30 Kasım 2008 Pazar

Beşikçi Eleştirilerine Cevap



İsmail Beşikçi

Özgür eleştiri bilimin ilerlemesinin, bilimsel düşüncenin gelişmesinin, demokrasinin kurulmasının çok önemli bir şartıdır. Özgür eleştiri olmadan, düşün özgürlüğü olmadan bilim yönteminin gelişmesi mümkün değildir. Hatta, düşün özgürlüğü olmadan, düşün özgürlüğü kurumlaşmadan sosyal bilimlerin mümkün olmadığını söylemek de gerekli olmaktadır.

Herhangi bir düşüncenin, görüşün bilimsel olabilmesi için, o düşüncenin kamuoyuna açıklanması gerekir. Kamuoyuna açıklanmayan görüşler, düşünceler bilimsel değildir. Çünkü, kamuoyuna açıklanmadığı için eleştiri süzgecinden geçmemiştir. Bir düşüncenin, görüşün kamuoyuna açıklanması, isteyen kişilerin, onu eleştirebilmesi anlamına gelmektedir.

Eleştiri ne zaman yararlı olur?. Örneğin, siz, yazıyla, kitapla veya bir konuşmayla düşüncelerinizi açıklıyorsunuz. Sizi eleştiren kişi düşüncelerinizi kavramışsa, yazılarınızdan, kitaplarınızdan, konuşmalarınızdan alıntılar yaparak bu görüşleri, düşünceleri eleştiremeye çalışıyorsa, bu çok yararlı bir eleştiridir, eleştiri budur. Bunun hem eleştirilen kişiye, hem de düşün hayatına yararı büyüktür. Ama, sizin yazılarınız, görüşleriniz, düşünceleriniz yeteri kadar kavranmamışsa, düşünceleriniz, yazılarınız, onlardan alıntılar yapılarak eleştirilmiyorsa, sadece, yazının genelinin yarattığı bir izlenimden kalkarak tepkisel bir durum ifade ediliyorsa, bu tutumun bir yarara yoktur. Bunun eleştirilen kişiye de düşün hayatına da bir yararı olmaz. Bu tür yazılar da zaten eleştiri değildir. Bu yazılara, bu sitemlere cevap vermek anlamlı da değildir. Bu süreçten bir şey çıkmaz.

1990’larda, Kürtlerin asimilasyonunun dile getiren yazılar yazılırdı. Bu yazılardan dolayı soruşturmalar, davalar açılırdı. Cumhuriyet Savcılığı, “asimilasyon diye bir politikamız yok, sanık Kürtlerden, Kürtçe’den söz ederek suç işliyor” şeklinde iddianameler yazardı. Biz, savunmalarımızda, asimilasyonu gösteren birçok belgeyi gösterir birçok olayı anlatmaya çalışırdık… Duruşmalar sonunda bir mahkumiyet kararı çıkardı. Bu mahkumiyet kararında, sizin olgulara ve belgelere dayalı savunmalarınız hiç dikkate alınmaz, “devletin asimilasyon politikası falan yok, Kürtlerden, Kürtçe’den söz eden sanığın su işlediği kanaatine varılmıştır” denirdi. Bu tutum neyi gösteriyor? Belgelere ve olgulara dayalı savunmaların değil, önyargıya dayalı iddiaların belirleyici olduğunu gösteriyor. Bu mahkumiyet kararı temyiz edilirdi.Temyiz başvurusunda, asimilasyon uygulamaları, daha etraflı bir şekilde belirtilirdi. Buna rağmen temyiz mahkemesi de, belgelere ve olgulara dayalı savunmaları dikkate almaz, hüküm mahkemesinin ön yargılı kararını onaylardı.

Beşikçi’ye yapılan eleştirilerin bir kısmı böyle. Beşikçi’nin yazdıklarına değinilmiyor. Abdullah Öcalan’ın tutumuna ve düşüncelerine eleştiri yapılmasına tepki duyuluyor. “Şu kadar milyon insan Öcalan’ın arkasında… Böyle bir öndere neden eleştiri yapılıyor? vs.

Salih Agiri Quseri’nin bazı soruları var. Bunları irdelemek gerekir. Diyaspora’daki Kürtler ne yapabilir? deniyor. Burada, diyaspora kavramının doğru kullanıldığı kanısında değilim. Diyasporadan söz edebilmek için, yurt dışındaki bütün Kürtleri kucaklayan bir örgütün varlığı gerekir. Kürtlerde böyle bir örgüt yok. Her örgüt kendi yandaşlarıyla ilgileniyor. Diyaspora, yurt dışındaki bütün örgütlerin dışında, bütün Kürtleri kucaklayan bir örgütün varlığın gerekli kılar.

Yurt dışındaki Kürtler, bulundukları ülkelerde, basınla, üniversiteyle, sivil toplum kurumlarıyla, insan hakları kurumlarıyla iş çevreleriyle ilişkiler içinde olmak, bu ilişkileri güçlendirici bir süreç yaşamak durumundadır. Kürt sorununu bu çevrelere anlatabilmek, önemlidir. Kürt sorununu o ülkenin diliyle anlatmak tercih edilir. Tercüme söz konusuysa, Kürtçe’den o ülkenin diline tercüme yapılmalıdır. Bir Kürt’ün, Kürt sorununu yaşadığı ülkedeki herhangi bir yöneticiye veya herhangi bir kişiye, kurum yetkilisine Türk diliyle anlatması sağlıklı bir yol değildir. “Kendi ülkenizde baskı var diye konuşmuyorsunuz, konuşamıyorsunuz, burada da mı Türk polisi var?” şeklinde bir tepkiyle karşılaşabilirsiniz.

Bu durumda sizi dinleseler bile ciddiye alınmazsınız kanısındayım.

Bu konuyla ilgili bir olayı anlatmayı gerekli görüyorum. 1985-1988 yıllarına, Bulgaristan’da, devletin, orada yaşayan Türklerin isimlerini Bulgar isimleriyle değiştirmek gibi bir politikası vardı. Bulgar isimleri almayanlar baskıyla karşılaşırlardı. Belene Kampı’ndan söz ediliyordu. İsim değişikliğini kabul etmeyenler, Bulgar ismi almak istemeyenler, Belen Kampı’na gönderiliyorlarmış. Orada baskı, zulüm var, O yıllarda, Bulgar ismi almak istemeyenler çok büyük kitleler halinde Türkiye’ye göçüyorlardı. 500 binin üzerinde Türk insanı Türkiye’ye göçmen geldi. Gelenler, basına, Bulgar ismi almak istemeyenlere nasıl zulüm yapıldığını anlatıyorlardı. Bir akşam TV de, Bulgaristan’da gazetecilik yapan bir kişi Bulgar ismi almak istemeyenlerin nasıl zulüm gördüğünü anlatıyordu. İşkenceler, baskılar hakkında açıklamalar yapıyordu. Ama Bulgarca konuşuyordu. Koğuşta 30 kişi kadar vardık. TV’de haber izlerken böyle kalabalık oluyorduk. Her koğuşta TV yoktu. O zaman, Gaziantep Özel Tip Cezaevi’ndeydim. Arkadaşlar Bulgarca konuşan bu Türk’e ciddiye almadılar. Açıklamalarına da ilgi göstermediler. Ertesi akşam, aynı baskılardan dolayı Türkiye’ye gelen başka bir Türk’le röportaj yapılıyordu. Bu kişi Türkçe konuşuyordu, fakat, Türkçeyi çok zor konuşuyordu. Kırık-dökük bir Türkçe’si vardı. Ama ısrarla Türkçe konuşuyordu. Bu tutum arkadaşların çok hoşuna gitti. Arkadaşlar bu Bulgaristan göçmenini dikkatle dinlediler, söylediklerini de dikkate aldılar. Yurt dışındaki Kürtler, Diyarbakır’da veya İstanbul’da yaşıyormuş gibi, kendi arkadaşları, kendi gettoları içinde değil biraz da bulundukları ülkenin insanları içinde, o insanlarla sık sık görüşerek yaşamalıdır.

“Yurt dışındaki Kürtler ne yapmalıdır?” sorusunun yanında, “DTP ne yapmalıdır?” şeklinde bir soru da var. Demokratik Toplum Partisi’nin iki milyona yakın, iki milyonun üzerinde oyu var. Bunu bir irade beyanı olarak değerlendirmek mümkündür. DTP bu iradeyi kendi temsil etmelidir. Bir siyasal partinin bu iradeyi, cezaevinde, devletin çok sıkı denetimi altında tutulan bir kişiye, PKK lideri Abdullah Öcalan’a teslim etmesi yanlış bir tutumdur.

Sosyal sorun nedir? Sosyal yaşamda gelişmeler, doğallıktan saptığı zaman, olması gereken, olağan olan gerçekleşmediği zaman sosyal sorun ortaya çıkar. Kürt sorunu denildiği zaman ise, kanımca şu anlaşılır: Öbür halklar açısından, örneğin, Araplar, Farslar, Türkler, Ruslar, Almanlar, İngilizler, İspanyollar vs. doğal olan, olağan olan, olması gereken bir yaşam tarzına Kürtler sahip değildir. Bu haklar Kürtlere yasaklanmıştır. Kürtlerin bu doğal hakları gasp edilmiştir. Bu bir sorundur. Bu, sosyal ve siyasal, içerikleri olan bir sorundur. Sorunu inkar etmek, gizlemek için, devlet yalana dayalı çeşitli politikalar da üretmektedir. Bu politikalar, uygulamalar, yalanın başka bir yalanla gizlenmeye çalışılması, yalanın bir yönetme yöntemi olarak kullanılması, sorunu gittikçe ağırlaştırmıştır. Sosyal sorun budur. Sorun şüphesiz, Kürtlerin kendisi değildir. Devlet, Kürtlerdeki doğal gelişmenin, olağan gelişmenin, olması gerekenin önünü tıkadığı için, olağandan, doğal olandan bir sapma olduğu için, sorun ortaya çıkmaktadır. Rohat Miran’ı bu şekilde cevaplamak mümkündür.

Ziya Gökalp Üzerine…

Abdullah Öcalan’ın Ziya Gökalp ile ilgili düşüncelerine de değinmek gerekir. PKK lideri Öcalan, “Beşikçi Kürtlerin Ziya Gökalp’idir” diyor. Başlıca üç ana konu üzerinden bu karşılaştırmayı irdelemekte yarar vardır.

1. Ziya Gökalp 1908’de, Jön Türk hareketinden hemen sonra, Diyarbakır’da, İttihat ve Terakki Fırkası’nın görüşlerini dile getiren yayın organları kurdu. Peyman bunlardan biridir ve Kürtçe-Türkçe yayımlanmaktadır. Ziya Gökalp 1910 yılında, İttihat ve Terakki’nin Selanik’de düzenlenen kongresine katıldı ve fırkanın merkez-i umumisine seçildi. 1910-1911 yıllarında Genç Kalemler Dergisi’nin yazarları arasında yer daldı. Ali Canip Yöntem ve Ömer Seyfettin’le birlikte, Türkçe’nin sadeleştirilmesi konusunda yazılar yazdı. Fuat Köprülü, Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi yazarlarla birlikte, milli edebiyat akımının geliştirilmesinde rol aldı. Türkocağı tarafından yayımlanan Türk Yurdu dergisi’nde ve Sırat-ı Mustakim’de, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Batılılaşmak yolundaki düşüncelerini açıkladı. “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” diyordu.

Ziya Gökalp, (1876-1924) İttihat ve Terakki Fırkası’nın çok önemli kişilerinden, elemanlarından biriydi. Dr. Nazım’la ve Dr. Bahattin Şakir’le birlikte, merkez-i umumi’nin önemli üyelerindendi. İttihat ve Terakki, gerek muhalefette olduğu yıllarda (1908-1913) gerek iktidar olduğu yıllarda (1913-1918) devletin kendisiydi. Ziya Gökalp sadece görünür devletin değil, görünmeyen devletin, illegal devletin de önemli bir elemanıydı. Teşkilat-ı Mahsusa’nın, kuruluşu, faaliyetleri Ziya Gökalp’in duygu ve düşünceleriyle yakından ilgiliydi.

İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı Devleti’nin Türk etnisine dayalı olarak yeniden organize edilmesi gibi bir düşüncesi vardı. Sermayeyi millileştirmek istiyordu. Bu, Ziya Gökalp’in temel düşüncelerinden biriydi. Rum-Pontus sürgünleri, Ermeni soykırımı, Asuri-Süryani soykırımı bu çerçevede benimsenen politikalar ve uygulamalar oldu. Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz, yüzbinlerce Rumun, Pontusun Ege adalarına, Yunanistan’a sürgün edildiği biliniyor. 1915 de Ermeni soykırımı gerçekleşti. Mübadele ise 1922 sonlarında itibaren gelişen bir süreçtir. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, Kızılbaşların Müslümanlığa asimilasyonu yine bu çerçevede gündeme geldi. İttihat ve Terakki döneminde, Alevi-Bektaşiler konusunda incelemeler yapan Baha Sait’in, Ziya Gökalp tarafından görevlendirilen bir kişi olduğu bilinmektedir. Baha Sait Dağıstanlı bir ordu mensubudur. Ordudan ayrılıp İttihat ve Terakki’nin görüşleri doğrultusunda araştırmalar yapmış, Alevilik konusunda çalışmış bir kişidir.

Ziya Gökalp sadece İttihat ve Terakki döneminde değil, Cumhuriyet döneminde de iktidara çok yakın olmuştur. Ziya Gökalp ölünceye kadar, Mustafa Kemal’e çok yakın bir kişi olmuştur.

Ziya Gökalp 1908’den önce, Halil Xayali ile birlikte, Kürt dili için alfabe çalışması da yapmıştır. Nihat Sami Banarlı, (1907-1974) Resimli Türk Edebiyatı Tarihi (Cilt II s. 1111, Milli Eğitim Bakanlığı Yay. 1987) bu durumdan esefle söz eder. Türk Edebiyatı uzmanı Nihat Sami, Ziya Gökalp’in bu tutumunu ruhsal bir dengesizlikle açıklıyor: “Bir şifahi rivayet de Gökalp’in, dört-beş ceddi bilinen, eski bir Türk aileye mensup olmasına rağmen, bir aralık, Kürt dili için alfabe hazırlayacak kadar yanlış bir hareket yapmasının ondaki bu ruh buhranını körüklediğini söylüyordu”

Ziya Gökalp İttihat ve Terakki’ye katıldıktan sonra Kürtlerle, Kürt diliyle ilgili incelemeleri durdurmuştur. Hatta, Halil Xayali, müştereken yaptıkları Kürt alfabesinin bir örneğini istediğinde, “kayboldu” diyerek kendisin vermemiştir.

Bu koşullar altında, yani, iktidara çok yakın olan bir kişiyle, Beşikçi arasında benzerlik kurulması ne kadar anlamlıdır? Düşünelim ki, 1960’ların başında, yani Beşikçi bu konulara ilgi duymaya başladığı yıllarda, Kürtlerin varlığı yokluğu tartışılıyordu. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin Türk olduğu, Kürtçe diye bir dil olmadığı temel bir devlet görüşüydü. Kürtlerden, Kürtçeden söz edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşırdı.

2. Ziya Gökalp’in, kendi Kürt kimliğiyle ilgili bazı sorunları var. Ziya Gökalp, Kürt diye bir halk yoktur, herkes Türk’tür, Kürtçe diye bir dil yoktur vs. demiyor ama Kürtlerin Türkleşmesine arzu ediyor. Türkleşmelerinin Kürtlerin hayrına olacağını söylüyor.

Ziya Gökalp’in, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik tetkikler isimli bir çalışması var. Bu çalışma kendisine ısmarlanan bir çalışmadır. Bu ısmarlamayı Dr. Rıza Nur yapıyor. Dr. Rıza Nur o zaman Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilidir. (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı) 21 Aralık 1921 de bakanlığı atanan Dr. Rıza Nur, Ziya Gökalp’den Kürtler hakkında bir araştırma yapmasını istiyor. Dr. Rıza Nur araştırma isteğinin gerekçesini şöyle anlatıyor:

“Sıhhiye vekili iken, iskanın da o vakit bu vekaletle ait olmasından istifade ederek Ziya Gökalp’e, Kürtler’i tetkik ettirdim. Maksadım bu gibi malumatı toplayıp vaziyeti ilmi, iktisadi bir surette öğrendikten sonra, Kürtlere Türk olduklarını anlatmak için teşkilat yapıp faaliyete geçecektim. Bugün Kürt denilen bu adamların çoğunun Türk olduğunu çoktan bilirim. Yalnız onlara bunu bildirmek, öğretmek lazımdı. Türk zavallıdır. Hadi Mısır’da, Cezayir’de, yüzbinlerce Türk’ü kaybetmişiz, Araplaşmışlar. Fakat Kürdistan henüz elimizden de çıkmamıştır ve anayurttu Türkleri Kürtleşmeye bırakmışız.” (Doğu Mecmuası, Sayı 12, Ekim 1943, s. 14-15)

Dr. Rıza Nur, konuyla ilgili olarak, Hayat ve Hatıratım kitabında da şunları söylüyor:

“Kürtler meselesi beni üzüyor. Bir şey yok ama bir gün milli davaya kalkacaklar, Bunları temsil etmek (asimile etmek) lazım. Tetkikata başladım. Diyarbekir’de olan Ziya Gökalp’e de para yollayıp Kürtlerin coğrafi, lisani, kavmi, içtimai ahvalini tetkik ettirdim. Bir rapor gönderdi. Maksadım oranın, bir Makedonya olmadan, kökünden meselenin halli idi.” ( Hayat ve Hatıratım, Cilt 3, Altındağ Yayınevi, İstanbul 1968, s.906)

Görüldüğü gibi, ısmarlama çalışmanın esas amacı, Kürtlerin asimilasyonu için sağlam bir zemin oluşturmaktır. Ziya Gökalp’in hazırladığı bu rapor dört nüsha çoğaltılmıştır. Bir nüsha Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e verilmiştir. İkinci nüsha Dr. Rıza Nur’da kalmıştır. Üçüncü nüsha Alevi-Bektaşi incelemeleri yapan Baha Sait’e verilmiştir. Dördüncü nüsha ise Ziya Gökalp’de kalmıştır.

Ziya Gökalp’in Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler kitabı ilk olarak 1975 yılında Komal yayınevi tarafından basılmıştır. Bu kitap 1992 yılında, Sosyal Yayınlar tarafından yeniden basılmıştır. Kitabı Sosyal Yayınlar için yayına hazırlayan Şevket Beysanoğlu, “Eser hakkında Birkaç Söz” başlıklı giriş yazısında, (s.5-8) Komal Yayınevi tarafından basılan kitabın raporun tamamı olmadığını, Sosyal Yayınlar’ın raporun tamamın yayımlamaya çalıştığını vurgulamaktadır.

Bu raporun 1922 yazında ve sonbaharında hazırlanmış olması muhtemeldir. 1922 sonbaharında, Ziya Gökalp Diyarbakır’da, çarşı-pazar dolaşarak, kahvehanelere girerek Kürtlere Türklüğü telkin ediyor. Şerafettin Güneli, (Şerafettin Menda)’nin, Dr.Cemşid Bender’e gönderdiği mektuplarda, Ziya Gökalp’in bu çabaları açık bir şekilde dile getiriliyor. 1928 doğumlu Şerafettin Menda bu konularla ilgili olarak, ailesinden duyduklarını, anılarını anlatmaya çalışıyor. Şerafettin Menda, Kasım 1992 başlarında ve 6 Aralık 1992 tarihinde, Dr. Cemşid Bender’e iki mektup göndermiştir. Cemşid Hoca bu mektupların birer kopyasını bana da verdi. Bu mektuplarda, Ziya Gökalp, Kürtlere Türklüğü telkin ediyor.

Örneğin, Karakeçili Aşireti mensuplarıyla Ziya Gökalp’in tartışmaları dikkate değer tartışmalardır. Ziya Gökalp Karakeçililer için, “Siz Türksünüz, Kürtleştiniz” diyor. Onlar da “anamız, babamız, atalarımız tek kelime Türkçe bilmezler, biz Kürdüz” diyorlar. Ziya Gökalp onlara ısrarla Türklüğü anlatıyor.

Görüldüğü gibi Ziya Gökalp’in kendi kimliğiyle sorunları var. Beşikçi’nin kendi kimliğiyle bir sorunu yok ki…Türk egemenlik sistemi, Türk olmayan halkları asimile edebilmek için yoğun bir çaba içindedir. Devletin “ötekiler”e, öteki kimliklere uyguladığı baskı politikaları, elbette, Türk kimliğiyle ilgili bazı sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Bunlar devlet politikasından, uygulamalardan kaynaklanan sorunlardır.

3. Ziya Gökalp’in damadı, Ali Nüzhet Göksel, Ziya Gökalp’le ilgili bir yazısında şunları yazıyor:

“Şark vilayetlerindeki aşiretlerin iskanı meselesini, Rıza Nur benimsedi. Ve ilmi bir şekilde resmen işe başlamak üzere Ziya Gökalp’den bir tetkik eseri istedi. Gökalp de Diyarbakır ve havalisinden başlayarak, aşiretler arasında bulunan ve Türklüklerini muhafaza edenlerle, iktisadi sebepler yüzünden Kürtleşen Türklerin dillerini, tarihlerini, ırk ve adetlerini göz önüne alarak bunları Türkleştirmek hususunda bazı etnografik tetkiklerle işe başlaması metotlarını yüz sayfalık bir deftere yazıp Rıza Nur’a gönderdi.

Bu tetkik Vekiller Heyeti’nce çok beğenildi. Atatürk takdir etti. Gökalp’e 300 (üç yüz) lira gönderdiler ve ayrıca bütün vilayetlerden bir tetkik seyahatına çıkması için arzularını sordular. Gökalp o zaman hastaydı. Elinde çalışacak seçkin gençler yoktu. Bu seyahatı sulh zamanına bıraktılar. Gökalp öldü.”
(Doğu Dergisi, Sayı 12, Ekim 1943, s. 14, sözeden Şevket Beysanoğlu, y.a.g.e. s.8)

1922 sonları. Ortalama bir memurun maaşı herhalde, üç-dört liradır.

Öcalan, Eleştirileri Hazmetmek Durumundadır

Öcalan çok konuşan bir liderdir. Kanımca bu kadar çok konuşması gerekli değildir. Bunu, “Öcalan susturulsun” şeklinde yorumlamak yanlıştır. PKK lideri bunu kendiliğinden idrak etmelidir. Çünkü Abdullah Öcalan, herhangi bir cezaevindeki 300 kişiden biri değildir. Veya herhangi bir koğuştaki 30 kişiden, 40 kişiden biri değildir. Tek başına bir cezaevinde tutulmaktadır ve devletin çok yoğun, çok sıkı denetimi altındadır. Böylesine ağır bir denetim altında ne konuşabilirsiniz? Ancak devletin istediği gibi, devletin istediği şekilde konuşabilirsiniz. Başka bir olasılık var mı?

Öte yandan Öcalan, kendi tutumuna ve düşüncesine yapılan eleştirileri hazmetmek durumundadır. Örneğin, Öcalan şunu söyleyebilmelidir: Beşikçi’nin düşüncelerine katılmıyorum. Ama Beşikçi özgürce konuşabilmelidir, yazabilmelidir…Bu kadarı elbette yeterli değildir. Böyle dedikten sonra, karşı olduğunu söylediği düşünceleri, o düşüncelerden, yazılardan alıntılar yaparak eleştirebilmelidir. Eleştiriler üzerine sadece tepki göstermek anlamlı, doğru bir tutum değildir

Öcalan,
konuşmalarında, demokrasi kavramını çok kullanmaktadır. Özgür eleştiri kurumlaşmadan demokrasi kurulamaz. Öcalan, PKK’lilerin kendisini eleştirememesinden de kuşku duymalıdır. PKK’liler, Öcalan’ı eleştiremiyor ama, şu veya bu şekilde PKK’den ayrılan bazı kişiler, çok sert kavramlarla Öcalan’ı eleştirmeye, suçlamaya başlıyorlar. Bu da sağlıklı bir tutum değildir. O halde, PKK içinde eleştiri kurumunu yaşama geçirmek kaçınılmaz olmalıdır.

Öcalan’ın, “bana hücre cezası verdiler”, “bana yine hücre cezası verdiler” şeklindeki açıklamalarının bende yarattığı bir izlenim var. Buna da değinmek gereğini duyuyorum. Benim bildiğim, yaşadığım hücre cezalarının çok yoğun yasaklarla geldiğidir. Ziyaretçi yasağı, avukat görüş yasağı, mektup yasağı, havalandırma yasağı, günlük gazete yasağı…

Bir dolu yasak. Hücre cezası aldığınız, hücreye konulduğunuz zaman bu yasaklarla birlikte yaşardınız. 1982-1984 yıllarında Çanakkale E Tipi Cezaevi’ndeydim. Bir ara D-9 koğuşunda kaldım. Kalabalık bir koğuştu. Havalandırma duvarları 8-9 metre yüksekti Sadece gökyüzü görülüyordu, bir de havalandırma üzerinden geçen martılar…Ağaç vs. görünmüyordu. Ağaçların üç dalları bile görünmüyordu. Kanımca cezaevi köylük bir alana yakındı. Zaman zaman eşek anırmaları, inek böğürmeleri sesleri duyardık. Bu sesler, içerdekileri dışarıyla ilişkilendiriyordu.

Tek tip elbiseden dolayı direniş başlayacaktı. O günlerde bir gün, savcı bizleri havalandırmada toplayarak, cezaevinde nasıl yaşamamız gerektiğine dair emirler, direktifler verdi. Bu direktiflere, emirlere göre yaşamadığımız zaman karşılaşacağımız yasakları saydı. Konuşmasını şöyle bitirmişti. “…Eğer bu direktiflere uymazsanız, sizi, inek böğürmelerine, eşek anırmalarına hasret bırakırım.” Hücre hapsiyle tehdit ediyordu. Hücreye konulduğunuz zaman her yerle irtibatınız kesiliyordu. Cezaevi yönetiminin rahatsız olalım diye çıkardığı metelik gürültülerden başka ses de duyamıyordunuz. Gökyüzü de görünmüyordu, çünkü havalandırmanın üzeri kapalıydı.

Öcalan, hücre cezası verildiğinden şikayet ediyor ama, avukatlarıyla da görüşebiliyor. Bu, cezaevlerinde infaz ilişkilerinde epeyce “demokratikleşme” yaşandığını göstermektedir. Bu da iyiye doğru bir gelişme…

29 Kasım 2008 Cumartesi

SICAK BİR ÇORBA




M. ŞEHMUS GÜZEL

Paris’te şu an saat 21.52. Burada olsaydınız hep birlikte Gare Saint-Lazare tarafına giderdik ve orada ağzımız açık kalır, küçük dilimizi yutabilirdik : Çünkü işte tam Gar'ın karşısında, hani ünlü heykeltraş Arman'ın varış kapısında saatlerden, dönüş kapısında valiz ve çantalardan « biriktirme/yığma » heykeleri var ya onların tam karşısında BİR TÜR KAMYON VAR : GEZİCİ MUTFAK GİBİ. Ve kamyonun tam önünde kuyrukta titreşen bir kalabalık. Açlar ordusu. Evet kardeşlerim evet Paris’in tam göbeğinde açlar ordusu…

Titreşen. Uykusuz. Kimi en kötüsünden kırmızı şaraptan perişan. Yüz göz kıpkırmızı. Sivilceler çirit atıyor. Bitleri ve pireleri görmesek daha iyi. Köpekleri kuyruklarını sallıyorlar ve onlar da bitik. Açlar ordusudur titreyen. Ama henüz gösteri ve yürüyüş yapmayı düşünmeyen. Hani « ısınmak » için diyorum. Gelişi güzel dikilmişler ve ne bulmuşlarsa sırtlarına geçirmişler : Kiminin sırtında bir bataniye. Kimininkinde eski bir kilim. Bir örtü. Eski bir perde. « Yemek » faslı bitince çünkü sokaktaki bir köşeye, bir duvar dibine, bir kapı girişine büzülüp « uykularına » kaldıkları yerden devam edecekler. Sokakta yatıp kalkanlar ordusu. Kimi zaman ve kimi için yatıp kalkamayanlar ordusu. Evet evet Paris’in tam kalbinde. Pardon ah çok affederseniz Paris’in kalbi yok. Paris’in tam göbeğinde, tam karnında diye düzeltmek lazım. Kamyonun sorumluları genç, yaşlı, kadın ve erkek, sevimli insanlar, yoksullara soğuktan ölmesinler diye SICAK ÇORBA DAĞITIYORLAR : Plastik kaselerde. Kaşık yok.

Ve bu tür sıcak çorba dağıtımı her gece Paris’te birçok mahallede de yapılıyor. Ve bu « eylem » sabaha kadar sürüyor. HELE LES HALLES TARAFINDA : YANİ GEORGES POMPİDOU KÜLTÜR MERKEZİ VE ÇEVRESİNDE : İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI MANZARALARI VAR. Aç ve perişan, aç ve soğuktan ve pespaye kırmızı şaraptan sarhoş ve sersemlemiş onlarca, kimi yerde daha fazla SDF (Sans Domicile Fixe. Türkçeye yersiz yurtsuz diye çevirelim) gece çorba dağıtımını bekliyor. Bir çorba, kimi kez bir kahve. Kapkara kahve.





Paris'te, resmi rakamlara göre, şu anda sekiz bin evet tam sekiz bin SDF bulunuyor. Yaşıyor diye yazamıyorum kusura bakmayınız. Çünkü sanki ölümü bekliyorlar. Maalesef aynen böyle. Ölüm kokusu duyumsanıyor Paris’te bu saatlerde. Ölüm kol geziyor. Ölüm nöbette Paris’lerde. Bütün Fransa'da ise SDF’lerin sayısının yüz bin olduğu resmen açıklandı. Ama kimbilir belki daha fazladır : Resmi rakamlara her zaman inanılamıyor, bildiğiniz gibi.

UMARIM BU TATSIZ VE DRAMATİK ŞEYLERLE sizleri üzmüyorum. PARİS'İN TADI YOK BUGÜNLERDE. Ve hele bunlara bir de her gün, kimi gün sabah ve akşam olmak üzere iki kez gelen ölüm haberleri eklenince. Komşunuzun, akrabanızın, Hindistan’da, Afganistan’a, Kürdistan’da, Kongo’da, Ruanda’daki ölenlerin/öldürülenlerin haberlerinden söz etmiyorum. Paris’te, işte « dünyanın moda ve kültür merkezi » olmakla övünen bu rüküş başkentteki, başabelakentteki ölülerin haberlerinden bahsediyorum : Evet Paris’te son bir ayda altı SDF sabah saatlerinde ölmüş olarak bulundular. (Bu satırları yazdığım 29 kasım 2008 cumartesi sabahı saat altıda ne tür haberlerin bizi beklediğini ise henüz bilemiyorum. Haberleri dinlemedim daha.) Evet ölmüş olarak bulundular. Ve hatta « yetkililer » ölümlerinin « soğuktan olup olmadığını » bile tetkik ettiler. Tutmayın beni ne olur. Bırakın şuraya iki satır göz yaşı dökeyim. « Yetkililer » ah ! Biz bildiğimizi/duyduğumuzu yazalım yine de : Evet soğuktan ölmüşler ve sokak ortasında ölüleri yere serilmiş ve birçok Parisli oralı bile olmadan ölülerin üstlerinden atlayarak « işlerine » gitmişler. Ölüler düştükleri yerde kalakalmışar. Ah !Paris ah !

EVET SON BİR AYDA ALTI SDF ÖLDÜ. SON ON GÜNDE İSE DÖRT KİŞİ GÜNBEGÜN.
HATTA SON İKİ HAFTADA PARİS’İN HEMEN YANI BAŞINDAKİ “LE BOİS DE VİNCENNES”DE (« VİNCENNES ORMANI ») DÖRT EVET EVET DÖRT SDF SOĞUKTAN ÖLÜNCE, HERKES “VİNCENNES ORMANI”NINDA (TIRNAK İÇİNDE ÇÜNKÜ İÇİNDEN, SAĞINDAN VE SOLUNDAN GEÇEN YOLLARLA ANASINI BELLEDİLER VE ORMAN MORMAN OLDU) İKİ YÜZ KADAR YOKSULUN KARTON KUTULAR, YIRTIK PIRTIK ÇADIRLAR İÇİNDE PER PERİŞAN “YAŞADIKLARINI”, NE YAŞAMASI KARDEŞİM BESBELLİ ÖLÜMÜ BEKLEDİKLERİNİ “KEŞFETTİ”. İŞTE O NEDENLE VE SON BİR HAFTADA ANİDEN ÖLÜM HABERLERİ PEŞPEŞE MEDYALARA YANSIYINCA 27 KASIM 2008’DE ÜÇ GAZETE L’HUMANİTÉ, LE PARİSİEN VE LİBÉRATİON “LA UNE”ÜNÜ (BİRİNCİ SAYFASINI BAŞTAN AŞAĞIYA) BU KONUYA AYIRDILAR.(EKTE İKİSİNİN BİRİNCİ SAYFALARINI DA İLETİYORUM, BİLMEM AYNEN YAYINLANMALARI MÜMKÜN OLACAK MI ?) FRANSA EVET COK GELİŞMİŞ. BUNA KİMSENİN BİR İTİRAZI DA YOK. NİTEKİM CUMHURBAŞKANI İLE ŞİRİN VE SEVİMLİ EŞİ NEW-YORK’TAKİ G-20 TOPLANTISI BİTTİKTEN SONRA “GEZİLERİNİ” 48 SAAT UZATIP ALIŞ VERİŞ YAPTILAR ABD’DE, VE BÖYLECE NE KADAR ZENGİN OLDUKLARINI BİR KEZ DAHA GÖSTERMEK OLANAĞI DA BULDULAR. EŞİNİN VE EŞİNİN AİLESİNİN NE KADAR ZENGİN OLDUĞUNU SAĞIR SULTAN BİLE DUYDU. EH ALIŞVERİŞİNİ ELBETTE PARİS’TE YAPACAK DEĞİL. GÖZÜMÜZ YOK, AMA PARİS’TE, EVET EVET PARİS’TE “DÜNYANIN MODA VE KÜLTÜR MERKEZİ”NDE VE CUMHURBAŞKANLIĞI SARAYINA BİR TAŞ ATIMLIK MESAFEDE İNSANLAR PATIR PATIR ÖLÜYORLAR. KALDIRIMLARA DÜŞÜYORLAR VE BİR DAHA ASLA KALKAMIYORLAR. ÖLÜM ÇÜNKÜ YAKALARINA YAPIŞIYOR. SOĞUK ÖLÜM ! BOİS DE VİNCENNES’DEKİ ZOO’DAKİLERE BİLE DAHA İYİ BAKILDIĞINI ANMALI.

AKLIMA GELMİŞKEN EKLEYEYİM : LA BANQUE ALİMENTAİRE (GIDA BANKASI) HER YIL OLDUĞU GİBİ BU YIL DA SÜPERMARKETLERİN ÖNÜNDE GIDA TOPLUYOR, AMA BU YIL BU İŞE BİR MİKTAR ERKEN BAŞLADI.ÇÜNKÜ YOKSULLUK FENA BİNDİRDİ. MALİ VE EKONOMİK KRİZDEN ÇOK ÖNCEEEE...EVET FRANSA ÇOK GELİŞMİŞ VE ÇOK ZENGİN BİR DEVLET. BUNDA HİÇ KUŞKU YOK.

BANQUE ALİMENTAİRE NEDİR SORUSUNU DUYUYORUM. YANITLAYAYIM : İSMİNDE BANKA VAR AMA KREDİ VERMEZ, PARA TOPLAMAZ. BİR TEK ŞEY YAPAR : FRANSA'DA AÇ KALANLARA, YOKSULLARA YİYECEK DAĞITMAK : KARŞILIKSIZ. BU YİYECEKLERİ NEREDEN TOPLAR ? VATANDAŞLARDAN : SÜPERMARKETLERDE ALIŞ VERİŞ YAPANLARDAN. ŞÖYLE : SÜPERMARKETLERDE DAHA ALIŞVERİŞE BAŞLAMADAN ÖNCE HEMEN KAPIDA ELLERİNDE, ÜSTÜNDE BANQUE ALİMENTAİRE YAZILI PLASTİK ÇANTALARLA YAŞLI BAŞLI VE ŞİRİN İNSANLAR SİZİ KARŞILIYOR VE "LÜTFEN BU ÇANTAYI ALIN VE ARTIK GÖNLÜNÜZDEN NE KOPARSA, BİR KİLO PİRİNÇ, BİR KİLO MERCİMEK, BİR KİLO MAKARNA, BİR KUTU KONSERVE GİBİ KOLAY BOZULMAYAN GIDALAR KOYUN BANQUE ALİMENTAİRE İÇİN" DIYORLAR. ALIRSINIZ ÇANTAYI. VE ALIŞVERİŞİNİZİ YAPARKEN O ÇANTAYA DA ARTIK GÖNLÜNÜZDEN NE KOPARSA, KOYARSINIZ. KASADA PARASINI ÖDERSİNİZ. ÇIKMADAN ÖNCE O ÇANTADAKİLERİ O YAŞLI BAŞLI VE ŞİRİN İNSANLARA TESLİM EDERSİNİZ. ONLAR DA BU YÖNTEMLE TOPLADIKLARINI ( AKŞAMA KADAR EPEY ŞEY TOPLANIYOR : HERŞEYE RAĞMEN ) YOKSUL İNSANLARA DAĞITIYORLAR. İŞTE BANKA MESELESİ BU. 28 KASIM 2008 CUMA GÜNÜ « ULUSAL KAMPANYA » BAŞLATAN BANQUE ALİMENTAİRE GEÇEN YIL ON MİLYON TON ERZAK TOPLADIĞINI VE BUNU 750 BİN YOKSULA DAĞITTIĞINI, BU YIL DAHA FAZLASINA İHTİYAÇ OLDUĞUNU DUYURDU...

BİR DE les Restaurants du Coeur VAR : GÖNÜL LOKANTALARI DİYE ÇEVİREBİLİRİZ. AMA GÖNÜL AŞEVLERİ DAHA ŞIK. FAKAT SICAK YEMEK DAĞITILDIĞI DA SANILMASIN. BU DERNEK TE ERZAK DAĞITIYOR. COLUCHE İSİMLİ KOMİK KURDU VAKTİ ZAMANINDA. SLOGANI DA ŞUDUR: "ON COMPTE SUR VOUS." YANİ « SİZE GÜVENİYORUZ ». Çünkü bu dernek bağışları posta yoluyla topluyor. Her yıl DAHA ÖNCE BAĞIŞ YAPMIŞ OLANLARA bir mektup gönderiyor, sadece bir mektup. Ve para yardımı yapanlar pek çok : Az vereni de var çok vereni de. Artık herkes kesesine göre. Bu arada kimi insan son derece önemli miktarda bağışta bulunuyor. Evini, işyerini, lokantasını bu derneğe miras bırakanlar da var. Bir de birçok ses sanatcısının, kadın ve erkek sinema ve tiyatro oyuncusunun, komiğin katıldığı ve bütün Fransa'yı dolaşan konserler dizisi düzenliyor : Bu konserler dizisini yapanlara Coluche'e atfen "Les Enfoirés" ismi veriliyor. Bu dernek her yıl gönderdiği o tek mektubta bir yıl öncesinin bilançosunu da sunuyor : Kaç para nereden gelmiş, kaç para nereye gitmiş ve buna benzer her şey ayrıntılı bir biçimde belirtiliyor. Örneğin 2007’de toplam harcamalar 100 öroysa bunun 4,4 örosu konserler dizisine gitmiş. Aynı yıl toplam gelir 100 öroysa bunun 20,3 örosu konserler dizisiyle kazanılmış. Değişik kaynaklardan toplanan paralarla erzak alınıyor. Yoksullara dağıtılıyor. Bu dernek ve birkaçı daha kimi üretici şirketlerin elinde kalan fazlalıkları da alıyorlar ve dağıtıyorlar : Bu tür fazlalıkları genel olarak para ödemeden veya kimi zaman çok düşük bir fiyatla alıyorlar yine karşılıksız dağıtıyorlar. Kimi işkolunda (örneğin süt üretimi, tahıl ve meyve üretimi gibi) üretim Avrupa Birliği'nce sınırlı olduğu için, belirlenen tavanı aşan çatıya çıkamıyor. Çatıya çıkacak mallar yoksulları besleyen derneklere veriliyor. Her zaman değil ama. Kimi patron üretim fazlasını çöpe atmayı tercih ediyor : Değişik nedenlerden.

BİTİRİRKEN BİR NOKTAYI VURGULAMAK İSTERİM ÖZELİKLE : Fransa’da bir yurttaşın "YOKSUL" OLDUĞUNU İSPAT İÇİN O VATANDAŞIN GERÇEKTEN YOKSUL OLDUĞUNU BELGELEMESİ LAZIM. BUNUN İÇİN DE EPEY ZORLU BÜROKRATİK AŞAMADAN GEÇİLİYOR. BİR KART VEYA BİR TÜR BELGE ("ATTESTATİON") ALINIYOR, ONDAN SONRA ERZAk EDİNMEYE GİDİLİYOR. YANİ ÖYLE HER GELEN "BEN YOKSULUM" DİYEREK ERZAK ALAMIYOR.

Ancak yine de kimi mahallede değişik ve mütevazi derneklerin bizzat kendi olanaklarıyla kurdukları küçücük aşevleri de bulunuyor. Örneğin Paris’in kuzey ve kuzeydoğusundaki yoksul mahallelerinde « Une chorba pour tous » (« Herkese bir çorba ») isimli derneğin küçük aşevlerinde her akşam sıcak çorba dağıtımı yapılıyor : Yoksul anne ve/veya babalar ellerinde kimi zaman kovalarla geliyorlar, bütün aile için sıcak çorbalarını alıyorlar ve karanlıkta kayboluyorlar. Eh ne de olsa insanlar yoksul olduklarının herkeslerce bilinmesini de istemiyorlar.
Evet Fransa’da durum bu : Devletin yardım elini şu veya bu nedenle çektiği (kiminin işsizik sigortasının sonu gelmiştir örneğin, kimi zaten anadan doğma yoksuldur ve bunun gibi) insanların açlıktan ölmelerinin önünü almak umuduyla dernekler, hayırsever kadınlar ve erkekler, gençler ve yaşlılar, bu işin yaşı yok, yardıma koşuyorlar. Ama herkese ulaşabiliyorlar mı ? Herkese ulaşmaları mümkün mü ? Bu çok zor. Bu « çok gelişmiş » devletlerde işini kaybeden ve bir süre sonra işsizlik sigortası ödentisi de kesilen anneye ve/veya babaya bazen ilk darbeyi öbürü vuruyor : Bu bazen eşi oluyor, bazen kızı veya oğlu. « Baba sen artık evde kalamazsın ! » diyen çocuklar olduğunu biliyor muydunuz ? Fransa’da var. Evinden, kendi evinden ayrılmak zorunda kalan, ne ayrılması kardeşim evinden atılan, kovulan anne veya baba ne yapsın ? Bir arkadaş evi ? Yok ! Akraba evi ? Yok ! Aileden birinin evi ? Hangi aile ? O da yok ! O zaman ? Önünüzde koskocaman dipsiz bir uçurum : İniş, iniş, iniş : Dibe kadar. Dipte ne var ? Kara ölüm var. Kara, kapkara bir ölüm. Burada ölürsünüz ve kimse dönüp ölünüze bile bakmaz. Evet burada durum budur : Birey-leş-mek, bireysel-leş-mek, bencil-leş-mek, benmerkezi-leş-mek akıl almaz boyutlarda. Ailesel, mahallesel, toplumsal dayanışma diye bir şey kalmadı. Zaten yoktu ki kalsın ! Evet ama yine de yazmalı : Kalmayalı çookkkk oluyor. Yalnızlıklarında insanlıktan çıkanlar ve insansız « bireyler » ve nihayet kendi kimyasını bizzat bozan toplum(suzluk)lar. Daha ne olsun ? Ölüm ne ki ? Ölüm o zaman ne olabilir ki ? Belki bir kurtuluş ? Ama yine de soğukta ölmenin de bir anlamı yok be Pierre. Kal biraz daha. Kal biraz daha. Taş çatlasa üç ay sürüyor kış.

27 Kasım 2008 Perşembe

Kürtler’de Muhalefet Geleneği


Abdulkadir Ulumaskan
ulumaskan@hotmail.de

Kürt muhaliflerin ve Kürdistan’da muhalefetin olmamasι önemli demokratik bir eksikliktir. Muhalefetsiz bir demokrasi olamaz. Zaten demokrasinin kendisi muhalefet ile başlar. Peki bizde neden huhalefet gelişmemiş ve halen de gelişemiyor? Mutlaka bunun tarihi ve toplumsal nedenleri vardιr. Önce bu sorunun sorulmasι ve doğru bir şekilde cevaplandιrιlmasι gerekiyor.
Elbette muhalefet bir süreç işi olup, demokrasi geleneğinden bağιmsιz değildir. Muhalifi ve muhalefeti olmayan toplumlarda ya kölelik, ya da diktarörlükler vardιr. Yani muhalefet genellikle iki nedenle gelişmez: Ya muhalefete izin verilmeyerek muhalifler bastιrιlιr, ya da muhalefet kültürü olmadιğι için böyle bir gelişme olmaz. Aslιnda ikisi birbirine bağlι ve birbirlerini besleyen etken ya da nedenlerdir. Muhalefet geleneğinin olmamasι dikktatörlüğü beslerken, diktatörlüğün muhalifleri ezmesi muhalefeti boğar. Böyle karşιlιklι bir etki-tepki ilişkisiι vardιr.

Kürtlerde iç ve dιş bastιrmalarιn etkisiyle sağlιklι bir muhalefet geleneği oluşamamιştιr.
Muhalefet bastιrιlιnca kendisini jest, mimiklerle dιşa vurarak, dedikodu şekline büründüğü görülür. Ve Kürdistanda muazaam bir dedikodu kültürü gelişmiştir.
Kürdistanda muhaliflerin güçlü bir dayanağιnιn olmamasι, var olan muhalefetin daha çok işbirlikçilik şeklinde ortaya çιkıyor, ya da sonunda işbirliğe dönüşüyor. Bunda muhalefeti bastιran gücün etkisi kadar muhalifin temelsizliği rol oynar.

Aslιnda, keşke kürtlerde güçlü bir muhalefet olsaydı. Hem demokrasi gelişirdi, hem Kürdistani güçler tekleşmez ve hem de bu güçler kendilerini sιk sιk gözden geçirme ihtiyacι duyacaklardι. İşte bundan dolayı, Kürtler’de muhalefet ya hiç olmaz, ya düşmanlιk biçiminde olur ve yahut işbirlikçi bir hal alιr. Yoksa keşke kürtlerde gerçek anlamda muhalefet olsa.

Son dönemlerde özellikle Türkiyenin iktidar yanlιsι televizyon kanalarι, bazι sözde Kürtleri, Kürtlerin aleyhinde kullanmaya çalιşιyor Bu adι Kürt olanlar ya da devletin deyimiyle gerçekten ”Kürt kökenli olup, Kürt olmayanlar”, düşmanι olduğu düzenin sözcüsü kanallarιnda zafer kazanmιş bir aslan edasıyla göğsünü gererek diğer kürt hareketlerine verip veriştirirken, sunucularda arada bir devreye girip onlarιn sözlerinden alιtιlarι kanιt yapιp Kürtlerin terörist olduğunu ispatlamak istiyorlar.

Burada PKK veya diğer Kürt örgütlerinin yanlιşlιklarιnιn olup olmamasι ayrι bir konudur. Tabiki herhangi bir kürt ya da muhalif bir örgüt, veya kişi bir örgüt ya da partiden ayrιlabilir, görüş ayrιlιğιna düşebilir ya da sonradan görüşleri değişebilir veya daha önce mensubu olduğu partiye de pekala muhalefet yapabilir. Buraya kadar bunlarιn hepsi normaldir. Ancak normal olmayan bu muhalefetin işbirlikçi bir tarzda yapιlιyor olmasιdιr. Bana göre bundan daha da kötüsü bazιlarιnιn bunu adeta Kürdistan’ι kurtarmιş bir kahraman havasιnda yapmasιdιr. PKK , Apo ya da başkasιna muhalif ya da alternatif olmak istiyorsa, bunun yeri özel savaşιn sözcüsü konumundaki basιn - yayιn ve medya değildir. Bu kurum ve kuruluşlarla dirsek temasι kurularak muhalefetin başaracağι sanιlιyorsa bu büyük bir yanılgι olur. Birileri bunu yaparsa bunun adι muhalefet değil, işbirlikçilik olur ve sonucun nereye kadar gideceği belli değildir. Yok eğer, zaten amacι muhalefet değilde işbirlikçilik ise o zaman söyleyecek fazla bir şey yoktur ve onun ya da onlarιn da akibeti diğer işbirlikçilerden pek farklι olmayacaktιr.

Doğrusu böyle çok kolay bir şekilde kimseyi ağιr ithamlarla suçlamayı pek sevmiyorum.
Ancak bir Kürt olarak devletin temsilcisi gibi hareket eden gazete ve kanalιnda öyle rahat bir tavιrla - beğenelim /beğenmiyelim - bir Kürt hareketine öyle pervasιzca saldιrιlmasιnι Kürtlük adιna hiç bir yere sιğdιramıyor ve buna muhalefet falan da diyemiyorum. Yoksa elbette tüm Kürt hareket ve şahsiyetleri özgür bir şekilde eleştirilebilinmelidir ve eleştirilecek bazι yanlarι da yok değildir. Ancak bunun yeri Kürt düşmanlιğι yapmayı kendine görev bilen babιali değildir ve olmamalιdιr.
Ve birileri bunu Kürtlük adιna yapıyorsa bu utanç verici bir rezaletten başka bir şey değildir.

27.11. 2008

25 Kasım 2008 Salı

MİLLİYETÇİLİKTEN KURTULMAK


Yener ORKUNOĞLU

yorkunoglu@gmx.net

Haftada bir defa köşe yazısı yazmanın şöyle bir sıkıntısı var: Konu çokluğu nedeniyle, seçim yapmak bazen çok uzun zaman alıyor. Konu seçmedeki karar verme süreci, yazı yazmanın kendisinden uzun sürüyor.

Örneğin, ‘Mustafa’ filmi hakkında yazılanlarla ilgili yazmayı düşündüm, sonra vazgeçtim. Cumhuriyet Gazetesi’nden Ergin Yıldızoğlu’nun ünlü Alman filozofu Hegel’i nasıl yanlış anlayıp, yorumladığını sergilemeyi düşündüm. Bir ara AKP oportunizmi üzerine bir şeyler karalamak istedim. AKP’nin demokrat olduğunu ileri sürenler vardı. Şimdi aynı insanlar AKP’nin faşizan bir parti olduğunu dile getiriyorlar. Bu tür çelişkilere şaşırmadığımı dile getirmek, siyasetin yüzeyinde kulaç atanların AKP’nin gerçek analizini yapma yeteneğinde olamayacaklarını tekrar dillendirmek istedim. Yine vazgeçtim. Sonunda yüzyıllardır baş belası olan şu milliyetçilik illeti üzerine yazmaya karar verdim.

Bir başbakan, ‘ya sev ya da terket’ diyor ve bir Savunma Bakanı, "Rumlar ve Ermeniler kalsaydı, bugünkü ulus ortaya çıkamazdı" sözlerini dile getirebiliyorsa, balık baştan kokmuş demektir. Savunma Bakanı, bu sözleriyle ’Ermenilerin sürgün edilişlerini’ ve ’Ermenilerin katledilmelerini’ onaylamakta ve haklı gördüğünü dile getirmektedir

Böylesi sözlerin başbakan ve bakan düzeyinde dile getirilmesi Türkiye’de faşizan ve ırkçı bir ulus anlayışının ne kadar derin kökler saldığını göstermektedir. Dolayısıyla Türkiye’de en önemli sorun ırkçı-milliyetçilik sorunudur. Bu nedenle yaygın olan ulus anlayışı ile hesaplaşma her zamanınkinden daha önem kazanmaktadır. Ama milliyetçilikle hesaplaşmak için milliyetçiliğin bakış açısından kurtulmak gerekir.

Bu satırların yazarı, dini devletin dışına atan burjuva aydınlanmacılarının yaptığı işin bir benzerini savunmaktadır. Yani ‘ulusallığı’, ‘ulusal kimliği’ devlet kimliğinin dışına atmak. Nasıl ki, burjuva aydınlanmacıları, dinin ve kilisenin gücünü kırarak, dini olmayan bir devleti savundularsa, sosyalistler aydınlanmacılar da ‘ulusal kimlikten’ arınmış bir devlet anlayışını savunmalıdırlar. Gerçek demokratik bir devletin ne dini, ne de ulusal kimliği olur.

Marx, sınıflı toplumların tarihine ve kapitalizme, sınıf çelişkileri açısından yaklaştı. Marx’a göre sınıf mücadelesi, sınıflı toplumların tarihini anlamamıza bir ışık tutar. Eğer biri kalkıp da Marx’ın, her şeyi sınıf mücadelesine dayandırdığını iddia ederse, Marx’ın teorisini indirgemeci bir bakış açısından kavramış demektir. Bu bakış açısı ise Marx’ın teorisinin yoksullaştırılmasıdır. Marx’a göre sınıf savaşımı ile karşılaştırıldığında dünyadaki ulusal bölünmeler ikincil öneme sahiptir. Ulusal soruna ikincil önem atfetmek, ulus sorununun olmadığı anlamına gelmez.

Marx’ın bir ulus teorisi olmadı. Bu nedenle Marx’ın teorisi, her çeşit ulusalcı ideolojiden radikal bir şekilde ayrılır. Ulusçu ideolojilerde sınıf mücadelesine yer yoktur. Her şey yalnızca ulusların tarihi açısından ele alınmaktadır. Oysa bugün her ülkede zenginler ve yoksullar arasındaki makas açılmaktadır. Küresel kapitalizmdeki temel çelişki uluslararası işçi sınıfı ile uluslararası kapitalist sınıf arasındaki çelişkidir.

Marx ve Engels Komünist Manifesto’da ’İşçilerin vatanı yoktur’ derler. Günümüzde işçi sınıfının çoğunluğu bu gerçeğin bilincine varmamış olsa bile, bu gerçek değişmez.

Marx ve Engel manifestoda şunları yazıyorlardı:

’İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız. Proletarya, her şeyden önce, siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı durumuna gelmek, kendisini ulus olarak oluşturmak zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil.’

Marx’ın, sözcüğün burjuva anlamında ’ulus’ anlayışından farklı bir ’ulus’ anlayışına sahip olduğu görülüyor. Peki ama burjuva anlamında ’ulus’ ne demek ? Marx’ın burjuva anlamda ulustan farklı olarak ulus anlayışı nedir?

Marx ve Engels’in ulusal sorun konusunda kuramsal eserleri yoktur. Ulusun tanımını da yapmamışlardır. Ama bundan hareket ederek Marx ve Engels’in ulusal soruna önem vermedikleri sonucunu çıkarmak yanılgıdır. ‘Ulusal topluluk’ saçmalıktır diyen Prudhon’cuların tersine Marx ve Engels ulusal soruna önem vermişlerdir.

Marx şöyle diyor: ‘Dün Enternasyonalin konseyinde devam etmekte olan savaş hakkında bir tartışma oldu......Bekleneceği gibi tartışma, bizi, genel olarak ‘ulusal topluluk sorununa’ ve bu sorun karşısındaki tutumumuzun ne olacağına götürdü...’Genç Fransa’ (işçi olmayan bir grup) temsilcileri, bütün ulusal toplulukların hatta ulusların ‘çoktan eskimiş önyargılar’ olduğu iddiasıyla çıktılar. Prudhonlaşmış stirnizm. ...ulusal-toplulukları yadsımakla Lafargua, farkında olmadan, örnek Fransız ulusu tarafından yutulmayı kastetmektedir.’

Bu sözler, Marx ve Engels’in ulusal soruna verdikleri önemi gösteriyor. Prudhoncular, toplumsal devrim adına, ulusal sorunu görmezlikten geldiler. Marx ve Engels, Prudhoncuları eleştirdiler.

Marksizmdeki ulus teorisi daha sonra gündeme geldi. II. Enternasyonal döneminde ulus sorunuyla ilgilenen iki ülke vardı: Çarlık Rusyası ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu. Her iki ülke çok-uluslu bir imparatorluktu. Çarlık Rusyası bir ’uluslar hapishanesi’ydi. Günümüzde Türkiye, ’uluslar hapishanesinden’ çok ’uluslar kasabı’ , ’uluslar mezarlığı’ veya ‘etnik temizlik coğrafyası’ haline gelmişse, yeni ulus teorilerinin bu ülkeden çıkması beklenmelidir

Çarlık Rusyası’ındaki ulusal sorununa çözüm önerilerinin Rus Marksistleri tarafından ortaya atılması rastlantı değildir. Ne var ki, o dönemdeki ulus teorisi II. Enternasyonal’da yaygın olan determinizm anlayışından kendini sıyıraramıştır. Ulusun sosyolojik analizi yapılırken, ulusun yaratılmasında öznel etkenler (devletin ve milliyetçilerin rolü vb.) yeterince dikkate alınmamıştır. 90’lı yıllların sonunda ise, ulusun yaratılmasında öznel etkenler tek yanlı abartılmıştır. Dolayısıyla tek-boyutlu bir ulus anlayışından kurtulmak gerekir. Özne-Nesne diyalektiğinin ışığında ulusun ne olduğu yeniden analiz edilmelidir. Çok uluslu ve çok dinli bir coğrafta olan Türkiye’de sorunu çözen yeni bir ulus anlayışının gerekliliği kendisini dayatmaktadır.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Zindanlar Boşalsın!



A.Kadir Konuk

Bizler küçük adamlarız, büyük işler beceremeyiz, ama bazen büyük işlerin yollarını açabilecek küçücük davranışlarda bulunabiliriz.

O ülkede zindanlarda yatmış biri olarak içimden yükselen sesi sizlerle paylaşmak istiyorum:

Zindanlar boşalsın, siyasi genel af!

Geçtiğimiz yıllarda öne çıkarılan bir slogan F tipi cezaevlerine karşıydı. Bu cezaevleri açıldı, insanlar dövüle sövüle buralara dolduruldular, açlık grevlerinde insanlar öldü, içeride çığlıklar atılırken dışarısı olayı kanıksadı ve sustu.

Buna biraz da sol örgütlerin kendi örgütlerine üye veya sempatizan olan kişilerinin cezaevlerinde sayılarının azalması yol açtı. Ama yine de tıka basa dolu zindanlar.

Yakından izliyor, biliyorum. Cezaevlerinde 15, 20 yılını dolduran yığınla siyasi hükümlü var. Bunların bir çoğunun cezası müebbet. Bir çoğu kendi kaderine terkedilmiş durumda. Bir çoğunun ulaşabileceği bir tek yakını yok dışarıda. Bir çoğu artık hiçbir siyasi hareketin üyesi, sempatizanı değil, sosyalist, komünist, Kürt ama bağımsız. Önemli bir kesimi ise Kürt özgürlük mücadelesinin içinde aktif yer alan, destekleyen yada ona gönül verenlerden oluşuyor. Son günlerde ise çocuklar, yetmişini aşmış insanlar katıldı onlara.

Siyasi partilerin mitinglerinde, barış meclislerinin söylemlerinde onlara nedense yer yok.
Zindanlardan en çok söz etmesi gereken partiler bile bu konuyu es geçiyorlar. Zindanlarda yatanlar ise etlerinden et kesilse kendileri için af istemezler. Bunu kendimden biliyorum. Arada bir biz idamlıklara af isteyip istemediğimizi sorarlardı, yanıt ortaktı: Affedilmeyi gerektirecek hiçbir davranışımız olmadı!

Bu işin elbette şaka yanları da vardı. Pişmanlık dilekçesi verin kurtulun sözü almış başını gidiyordu. Aramızdan dertlenen, arada bir isyanları oynayan olursa hemen, dayanamıyorsan dilekçe ver diyerek dalga geçerdik.

Aramızdan asılanlar oldu ama hiç kimse dilekçe vermedi. Başka cezaevlerinde yatan, bitmiş, artık kendisi için bile bir değer taşımayan bazı insanlar devletin bu oyununa geldiler, sattılar içlerindeki en küçük insanlık duygusunu, kendilerince özgür oldular. Ama sokaklar bu posaları kabul etmedi. Onlar da kendilerini sokaklarda kabullenemediler. Çürüdü gittiler kalabalığın çöplüklerinde.

12 eylül’den sonra, mahkemelerin biçtikleri cezalardan fazlasını yatanlardan bazıları başları dik çıktılar zindanlardan. Bazılarının ölüsü çıktı. Dışarı çıkmayı başarabilenlerden bir çoğu hastaydı, çoğu çok yaşayamadı dışarıda. Ama kaldırımlar hep inledi onların tok ayak sesleriyle.

Dışarıdaki insanın içerideki insan için af istemesi bir eziklik, küçülme, yakarış değildir. Bu demokratikleşmeye yönelik siyasi bir istemdir.

İçerideki insan bir tek soğanla bir hafta yaşar… İnanmışsa bir şeye onu bundan uzaklaştırabilecek hiçbir güç yoktur. Bu nedenle o beni affedin demez, diyemez. Onu bizler isteyebiliriz.

Bu istem bizim için de başkalarının bize sunacakları bir lütuf değil, bir haktır. İnsana, insanlığa ait olan bu hakkı kullanmak bizi küçültmez. Böyle bir hakkın kullanılması aynı zamanda demokratikleşmede de ileri bir adım sayılır.

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!

Ben bu sloganı içten haykırırken tecavüzcüye, dolandırıcıya, mafya babalarına, keyfine, namus adına insan öldürenlere aftan söz etmiyorum. Bunlar düzenin ürünleri olsalar bile umurumda değiller. Ama suçları siyasi olan insanlar ilgilendirir beni. Hem de örgütleri, düşünceleri ne olursa olsun. Onlar zindanlarda eşittir benim için.

Dileğim hepsi için.
Umudum hepsi için.
Çağrım hepsi için.
Söz konusu cezaevi olunca benim için Sincan da İmralı da birdir. Bu nedenle istemim hepsi için.

Bana katılırsanız küçücük bir kar topundan bir çığ yaratabiliriz. En azından suskun sol yöneticilere bir ileti olur bizim sesimiz.

Cezaevlerinin koşullarının düzeltilmesini istemek ayrı bir olay, oraların tümden boşaltılmasını istemek ayrı. İçinde ne olursa olsun, bir hücre her zaman hücredir.

Hiç içeriye düşmemiş olanlara kendilerini bir günlüğüne anahtarı kendi ellerinde olan banyolarına, tuvaletlerine kilitlemelerini öneriyorum. O banyoların, tuvaletlerin normal bir cezaevi hücresinden bin kat daha güzel olması ayrı bir konu. Ama deneyin, ne kadar dayanabileceğinizi ölçün. Sonra bağırın!

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!

Bana katılır mısınız?
Her yazınızın, her e-mailinizin altına bu sloganı bıkmadan yerleştirir misiniz? Ulaşabildiğiniz yerlere bu yazıyla birlikte kendi düşüncelerinizi de iletebilir misiniz? Katıldığınız toplantılarda bu sorunu dile getirebilir misiniz?

Bu istemi geçici bir kampanyanın ürünü olarak görmez, ona süreklilik sağlayabilirsek o zaman cılız sayılan sesimizin en azından birkaç sağır kulağa ulaştığını görebiliriz.

Ne dersiniz? Daha ne kadar yatsın o insanlar zindanlarda?
Daha ne kadar aşağılık yöneticilerin keyfi uygulamalarının hedefi olarak kalsınlar?
Daha ne zamana kadar o insanların üzerinde yeni işkence yöntemleri uygulansın?
Daha ne zamana kadar sürsün bu suskunluk?

Yeterse buna da yeter değil mi?

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!

23 Kasım 2008 Pazar

İNSAN KANI SUDAN UCUZ!




Demir Bilgin / demir.bilgin@yahoo.dk



"...Bu, Osmanlı’dan bizlere geçen ”öldürme ve kan akıtma” mirasıdır. Osmanlı tarihine bir bakın; Osmanlı sülalesinde eceliyle ölen herhangi bir sultan var mı? Yok. Gerçekte Osmanlı düzeni, ”baba, kardeş ve oğul” katliamlarıyla dolu olan bir düzendir..."

Türkiye’de insan kanı sudan ucuzdur. Türkiye’de çocuk kanı sudan çok daha ucuzdur. Mardin’in Kızıltepe ilçesinde, 21 Kasım 2004’te, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babası Ahmet Kaymaz’ı öldüren polisler hakkında beraat kararı verilmesi, bunun açık bir örneğidir. Bu örnek tek değildir.

12 Eylül 1980’de Kenan Evren başkanlığındaki generaller, 17 yaşındaki çocuk Erdal Eren’i ”asmak” için, yaşını dahi büyüttükleri herkesin malumüdür.

Hrant Dink ve daha yeni, Malatya’da Zirve Yayınevi’ni basan ilkel katiller, 4 kişinin boğazlarını keserek öldürmeleri, toplum olarak nasıl bir mentalite ve ruh haleti içinde olduğumuzu açıkça göstermektedir. Bu bir mirastır. Bu, Osmanlı’dan bizlere geçen ”öldürme ve kan akıtma” mirasıdır. Osmanlı tarihine bir bakın; Osmanlı sülalesinde eceliyle ölen herhangi bir sultan var mı? Yok. Gerçekte Osmanlı düzeni, ”baba, kardeş ve oğul” katliamlarıyla dolu olan bir düzendir.

Bu, bir gelenektir. Bu öldürme ve kan akıtma geleneği, Türkiye’de de devam ediyor. Türkiye’de insanların acımasızca asılması ve kurşunlanması, insanların hayvan keser gibi ”boğazlanması” ve linç etme girişimleri, işte böylesi bir geleneğin ve eğitimin devamıdır.

Böylesi bir gelenekle yetişen ve eğitilen insanların, en küçük bir anlaşmazlığı dahi, ”kanla” ”şiddetle” çözmek(!) istemeleri, açık ki, bizlere verilen bu yanlış eğitimin sonucu oluyor. ”Şiddetle terbiye etme” , ”öldürerek sorunları çözme(!)” bu eğitimin ”değerleri” arasına giriyor.

Malatya’da Çocuk Yuvası’nda bebeklerin dahi, bakıcı(!) anneler tarafından acımasızca sopayla dövülmeleri, böylesi bir eğitimin sonucu oluyor.

İlkokullarda başlayan öğretmen dayağı, askerde sopa, karakollarda polis falakası… hepsi, şiddetle terbiye etme eğitimin ve mentalitenin sonucudur. Bir düşünün: Türkiye’de yapılan bir araştırmaya göre, anne ve babaların % 88’i çocuklarına fiziksel şiddet uyguladıklarını göstermiştir.

Peki böylesi bir gelenek ve eğitimle yetişen insanların ”sevecen” olmaları mümkün mü?

Böylesi bir miras ve eğitimle yetişen insanların farklı dinlere ”hoşgörü” ile bakmaları beklenebilir mi?

Açık ki hayır!

Açık ki, böylesi bir eğitimden mezun olan insanların, insana ve insan kanına değer vermeleri beklenemez.

Açık ki, böylesi bir eğitim sistemi devam ettiği sürece de, Türkiye’de insan kanı ucuz olur; Türkiye’de çocuk kanı sudan çok daha ucuz olur!

22 Kasım 2008 Cumartesi

Öcalan niye devlet istemiyor!

Hasan Bildirici: Bugün çözüm isteyen Kürt sorununun vardığı boyutla, Kuzey Kürdistan’daki parti ve örgütlerin bunu karşılamadaki kapasitesini nasıl değerlendiriyorsunuz? PKK çizgisi bu süreci başka bir noktaya taşıyabilir mi? Kürt sorununda tartışmaların ve gücün odağında PKK olduğu için bu soruyu sordum. Tüm eleştiri ve talep düşüklüğüne rağmen Kürt halkı PKK’de ısrar ediyor. Peki PKK ısrarı karşılayabiliyor mu?

İsmail Beşikçi: Kürt sorununun geldiği aşamada, parti ve örgütlerin sorunu karşılamadaki durumları nedir? Bugün Kürt sorununda tartışmaların ve gücün odağında PKK vardır. PKK deyince Abdullah Öcalan’ın konumunun değerlendirilmesinde, düşüncelerine bakılmasında yarar vardır.

Öcalan devlete karşıyım diyor

Abdullah Öcalan, 17 Eylül 2008 tarihli avukat görüşmesinde, “Ben özgür bireyim, devlet kurumuna karşıyım, çünkü devlet bir baskı aracıdır” diyor. “Benim devlet kurmakla işim yok” diyor. Görüşme notlarında devlet karşıtlığı ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Öcalan’ın bu görüşlerini sık sık dile getirdiği de biliniyor. İster köleci, ister feodal olsun, ister kapitalist, ister sosyalist/komünist olsun, devletler belirli bir baskıyı bünyelerinde taşırlar. Bu çok açık.

Teorik olarak devletin egemen sınıfın baskı aracı olmasıyla, devletin, her gün, her an somut olarak yaşanan baskısı arasında fark vardır. Bu konunun irdelenmesi gerekir.

Özgür birey nasıl oluşur? Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’ne bakalım. İran İslam Cumhuriyeti’ne, Saddam Hüseyin dönemi Irak Cumhuriyeti’ne, Suriye Cumhuriyeti’ne bakalım. Bu cumhuriyetlerde, Kürtlere, Kürt toplumu olma özelliklerine çok yoğun baskılar var. 1988 Mart’ında, Halepçe’de, Kürtlere soykırım yapıldığı açık bir gerçektir. Halepçe’den önce, hangi gazın daha öldürücü, hangi gazın daha çok kitlesel ölümlere sebep olduğu konusunda deneyler yapılmıştır. Burada laboratuar yine Kürt köyleriydi, cezaevlerinde Kürtlerdi, sırf bu deneyler için kaçırılan Kürtlerdi. Devletin somut olarak Kürtlere nasıl baskı yaptığı ortadadır. Teorik olarak, devlet baskı aracıdır diyerek devlet kurumuna karşı çıkmak başka şeydir, somut olarak, insanlara, kitlelere her an baskı yapan, baskıyı tırmandıran, insanları, kitleleri korkutmaya, yıldırmaya çalışan devlete, içinde yaşadığımız devlete, bu devletin baskılarına karşı olmak başkadır.

Türkiye’de de Kürtlere karşı çok yoğun baskılar vardır. Devlet terörü durmadan tırmandırılmaktadır. 18 bin civarında “faili meçhul” denen cinayet vardır. Binlerce köyün yakılıp yıkılması söz konusudur. Temel geçim kaynaklarının tahribi, milyonlarca insanın, onbinlerce ailenin yerini-yurdunu terke zorlanması, ormanların yakılması, devlet terörünün her zaman yaşanan göstergeleridir. Devlet denildiği zaman bu iki baskının ayrı ayrı kategoriler olduğu dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Biri teorik bir baskıdır, “devlet egemen sınıfın baskı aracıdır” denir. Öbürü, her gün her an yaşanan somut, fiili bir baskıdır. Özgür birey nasıl belirir? İnsan bu somut baskılara karşı durarak özgürleşir. Somut baskılara karşı duran bireyin, bu tür baskılardan uzak kalacağı, azade kalacağı kendi yönetimin kurmanın yolunu-yordamını aramaya çalışması da sürecin farklı bir boyutudur. . Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni düşünelim. Saddam Hüseyin döneminde, Kürtlere yapılan baskılarla, Bölgesel Kürt yönetimi’nin baskısı aynı şey midir? Bu örneğin bilince çıkarılmasında ve irdelenmesinde yarar vardır.

Öcalan’nın Kürtlere baskı yapan devlete karşı bir sözü yok

Abdullah Öcalan ise, devlet kurumuna karşı olduğunu sık sık dile getiriyor ama, somut devlete, Kürtlere her gün her an baskı yapan devlete karşı olduğuna dair bir sözü yok. 24 Ekim 2008 tarihli görüşme notlarında, Öcalan, “Ben savunmalarımda Cumhuriyet ve Türkiye aleyhinde bir şey söylemedim” diyor. Aslında yukarıda kısaca belirtilen sistematik baskılardan dolayı devleti eleştirmesi gerekmez mi? Öte andan Öcalan’ın Türk, Arap ve Fars devletleriyle bir sorunu yok. O sadece Kürtlerin bir devlete sahip olmasını istemiyor. Bu da zaten, başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere, İran, Irak, Suriye devletlerinin görüşüdür. Cezaevinde, devletin çok sıkı denetimi altında tutulan PKK liderinin, örgütünü yönetmesi, Kürtlerin önünü kesmeye çalışması yanlıştır. Bu, ahlaki bakımdan da yanlıştır. Abdullah Öcalan, örneğin Filistinlilere şöyle diyor mu? “Ne diye ayrı devlet peşinde koşuyorsunuz, Musevilerle kardeş kardeş yaşayın.” Veya Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne, Kıbrıs Türklerine şöyle diyor mu? “Devlet gericiliktir. Ne diye ayrı bir devlet olarak tanınmak istiyorsunuz, Rumlarla bir arada yaşayın…” Böyle demiyor. Bunu sadece Kürtlere söylüyor.

“Devlet gericiliktir, sakın yanaşmayın” diyor. Ancak devletin fiili olarak yaşanan baskılarına hiç sözü yok.

Abdullah Öcalan, 24 Ekim 2008 tarihli avukat görüşmesinde, milliyetçiliğe karşı olduğunu da vurguluyor. “Ben her türlü milliyetçiliğe karşıyım. Türk, Kürt, Arap, Fars,Alman milliyetçiliği fark etmez. Hepsine karşıyım., her türlü milliyetçiliği lanetliyorum” diyor.

Kürtlerin, Türk, Arap, Fars, Alman milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliğini aynı kefeye koymaları bana çok şaşırtıcı gelmektedir. Kürtler için Türk milliyetçiliği, elbette olumsuzdur. Çünkü, diliyle, kültürüyle Kürtleri tarihten silmek istiyor, Kürtlerin kökünü kazımak istiyor. Kütler için Arap Milliyetçiliği elbette kötüdür. Çünkü, soykırıma varan operasyonlarla Kürtleri yok etmek istiyor. Kürtlerin bu saldırgan milliyetçiliklere, ırkçılıklara karşı kendini koruması, diline, kültürüne sahip çıkması neden kötü olsun? Hatta, bu saldırgan milliyetçiliklere, ırkçılıklara karşı direnme, kendi köküne yönelme gerekli değil midir? Kürt milliyetçiliği bundan başka nedir? Kürt milliyetçiliği ile, Kürt yurtseverliği kanımca aynı şeydir. “Bir Kürt dünyaya bedeldir” diyen, Kürtleri, Arapları, Farsları Kürtleştirmeye çalışan, Kürtleşmeyenleri idari ve cezai yaptırmalarla yıldırmaya çalışan, cezaevlerine dolduran, imha operasyonları uygulayan Kürt otoriteleri mi var? Olmadığı biliniyor. O halde, Kürt milliyetçiliğini, Türk, Arap, Fars milliyetçilikleri ele aynı kefeye koymak yanlış değil midir? Kürtleri ve Kürdistan’ı müştereken baskı altında tutan devletlerin engellemek istedikleri esas süreç de Kürtlerdeki bu milliyetçi gelişmelerdir. Kürt diline, Kürt kültürüne neden sıkı yasaklar getiriliyor? Bu durum karşısında, Kürtlerin biraz milli duyguya sahip olmaları, milliyetçi olmaları gerekmez mi?

Ben Kürt milliyetçisi değilim demek bir zaaftır

Kürtlerin önemli bir kısmı, özellikle de okur-yazar olanlar, “ben milliyetçi değilim, devrimciyim, enternasyonalistim” demektedir. Bir satır Kürtçe konuşamayan, ülkesinin adını bile söyleyemeyen bu insanların, “ben milliyetçi değilim, devrimciyim, enternasyonalistim” demeleri insani bir zaaf olmalı…Kendisi olmayan, kendinden kaçan, egemen ulusun dilini ve kültürünü yaşayanların devrimciliğinin, enternasyonalizminin kime hayrı dokunur? Kendisine hayrı olmayanların, devrimciliğe, enternasyonalizme nasıl bir hayrı, yararı dokunabilir? Ama, bu sözlerin, bu tutumun, Kürtleri müştereken baskı altında tutan devletlere yararı çok büyüktür.

Çatışmalarda, asker kaybı olduğu zaman, batı ve Orta Anadolu’da, şehirlerde, beldelerde Kürtler linç edilmeye kalkışılmaktadır. Çarşıda, pazarda, kahvehanelerde Kürtler baskı görmektedir. Çarşıda, pazarda, inşaatlarda Kütçe konuşan kişiler Türkleri tahrik etmiş olmakta, galeyana getirmektedir. Mevsimlik fındık işçileri Karadeniz yörelerinde çok ağır hakaretlerle aşağılamalarla karşılaşmaktadır. Yaşanan olaylar bu kadar açıkken, Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği nasıl aynı kefeye konabilir? Batı ve Orta Anadolu şehirlerinde, Kürtlere karşı böylesine linç saldırıları yaşanırken, Kürt şehirlerinde, yaşayan sivil bir Türk’e, bir Türk aileye Kürtlerin saldırdığı duyulmuş, görülmüş bir şey midir?

1960’ları, 1970’leri düşünelim. Resmi ideoloji Kürtleri ve Kürtçe’yi inkar ediyordu. Kürtlerden, Kürtçe’den söz edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşı karşıya kalıyordu. Bu konularda çok yoğun baskılar vardı. Bu durum karşısında bir Kürt’ün, “Kürdüm” dediğini, makul bir şekilde, Kürtlerden ve Kürtçe’den söz ettiğini düşünelim. İnsanın özgürleşmesi, aydınlanması böyle başlar. Özgür birey bu karşı duruş sürecinde belirir. Bir de bir araştırmacı, bir yazar düşünelim. Devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşılaşmamak için bu konulara hiç değinmiyor. Durmadan, “devlet egemen sınıfın baskı aracıdır” diyerek, Markslı, Engelsli, Leninli onlarca dipnotuyla yazılar yazıyor. Bu tutumdan, bu süreçten özgürleşme, aydınlanma falan çıkmaz. Bu tutum insanı özgürleştirmez. Özgürleşme, aydınlanma, somut baskıya karşı, düşün yasaklarına karşı durmakla gelişir.

PKK, büyük bir harekettir

PKK büyük bir harekettir. PKK’nin çok büyük bir hareket olduğu da söylenebilir. Ama istemleri çok küçüktür. Çok çok küçüktür. PKK bireysel haklara değil, kollektif haklara vurgu yapabilmelidir. Eleştiri, özgür eleştiri çok önemli kurumlardır. Bu, sadece düşün hayatında değil, siyasal hayatta da vazgeçilmez bir kurum olmalıdır. Abdullah Öcalan, konuşmalarında, yazılarında, avukat görüşmelerinde, savunmalarında demokrasiden çok söz eden demokrasiyi isteyen bir liderdir. Eleştiri olmadan, özgür eleştiri olmadan demokrasi olur mu? Özgür eleştiri sadece bilimin değil, demokrasinin de temel koşuludur. PKK Abdullah Öcalan’ı eleştirebilmelidir. PKK’liler, sempatizanlar, Kürt halkı bu bilince ulaşabilmelidir. “Yanlışlarının da militanıyız” anlayışıyla bir yere varılamaz. Ciddi bir kazanım elde edilemez. Önemli olan, doğru olanı doğal olanı savunmaktır. Doğal olana ise, yani Kürt toplumu olma özelliklerine ise, çok ağır baskılar yapılmaktadır. Bu baskılara elbette karşı durulmalıdır.”

Tarih: 11 Kasım 2008 Salı

Kaynak: http://www.kurdistan-post.com/

”Beşikçi Kürtlerin Ziya Gökalp'i”



Abdullah ÖCALAN

”İsmail Beşikçi'nin kendisi hakkındaki iftiralarına da değinen Öcalan, 'İsmail Beşikçi, benim devlete karşı görüşlerimi bilmiyor mu? Neden böyle konuşuyor? İsmail Beşikçi Kürtlerin Ziya Gökalp'idir. Ziya Gökalp Türkler için neyse İsmail Beşikçi de Kürtler için öyledir. Beşikçi Durkheim sosyolojisinden, Marksizmin en katı halinden ve Ziya Gökalp'ten etkilenmiştir. Kendisi katı bir pozitivisttir. Bunlar hiç değişmiyorlar. Şimdi Güney'de Kürt devleti kurulmakla Kürtler özgürleşecek mi? Hayır. Amerika her şeye hâkim. Bunlara göre Kürt mücadelesi eşittir Kürt milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliği eşittir Kürt devleti. Her şeyi böyle görüyorlar. O çok güvendiği adamları Güçlü, Kotan onlar nerede? Buraya gelen avukat Ahmet Zeki Okçuoğlu nerede? Suriye'de İran'da Irak'ta Türkiye'de ayakta olan, direnen bizleriz. Bunların bir eylemi, bir tepkisi var mı? Bir miting bile yapabiliyorlar mı? Hayır. Ben Cumhuriyet'e karşı olmadığımı söyledim. Ne var bunda, yanlış mı? Yanlış bunun neresinde? Cumhur halk demek, Cumhuriyet de cumhurdan geliyor. Eğer insanlar özgürce bir arada yaşayabileceklerse bu durumda ben bölünmeye karşıyım. İsmail Beşikçi'ye söylüyorum, her bölünme devrim değildir. Onlara göre bir devlet kurulsa her şey biter, sorun çözülür! Ermenileri Anadolu'dan çıkartarak Ermenistan'a sıkıştırdılar. Size devlet kurduk dediler, sorun çözüldü mü? Hayır. Bunlar gerçek Ermeniler değil. Gerçek Ermeni halkından kopuk bir devlet. Şimdi de Kürtleri Güney'e sıkıştırıp sorunu çözdük diyecekler! Ama bunlar gerçek Kürtlerden uzak bir devlet. Hepsi sahte devletçikler. Güney'de kurulan devlet, gerçekten Kürt devleti mi olacak! Kürt halkını Amerika mı temsil edecek? Talabani Barzani mi temsil edecek? Hayır. Hiçbirisi Kürt halkını temsil edemez. Ben de temsil etmem. Kürt halkı kendi kendisini temsil eder. Kürt halkının tercihi ne Apo, ne Talabani ne Barzani ne o ne bu? Kürt halkının tercihi kendi özgür iradesidir' şeklinde konuştu.

Teslim olmadım olmam da

Öcalan, şunları söyledi: 'Ama ben burada da hiçbir zaman teslim olmadım, olmam da. İsmail Beşikçi bunu iyi bilsin.' diyen Öcalan, şunları dile getirdi: 'Beni burada hangi koşullarda yaşıyor sanıyor. Burada, odamın penceresinden görünen iki ağaç vardı, şimdi yok, iki gün önce onları da kestiler. Bunu aslında anlatmak istemiyordum ama artık anlatıyorum. Bu ağaçları niye kestiler? Bu ağaçlara kuşlar konuyordu, kuş cıvıltıları oluyordu, rüzgâr estiğinde hareketleniyordu, yeşillikti, benim bunları, canlı varlıkları görmemi istemiyorlar. Bu nedenle kestiler, baktığımda artık ağaç göremiyorum. Benim bir ağacı bile görmeme tahammül edemiyorlar. Yine geçen gün odamı darmadağın ettiler. Bütün evraklarımı, mektuplarımı dağıttılar. Mektuplarımı bağlayacak bir ip bile bırakmadılar, parçaladılar. Bu dağınıklığı düzeltene kadar ayakta kalacak halim kalmadı. Teslim olsam durum böyle mi olurdu? Ben burada bu koşullarda her gün zehir yerim ama Amerika'nın, İngiltere'nin ve hiçbir gücün denetimine girmem. Burada olmamın sebebi de onların denetimine girmediğimdendir.'

Marksizmi aştım

'Marksizmi aştığımı söylemiştim. Milliyetçiliğin Marks'ı bile etkilediğini söylüyorum. Marks'ın yaptıkları İngiliz ve Alman milliyetçiliğini aşamadı. Milliyetçiliğin de İbrani kabileciliği tarafından oluşturduğunu söylüyorum. Yani bir kabile milliyetçiliği olduğunu söylüyorum. Şimdi ben kendi milliyetçiliğimi dayatırsam sen kendi milliyetçiliğini dayatırsan sorun çözülür mü? Ben bunu aşmaya çalışıyorum. Bu milliyetçilik nasıl Marks'ı denetimi altına aldıysa beni de denetim altına almaya çalıştı. Ama ben, Marks'ı ve Lenin'i aştım çok daha derinlikli düşüncelere ulaştım. Ama Beşikçi onlar bunları aşamadılar. Ben her türlü milliyetçiliğe, bilimciliğe, dinciliğe, cinsiyetçiliğe karşıyım.

Alman ve İngiliz milliyetçiliği Türk milliyetçiliğini de etkilediler. Türkiye'de Türkçülüğü savunanlar Türk mü? Yönetim kademesindekiler; Şu anki Araplar, gerçek Araplar mı? Şu anki Kürtler gerçek Kürtler mi? Hayır. Bunların hepsi yapay, sahtedir. Türkeş onları ortaya çıkardılar, sonra da bu İngiliz milliyetçiliği Erbakan'ı devirip, Demirel onları iktidara getirdiler. Otuz yıldır da bugünkü iktidar için hazırlık yaptılar. Otuz yıldır iktidarda olan İngiliz kliğidir. Melik Fırat, Şeyh Said'in torunu. Ancak Şeyh Said'in mirasını yedi, kırk yıl milletvekilliği yaptı, Kürtler için ne yaptı? Hiçbir şey yapmadı. Ben Şeyh Said'e saygılıyım. Şeyh Sait'le ilgili çözümlemelerim var. Melik Fırat, Şeyh Said'in mirasını satmıştır.'

Siyaset felsefesi yapıyorum

Öcalan, şöyle devam etti: 'Ben daha önce de buradan liderlik yapmadığımı, yapamayacağımı belirtmiştim. Bunun doğru olmayacağını söylemiştim. Zaten doğru da bulmuyorum. Çünkü ben biliyorum ki demokrasi, bir kişiyle gelmez. Bir kişinin söylemesiyle, bir kişinin talimatıyla demokrasi oluşmaz. Ben dâhil Kürt halkı kimseye tabi olmasınlar. Halk kendi öncülerini seçer, öncü görevini layıkıyla yerine getirmezse onu değiştirir, bir başkasını seçer. Ama ben bir siyaset felsefecisiyim, siyaset bilimcisiyim. Kendimi siyaset teorisyeni olarak tanımlayabilirim. Benim bilgi birikimim, siyaset teorisyenliğimi gösteriyor. Ben bu nedenle buradan düşüncelerimi ifade ediyorum. İnsanlar bunları kullanıp değerlendiriyorsa bu onların kendi özgür tercihleridir. Ben kimseye benim için eylem yapın demedim. Ama İran, Irak, Suriye ve Türkiye'de bu kadar insan sokaklara dökülüp kendi ağızlarıyla Apo diyorlar. Ben bunları yapın demedim. Ama bu insanlar beni gönüllerine yerleştirmiş. Buradan benim için eylem yapan, tepkilerini ortaya koyan insanlara da şunu ifade ediyorum; siz benim için bu demokratik tepkinizi ortaya koymuyorsunuz, kendiniz için bu tepkileri ortaya koyuyorsunuz. Kürt halkı benden çok daha acınacak haldedir. Benim bütün amacım Kürt halkına demokrasiyi özümsetmektir, onları yönetmek değil, kendi kendilerini yönetecek duruma gelmelerini sağlamaktır. Halkımıza da vasiyetimdir. Kimseye tabi olmasınlar, kendi özgür iradeleriyle hareket etsinler, karar versinler, bu ben olsam bile.'..”

(…)

21 Kasım 2008 tarihli Görüşme Notlarından

ANF/İSTANBUL

21 Kasım 2008 Cuma

Vefasız Politika




A.Kadir KONUK / Yenihayat1@t-online.de


Politik yaşamımda iyi öğrendiğim önemli noktalardan biri; sağ veya sol olsun, politikanın VEFASIZ olduğudur. İnsan çabuk harcanır. Özellikle de yukarıları eleştiren insanlar bir saniyelik edilirler. Bazıları bu harcama işini “İnsan malzemesi” sözüyle maddeleştirirler.

Geçmişte içinde yer aldığım partinin yöneticilerine “Bu partiyi TKP’nin boşalttığı alana yerleştirmek istiyor, militan içeriğinden soyunduruyorsunuz” dediğim için kötü olmuştum. Bu gün onlar TDKP isimli örgütü tümden yok etmekle kalmadı, onu eski, eksikli, hatalı biçimiyle savunanları bile düşman ilan ettiler.

Deneyimlerimle hareket ediyorum. Bir düşünceyi eleştirmeden önce onun karşısında neyi düşündüğümü iyi anlamaya çalışıyorum. Netleştikten sonra o düşünceyi savunuyor, sonuçlarına da katlanıyorum. Elbette bu davranışım ulaştığım bütün düşüncelerin yüzde yüz doğru olduğu anlamına gelmiyor, ama yanlışlık oranları iyice düşmüş oluyor.

Sayın Öcalan’la ilgili olarak “Sayın” deme kampanyası başlatıldığında “Sayın herkes için” başlıklı bir yazıyı bu sitede yayınlamış, bu yazının bir yerinde şöyle demiştim:

“Sayın Öcalan’ın tecritten çıkarılarak, tüm insani haklardan yararlanabileceği özel bir yerde tutulmasından yanayım. Yani yanına konuşabileceği, sohbet edebileceği birkaç insan verilirse, televizyonu, radyosu, telefonla konuşma hakkı olursa, gazetelerini, mektuplarını, kitaplarını zamanında alabilirse, günlük yeterli ölçüde havalandırmaya çıkarılabilirse onun sıradan hapishanelere götürülmesine karşıyım.
Neden mi?
Öküz bir gardiyan, aşağılık kompleksinden kıvranan bir müdür gelir, “Gel lan buraya Apo” diye seslenir.
Dayanabilirseniz dayanın.”

Türkiye’de cezaevleri kendi başlarına birer cumhuriyettirler. Her ne kadar ortak bir yönetmeliğe sahip olsalar da onları uygulayan yöneticilere göre bu yönetmelikler pekala değişebiliyorlar. Var olan yasalara göre cezalandırılmış insanların bu yönetmeliklere uymama özgürlükleri vardır, karşılığında onları bekleyen elbette ödül değil, cezalandırılmadır.

Abdullah Öcalan mevcut yasalara göre suçlu bulunmuş, cezaevine konulmuş, özgül konumu gereği öteki siyasilerden daha ayrıcalıklı bir uygulamaya tabi tutulmuştur. Onu savunanlara göre Öcalan ezilen bir ulusun haklarını savunduğu için suçsuzdur.

O zaman savunulması gereken şey, süresi belirsiz olan bir cezanın çekileceği cezaevinin koşullarının iyileştirilmesi değil, onun özgür bırakılması olmalı değil midir? Bu istem öteki siyasi tutsaklarla bütünleştirilince ifadesini “Öcalan’a özgürlük! Koşulsuz genel af”ta bulursa yanlış mı olur?

Cezaevlerinde olan insanların saçlarının kesilmesi, dövülmeleri, hücrelerine saldırılıp tecavüze kalkışılması, aramalarda cinsel organlara kadar bakılması, cinsel tacizin cop sokmaya kadar götürülmesi yeni bir olay değildir. Öyleyse bunlara sadece Öcalan’a uygulandıkları için değil, genel bir uygulama oldukları için toptan karşı çıkmak en doğrusu değil midir?

Slogan burada “Yıkılsın zindanlar, genel af” olamaz mı?

İmralı’da ilginç bir hareketlilik olduğunu geçti ajanslar. Hapishanenin genişletileceği, oraya başka mahkumların götürüleceği yorumları yer aldı bu haberin içinde. Bakanlık yetkilileri de bu haberi “Beş altı kişi gönderebiliriz” diye doğruladılar.

Böyle bir olay gerçekleşirse oraya kimlerin götürüleceğini zannediyorsunuz? Öcalan’a saygı duyanların mı?
Elbette hayır.
En başta Şemdin Sakık gibileri düşünmek gerek. Ergenekon davası inşaat bitinceye kadar sona erer. Onlardan hüküm giyecek bir kaçını, itirafçıları da düşünün.

Bu tür insanlar elbette komutanların karşısında hazır olda duracak, tüm emirleri yerine getirecekler. Eğer ortak bir koğuşta yaşarlarsa koğuşun işlerini de ortak yapacaklar demektir. O zaman sayın Öcalan’ın bunlara hizmet etmesi gerekecek. Örneğin, nöbet sırası kendine geldiğinde yemeklerini dağıtacak, bulaşıkları yıkayacak… Bunlara uymadığı zaman yine hücreye konulacak.

Onları neden İmralı’ya götürüyorsunuz diye itiraz edebilir misiniz?

Yineliyorum, bana göre sorun cezaevlerinin koşullarının düzeltilmesinden ötededir, asıl istem “Tüm siyasi tutsaklar için koşulsuz genel af” olmalıdır.

Bunu içerideki insan istemez, isteyemez. Bu istemi dile getirmek dışarıdakilerin görevidir. Böyle bir uygulamanın gerçekleşebilmesi için elbette dışarıda bazı koşulların da olgunlaşması gerekir. O koşullarla ilgi olarak da istemler somutlaştırılmalıdır.

Sayın Ahmet Türk bir otonomi, federasyon, bağımsızlık istemediklerini, ortak bayrak, ortak devlet tezini savunduklarını dile getirdi.

Eğer istem buysa bunun adı artık her yerde konulmalıdır.
Yok bunlar geneli bağlamayan, bir siyasinin kendi iç düşünceleri ise o zaman da sorun maddeleştirilmelidir.

Geçmişte “Sosyalist, birleşik, bağımsız Kürdistan” sloganıyla yola çıkılmış, bu gün bunların tümünün yadsındığı bir noktaya gelinmiştir. Bu günün istemleri dünün istemleriyle asla çakışmamaktadır. Bu günkü istemleri şöyle özetlemek olanaklı:
-Ana dile özgürlük, ana dilde eğitim, basın-yayın hakkı
-Kültürel özgürlük
-Siyasi parti kurma özgürlüğü
-Birlikte eşit koşullarda yaşama özgürlüğü
-Dağdaki insanlara koşulsuz genel af!

Bazı insanların sıklıkla “PKK ne istiyor belli değil” sözlerinin altı boş değil. İstekler yaygın, kesin sınırları çizilmemiş, halk belirli anlarda sokak eylemlerine çağrılıyor ama nereye yönelmeleri gerektiği belirli değil. Sokaklar kaynıyor, taşlar atılıyor, insanlar ölüyor, bir süre sonra derin bir sessizlik sarıyor her tarafı. İstanbul’da yaşanılan ve insanı gerçekten güldürerek düşündüren “Otomobil lastiklerini kesme eylemi”nin neye hizmet ettiğini anlayabilen varsa beri gelsin.

Bu tür eylemler kitleyi yoruyor, bıkkınlık yaratıyor ve bu bıkkınlık giderek “Bitsin de nasıl biterse bitsin” anlayışına kadar uzanabiliyor.

Bu gün bu anlayışın giderek hızla yaygınlaştığını söylemek mücadeleye darbe vurmak anlamına mı gelir acaba?

Her gün bizleri şaşırtan haberler okuyoruz. Yerel seçimler için daha adaylar başvuru yapmadı, nerede, kimin aday olduğu belli değil, ama parti yönetimi tarafından belirli kent ve ilçe merkezlerinden “Kadın aday gösterileceği” açıklanıyor.

Bu ne anlama gelir sizce?
O bölgeler için adaylar bellidir. Buralarda erkek adaylar ağızlarıyla kuş tutsalar seçilemeyeceklerdir!
O kadar.

Bütün bunlar politikanın içinde olan şeyler. Beni içten yaralayan ve “Hayır, bu işin hiç tadı kalmadı” noktasına vardıran ise bir tek söz: “Beşikçi Kürtlerin Ziya Gökalp’i olmak istiyor!”

Sayın İsmail Beşikçi’nin avukatı değilim, ama saygı duyduğum bir bilim adamı olduğu için, hayır sayın Öcalan, Beşikçi’nin böyle bir istemi hiçbir zaman olmadı, olacağını da zannetmiyorum, diyeceğim. Ziya Gökalp bir Kürt’tü ama “Ben Türk’üm” diye bas bas bağırmış, Türkçülüğün esaslarını belirlemişti. Beşikçi hiçbir zaman “Ben Kürt’üm” demedi. O her zaman Kürtlerin dostu oldu, onların özgür, bağımsız yaşamalarını istedi, bunun cezasını da ömrü boyunca yeterince çekti. Çektiklerinin ödülü bu söz olmamalıydı.

Onu böyle suçlamasaydınız, düşüncelerini benimsemediğinizi söyleyerek eleştirseydiniz daha iyi olmaz mıydı? Böyle bir davranış herkes için daha öğretici olurdu.

Yaşamını Kürtlerin bağımsızlığı için severek harcamış birini bir faşistle özdeşleştirmeniz benim de yüreğimi yaraladı.
Bir kez daha üzdünüz bizi.

İşte vefasız politika böyle oluyor. Üzülüyor, yeniden öğreniyoruz.

18 Kasım 2008 Salı

ANADOLU CUMHURİYETİ




Yener ORKUNOĞLU

yorkunoglu@gmx.net

Son günlerde burjuva basınında yürütülen bir tartışma var. Bu tartışmada ise Anadolu Cumhuriyeti düşüncesi söz konusu ediliyor. Bir TV proğramında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ‘Kürt Sorunu’ konusundaki tutumu tartışılıyor. Turgut Özal’ın kardeşi Korkut Özal TV proğramında şunları söylüyor: ‘Ağabeyim bir keresinde ’ Atatürk ve arkadaşlarının kurdukları devlete 'Türkiye Cumhuriyeti' değil de 'Anadolu Cumhuriyeti' adını verdiklerini düşünelim dedi.’

Aynı şeyleri iki yıl önce vefat eden Reha Mağden, 2004 yılında Birgün gazetesinde bir yazısında dile getirmişti. ‘Tarihte husumet ve Coğrafyada muhabbet’ başlıklı yazısında Reha Mağden şunları yazmıştı:

"Sanıyorum 1992 yılıydı. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'la bir röportaj yaptım. "Kürtleri, Dicle Fırat boylarına taşıyacağız, su medeniyettir," diyordu. "O zaman sorunları bitecek, bir gün valilerini de seçerler, olur biter."

O zaman bu laflar 'aşırı'ydı, galiba. Ama daha önemlisi, bana teybi kapattırıp, şunları söyledi: "Hani zihnini çalıştır, diye söylüyorum; yoksa öneri değil; mesela Türkiye'nin ismi, Anadolu Cumhuriyeti, olsaydı, bugün yaşadığımız sorunlar olur muydu?"

Kendini ilerici sanan Hürriyet gazetesi köşe yazarı Özdemir İnce, soruya bile tahammül edemiyor ve faşizan bir yaklaşım göstererek şunları yazıyor:

’Cumhurbaşkanı Özal'ın bu sorusunda bir keramet arayanlar çıkabilir. Ama benim için, ‘tarih-coğrafya-yurtbilgisi'nden zerre kadar anlamayan bir yetişkinin çocukça sorusudur. Bir cumhurbaşkanının zihinsel idman olarak kendine ve bir başkasına öneremeyeceği hafiflikte, ‘köşe dönme ideolojisi'ne yaraşır bir soru. Turgut Özal, ne yazık ki, ulusları ve devletleri yaratan ve kuran oluşturucu cevherin (Raison d'etat) ne olduğundan habersiz. Ulusların tarihte oynadığı kurucu rolü de bilmiyor.’

Bu bakış açısıyla Özdemir İnce ne kadar kalıpçı ve doğmatik düşündüğünü sergilemektedir. İnce, ulus denince etnik bir grubu anladığını açığa vurmaktadır. Çeşitli etnik grupları içeren bir ulus anlayışını hayal edemiyor. Ayrıca Kürt sorununa çözüm arayan bir mantıkdan ziyade, sorunu çözümsüz birakan bir mantığı ortaya koyuyor. Faşizan bir konumuna düştüğünü fark edemiyor.

Hem ’Anadolu Cumhuriyeti’ gibi tartışmaya değer bir düşüncenin ’köşe dönme ideolojisi’yle ne ilişkisi var? İnce’nin demogoji yaptığı açık bir şekilde belli oluyor.

Turgut Özal, alt-emperyalist yayılmacı bir politikaya eğilimli idi. Türkiye’yi Ortadoğu’da etkin bir güç haline getirmek istiyordu. İç sorunlarından arınmış bir ülkenin etkin bir alt-emperyalist ülke olabileceğini düşünüyordu. İyice palazlanmakta olan burjuvazinin eğilimlerini yansıtan Özal, Türkiye’deki mevcut statükonun bir ölçüde aşılmasından yanaydı. Özdemir İnce, statükocu bir bakış açısından hareket ettiğinden dolayı, politik olarak Turgut Özal’ın gerisine düşmüştür. Ha bu sözlerimden Turgut Özal’ı övgüler diziyormuşum diye bir sonuç çıkarılmasın. Sosyalist bir projeyi savaunan biri olarak her koşulda kendi projemi esas alırım. Ben sadece Özdemir İnce’nin politik açıdan Özal’a nazaran daha dar görüşlü ve ufuksuz olduğuna dikkat çekmek istedim.

Gelelim yine Anadolu Cumhuriyeti düşüncesine. Reha Mağden yıkarıda adı geçen yazısında ilgiç şeyler de söylüyor

‘Şimdi bir 'tarih ve coğrafya' muhabbetidir gidiyor. Adımızı, tarihten mi alacağız, coğrafyadan mı?

Kimisi, tarihsiz ulus olmaz ve ülkenin adı tarihtendir,
diyor.

Kimisi, adını tarihe dayamayan pek çok ülke var, diyor.

Tarihi adlar, coğrafi adlar…

Tarih, bir toprak parçası olmazsa olmazdı. Tarihle ilgisini koparmayanlar da coğrafyalarını özlüyor. Tarihteki husumetler bir toprak parçasının selameti için değil miydi?’

Tarihi
, çoğrafyadan ayırmak mümkün değildir. Ama çok-uluslu bir coğrafyadaki tarihi tek bir ulusun (Türk tarihi) tarihi haline getirmek, o coğrafyada yaşayanları görmezlikten gelmek demektir. Özdemir İnce, Anadolu coğrafyasının tarihini sadece Türklerin tarihine indirgemektedir. Oysa Anadolu bir çok uygarlıkların ve halkların ortak bir tarihinin yaşandığı bir yerdir. Ben kendi adıma ’Anadolu Cumhuriyeti’ düşüncesine eleştiri hakkımı saklamak koşuluyla destek veriyorum. Ulusal sorun, ulus teorisi ve ulus kavramları, daha yoğun bir şekilde tartışmayı gerektiriyor.

15 Kasım 2008 Cumartesi

AMERİKA MI, İNSANLIK DÜŞMANIDIR!


Faiz CEBİROĞLU

Amerika mı, yeni sömürgeciliktir.

Amerika mı, gırtlağa kadar borç ve iliklere kadar sömürü demektir.

Amerika mı, uluslarötesi tekel demektir. Şudur: Yenisömürge ettiği ülkelerdeki mali işlerin büyük bir bölümünü kontrol etmek demektir.

Şudur: Yenisömürge ettiği ülkelerde ”devlet içinde devlet” olmak demektir.

Şudur: Yenisömürge ettiği ülkelerde tüm halklara karşı yoğun saldırı ve savaş demektir.

Amerika mı, insanlık düşmanı olmak demektir.

Amerika mı, düşmanlığın devam etmesi demektir.

Amerika’daki tekeller düzeni; agresifliktir. Kuvvetini(!) sivilleri öldürmekle gösteriyor. Bu tekeller Amerika’sı için şart oluyor: düşman yoksa, düşman yarat ve dünyaya kuvvetini göster, demek oluyor. Düşman yoksa, işgal ettiğin sivil insanları ”düşman” göster ve yok et, oluyor.

Tekeller Amerika’sı buna mecburdur; iki de bir ”gücünü” şu ya da bu şekilde göstermek zorundadır. Bundan, şu sonuç çıkıyor: Emperyalizm sadece sömürü değil, aynı zamanda bir güç gösterisi oluyor.

Sonucun sonucu, tarihsel nedenlere kadar uzanır; Amerika, kahraman Vietnam halkından aldığı yenilgiyi sivil halkı öldürmekle unutturmaya çalışıyor. Bu açıdan iki de bir Afganistan ve Irak’taki halklara bomba yağdırıyor. Vietnam’daki yenilgi korkusunu tarihe gömmek istiyor.

Bu yüzden de Amerikan düşmanlığı devam ediyor, dünyanın başka yerlerinde ve Ortadoğu da, sivil insanlara bomba yağıyor, bomba yağdırmaya devam ediyor. Daha yeni oldu, Al-cezire televizyonundan öğrendim:

”Amerika, Irak’taki Al-Davr kentini bombalıyor. Onlarca sivil ölüyor.”

Amerika mı, ölüm oluyor:

Amerikan araştırmalarına göre, Irak’ta, işgalden bu yana, 95 bin sivilin öldürüldüğünü söylüyorlar. Verilen sayının daha yüksek olacağı tartışma götürmezdir. Ama rakamlar ne olursa olsun, Amerika’nın bir halk düşmanı olduğunu göstermeye yetiyor.

Amerika mı, insan düşmanı oluyor:

Daha yeni Afganistan’da yapılan bir düğün bombalanıyor: 40 ölü, 28 yaralı. Üç ay önce de bir başka köy gene bombalanıyor; ölen sivil sayısi 90’dır…

Sivillerin katledildiği Afganistan’da, Amerika’nın yenisömürge başkanı Karzai, ülkede hiç birşey olmamışçasına, Amerika’da yeni seçilen Barack Obama’ya tebriklerini gönderiyor.

Tekeller yönetimi mi, yüzsüzlüktür.

Açıktır: Tekeller ve tekeller yönetiminde yer alan insanlarda ne ahlak ne de yüz var. Olmuyor.

Amerika ve tekeller sistemi, ahlaksızlık ve yüzsüzlüktür.

Belirtmek yerindedir: Yaşadığımız bu tekeller dünyasında Lenin’i tekrar okumak zamanıdır. Lenin’in :”Emperyalizm: Kapitalizmin Yüksek Aşaması” kitabını tekrar okuma zamanıdır. Yazıma uygun olarak ta Lenin, ”parazitlerden” bahsediyor; ”çürüyen ve çürüten” parazitlerden. Tam yerindedir; Ortadoğu’da parazit çoktur. İşte Karzai hem parazit hem de yüzsüzdür. İşre Irak’taki hükümet, parazit hükümeti ve parazittir.

Bu bağlamda Karzai ahlaksızlık örneği oluyor; yüzsüz ve parazittir.

Bu bağlamda, Irak’taki hükümet ve al-Maliki ahlaksızlık demek oluyor. Bu hükümette yer alan ve bu hükümeti destekleyen herkes parazit ve yüzsüzdür!

Amerika, tekeller sistemi bu oluyor; ahlaksız ve yüzsüz insan yaratmak oluyor…

Amerika mı, yenisömürge ettiği ülkelerde yüzsüz, ahlaksız ve parazit insanlar yaratmak oluyor.

Amerika mı, insanlık düşmanıdır.

İnsan olmak mı, Amerika’ya karşı mücadele demektir!

AHMET KAYA İÇİN

Prof. Dr. M. ŞEHMUS GÜZEL

Can adamdı. Candan adamdı. Mütevaziydi. Kalender tanımlamasına en iyi uyan birkaç insandan biriydi Ahmet Kaya. Kararlı. İnançlı. İnanmış. Kavganın içindeydi.

Türküleri hep ağlamaya yakın duran kızğınlık ve isyan, red ve başkaldırı tomurcuklarının yeşerdiği güzelliklerdir. Türküleri bizimle kardeştir. Sesinde hep bir melankoli duyumsanır ve o nedenle mutlaka ağlatırdı dinleyicilerini. Başı dumanlıydı Ahmet Kaya’nın. Başkaldırıya davet ediyordu.

Türkülerinde gerçek yaşam var. Mücadeleler yüklü yaşam. Dertler ve arzular taşıyan. Ve asla yorulmayan. İsyanlara gebe yaşam. Onun için Ahmet Kaya « Başkaldırıyorum »u en iyi söyleyendi. Söylemek için çünkü bilmek lazım. Bilmek için çünkü yapmış olmak, yaşamış olmak gerekir. Ahmet Kaya hem oydu hem de bütün bunlara sahipti. « Ağladıkca dağlarımız yeşerecek göreceksiniz » diyen ozandır Ahmet Kaya. Ağladıkça...

Duyarlıydı. Çok duyarlıydı. Türkülerinin, sözcüklerinin toplumsal, kültürel ve siyasi eylemlerden daha etkili olduğuna inanıyordu. Öyle olduğunu sanıyordu. Sanatçıyı sanatçı yapan özelliklerden biri budur işte. Evet duyarlıydı Ahmet Kaya : Halkına, geniş çok geniş toplumsal ailesine, kendisine ve ailesine yapılanlara, yapılan haksızlıklara, sömürüye, küçük görmelere, kimliklerin rededilmesine umursamaz kalamıyordu. Duyarlılığı buralardan geliyordu. Bu da sanatcının özüdür.

Ahmet Kaya ozandı. Çeketini yağmura asar. Ağzından ayışığı fışkırır. Kunduralarını güneş ışıklarıyla boyar. Gençliğini kimse bilmez. Bir o bilir. Bir o.

Türküleri gerçek hayattır : Fransa’da Renaud, Şili’de Victor Jaro, ABD’de Bob Dylan ve Joan Baez ile kardeştir. Anlatıcısıdırlar gerçek insanların yaşamını türkülerinde. Yaşanan yaşamı seslendirirler. Palavra yok burada. Gerçek hayat var.

Ahmet Kaya Kürttü. Özgürlük hayranı ve Kürt halkının davasının inanmış ve kararlı savunucularındandı.

Ahmet Kaya ile 8 Ağustos 1989’da Paris’in güney banliyölerinden Gringny’de bir dostunun evinde tanıştım. O günlerde kısa bir süre için yurtdışına çıkmıştı. Ve 29 Temmuz 1989 tarihli Hürriyet gazetesi uydurma bir haberle Ahmet Kaya’nın « Fransa’ya iltica ettiğini » yazmıştı. Ahmet Kaya bir basın toplantısıyla hemen yalanlamıştı bu asparagası, ama buluşup bu uydurma haberin nedenlerini konuşmak ve biraz sohbet etmek istedim. Öyle de yaptık. O günkü konuşmamızda Avrupa’ya yıllar sonra yeniden gelmesi vesilesiyle neler duyumsadığını da anlattı. Verdiği konserlerde dinleyicilerin tepkilerini de aktardı. Daha 15-16 yaşındayken bir süre yaşadığı Almanya ile 1989 Almanya’sı arasında karşılaştırmalar da yaptı. Ahmet Kaya o gün birkaç saat süren söyleşimiz sırasında birçok şey anlattı. Ve bir ara aynen şunları söyledi : « Türkiye’nin insanlarını, devrimcilerini ve emekçilerini özledim. » Ülkeden ayrılalı daha birkaç hafta olmuştu ama o özlem duyuyordu : Ülkesine ve ülkesinin sevimli insanlarına. (Bu söyleşinini tümünü Söyleşiler : Vir-Gül-Üne Dokunmadan isimli kitabımda bulabilirsiniz. Kaldıraç Yayınevi, İstanbul, 2008.) Ahmet Kaya’nın 1999’da Paris’e yeniden gelişi ve 16 Kasım 2000’de vefatına kadar süren dönemi anlamamız için bu sözleri son derece açıklayıcıdırlar. Evet Ahmet Kaya ülkesine ve sevimli insanlarına hayrandı, Aşıktı. Duyarlılığının kaynağı oradaydı, onlardaydı.

1989’dan 1999 sonuna kadar Türkiye’de kaldığı süre içinde birçok konser verdi. Birçok şey yaptı. Keselerini açıp önüne dünyalar kadar para dökmelerine rağmen, gazino ve/veya barlarda türkü söylemedi. Kural sahibiydi Ahmet Kaya. Kurallarına sayğılı. Dinleyicileriyle ve hayranlarıyla ilişkisini sıkı ve sahici konserleri ve kasetleriyle sürdürdü.

Sonra yeniden Paris’e geldi. Neden geldiğini artık anlatmıyorum. Biliyorsunuz mutlaka. Ve sorumlu olanların pis sırıtmalarını gözlerimizin önüne getirmek mümkün. Yılmaz Güney, Nazım Hikmet gibi halkla en iyi ilişkileri kurmuş olan bir sanatcımızı daha yurt dışına çıkmak zorunda bıraktıkları için kına yakmışlardır emin olunuz. Ama Ahmet Kaya Avrupa’da bütün duyarlılığını ve bütün zekasını halkının hizmetine sunmaktan çekinmedi. O halkını seviyordu. Halkı da onu. Boş durmadı : Konserler, konserler yine konserler...televizyon ve radyo programları. Ziyaretler. Yeni insanlar. Yeni yüzler. Düş kurmayan gerçek yüzler.

Birçok tasarısı da vardı Ahmet Kaya’nın. Tıpkı Yılmaz Güney ve Mahmut Baksı gibi kafasında binbir proje. Sinemayla ilgileniyordu örneğin. « Yılmaz Güney’in Umut filmiyle başlattığı anlayışı ileriye taşımayı » hedefliyordu. Temmuz 1999’da Yeşim Ustaoğlu’nun Güneşe Doğru filmi üzerine Paris’te sohbet ederken, şunları söyledi : « Gecekondu evindeki sahneler teknik bakımdan yetersiz. Bizzat bir evde çektiklerini sanıyorum. Oysa bir ‘plato’ yapılsaydı ve orada çekilseydi o sahneler daha yerinde olurdu. Kameralar iyi kullanılmamış. » Bu filmin konusuna ilişkin olarak ta şunları belirtti : « Kürtler bugün kentlerde esrar, uyuşturucu, kadın ticareti ve benzeri pis işlerde çalıştırılıyor, böylece yok edilmeye çalışılıyorlar. Bu tipler gösterilmeliydi. Benim için çelişki metropollerde. Böyle bir filmi gecekondudan başlatmak gerek. » Bu konunun Zeki Demirkubuz’un Masumiyet filminde işlendiğini hatırlatmam üzerine Ahmet Kaya, bu filmi çok beğendiğini söyledi ve şunları ekledi : « Evet, haklısın, doğru. Zeki Demirkubuz iyi bir sinemacı. »

Klipler yanında uzun filmler yapmak istiyordu. Daha çok şey yaratacaktı Ahmet. Konserlerden, turlardan vakit kalsaydı. Kimse ona ayrılan zamanın kıt olduğunu bilmiyordu. Bilmesi de mümkün değildi. O koşturuyordu, zamanla yarışıyordu.

Ahmet’in derdi başkaydı : Boğaziçi’nden, ailesinden, eşinden ve çocuğundan uzakta olmak. « İstanbul’da bir seslenince sesim öte yakadan duyulur » diyen Ahmet Paris’teydi ama Paris onda değildi. Ahmet yalnızdı Paris nam rüküşte. Bu kentte kardeşlerim,yalnızlık, sokaklara, caddelere, meydanlara, lokantalara, sinema salonlarına ve evlere sinmiştir. Ve bu yalnızlıktan kurtulmak mümkün değildir. Hele siz de yalnızsanız. İyi ve yakın dostlarının yol arkadaşlığı, yoldaşlığı da Ahmet’i bu yalnızlıktan kurtarmaya yetmiyordu. Yetemezdi. Bu Ahmet Kaya sokağa çıktığında tanınmışlığa, lokantaya gittiğinde büyük bir sevgi ve çoşkuyla karşılanmaya alışmış Ahmet Kaya’dır. Bu Ahmet Kaya ki bir yere çıktığında birçok ardakaşı, eşi ve dostuyla gitmeye alışkın Ahmet Kaya’dır : Paris’in yalnızlık kokan akşam saatlerine ayarlayamadı kendini. Avrupa türü yaşam biçimi Ahmet için değildi. Daha önce Yılmaz Güney için olamadığı gibi. Zordu bu yaşam biçimi. Tatsızdı. Akşam yalnızlıklarının ağırlığında kaldırılması olanaksızdı...

Ama ne olursa olsun Ahmet Kaya Nazım Hikmet’le dolaştı Paris sokaklarını, gençliğini yaşadı... Ve sonra zamanı gelince Yılmaz Güney’le buluştu : Pere Lachaise’de şimdi iki sevimli insan, iki devrimci, iki çok iyi sanatcı komşudur. İnanmayacaksınız belki ama yattıkları mekanlar birbirine iki adımlık mesafededir. Yılmaz’ı ziyarete giden Ahmet’e Ahmet’i ziyarete giden Yılmaz’a ugramadan ayrılamaz oradan. Ve kimi bir de bakarsınız herbirine üç gül bırakır : Biri kırmızı, biri sarı, biri yeşil. Birkaç adım ötede bakarsınız pat diye karşısınızda Edith. Hangi Edith mi ? Edith Piaf ! « Serçe » Edith evet, ta kendisi. Ahmet Kaya gibi sokakların dilini konser salonlarına taşıyan sanatcı. Sevimli. İnce. Güleç. İşte bir ağaç altında Yves Montand ile Simone Signoret. Burası Paris tamam, buna bir itirazımız yok. Ama bakar mısınız lütfen : Edith gerçek soyadıyla Gassion : Biraz İspanyol, biraz Berberi, biraz İtalyandır. Yves asıl adıyla Yvo Livi ise işte ismi üstünde ya, tamamen İtalyan : Babası Mussolini faşizminden başını ve çocuklarını kurtarıp Marsilya’ya sığınmış İtayan Komünist Partisi ve daha sonra Fransız Komünist Partisi militanı sıkı bir adam. Anası tam bir « mamma ». Aynı mekanda Auguste Blanqui’yi de buluyoruz : « Le partageux de La Commune de Paris ». « Sosyalizm ve Barış mücadelesinin eşsiz militanı Henri Curiel »i de. Marx’ın genç ve güzel kızı Laura ile damadı Paul Lafargue’ı da. İkinci Savaş yıllarının Direnişçilerini ve isimli isimsiz binlerce ihtilalciyi de. Herkes burada. Jim Morrison bile gelmiş : Ta ABD’lerden kalkıp, koşarak. ABD’de kalsaydı kimbilir kaç yıl hapis cezası kesilecekti : Nedensiz ! Abdurrahman Qassımlo ise biraz yukarıdaki tepede yatıyor. Yoldaşlarıyla. Ülke özlemi baki. Ahmet Kaya yalnız değil. Bu doğru. Ama bu kadar erken gelmek mi gerekiyordu randevularına ?

Çok genç ayrıldı Ahmet. Çok genç evet : 43 Yaşınızda elveda demek ölüm değil haksızlıktır. Bunun adı ölüm olamaz. Kaya’yı anlamak ve anısını yaşatmak umuduyla tarihini, gerçek hayatını, sanatını yazmak isteyenlerin, isteyeceklerin onun bütün söylediklerini ve yaşadıklarını inceleyeceklerinden eminim. Kültürel dünyamızda çok kısa zamanda çok büyük bir çıkış yapan ve sınırlı zamanına dünya kadar iş sığdırmasını bilen Kaya’nın ciddi araştırmalara ve bilimsel tezlere konu olacağından eminim. Genç kuşak araştırmacıların bu işi en iyi biçimde kotaracaklarını umuyorum. Bize gelince, pencerelerimize bakmalıyız her sabah kuşluk zamanlarında : Ahmet Kaya’nın boncuktan kuşları konmuş olabilirler çünkü her an.

« Bana Diyabakır’dan, Bitlis’ten bir avuç toprak, İstanbul’dan bir soluk lodos getir » diyor Ahmet Kaya : Ziyaretine gelecekler/gidecekler artık bilmiyorduk diyemezsiniz.

« Ağladıkça /geceyi tutacağız /görecek göreceksiniz /Ağladıkça /dağları gececeğiz /görecek göreceksiniz. »