmamız gerek. Bu ülkeye, bu topluma artık bir genel af gerek. 29 Mart 2009 seçimleri sonrasında genel affın gündeme alınması dileğiyle. Dört duvarlar boşaltılsın. Çocuklarımız, kardeşlerimiz güne ve güneşe kavuşsunlar. Denize. Çiçeklere. Güllere. Ağaçlara. Bahara ve yaza. Çocuklarına. Ana ve babalarına. Eşlerine. Yakınlarına. Sevgililerine. Sevdiklerine. Yeter artık !Yeter !

KAPİTALİST UYGARLIK ve POLİTİK EKONOMİNİN YALANLARI




Yener Orkunoğlu / y.orkunoglu@fbi.h-da.de

‘İnsanal duygular ekonomi politiğin dışında, insanlık yokluğu ekonomi politiğin içinde yer alır.’ Marx

Çevreyi koruma bahanesinin arkasına sığınan öko-faşistler şöyle sorarlar: İnsanlık, yer dünyadaki nüfus artışını nasıl kaldırır? ‘Akla yatkın’ gibi görünen bu soru, esasen kapitalist uygarlığın, yıkım, yabancılaştırma ve yozlaştırma niteliğini gizleyen bir sorudur.

Aslında soru şöyle sorulmalı: İnsanlık, daha ne kadar kapitalist uygarlığa katlanabilir?

Kapitalizmin tarihinde, kapitalizmi korumaya yönelik çeşitli görüşler, teoriler ve ideolojiler ileri sürüldü ve hala ileri sürülmektedir. Bu tip düşüncelerin amacı, kapitalizmi savunmaktır. Kapitalizmi savunma ideolojileri ikiye ayrılır: 1. Doğrudan savunma (liberalizm) 2. Dolaylı savunma (faşizm, ezoterizm , post-modernizm vb.)

Kapitalizmi doğrudan doğruya savunan ideolojiler, kapitalizmi göklere çıkarırlar. Kapitalizmin sonsuza kadar sürecek bir düzen olduğunu ileri sürerler. Kapitalizmin doğurduğu işsizlik, yoksulluk, adaletsizlik vb. gibi toplumsal sorunları görmezlikten gelir; öte yandan doğa (çevre kirliliği vb.) ve insan üzerinde yarattığı tahribatları (yabancılaşma, yozlaşma, bencillik vb.) ciddiye almazlar.

Dolaylı savunma ideolojileri ise, toplumdaki sorunlara parmak basar. Toplumda sorunların varlığını kabul eder. Ama bu sorunların kapitalizmden değil, insanın varoluş sorunlarından kaynaklandığını iddia eder. Bu görüşe göre, hangi toplumsal sistem olursa olsun, insan var oldukça, insanlığın sorunları da var olacaktır.

Kapitalizmin yarattığı sorunların, varoluş sorunlarından kaynaklandığı iddiası, kapitalizmi dolaylı savunmaktan başka nedir ki?

Elbette insanlığın bazı ‘varoluş’ sorunları, yaşadıkları kısmen toplumsal sistemlerden bağımsızdır. Örneğin, zihinsel engelli, tekerlekli sandalyeye mahkum vb. gibi insanların yaşadığı içsel sorunları, her toplumsal sistemde hemen hemen aynıdır. Dolaylı savunma ideolojileri, işsizlik, yoksulluk, toplumsal çürüme, yabancılaşma, yozlaşma vb. gibi kapitalizmden kaynaklanan sorunları, insanlığın varoluş sorunları gibi göstermeye çalışmaktadır.

‘İnsanlık, yer dünyadaki nüfus artışını nasıl kaldırır’ şeklindeki soru ilk defa sorulmuyor. Kapitalizmin tarihinde benzer sorular çok sık gündeme geldi. Burjuva ideolojisi çeşitli biçimlere bürünmüştür. Burjuva ideolojisinin toplumda en çok etkili olan ideolojisi Ekonomi Politik bilimidir. Politik Ekonomi biliminin en önemli varsayımlarından ve de yalanlarından biri şudur: ‘Kaynaklar sınırlı, ihtiyaçlar ve istekler sınırsızdır.’

Politik Ekonomi bu varsayımdan kendine vazife çıkarmıştır. Buna göre, Ekonomi Politika, sınırlı kaynaklardan hareket ederek, sınırsız ihtiyaç ve istekleri yerine getirmeye çalışan bilim olarak gösterilmeye çalışılır.

***
Engels, gerçek olguları açıklamakta çaresiz kalan ekonomi politiğin nasıl Malthus (1766-1834) gibi gerici teorisyenleri ortaya çıkardığını söylemişti. Bilindiği gibi Malthus’ın teorisi, Fransız Devriminin, demokratik eşitliğine karşı bir reaksiyon olarak doğdu ve onun nüfus teorisi şöyle formüle edilebilir: Nüfus artışı geometrik olarak artarken, geçim araçları aritmetik olarak artar. Yani geçim ve beslenme araçlarının üretimi, nüfus artışının gerisinde kalır ve bir nüfus fazlası oluşur. Bu fazlayı oluşturan yalnızca yoksullar olduğuna göre, bunların açlıktan ölmelerini kolaylaştırmak gerekir. Yardımseverlik suç ilan edilmelidir. Çünkü bu nüfusun çoğalmasına yardım etmektedir.
Maltusçu teoriyi sarsan kendisi de bir iktisatçı olan Alison’dur. Alison, Malthus’un nüfus teorisinin karşısına şu düşünceyi koyar: Her insan gereksindiğinden fazla üretimi yapacak durumdadır. Engels ise bilim aracılığıyla gerçekleştirilen tarım devrimi sonucu, yeryüzünün insanı besleme gücünden yoksun olduğu yolundaki bu insan düşmanı iddiaların tarihe gömüleceğini ileri sürer. Bilim ve teknik gelişmeler Engels’i haklı çıkarmış, Malthus‘un teorisini çürütmüştür.
***
Ekonomi Politik şu iki olguyu varsayıyor: 1. Kaynaklar sınırlıdır, 2. İhtiyaç ve istekler sınırsızdır. Oysa bu varsayımlar gerçeği yansıtmıyor. İnsanlığın tarihi bu varsayımların geçersizliğini sergiliyor.

Şöyle itiraz edilecektir. Dünyadaki petrol kaynakları sınırlı değil mi? Petrol kaynakları sonsuza kadar var olacak mı? Bu sorular, ilk bakışta ‘akla yatkın’ görünüyor, ama sadece ilk bakışta. Ama daha geniş düşünüldüğünde şu gerçek açığa çıkıyor: İnsanlık, sürekli olarak yeni kaynaklar bulmuştur. Örneğin, ağaç ve demirle yetinmeyen insanlık, plastik vb gibi kaynaklar yaratmıştır. Dolayısıyla, insanlığı petrole mahkum etmek, geliştirilebilecek enerji kaynaklarını (güneş, rüzgar vb. enerjisi) görmezden gelmek demektir. İnsanlık, tarihte yeni kaynakları hem bulmuş hem de keşfetmiştir. Dolayısıyla ‘kıt kaynaklar’ tanımı, bütün gerçeği yansıtmamaktadır.

İhtiyaçlar ve istekler konusuna gelince, önce ihtiyaç ve istekleri birbirinden ayırmak yararlı olur sanırım. İnsanın temel ihtiyaçları belirlidir: Yemek, içmek, giyinme, barınmak vb. İhtiyaçlarımızın sınırsız olduğu iddiası da gerçeği tam olarak yansıtmıyor. İstekler konusuna gelince burada durup biraz düşünmek gerekir. İsteklerimizi kışkırtan şey, kapitalizmin kar mantığı değil midir? Reklam, moda vb gibi yöntemlerle insanlar avlanmaya veya tüketim yapmaya çalışılmıyor mu?

J.J. Rousseau’nun kapitalist uygarlığa karşı önemli itirazlarda bulundu. Bu itirazlardan sadece üçünü aktaracağım.

Birincisi, kapitalist uygarlıkta özgürlük değil, özgürlük yanılsaması gelişir. İnsanlar özgür olmadıkları halde, özgür olduklarını sanırlar. Özgür olduğunu sanan biri, özgürlük mücadelesine girişmez. Dolayısıyla insanların özgürlük yanılsamalarını açığa çıkarmak gerekir.

İkincisi, uygarlık, iktisadi büyüme, bilim ve teknoloji bizi gerçek ihtiyaç ve isteklerimize karşı körleştirmiştir.

Üçüncüsü,
kapitalist uygarlık, insanı bozmakta ve yozlaştırmaktadır. Rousseau, kapitalist uygarlıktaki insanı şöyle tanımlamaktadır:

‘Herkesin rütbesi ve kaderi sadece malların niceliğine değil, işe yarar yada zarar verme gücüne değil; fakat zekaya, güzelliğe, güce yada hünere, değere, yeteneklere göre düzenlenmiş, yerleşmiştir. Bu nitelikler, saygı çekebilecek nitelikler olduğu için hemen onlara sahip olmak yada onlara sahipmiş gibi görünmek gerekirdi. Çıkarı için, insanın aslında olduğundan başka türlü görünmesi gerekiyordu. ‘Olmak’ ve ‘görünmek’ birbirinden tamamen farklı iki şey oldu. Bu ayrımdan, şatafatlı gösteriş, aldatıcı hile, bunlarla birlikte yürüyen bütün ahlaki bozukluklar ortaya çıktı. Öte yandan, evvelce özgür ve bağımsız olan insan, işte, önümüzde yeni bir çok gereksinmeler zoruyla bütün doğaya, özellikle de hemcinslerine boyun eğip kul olmuştur.’(J.J. Rousseau, İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı, s 151)

Kapitalist uygarlık, insanlığa yük olmaya başlamıştır. Sorun bu uygarlığın yerine yeni bir uygarlık koyma sorunudur.