30 Mart 2010 Salı

10 SORUDA TÜRKİYE PANORAMASI


Adil Okay
adilokay@hotmail.fr

Hayatın her alanı test oldu. Çocuklar anaokulundan başlıyor test çözmeye. Kocaman adam ve kadın oluyorlar, anne baba oluyorlar ama hala test çözüyorlar. Sistem onları hayatta ve ayakta kalabilmek için test manyağı olmaya zorluyor. Test çözemezseniz Anadolu lisesine, test çözemezseniz üniversiteye, test çözemezseniz memuriyete başlayamazsınız. Tabi sınav listesi, bu sayfanın sığamayacağı kadar çok uzun. Ben hala tümünü anlayabilmiş ve kavrayabilmiş değilim. Ancak anladığım bir olay var. Oldukça vahim. O da test çözerek büyüyen çocukların ufku daraltılıyor. Sorgulama yetenekleri dumura uğratılıyor. 4 Ya da 5 seçenek var. Özgür seçenek, yaratıcılık yok. Öğrenciye ‘senin görüşün ne, bir seçenek de sen sunabilir misin’ diye sorulmuyor. Doğru cevap bu dört veya beş şık arasında deniliyor. Bunu reddeden hayatta sınıfta kalır diye de tehdit ediliyor.

Madem sistem insanları test çözmeye alıştırdı, bari alternatif test soruları hazırlayayım dedim. Bu sorular aynı zamanda günümüz Türkiye’sinin panoraması olsun. Çok mu iddialı oldu. Olur olur, siz de katkı yapar benim sorularımı çoğaltırsanız olur. Hazır mısınız? Başlayalım:

1− ‘Sakıncalı’ bir mitingde, ‘sakıncalı pankart’ taşıyan iki kişi, yasalar karşısında aynı suçu işlemiş sayılır ve aynı cezayı alırlar. Peki, hangi muz cumhuriyetinde aynı pankartın bir ucundan tutana 10 ay, diğer ucundan tutana 6 yıl hapis cezası verilir?

a)Nijerya b) Suudi Arabistan c) Peru d) Maalesef Türkiye e) Yok devenin pabucu. Abartmayalım.

2− Çocukken hepimiz hırsız polis oyunu oynamış ve polis rolündeki çocuklara taş atmışızdır. Gerçek hayatta polislere taş atmak suçtur. Ancak bu taşı atan çocuksa, ‘büyükler’ gibi cezai müeyyide uygulanmaz. Büyükler taş atsa da, demokratik bir ülkede en fazla polise mukavemetten 1−3 yıl ceza alırlar. O ceza da ertelenir. Peki, taş atan çocuklarına beş yıl, on yıl hapis cezası veren, işkence yapan ucube ortaçağ adalet sistemi hangi ülkede vardır.

a)İsrail. b) Irak. c) Yemen. d) İran. e) Türkiye. f) 21. Yüzyılda bu dediğiniz olamaz. Şaka olmalı.

3−Dünyanın en zengin−rüşvet aldığı tescilli− emekli veya muvazzaf generali kimdir?

a)
Michel Platini. b) Vladimir Putin. c )Pinochet. d) Beşir Esad. e) Kenan Evren’in sağ kolu, suç ortağı Tahsin Şahinkaya.

4− Başbakan Tayyip Erdoğan, Gazze’de İsrail’in öldürdüğü çocuklar için ağladı. Ama Filistinlilerle dayanışmaya giren ve İsrail’e karşı savaşta hayatını kaybeden onlarca Türkiyeli devrimci için ağlamadı. Neden?

a) Başbakan canı istediği zaman ağlayabilecek yetenekte. b) Başbakan. İsrail’e karşı savaşan Türkiyeli devrimcileri görmezden geliyor. c) Başbakan ağlamak için gözüne limon sıktı. Yok yok soğan soydu. d) Siz de çok kötü niyetlisiniz, daha ne yapsın padişahımız pardon başbakanımız, bildiği iki kelime olan İngilizce ile ‘one minute’ dedi ya. e) Başbakan ’12 Eylül ve Filistin Günlüğü’ adlı Ütopya yayınevinden çıkan kitabı okumamış. O nedenle İsrail saldırılarında öldürülen Türkiyeli devrimciler için ağlamadı. Oysa bu kitap meclis kütüphanesinde var. Bir an önce okumalı.

5− kaçak işçiler dünyanın birçok ülkesinde var. Sadece Avrupa’da 300 bin kaçak Türk işçisi yaşıyor. Kaçak göçmenlerle mücadele tüm hükümetlerin programında yer alır. Peki, bir başbakan, ‘kaçak işçilerin sarışın olanları iyidir, esmer olanları kötüdür’ der mi? Örneğin, ‘X ülkesinden gelenler kalsın, Y ülkesinden gelenler zorla geri gönderilsin’ diye ırkçı konuşmalar yapar mı?

a)Ne Saçma soru bu. b) İnanamıyorum faşizm ikinci dünya savaşından sonra bitti sanıyordum. c) Avrupa’da Irkçı faşist partiler var ama hükümet olacak güçleri yok. Dolayısıyla ara sıra böyle münferit çatlak sesler duyulur. Ama maazallah bunu bırakın bir başbakanı, bir bakan bile söylese hemen istifaya zorlanır. d) Bunu bilmeyecek ne var. Hali hazırdaki milliyetçi muhafazakâr padişahımız pardon başbakanımız bu kararı alabilir. Bu tür konuşmalar yapabilir. Zira o bir gün demokrat, bir gün şeriatçı, başka bir gün de ırkçı faşist kimliğe bürünebilir. e) Konuyu anlamadım. Ama araştıracağım.

6− Defalarca ameliyat olan, adli tıpın tahliye edilmesi gerekir diye rapor verdiği Erol Zavar, Taylan Çintay, ismet Ayaz ve aynı durumda 49 ağır hasta tutsak neden hala hapistedir?

a) Cezaevinde tahliye dilmeyen kanser hastası mı var. İnanmam. b) Hükümet muhalefetle mahalle maçı yapmaktan bu konulara zaman ayıramıyor. c) Cumhurbaşkanı köşke dijitürk taktırmış. Kovboy filmleri izlediğinden bu konularla ilgilenmeye zaman bulamıyor. Aslında o çok iyi bir insan ama ah o danışmanları yok mu? d) Adalet bakanı entel görünmek için briç ve satranç öğrenmekle meşgul. e) Bu da soru mu? Burası Türkiye. Başı ağrıyan mafya şefi, dişi ağrıyan yargısız infaz amiri tahliye edilir ama sol politik tutsaklar kanser, felç veya ağır çölyak hastası da olsalar tahliye edilmezler.

7− Wernicke Korsakof ne demektir?

a) Paris St. Germain takımında bir oyuncu. b) ’19 Aralık hayat söndürme operasyonu’nun mimarı (eski adalet bakanı) Hikmet Sami Türk’ün cezaevlerine bulaştırdığı bir hastalık adı. c) Bilmiyorum. Ama öğreneceğim. Daha İngilizce kursuna yeni başladım. d) F tipi cezaevlerinde, bir avuç gökyüzü, üç adım volta, üç cümle sohbet uğruna yapılan ölüm orucundan sağ kurtulan tutsaklarda oluşan hastalık. e) b ve d maddeleri doğru cevaba yakın.

8− Dünyanın hangi ülkesinde Potansiyel darbeciler, darbe yapmayı düşünen veya planlayanlar yakalanıp hapse atılırken, bizzat darbe yapan, ülkeyi kan gölüne çeviren, 17 yaşındaki çocukları asan ve bir milyon ocağı söndüren darbeci generaller ve suç ortakları, otuz yıldır bir elleri yağda, bir elleri balda gezerler.

a) Şili. b )Yeni Gine. c) Türkiye. d) Bu çok kolay bir soru. Ama cevap verirsem yargılanabilirim. Şimdi hapse girmek istemiyorum. Daha önümde KPSS var. e) Ya ben daha çok gencim. ÖSS’ye hazırlanıyorum. Bu soruya çalışmamışım. f) Annemle babam da 12 Eylül mağduru. Bana ‘Solcular haklı, ama sen yine de onlardan uzak dur. Önce okulu bitir, para kazan, evlen ondan sonra politikayla uğraşırsın’ dediler. Şimdi siz solcu olduğunuz için sorularınızı yanıtlarsam bana kızarlar.

9− Türkiye’de tüm cezaevlerinde yönetmelikler ve mevzuat aynıdır. O halde neden bir çocuğun (çocuk Öykü’nün) Bingöl, Gaziantep, Adıyaman cezaevlerinde yatan tutsaklara yolladığı küçük balonlar sakıncasız bulunup verilirken, İzmir, Kocaeli, Burdur, Siirt, Tekirdağ, Ankara ve Bolu cezaevlerinde aynı balonlar ‘sakıncalı ve tehlikeli’ sayılıp tutsaklara verilmemektedir.

a) Balonları gardiyanlar veya müdür çok beğenmiş ve çocuklarına götürmüştür. b) Yahu memlekette bu kadar sorun varken balon da neymiş. Küçük işlerle uğraşmayın. c) Balonlar renkli olduğu için verilmemiştir. D, F, M, H, L tipi cezaevlerinde sadece siyaha izin vardır. Çocuk Öykü’de siyah balon bulamamıştır. d) Cezaevlerinde sevinmek, gülmek, türkü söylemek yasaktır. Balon da sevinç yaratır. Bu nedenle yasaktır. e) ‘Sözde Açılım’ cezaevlerine uğramamaktadır. f) Ya bu kadarı da fazla, valla haberim yoktu, dünyadan bi haber yaşıyordum. Bi de solcuyum, muhalifim diye ahkam kesiyor ama bir yaralı parmağa işemiyordum. Arasıra kafa çekip kimsenin duymadığı yerlerde slogan atıyordum. Yarından tezi yok tecrite karşı eylemlere katılacağım.

10− Bu anket sorularını hazırlayan şahsın başı ağırabilir mi?

a) Hayır zira düşünce özgürlüğü var. b) Tabi ki ağırır. Daha dün şarkıcı Rojda okuduğu şarkı sözlerinden dolayı 20 ay hapis cezasına çarptırıldı. c) Temel Demirer gibi yazarlar sadece yazı yazdıkları ve konuştukları için 301’den mahkum oldular. Bu anketi hazırlayan da aynı akıbete uğrayacaktır. d) Başı agırmak ne demek, linç edilebilir. Trabzon’da başlayan linç girişimleri İzmir’e, oradan Edirne’ye geçmiştir. Linç ordusu, potansiyel katiller güruhu çoğalmaktadır. Bu anketi sadece hazırlayan değil, cevaplayanlar da linç edilebilir. e) Bu anket eksik. Örneğin tekel işçileri yok. Tekel işçilerini destekledikleri için okuldan atılan lise öğrencileri yok. Devamını bekliyoruz.

SONUÇLAR: Bu ilk aşama sınav sorularıdır. Cevap anahtarı www.adilokay.com sitesinde bulunabilir. Birinci sınavı geçenler, ikinci sınava hazırlanacaktır. Hazırlık için tüyo: Öğretmenleri yarı köle, öğrencileri sağılacak inek gören ticarethanelerden yani dershanelerden uzak durulacaktır. Milli eğitimin tarih, coğrafya kitapları ile yemek, burç−astroloji ve moda kitapları bir kenara bırakılacaktır. Televizyonda dizi izlenmeyecek, az satan gazete ve dergiler ile reklamı yapılmayan roman ve şiir kitapları okunacaktır. Etrafa soran, sorgulayan gözlerle bakılacak, empati yapma yeteneği geliştirilecektir.

Nisan’da Alanları Dolduralım!




Nisan’da Alanları Dolduralım! “Kendi Gücüne Güvenen ve Devrimci-Demokratik Güçlerle Birleşerek İlerleyen TEKEL İşçileri Kazanacak” Şiarını Yükseltelim!

Demokratik Haklar Federasyonu
iletisim@demokratikhaklarfederasyonu.org

Hatırlanacağı gibi TEKEL Direnişi, Danıştay’ın verdiği karardan sonra yeni bir sürece girmiş ve geçen zaman diliminde Ankara’daki çadırlar kaldırılarak direniş “yerellere taşınmıştı”.

Bu süreçle birlikte TEKEL Direnişi’nin 78 günlük enerjisini büyük oranda yitirdiğini ifade etmek yerinde olacaktır. Kimi yerellerde kurulan direniş çadırları ve gerçekleştirilen eylemler olumlu olmasına karşın bu durum gerçeği değiştirmekten uzak kalmıştır.

Nitekim TEKEL direnişi, ülke geneline yayılan, arkasındaki halk desteğini örgütleyerek alanlara döken bir süreci örgütleyememiştir. Hala TEKEL işçilerinin ve devrimci-demokratik güçlerin bileşeni olduğu merkezi ve güçlü bir platform oluşturulmadığı gibi merkezi bir platform oluşturulmaması direnişin kendiliğindenci bir sürece evrilmesinin temel belirleyeni olmuştur. Kanımızca bu eksik TEKEL direnişinin en ciddi eksiğidir. Öyle ki bu eksik direnişin yönünü tayin etmektedir.

Tekgıda-İş Sendikası ve diğer sendikalar, bu süreçle birlikte esasta hedeflerine ulaşmışlardır. Sarı sendikal anlayışlar, kendileri açısından “tehlikeli” bir şekilde büyüyen direnişi, aylara yayarak etkisizleştirme ve sönümlendirme yönelimlerinde “sebatla” ilerlemektedirler.

--------------------------

Demokratik Haklar Federasyonu Resmi Sitesi / http://www.demokratikhaklarfederasyonu.org/

29 Mart 2010 Pazartesi

İttihat ve Terakki Mantığının iktidardaki Temsilcileri



Abdulkadir Ulumaskan
ulumaskan@hotmail.de

Türk devletine göre kendi kendilerini katleden Ermenilerin sorunu gündeme gelince ve bu katliam tasarısı Avrupa ülkelerinin meclislerde tek tek kabul edilmesiyle birlikte Türk milliyetçileri ve milliyetçi devlet yetkilileri de tek tek kudurmaya başliyorlar.

Eğer ortaya çıkmış, çıkan gerçekler insan veya sistemin aklını başına getirmek yerine çıldırtıyorsa, bu o gerçeğin değil, o sistem ile insanların suçudur. Türk devleti oldu olası gerçekleri kabul etmek yerine gerçeği inkar ve örtbas etmenin mücadelesini veriyor. Ancak gerçekler Türk devletinden daha inatçı bir şekilde kör parmağım gözüne gözüne misali kendisini dayatmaktadır.

Türk devlet sisteminde tüm gerçekler adeta suçlu ilan edilmiştir. Var olan gerçekler sadece inkar edilmekle kalmiyor ayni zamanda suçlu da ilan edilerek yargılaniyorlar. Örneğin Kürt gerçeğini yaklaşık bir asır boyunca hep, hem inkar edildi hem de bu gerçeği dile getirip savunanlar ağır bir şekilde suçlanılarak yargılandı ve cezalandırıldılar.

Türk devleti ve devlet zihniyetlilerin sözde dedikleri Ermeni soykırımına karşı kudurmaları onları çılgınlaştırsa da bu katliamı gizleyemez. „Yok efendim tarih komisyonları oluşturup da bu iş araştıralsın“ biçimindeki safsatalara artık her kesin karnı toktur. Hangi yalan tarihin bir gerçeği buldup ortaya çıkardığı görülmüştür.

Tüm Türk tarih kurumlarında Kürlerin olmadığı ve Türk oldukları yazılı değilmiydi, değilmidir? Şimdi kalkıp Kürtlere gelin tarih komisyonlarımız sizin var olup olmadığınızı araştırsın demek ne kadar anlamsız ise Ermenilere de katliamı araştırmayi önermek de o kadar saçmadır ve aklı başında hiç bir Ermeni bunu kabul edemez. Kürtler veya başka bir halk nasıl ki varlığını tartışma konusu yapmiyacaklarsa, elbette, Ermeniler de herkesin gözü ününde ve daha kanları kurumamışken kendilerine uygulanan vahşi bir soykırımı tartışma konusu etmezler, etmemelidirler de. Hala bu katliamın canlı tanık ve artıkları varken bunu söylemek özrün kabahatan daha büyük bir ayiptır.

Katl edilen Ermenilerin sayisının 1,5 değil de 800 bin kişi olması da soykırım gerçeğini ortdan kaldırmayacağı gibi, Ermenilerin direnişi ve onlarında bazı kişileri öldürmüş olması da onların kadın, yaşlı ve çocukların katl edilmesini meşru gösteremez.

Sözde Ermeni katliamını kabul eden gibi görünenlerin de yaptığı başka bir mantık çarpıtması daha vardır. Buda bu katliamı Cumhuriyetin değil de Osmanlı devletinin yaptığını idda ederek cumhuriyeti aklama oluyor. Bu durum biraz, yine de Kürt inkarı ve katliamları gibi gösterilme çabasıdır. Kürtlerin kart-kurt sesinden çıkmasını sadece cuntacı Kenan Evrene mal etmek gibi bir şeydir. Ancak bu idda yalnız Evrenin söylemi değil, Türk devletinin şimdi Ermenilere önerdiği bu devletin sözde Türk Tarih Kurumunun sözde bilimsel araştırmasının sonucu değilmidir? Kaldı ki Ermeni soykırımı cumhuriyet dönemine kadar da sürmüş ve cumhuriyet içindeki bir çok İttihat ve Terakki kadrolarının vahşice bir marifetidir.

1920 yılında Ankara Büyük Millet Meclisi’nde Hasan Fehmi Bey şöyle diyor:
Tehcir yapılmadan önce bize katil deneceğini biliyorduk, neden kendimize katil denmesini göze aldık, çünkü canımızdan çok sevdiğimiz vatanın selameti için bu işleri yapmak zorundaydık”.
Yine, İttihat ve Terakki hükümetlerinde Dışişleri Bakanlığı ile Meclis başkanlığını yapmış Halil Menteşe de Malta’da yazdığı bir mektubunda şöyle der: „Eğer memleketimizden Ermenileri ve Rumları sürmeseydik biz bu devleti kuramazdık.“

Yakın bir tarihte de TC. Milli Savunma Bakanı Avrupa’da : “Eğer biz Hıristiyanları kovmasaydık bu Türk devletini kuramazdık. “ dedi.

Mustafa Kemal de : “ Söz konusu vatan olunca gerisi teferruattır.“ demiştir.
Yani Türk devleti için, vatan sözkonusu olunca katliamlar da bir teferuattan ibaret olur.

İttihat ve Terakki mantığının mirasçısı olan bügünkü TC. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, sözümona Kürt açılımından sonra sözde Ermeni açılımını yapacakken tıpkı 1915 – 20` lere dönerek Türkiyedeki yüzbin Ermeni´yi sürgün etmekle tehdit ediyor. Buda çağdaş tehcir oluyor galiba. işte gerçekler böylece Erdoğan ve devleti bu şekilde kudurtarak çıldırtıyor ve çıldırdıkça da çamura batiyor. Adam gibi gerçeği kabul edip özür dilemek varken çamura yatmak akıl karı değildir. Tüm çıplaklığı ile ortada, yapılmış bir katliamı inkar etmek bu katliama ortak olup iki kere katil olmak demektir.

DOKUNULMAZLIK HAKKINDA MİZAHİ BİR YAZI


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


Sevimli bir yazar vardı Türkiye’ de. Allah rahmet eylesin. ‘’Kadının adı yok‘’ adlı eseri ile tanınırdı. Bir gün Köln’e gelmiş ve okuma akşamı yapmıştı. Birlikte yediğimiz yemekte bana eserlerini hediye etmişti. Bir tanesini imzalarken, söz gelişi olsa gerek. Şöyle yazmıştı. ‘’Doktor bey! Bana dokunabilirsiniz. Siz Laurens Oliver’e benziyorsunuz’’. Geçenlerde de bir hanımefendi beni Hollywood artisti ‘’Harrison Ford’’ a benzetmişti. Almanya’daki hocam tatilden döndüğünde başhemşire, tatilin onun görünüşünü müsbet etkilediğini söylediğinde; Hocam’da ‘’Bu yaşta artık cilasının kaybolduğu’’ cevabını verdi. Bende artık 80 yaşımda cilamın kaybolduğu kanaatında olduğum için aynalara pek itibar etmem. Hani bestekar Salahaddin Pınar’ın ‘’Yalancıdır hep aynalar !’’, yahutta Şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın :

Neden böyle düşman görünürsünüz?,
Yıllar yılı dost bildiğim AYNALAR!
İtiraflarını hatırlarım.

Gelelim CHP’lilerin dillerine pelesenk ettikleri söylemlere.:

AK partiyi 10 Anayasa mahkemesi hakimi Antilaikliğe odak olduklarına hükmetmiş. Gerçi 8 senedir Türk devletinin sorumluluğundan uzaklaştırmamışlar.
Meclisteki çoğunluğuna güvenerek AK parti, askeri Anayasayı değiştirmeğe kalkamaz, demokrasilerde ÇOĞUNSALLIK gerekir diyorlar.

Bende soruyorum? Türkiye vatandaşlarının % 80 i 60 seneden beri sizin iktidarsızlığınıza karar vermedi mi?. Son anketlerde dahil. Acaba 10 CHP itikadındaki hakimin kararımı yoksa %80 vatandaşın kararımı dikkate alınmalıdır?.

BAYKAL ve şürekasına bu millet 60 seneden beri öyle dokunmuş ve onu iktidarsız(!) ilan etmiştir ki ATATÜRK’ten buyana cilalarının kaybolduğunun farkında değiller. %20 yi hiç aşamadılar. Bu dokunuş mu yoksa pesmente fezlekeler mi ciddiye alınmalı?

Anneciğim bir insanın utanma hissi kaybolmuşsa, ‘’Onun ar damarı çatlamış ‘’ derdi. CHP’nin cüceleride bir aynaya baksalar ve temcit pilavını okumaktan vazgeçseler hayırlarına olur.

AK partinin meclisteki çoğunluğuna, Kıbrısta Rumların çoğunluğuna itirazla ÇOĞUNSALLIKTAN bahsederken Türkiye’de Türk asıllıların çoğunluklarına dayanarak tahakkümü kendilerine mübah sayarken KÜRTLERiN ÇOĞUNSALLIK itirazlarına neden kulak vermezler?.

Erdoğan Almanların insanlık suçu işlediğini söylüyor ANADİL’de eğitime müsaade etmedikleri için. Halbuki Almanya’nın bir çok eyaletinde eğitimde ikinci dil Türkçe, hatta Kürtçe yapılması kanunlaşmıştır. Türkiye’de Türklerin çoğunluğuna dayanarak Müfredatta tek kelime KÜRT kelimesinin olmayışını, bunun da bir insanlık suçu olduğunu idrakten maluliyetleri KÜRT halkını muzdarip kılmaktadır.

Ahmet Kaya’lar, Şıvan Perver’ler, milyonlarca Kürt vatan hasreti ile kahrolurken Kürtler kardeşimizdir diyenlerde utanma hissi var mıdır acaba?

Seneler önce Ankara Hilton’da gazeteci UĞUR MUMCU’ya rastlamıştım. Cumhuriyet gazetesinden ayrılmak için birileri ile pazarlık yapıyordu. Ona dedim ki: Bu sizin gazetenin eskiden Fransızca nüshası (La Republique) yayınlanırdı. Şimdi siz demokrat ve özgürlük savaşcısı olarak birde KÜRT nüshası yayınlasanız olmaz mı? O da bana Derin devletten şikayetçi olduğunu söyledi.

MİMAR SİNAN’ın mezarı Süleymaniye camiindedir. CHP iktidarında Güneş dil teorisinden mülhem Sinan’ın kafatasını inceletmek için Ankaraya göndermişler. Ve bir dahada geri gönderilmediği için Sinan’ın lahti başsız durumda kalmış. Dersim’de anaların gözyaşı CHP iktidarlarının Kürtleri katliamına mani olamazdı. Erdoğan, Urfa’da 5 bine yakın şehit annesinin acısını Kürt annelerinin duymasını isterken 40 bin Kürt gencinin itlafına annelerinin acı çekmediğini mi zannediyor?

Öcalan’a bebek katili, terröristbaşı deyin, ne derseniz deyin ortada bir hakikat varki mitinglerde milyonlarca Kürt gözlerinizi rencide edecek derecede onun posterlerini taşıyor. Ne lüzum vardı o silah tüccarlarının Türkiye’ye milyarlarca silah satmalarına (Son senelerde 120 milyar dolar askerin silah alımı için harcamaları)? Öcalan ismi tarihe Arafat gibi, Mandela gibi geçerse Mevlana’nın torunu olduğumuzu iddia edebilir miyiz.?

Düşman diye telakki ettiğimiz Yunanistan Osmanlıdan kurtuluş bayramlarında askeri merasimlerinden vazgeçmişler. Biz hala 800 bin askeri talim ettiriyoruz. Diyarbakır da 600 bin insan günde 1.5 dolarla geçinirken. Gençlerin % 75 i işsizken. Her katledilen PKK lının 3-5 kardeşi, kuzeni öfke ile , intikam duygusu ile dağa çıkmağa devam ederken Kürt açılımına karşı çıkanların yüreği sızlamıyor mu?

Siz hala 10 hakimin hükmünden, dokunuzmalık teranesine devam edin. Önümüzdeki seçimde sınıfta kalırsanız ne yüzle ortada dolaşacaksınız Baykalın müritleri? Bu anayasa taslağı AK partinin anayasası olacak demekle gelecek seçimde de AK partinin çoğunluk sağlayacağını peşinen kabul mu ediyorsunuz? MHP anayasa değişikliğini gelecek meclise bırakırken onun özgürce karar verme yetkisini peşinen gasp mı etmek istiyor?
Vatandaşların % 85 inin MHP yi istemediği bilincine varamıyorlar mı?

Antalya, 28.04.10

28 Mart 2010 Pazar

EMEK PARTİSİ: AKP Anayasası değil, demokratik bir Anayasa

AKP hükümeti yeni bir anayasa değişikliği paketini TBMM gündemine getirdi. Muhalefet partileri ile anayasa değişikliği taslağı üzerine görüşmelere başladı.

Ancak AKP’nin getirdiği taslak esas olarak kendi ihtiyaçlarına göre düzenlenmiştir.
Partimiz demokratik bir anayasa yapılmasını savunmaktadır. Demokratik anayasa, demokratik bir seçimle oluşturulacak Kurucu Meclis’ in çalışması ve bu çalışmaya bütün halk kesimlerinin temsilcilerinin katılması ile yapılabilir.

AKP’nin değişiklik paketi ise bu anlayıştan uzaktır. Mevcut HSYK üyelerinin sayısının arttırılması ve üyelerin seçim usulünün değiştirilmesi AKP’nin yargı üzerindeki hâkimiyetinin pekiştirilmesi içindir. Bu kuruldan Adalet Bakanı ve müsteşarının çıkarılmaması AKP’nin bağımsız bir yargı istemediğinin kanıtıdır.

Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısının değiştirilmesi de AKP aleyhine açılacak muhtemel bir kapatma davasını bertaraf etmeye yöneliktir. Parti kapatma davalarının açılmasını TBMM vizesine bağlayan öneri de yine AKP’nin kapatılması davasının açılmasını önlemek içindir.
AKP Anayasayı demokratikleştirmeye çalışmıyor, iktidarını pekiştirmek için anayasal düzenlemeler yapmaya çalışıyor.

Oysa, Türkiye’ de esas gövdesi ile hala 1982 Askeri cunta Anayasası yürürlüktedir. 82 Anayasası, farklı dilleri, kültürleri ve inançları yok saymakta, bütün yurttaşları Türk olarak tanımlamakta ve Türk olmaya zorlamaktadır.

Mevcut Anayasa seçimlerle oluşan hükümet ile ordu, yüksek yargı ve bürokrasinin bazı kesimleri arasında iktidar erkini dağıtmıştır. Güçlü bir Cumhurbaşkanı ile bu erkler arasında bir uyum ve denge oluşturmayı hedeflemiştir.

Türkiye, bu sistemde uzun yıllar gayri-resmi bir anayasa olan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ile yönetilmiştir. Milli Güvenlik Kurulu, Hükümetlerin üzerinde bir kurum olarak var olmuştur. Genelkurmay Başkanı Başbakan ile eşit görülmüştür.

Gerici, otoriter, Cunta Anayasası kuşkusuz ki değiştirilmelidir. Fakat bu değişim toplumun özellikle ezilen ve sömürülen büyük çoğunluğunun temsilcileri aracılığıyla Anayasa yapma sürecine katılması ve taleplerinin kabulü ile demokratik olacaktır. Anayasanın üç beş maddesinin değiştirilmesi, onu demokratik bir anayasa haline getirmeyeceği gibi, ’82 Anayasasını onaylamak olacaktır.

Demokratik yeni bir anayasanın olmazsa olmaz unsurları bellidir;
—Anayasanın girişi demokrasiyi ve halk iradesini öne çıkaran hak ve özgürlükler üzerine vurgu yapan kısa bir metin olmalıdır.
— Anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez maddeleri olmaz. Toplumsal durum ve koşullara göre anayasaların bütün maddeleri değiştirilebilir.
— Yurttaşlık tanımı bir etnisiteye göre değil, anayasal yurttaşlık olarak tanımlanmalıdır.
— Düşünce, ifade, basın, din ve vicdan, örgütlenme vb. özgürlükler kayıtsız ve koşulsuz olarak anayasada güvence altına alınmalıdır.
— Laiklik, devletin din işlerinden tamamen elini çekmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılması, zorunlu din dersinin kaldırılması, devletin bütün dinlere ve mezhepler ile dine inanmayanlara eşit mesafede durması biçiminde yeniden düzenlenmelidir.
— Parasız eğitim, parasız sağlık, işsizlik ödeneği, konut hakkı, ücretsiz bir aylık yıllık tatil, haftada 35 saat işgünü iki gün hafta sonu tatili, TİS ve grev, emeklilik hakkı vb. haklarla donatılmış sosyal devlet biçimi anayasada yer almalıdır.
—Başta Kürt halkı olmak üzere, bütün halkların ve azınlıkların dil, kimlik ve kültürlerini serbestçe geliştirebilmeleri güvence altına alınmalı, Bölgesel yönetimlere olanak tanınmalı, herkesin anadille eğitimi sağlanmalıdır.
— Seçim sisteminin demokratikleşmesi, baraj gibi engeller kaldırılmalı, halk temsiliyeti anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır.
—Parti kapatma anayasadan çıkarılmalıdır.
— YÖK, RTÜK, MGK gibi kurumlar anayasadan çıkarılmalıdır.
—Genelkurmay Başkanlığı Savunma Bakanlığı’ na bağlanmalı, askeri yargı kaldırılmalıdır.
—Hâkimler Yüksek Kurulu demokratik bir biçimde kurulmalıdır.
—Askeri disiplin işlemleri de dahil olmak üzere bütün disiplin işlemleri yargı denetimine tabi olmalıdır.
—Üniversiteler, özerk olmalı; öğretim üyeleri, öğrenciler ve çalışanlar tarafından yönetilmelidir.

Demokratik anayasa için yukarıda sayılan talepler kuşkusuz daha da çoğaltılabilir. Fakat, yukarıda önemli bir kısmı belirtilen hususlar olmadan yapılan anayasa değişlikleri ile anayasanın demokratikleşeceğini savunmak mümkün olmayacaktır.

LEVENT TÜZEL
GENEL BAŞKAN

EMEK PARTİSİ
http://www.emep.org/
- emekpartisi@emep.org
Tarlabaşı Bulvarı Kamer Hatun Mah.Al Hatun Sok. Emek Ap. No:25 Beyoğlu

Tlf: 0212 361 25 08 (2 Hat)
Fx : 0212 361 25 12

27 Mart 2010 Cumartesi

Dünya Çapında Üniversite Kurmak Zor mu?


Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ, Çukurova Üniversitesi,
iortas@cu.edu.tr

Dünya Bankası Eğitim Direktörü Jamil Salmi'nin kaleme aldığı ve Kadri Yamaç'ın çevirdiği Dünya Çağında Üniversiteler Kurmanın Zorluğu adlı kitap 2009 Eflatun yayınlarında çıktı.

Kaynak dünyadaki en iyi üniversitelerin genel durumunu ve nasıl dünyanın önemli üniversitesi olduklarını bunun koşullarını inceleyen bir rapor niteliğindedir. Dünya Bankasının son yıllarda Yükseköğretimin Sürdürülebilir Kalkınmaya katkısında Bilgi Toplumunun Önemi konusunda başarılı üniversitelerin rolünü raporlaştırarak Dünya Bankasına ve diğer devletlere önerilerde bulunmaktadır. Ülkemizde de zaman zaman Dünya Bankasının eğitim konusundaki raporlar konuşuluyor ancak sonuçta neler öneriliyor onu bilmiyoruz. Fakat Türkiye'nin 140 üniversitesinden ancak 2009 yılında ARWU (Academic Ranking of World Universities (ARWU) ) Center for World-Class Universities ve Institute of Higher Education of Shanghai Jiao Tong University, China, tarafından yapılan sıralamada yalnızca İstanbul Üniversitesi ilk 500 sıralamasına sonlardan girebilmiştir. Rapor ağırlıklı olarak dünyanın en iyi üniversitelerini sınıflandıran iki Uluslararası sınıflandırma gurubundan THES (Times Higher Education Supplement) ve Çin'in SJTU (Shanghai Jiao Tong University) sıralamalarını temel alarak değerlendirme yapmaktadır. Rapor dünyanın belirli ülkelerinin son yıllarda dünya çapında üniversite kurmak istediklerini bunun için Dünya Bankasından yardım istediklerini buna istinaden böyle üniversitelerin kurulması için olası stratejiler ve izlenecek yolları analiz ederek çeşitli zorlukları, riskleri ve maliyetleri tanımlamaktadır".

Dünya Çapında Üniversite Olmak Ne Demektir?

Bu terim Jamil Salmi'nin kaleme aldığı kaynakta şöyle tanımlanmaktadır: "Yükseköğretimin sadece öğrenme ve araştırma kalitesinin iyileştirilmesi için değil, aynı zamanda ve daha da önemlisi gelişmiş bilgiyi elde ederek, uyum sağlayarak ve yaratarak küresel yükseköğretim pazarında rekabet yeteneğini artırmak". Son yıllarda üniversitelerin genelde Humboldt'un üniversite modelinden çok Amerikan Üniversitesi modellerine yönelik bir kaymanın olduğu gözleniyor. Özellikle günümüz dünyasında araştırma tekniklerinin ve teknolojileri yanında iyi bilim insanı ve öğrenci kazanmanın da pahalı olması nedeniyle kamu kaynakları ve bağış almadan çıtaya yükseltmekte zorlanılmaktadır. GSMH'nin yüzde 2-3 arasında kaynak ayıramayan ülkelerin istenilen düzeyde araştırma yapamadıkları biliniyor. Son yıllarda ilk 100 iyi üniversitenin önemli bir kısmını Amerikan üniversitelerinin oluşturması yeni bir tartışma başlattı.

Dünya çapında üniversiteler 2003 yılından bu yana, öğretim üyeleri, çalışanların akademik ve araştırma performansı gibi nesnel ölçütlerin yanında nitelikli mezun, üst düzey bilimsel dergilerde makale, öncü araştırmalar, patent kazındırma ve inovasyon yaratma gibi ölçütleri dikkate almaktadır. Söz konusu kriterleri çoğunlukla Amerikan, İngiltere, Japonya ve bazı Avrupa ülkelerinin yüksek düzeyde mali deste sahip üniversiteleri karşılayabilmektedir. Dünya Çapında Üniversite Olmanın Ölçütü Var mı?Bugün dünya çapında üniversiteleri incelendiğinde yüksek nitelikli öğretim üyesi, araştırmada mükemmeliyet, kaliteli eğitim, kamusal ve diğer kaynaklardan edinilen bol mali kaynak, çok yetenekli öğrenci, akademik özgürlük, iyi tanımlanmış özerk yönetişim, öğrencilerin yaşantısı için iyi donanımlı tesisler gibi özellikler belirtilmektedir. Çinli akademisyenlerce yukarıda sayılan özelliklere ilave olarak üniversitenin toplumsal katkısı da işlenmektedir.Ölçütler iş gücü pazarında yüksek nitelikli mezun vermesi, üst düzeyde bilimsel dergilerde yayın yapması, öncü nitelikte araştırma yürütmesi, teknoloji ve bilimsel patent sahibi olması ve teknik inovasyona katkı sağlaması şeklinde sıralanmaktadır.
Bu konudaki görüşler yüksek talebe uygun mezunlar, öncü araştırma ve teknoloji transferi eksenine oturtulmuştur. Dünya çapında başarılı üniversiteler. " çok sayıda yetenekli öğretim üyesi ve öğrenciye sahip. " zengin bir eğitim ortamı ve ileri araştırmaların yürütülmesini sağlayan bol kaynak. " stratejik vizyon, yenilikçilik, esnekliği ve kaynak kullanımında yönetişim özellikleri.

Bu üniversitelerin en önemli özelliği yüksek lisans öğrenci sayısının lisans öğrencisi sayısından fazla olmasıdır. Genelde oran % 50'nin üzerindedir.Raporda Dünya çapında üniversite olmanın iki boyutu bulunmaktadır. Birinci boyutu, dışsal boyutu, devletlerin, hükümetlerin ve bölgelerin hatta illerin maddi ve manevi boyutu konusu, ikinci boyutu üniversitelerin kendi kendilerini sürekli iyileştirerek ve ileriye taşıyarak dünya çapında üniversite oluşturması için çaba sağlamasına bağlıdır.

Günümüzde ileri araştırmaların yapılması için alt yapı ekipmanları, tesisler, yardımcı eleman gereksinimi milyon dolarları gerektiren yüklü maliyetler hükümetlerin ve devletlerin kamu desteği olmadan yürütemez. Hükümetlerin maddi desteği her ne kadar önemsense de esas olarak Oxford ve Cambridge gibi üniversitelerin yönetim, misyon ve hedef tanımlanması yanında kurumların özerk olması ve kendi kararlarını kendilerinin vermesi üniversitelerin dünya çapında prestij sahibi olmasına neden olmuştur.

Oxford üniversitesinin gelecek dönemdeki rektör yarımcısı için Yale üniversitesi yöneticisi Profesör Andrew Hamilton getirtiliyor. Ancak Oxford'un mevcut rektör yarımcısı ise Dr. John Hood, Yeni Zelanda'dan gelmiş bir bilim insanı ve yönetici. Üniversitenin rektörü Lord Patent üniversitenin bünyesine nitelikli bilim insanı ve yönetici atanması için 2.5 milyar dolar harcandığını belirtiyor. Toplantıda yaptığı konuşmada Prof. Hamiton için kanıtlanmış akademik liderlik ve olağanüstü bilimsel başarıya sahip olduğunu belirtiyor. Konuşmasında yeni rektör yardımcısının 21. yüzyılın ikinci on yılında bize yol gösterecek sıra dışı bir seçimdir diyor. Bu atamadan anlaşılan üniversitenin geleceği önceden belirleniyor. Üniversiteyi ileriye taşıyacak bilimsel ve liderlik yönü ileri idarecileri seçebiliyorlar. Üniversiteyi öncü yapmak için hiçbir komplekse kapılmadan Yeni Zelanda'dan ve Amerika'dan insanları üniversitenin başına getirebiliyorlar. Tabii buraya gelebilmek için üniversitenin iç demokrasinin yüksek, çalışma Bizim gibi ülkelerde Dünya çapında üniversite kurulabilir mi? Bu sorunun cevabı raporda şöyle aranmaktadır, " Hükümetler mevcut üniversiteler arasında mükemmelleşme potansiyeli olan az sayıda üniversite içinde bir kaçının kapasitesini yükseltebilir. " Mevcut üniversiteler arasında bir kısmını birleştirerek yeni bir sinerji yaratılabilir" Yeni baştan bir üniversite yaratılabilir.

Dünya bankası Gelişmekte Olan ülkelerin Dünya Çapında Üniversiteye Sahip Olmasına Soğuk Bakıyor

Yazar son bölümde değişik ülkelerin dünya çapında üniversiteye sahip olmak istediklerini ancak bunun çok pahalı bir girişim olduğunu belirtiyor. Gelişmekte olan ülkelere dünya çapında üniversite kurmak için çaba sarf etmelerine gerek olmadığını belirtiyor. "Dünya çapında üniversite olma isteği yerine, çabalarını yerel halka ve ekonomiye yönlendirirlerse, kalkınmaya, daha yararlı ve süründürülebilir nitelikte öncülük yaparlar" ifadesi kullanılmaktadır. Bu durum Dünya Bankası için yadırganacak bir durum değildir.

Dünya Bankası günümüze kadar temel politika olarak gelişmiş ülkelerin her alanda olduğu gibi eğitim ve bilimde de öncülüğünü benimsemektedir. Diğer az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerinde Sayın Jamil Salmi'nin belirttiği gibi yerel sorunlara yönelmelerini ve ileri bilim ve teknolojinin de yine gelişmiş ileri ülkelerin yapmasını savunmaktadır. Dünya Bankası gözü ile gelişmekte olan ülkelerin hiçbir zaman kendileri olma şansı olmayacaktır.

Bilim ve teknoloji alanında dünyada öne geçme eğilimi ve yüksek rekabet az gelişmiş ülkeler üzerinde istenmeyen gelişmelere de neden olmaktadır. Gelişmiş ülkeler arasındaki rekabet çoğunlukla az gelişmiş ülkelerin nitelikli bilim insanlarını da bünyelerine katacak şekilde şiddetlenmektedir. Bu durum gelişmekte olan ülkelerin sahip olduğu sınırlı sayıda bilim insanını beyin göçüne uğratarak o ülkelerin toptan gelişmesini engellemektedirler. Eğitim düzeyi yüksek, organize olabilme becerisi gelişmiş, nitelikli insan sayısı bir ülkenin gelişmişliğinin göstermektedir. Eğer gelişmekte olan ülkeler elindeki iyi eğitilmiş nitelikteki insanını kaçırırsa gelişmeleri kolay olmamaktadır. Maalesef bugün birçok ülkenin yaşadığı durum bu. Dünya Bankası eğitim direktörü Sayın Jamil Salmi'nin önerisi de siz Dünya çapında üniversite istemeyin ancak kendi yerel sorunlarınızı çözün demeye getiriyor.

Her ne kadar Dünya Bankasının yüksek rekabet önererek gelişmekte ülkelerin yarışamayacağı koşuları ortaya koysa da, geçmişte ülkemizde Köy Enstitüleri modeli, Hindistan'da bilişim alanındaki gelişme ve Küba'nın eğitim ve sağlık ananındaki başarılı çalışmalarda yüksek rekabete girmeden de başarılı eğitim modelleri gösterilebilir.

Türkiye'nin Dünya Çapında Üniversitesi Olmalı mı?

Türkiye nüfusu, yüzölçümü ve ekonomisi ile Dünyanın ilk on yedi ülkesi arasında yer almaktadır. Bilimsel makale üretme potansiyeli yönünde ilk on dokuz ülke arasında bulunuyor. Ülkemiz coğrafi konumu, genç nüfusu ve gelişme dinamiği bakımından dünya çapında birkaç üniversiteye sahip olması gerektiği ihtiyacı doğuyor. Türkiye'nin ilk 500 sıralamasına sondan bir veya iki üniversite ile zaman zaman giriyor olması ülkemizin kısa sürede dünya çapında üniversiteye sahip olmasının zaman alacağını gösteriyor. Ancak bu imkânsız değil. Yeter ki siyaset üstü yaklaşımla bilimsel liyakate dayalı bir yapılanma sağlansın. Bu konunun ayrıca başlı başına tartışılması gerekir.

Özet olarak dünya çapında üniversite olabilmek için çok sayıda yetenekli kişi, uygun yönetişim ve bol mali kaynağa sahip olmak gerekiyor. Ayrıca üniversitelerin özerk yapısı yanında kurumsal yönetim anlayışı ve bilimsel liderliğin varlığı ön plana çıkmaktadır. Her yönü ile liyakatin bilime ve üniversiteye yön verdiği belirtiliyor. Oxford'un nasıl bugün dünyada öncü olduğunun nedenleri ve sonuçları hepimizin anlayabileceği şekilde işlenmektedir. Dünya çapında üniversitelerin arkasında devlet desteğinin olduğu açıkça görülüyor. Öğretim üyesi ve öğrenci seçiminin de kurumsal kültür önemsenmiş.

Diğer taraftan genelde dünya çapında üniversitelerin çoğunluğu batı ülkelerinin üniversiteleridir. Çoğunluğu kamu ve vakıflar tarafından desteklenen, çalışanlarının ücretleri göreceli olarak yüksek olan, kaynak bulan ve özel sektörle işbirliği içinde çalışan üniversitelerdir. Genelde uluslararası nitelikte etkinlik göstermeyen üniversitelerin kurumsal kimliğinin olmaması yanında iddialı bir vizyonunun olmaması ve ciddi bir çalışma motivasyonun olmaması gibi birçok etkenden dolayı performanslarının düşük kalmasıdır.Diğer taraftan Dünya Bankası eğitim, bilim ve teknolojik çalışmalarda az gelişmiş ve gelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelere eğitim ve bilim yönünde bağımlılığını savunmaktadır.

Sonuç olarak, dünya çapında üniversite olmanın belki bir reçetesi yoktur. Fakat nitelikli iyi yetişmiş insan gücü, doğru ve esnek yönetim anlayışı ve kaynak kullanımı ortak paydadır. Umarım bir gün ülkemizde de dünya çapında üniversitelerimiz olur. Öncelikle ülkemizde yapılacak bütüncül bir anayasada yeni çağcıl bir yükseköğretim yasasının hazırlanması gerekir. Tabii önce üniversite anlayışının ve üniversitelik bilincinin toplumun her kesimince benimsenmesi gerekir. Dünya çapında üniversitelerin olduğu ülkelerde toplum eğitim ve bilim konusunda yüksek hassasiyete sahiptirler.

26 Mart 2010 Cuma

ERDOĞAN TÜRKİYE’NİN GORDİON DÜĞÜMLERİNİ ÇÖZEBİLİR Mİ?


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

M.Ö.333 senesinde Makedonyalı İSKENDER Frigya başkentinde ki kızılcık dalları ile bağlı boyunduruğu bir kılıç darbesi ile çözmüş değil ,kurnazlık yapıp; kesip ortadan kaldırmıştı. Bu başarısından dolayıda Asya’nın kralı olma ödülünü haketmişti.

Türkiye’nin de 80 senedenberi çözümleyemediği , kör düğüm olmuş, problemleri vardır. Başa geçen hiç bir hükumette bu düğümleri çözmeğe ya cesaret edememiş ,yahutta çözüm için gerekli önerileri düşünememiştir. İskender o kılıç darbesi için değilde bunu düşünmüş olması hasebiyle ödüllendirilmiştir.

Erdoğan’da bazen güzel öneriler düşünüyorsada ya gerekli cesareti gösteremiyor , yahutta kısır görüşlü muhalifleri tarafından çelmeleniyor. Bazende müzminleşmiş problemlerin çözümsüzlüğe şartlandırılmış olması önünü kesiyor.

Şimdi sırası ile düğümlerin neler olduğuna ve çözümlerininde nasıl olacağına bakalım.

1. KÜRT SORUNU-KIBRIS SORUNU :

İkiside aslına bakılırsa TOPRAK ve HEGEMONYA sorunudur. Herikisinin çözümündede muasır medeniyetlerin gerisinde kalmış, tedavülden kalkmış olan duygusal MİLLİYETÇİ davranışlar çözümsüzlüğe şartlandırmıştır. Üstelik çifte standart uygulaması samimiyetsizlik örneği olmaktan çıkamıyor.

Türkiye’de ki siyasiler tipik TENAKUZ (Paradoksal) beyni (Cerebral) kifayetsizlliklerinin kurbanı oluyorlar. AK partinin mecliste sayısal çoğunluğu hasebiyle kararları itibar görmediği halde Türkiye’de Türk kökenlilerin çoğunlukta olması mutlak üstünlüğü sağlıyor. Kıbrıs’ta Rumların çoğunluğuna karşılık Türkler için eşit haklar isteniyor. Türkiye’de ki Kürtler için ayni hassasiyet gösterilmiyor, eşit haklar (Etnisite siyaseti bahanesi ile) dışlanıyor. Eğitimde anadilin kabul görmemesi gibi. Türkiye topraklarında yaşayan herkes TÜRK kimliğini kabullensin isteniyor. Dahada ileri giderek ‘’Ne mutlu Türküm ‘’ densin dayatılıyor. Bu duygusallık ifade eden sloganın saçma olduğunun kimse farkına varmıyor. Nedeni ise Atatürk’ün bu sloganı söylemiş olması. Çünkü o ne demişse bugün 21 inci asırdada doğru telakki ediliyor. Kıbrısta istenen eşitliğin Kürtlerede sağlanması muasır medeniyet gereği değilmidir?.

2. İkinci KÜRT sorunu:

Seçimlerde % 10 barajından vazgeçilmemesi, siyasete aklı eren her vatandaşta bildiği gibi, bu sırf Kürt mebusların meclise girmesini önleyen bir tuzaktır.

Yurtdışındaki vatandaşların seçme ve seçilme hakkının ,gene kurnazca hudutta oy kullanılması zorunluğu yurtdışından Kürt mebusların meclise gelmesinin önlenmesi düşüncesindendir. Bunu bana zamanın çalışma bakanı KALEMLİ resmen söylemişti. ‘’Yurt dışında Kürtler iyi organize oldukları için seçme hakkı kazanırlarsa onlardan mebuslar gelir ‘’ demişti. Bende ona ‘’ Siz seçilmişmi,yoksa atanmış mebusmu istiyorsunuz? Bu demokrasi gereği olamaz demiştim.’’ Kürtlere saygınlık sağlanmadıkça dağa çıkanlarıda önleyemezsiniz.

3. ERMENİ sorunu:

Yargıtayca ‘’Yabancı Yurttaşlar’’ olarak derklare edildiği müddetçe bu sorun halledilemez. Kapılar açılsa bile.

4. YUNANİSTAN ile sorunlar :

Askerler onları düşman addeddikleri müddetçe bu sorun çözülmemeğe mahkumdur. Son 8 sene zarfında silahlanmak için 120 milyar dolar harcamışız. Kısa bir müddet öncede 12 milyar değerinde sipariş vermiş askeriye. Yazık ,günah bu millete. Bu parayla sağlık ve eğitim sorunumuz çözülürdü. COSTA RİCA’lılar ordularını lağv edip o parayı sağlığa ve eğitime vermişler ve dünyanın en mutlu milleti olmuşlar.

5. YOKSULLUK ve YOLSUZLUKLAR SORUNU:

Bu sorunun önüne sadece dokunulmazlıkları kaldırmakla geçilemez. Çünkü bu Kapitalizmin , PARA’nın yarattığı ahlaksızlığın eseridir. Halkın % 90 nının yalan söylediği bir memlekette ,dürüstlüğün hakim olmadığı bir memlektte ne işsizliğe nede yoksulluğa çare bulabilirsiniz. Kapitalist sistem dünyanın her yerinde zenginleri daha zengin, fakirleride daha fakir kılar. Dünyanın hiç bir yerinde finanz dünyasına devlet kontrolunu hakim kılmadıkça bu müzmin yara yok edilemez. Alt tabakayı ancak SADAKAYA muhtaç kılarsınız.

Türkiye’de tepedekiler kavga ettikçe, aydın geçinenler tepindikçe önümüzdeki nice GORDİON düğümünü çözmek kifayetsiz beyinlerle mümkün olamaz. Herkes birbirini vatan hayinliği ile suçlarsa VATANSEVERLER Gordion düğümlerini çözmeğe cesaret edemezler.

Antalya

25 Mart 2010 Perşembe

Uçurtmayı ve balonları vurmasınlar!


Kadir Baziki

BDP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal Çocuk Öykü’nün hapishanelere gönderdiği balonların akıbetini meclise taşıdı. Öykü’nün babası Şair-Yazar Adil Okay da hapishanelere mektup gönderenlere çağrıda bulunarak “Mektuplarınızın içine birer balon koyun. Kampanyamızı güçlendirelim” dedi.

Pek çok kurum Adil Okay’ın çağrısına yanıt vererek hapishanelerdeki tutsaklara balonlu mektup gönderdi. İHD, BDP, EMEP, Çağdaş Hukukçular Derneği, Mersin Kadın Platformu, Çağrı Dergisi ve çok sayıda kurum Mersin Postanesi Önünde bir araya gelerek kampanyaya destek verdi. İHD Mersin Şube Başkanı Mirze Mehmet Söylemez, tutsaklara balon vermeyi sakıncalı bulan hapishane yönetimlerinin tutumlarını eleştirdi. Çok sayıda tutsağın haklarından mahrum edildiğin, söyleyen İHD Şube Başkanı Söylemez, bu konuda gelen şikayet mektuplarının arttığına dikkat çekti. Hapishanelerde yaşanan olayların ürkütücü boyuta geldiğini ifade eden Söylemez, pek çok hasta tutuklunun tedavi edilmeyi beklediğini söyledi.

“Uçurtmayı Vurmasınlar”dan

“Balonları Vurmasınlar”a

‘Balonları Vuramasınlar’ kampanyasını yaygınlaştırmaya çalıştıklarını belirten Adil Okay, cezaevlerinde tecritte kalan politik tutsakların bu şekilde iletişim haklarına kavuşacaklarını ve az da olsa moral bulacaklarını söyledi. Okay, Öykü’nün mapus amca ve teyzelerine yolladığı balonların akıbeti hakkında bilgi isteyen onlarca yeni mektubu, cezaevi müdürlerine taahhütlü olarak postaladıklarını söyledi. BDP Milletvekili Akın Birdal’ın soru önergesinin yanıtını kamuoyu ile paylaşacaklarını söyleyen Okay, “Öykü’nün açtığı balon yollama kampanyası devam ediyor. Balonuna ‘sakıncalı’ denilerek el konulan birçok politik tutsak, çocuk Öykü’ye yazdığı cevabi mektuplarda, olayı, ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ filminin senaryosuna benzettiklerini yazdılar. Bunun üzerine bu kez yetişkinler olarak biz onlarca hapishanedeki yüzden fazla tutsağa balon yolluyoruz” dedi.

Adil Okay, balonların tutsaklara verilmeyişinde bir yanlışlık yapıldığına inanmak istediklerini söyleyerek ‘depo’ya kaldırıldığı öğrenilen balonların sahiplerine ulaştırılmasını istedi.

Politik tutsaklara mektup ve kartpostal yollayanlardan içine bir de balon koymalarını isteyen Okay, “Balonlarımız o kadar çoğalsın ki hepsini vuramasınlar” dedi.

Cezaevlerinin yönetimlerine de seslenen Okay, şöyle dedi: “Eğer ‘sakıncalı’ olduğunda ısrar eder ve bize bu doğrultuda yanıt verirseniz, yanıtınızla birlikte balonlarımızı nasıl geri alabileceğimiz konusunda da bilgi vermenizi rica ederiz.”

Basın açıklamasından sonra çok sayıda kurumdan temsilci ve üye, cezaevlerine içinde balon bulunan mektup gönderdi.

(EVRENSEL)

23.03.2010

Balonları vurdular

Yazar Adil Okay'ın kızı Öykü'nün siyasi tutuklu ve hükümlülere gönderdiği balonlara cezaevi idareleri tarafından el konuldu. Gerekçe "tehlikeli" olmaları. Olay "Uçurtmayı vurmasınlar" filmini hatırlattı.

Etkin Haber Ajansı / 13 Mart 2010 Cumartesi, 10:41

DERYA OKATAN- Kocaman adamlar ellerine bir balon geçince ne yapar? Çocukların oynaması için şişirip ellerine verirler. Bazıları çocukları sevindirmek için oyuna katılır. Peki kendileri oynar mı? Cezaevinde tecritteyse, yıllardır gardiyanlar dışında kimseyi görmüyorsa, gökyüzünü ancak kibrit kutusu kadar havalandırmadan görebiliyorsa kendileri de oynar. Hem de balonun peşinde bir o yana bir bu yana sıçrayıp, zıplayarak oynar.

Bu durumda, 'Balonun ne tehlikesi olur?' sorusunun yanıtı da; "tutukluların mutlu olma tehlikesi" oluyor.

Peki böyle şeyler olur mu? Türkiye cezaevlerinde olur. Türkiye cezaevlerinde, küçük bir kız çocuğunun mapus amca ve teyzelerine gönderdiği balonlara, cezaevi idaresi, "tehlikeli" diyerek el koyabilir.

Balonları gönderen; yazar Adil Okay'ın kızı Öykü. Sık sık mapus amca ve teyzelerine mektup yazan, hediyeler gönderen Öykü, Şubat 2010'da gönderdiği mektup zarflarının içinde birer de renkli balon koydu. Hediye balonlar bazı cezaevlerinde verilirken, bir çoğunda verilmedi. Balonların ulaşmaması, tutukluların Öykü'ye yazdıkları mektuplarla ortaya çıktı. İşte o yanıtlar:

Metin Atmış (Gümüşhane F Tipi Cezaevi): "Sevgili Öykü arkadaş. 15 Ocak'ta Muş'tan Erzurum'a (sürgün) sevk edildim. Bana gönderdiğin mektuba Muş cezaevi idaresi el koydu."

Kamil Turanlıoğlu−Serkan Kaya (Sincan F Tipi Cezaevi): "Sevgili Öykücan, mektubuna geç cevap vermek zorunda kaldık. Nedeni ise bizlere verilen 'Gereksiz yere türkü söylemekten' dolayı mektup cezasıydı."

Dilek Öz (Burdur E Tipi Cezaevi): "Balonlardan bahsetmişsin. Mecazen değil galiba. Ama zarfın içinden böyle bir şey çıkmadı. Haberin olsun."

Resul Baltacı (Siirt E Tipi Cezaevi): "Ha bu arada, bana gönderdiğin renkli balonları bana vermediler. 'Yasak' dediler. Bu mekanlarda her şey yasaklarla örülüdür."

Sami Özbil (Kocaeli F Tipi Cezaevi): "Balon çıkmış zarftan Öykü'cüğüm, ama vermediler bana."

A.Vahap Narin (Buca F Tipi Cezaevi): "Sevgili Öykü. Balon için teşekkür ederim ama içeriye verilmiyor. Haberin olsun diye söylüyorum..."

Ayhan Kavak (Siirt E Tipi Cezaevi): "Bu arada maalesef mektup içerisinde göndermiş olduğun renkli balonu göremedim. Ola ki siyah renk olmadığından 'yasak' diye el koydular. Yoksa değerli arkadaşımın balonuyla bir güzel oynayıp eğlenirdik..."

Hasan Gülbahar ve İbrahim Şahin (Kocaeli F Tipi Cezaevi): "Sevgili Öykü. Gönderdiğin mektubu aldım. Ancak balonu alamadım. Yani gelmiş ama içeriye vermediler. Nedenini ben de bilmiyorum, ama senin dediğin gibi balonlar güzel duyguların -sevinçlerin ve özgürlüğün sembolüdür. Ve sanırım bunlar tehlikeli şeyler. Yoksa bu kadar güzel bir balonu neden bana vermesinler ki."

Hüseyin Uzundağ (Tekirdağ F Tipi Cezaevi): "Merhaba Öykü. Bana gönderdiğin balonu alamadım, göremedim. Neden dersen yasak ve tehlikeli görülüyor böyle şeyler de ondan sanırım. Kullanmam için iki boş kartpostal yollamışsın ama kullanamayacağım. Çünkü mektup okuma komisyonu ikisinde de görüldü damgası vurarak kullanmamı imkansız hale getirmişler."

Hakime Çam (Siirt E Tipi Cezaevi): "Merhaba Öykücan. Canım senin yolladığın balonu güvenlik tedbirinden dolayı vermediler. Artık bu ne biçim tehlikeli balondur bilmiyorum. Bazı cezaevlerine bırak kırmızı boyanın girmesini bir bitki parçasına bile izin verilmiyor. Yanımda kuruttuğum bir papatya çiçeğini yazdığım mektuba koydum. Oradaki cezaevi sorumluları papatyayı alıp sadece mektubu veriyorlar. Arkadaş mektup Okuma Komisyonuna soruyor. Komisyon da 'Evet biz aldık. Güvenlik gerekçesi ile veremiyoruz' diyor."

KOCAMAN ADAMLAR BALONUN PEŞİNDE

Balonları ellerine geçen tutuklular ise minik Öykü'ye yazdıkları mektuplarda mutluluklarını şöyle anlattı:

İsmet Ayaz (Adıyaman E Tipi Cezaevi): "Yeşil renkteki balon ulaştı bizlere. Önce şişirmeyle uğraştık. Kaç arkadaş başarısız oldu. Dedim ya yıllar oldu. En son Nevzat amcan –en genç olanımız o- kocaman balonu şişirmeyi başardı. Görecektin ne komiklikler çıktı ortaya. Kocaman amcalar balonun peşinde bir o yana bir bu yana sıçrayıp, zıpladılar. Onları öyle görünce aynı duyguları yaşadım... Sürprizlerin için tekrardan teşekkür ediyorum."

Kasım Karataş (Antep H Tipi Cezaevi): "Sevgili Öykü'cüğüm, merhaba. Göndermiş olduğun takvim, kartpostal ve en son da mektubu aldım. Tabi ki kırmızı balonu da…"

Abdullah Güven (Bingöl M Tipi Cezaevi): "Sevgili Öykü, Mektubunla bir tane balon yollamışsın. Sağ olasın. Kimimiz on, kimimiz yirmi yıldır balonları elimize alıp oynamamışız. Ondandır ki balonu görür görmez havalandırmaya koşup oynadık. Aynı çocuklar gibi sevindik. Sonra patlamasın diye sakladım. Çünkü duvarların üzerinde jiletli teller ve çiviler var..."

ONLAR DA BALONLA OYNAYABİLSİN

Yazar Adil Okay, kızının balonlarının ya tutuklulara verilmesini ya da kendilerine iade edilmesini istiyor.

İHD Mersin Şubesi'nde bugün bir basın toplantısı düzenleyen Okay, "Bir balonun sevincini bile çok gören cezaevi yönetimi, bu tutsaklara kim bilir başka ne zulümler uygulamaktadır" dedi. Okay, bazı cezaevleri sakıncasız bulup balonları verirken, vermeyenlerin neden vermediğini sordu. Okay, "Küçük bir kız çocuğunun ve sosyal hayata kazandırılacakları söylenen tutuklu ve hükümlülerin moral değerleri böyle mi ayakta tutulacaktır" dedi ve ekledi: "Devletten balonlarımızı geri istiyoruz. Bu konuda basını ve kamuoyunu duyarlı olmaya çağırıyoruz. Eğer kızımız Öykü'nün mapus amca ve teyzelerine yolladığı balonlar sahiplerine verilmez ya da bize iade edilmezse, Nazım Hikmet'in bir şiirini uyarlayıp imza kampanyasına başlayacağız:
"Teyze amca bir imza ver/ Mapuslar eziyet çekmesin/ Üç adım volta/ Üç cümle sohbet/
Bir avuç gökyüzü/ Mapus amacalara teyzelere çok görülmesin/ Onlar da balonla oynayabilsin..."

ÖYKÜ'NÜN MEKTUBU

Minik Öykü, 8 Şubat 2010'da gönderdiği mektupta, nasıl kaplumbağa olmak istediğini, Tom ve Jeri'yi, televizyonun içine girip onlarla oynama isteğini anlatıyor, babasına, kendisini TEKEL işçilerinin yanına götürmediği için kızıyor. "TEKEL işçisi teyzelerimle amcalarımın yanına ben de gitmek istiyordum" diyen Öykü, "Peki madem orası o kadar soğuk, neden onlar da evlerine dönmüyorlar" diye soruyor ve ekliyor: "TEKEL işçileri soğukta bekliyorlarmış. Çünkü haklarını alamazlarsa evlerini ısıtamazlarmış, çocuklarına ekmek götüremezlermiş. Hem şimdi bırakıp giderlerse kötü sistem sevinirmiş. Bakın bu defa kötü sisteme 'sistem amca' demedim. Kötülere amca denmezmiş öğrendim."

Öykü, tutuklu amca ve teyzelerine yıldızları nasıl oynattığını ise şöyle anlatıyor: "Bakın, kafamı yukarı-aşağı, sağa-sola hızla sallıyorum. Ve işte, gördünüz mü, yıldızlar oynuyorlar! Hadi durmayın, bir yıldız seçin kendinize ve siz de deneyin."

Amca ve teyzelerinin olduğu 'kapalı yer'i çok merak eden Öykü, "Değişik harfli adresleriniz var: F, H, M, D, E... Neden böyle, kafam karışıyor" diyor. Öykü, "Bazı amcalarımın ve teyzelerimin renkli kalemleri, boyaları, boncukları var, ama bazılarına kırmızı kalem bile vermiyormuş sistem. (Ben kırmızıyı çok severim oysa, onlar neden sevmiyorlar ki? Hem rengarenk boyaları olmazsa onlar nasıl gökkuşağı resmi yapabilirler ki?)" diyor, mektubunun sonunda renkli renkli balon gönderdiğini belirtiyor. Öykü, sisteme laf atmayı da unutmuyor: "Sistem buna bozulabilir belki, çünkü hiç siyah balon yok :) Şişirip, sonra da oynarsınız, çok eğlencelidir. Hepiniz çok seviyorum, öpüyorum."

UÇURTMAYI DA VURMUŞLARDI

Öykü'nün mektupları, yazar Feride Çiçekoğlu'nun aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan "Uçurtmayı vurmasınlar" filminin beş yaşındaki oyuncusu Barış'ı hatırlattı. Annesiyle birlikte cezaevinde kalan Barış için dışarıda uçurulan uçurtma, filmin sonunda askerler tarafından vuruluyor.

23 Mart 2010 Salı

Yalçın Küçük, 27 Mart 2010 Cumartesi günü, Ankara Kitap Fuarı'nda olacak!


Prof. Dr. Yalçın Küçük, okurları ve sevenleriyle, 4. Ankara Kitap Fuarı'nda buluşuyor.

Değerli hocamız, 27 Mart 2010 Cumartesi günü saat 14.00'te, Ankara Atatürk Kültür Merkezi'nde, Tan Kitabevi Yayınları standında, kitaplarını imzalayacak.
Saygılarımızla,
SK

İletişim: +90 312 419 33 53

--------------

Haber: Sosyalist Kültür
sosyalistkultur@gmail.com

M. ŞEHMUS GÜZEL’İN YENİ KİTABI ÇIKTI

Yazarımız M. Şehmus Güzel’in ERGANİ YÜRÜYOR
isimli yeni kitabı TÜSTAV Yayınları’nın Sarı Defter Dizisinin 14. Kitabı olarak okuyuculara sunuldu. Mart ayında yayınevleri yeni sezon hazırlıklarına sanki hız verdiler gibi. Bu bağlamda yazarımız M. Şehmus Güzel’in memleketi Ergani’de 1965 Temmuzunda askere gönderilen gençlerin kamyonunun devrilmesi üzerine iki kişinin vefatı ve birçoğunun yaralanmasıyla sonuçlanan trafik kazası sonrasında kasabadaki sorumluların sorumsuzca davranışları üzerine kasabadaki üniversite gençlerinin öncülüğünde düzenlenen ve kasaba tarihinde ilk olan gösteri ve yürüyüşe ilişkin kitapın yayınlanması iyi bir sürpriz oldu. Oldukça minik, çünkü elli sayfa kadar olan kitap kazaya ilişkin dört, gösteri ve yürüyüşe ilişkin üç foto ve birkaç başka görsel malzeme ile donatılmış bir biçimde sunuluyor. Yazarımızın toplumsal tarihin önemine vurgu yapan, kitabın oluşumunu ve hazırlanışını anlatan « sunu »sundan bir bölümü burada aktarmak istiyoruz. Meraklılarının kitabı okumaları umuduyla :

« Yapay bir biçimde kotarılmış resmi tarih karşısında kendi geçmişimizi, kendi an ve anılarımızı unutmamak için toplumsal tarihimize dört elle sarılmalıyız.

İgfal edilen, kimi kez tersine çevrilen tarihimizi alıp istediği gibi kullanan ve birçok şeyi hasır altı eden resmi tarih yerine toplumsal tarih halkların « ilaç »ıdır. Acılarımızı sarmak için. Geçmiş ama geçmeyen an(ı)larımızdan dersler, deneyimlerimizden sonuçlar çıkarabilmek için. « Tarih dersleri »nin hepimize yararı var. Yararı olacak. Bundan eminim.

Bu çerçevede 30 Temmuz 1965’te Diyarbakır’ın şirin kasabası, doğduğum ve küçelerinin toz ve toprağıyla büyüdüğüm Ergani’de iki kişinin ölümü ve birçoğunun yaralanmasıyla sonuçlanan kazayı ve sonrasında yetkililerin sorumsuz davranışlarını ve bunun üzerine üniversiteli öğrencilerinin öncülüğünde Erganililerin tepkilerini bir gösteri ve yürüyüşle sergilemelerini anlatmak ve toplumsal tarihimize miras bırakmayı arzuladım.

Hem o olayları yaşamış, gösteri ve yürüyüşe birçok arkadaşıyla birlikte öncülük etmiş biri olarak, hem de kasabasına borcunu hiç bir zaman ödeyemeyecek bir tarihçi olarak görevimi yerine getirmekte kararlı olduğum için. Bunu ben yapmasam kim yapacaktı ?

Hemşerilik olmasaydı bu kitap ta olmayacaktı. Evet, çünkü bir hemşerimin, Ergani tarihi konusunda son derece yararlı ve kalıcı çalışmalar yapan ve bu konudaki çabalarını aralıksız sürdüren Müslüm Üzülmez’in 2 Ağustos 1965’te düzenlediğimiz gösteri ve yürüyüşe ilişkin bir fotografı Diyarbekir İletişim Grubu üyelerine göndermesiyle başladı her şey.

Evet her şey bir fotografla başladı. Bu aynı zamanda fotografın, görsel malzemenin önemini bir kez daha gözler önüne sermesi açısından vurgulanmayı hak ediyor. Yazılı olan kalıyor, görsel olan unutulmuyor. Ve daha önemlisi görsel olanın anıların akın etmesini sağlamasıdır. Bu bağlamda o yıllarda elinden fotoğraf makinasını düşürmeyen gazeteci (Türkiye düzeyinde yayınlanan birçok gazetenin Ergani muhabiri), gazete satıcısı, kitapevi sahibi, « sinemacı » Adil Abe’yi, yani Adil Öztürk’ü, burada anmamak ona haksızlık olacaktır. Onun çektiği fotoğraflar sayesinde unutulma tehlikesi geçiren birçok şey, anıt, ev, mekan, sokak, cadde, sanatkarlar, tüccarlar, dükkanlar, insanlar ve bunlara bağlı olarak o günlerin giyim ve kuşam tarzları, oturup kalkış biçimleri ve kendi memleketimizin zenginliğini oluşturan birçok varlığımızı koruma olanağı bulduk. Evet fotoğrafa alınan aynı zamanda « korunmuş » oluyor.

M. Üzülmez’in ilettiği fotoyu 18 Eylül 2009 cuma sabahı görür gürmez anılar peş peşe koşmaya, sağa sola çarpıp aklımdaki her şeyi darmadağınık etmeye başladılar. Bunun üzerine bir yandan anılarımı derleyip toparlamaya başladım. Öte yandan olayları birlikte yaşadığım akraba ve arkadaşlarıma iletiler gönderdim. En başta amcamoğlu ve gösteri ve yürüyüşün en iyi biçimde düzenlenmesinde belirleyici rol oynayan Ali Güzel’e. Sonra işin başından sonuna koşturan kardeşlerim Ahmet Rahmi Güzel ile Kahraman Gündüz Güzel’e. Bu arada M. Üzülmez’in yardımı ile kırk yıl sonra izini bulduğum ilkgençlik arkadaşım Şeref Yıldız’a da.

İletilerle akrabalarıma ve arkadaşlarıma bir dizi soru sorup olaylar hakkında bilgilerimi derinleştirmek istedim. Bir de varsa başka fotoları görmek, birer örneğini elde etmek ricamı ilettim.

Ali Güzel çok kısa bir süre içinde kazayla ilgili dört, gösteri ve yürüyüşle ilgili üç fotoğraf ile gösteri ve yürüyüşün sonunda okunan bildirimizi yayınlayan Tokat’ın Alınteri isimli ve içeriğinden Türkiye İşçi Partisi (TİP) yanlısı olduğu belli ilerici haftalık derginin tek tek sayfalarını gönderdi. Böylece araştırmalarımda dev bir adım attım. Diyarbakır’ın en şirin kasabalarından biri olan Ergani’deki bir gösteri ve yürüyüşün Tokat’ta yayınlanan ilerici bir dergide yankılanmasının nedenini ve nasılını kitapta açıklıyorum. Ama şimdiden bunun « sosyalist kanal » sayesinde gerçekleştiğini hemen burada belirtmeliyim.

İletilerle, gönderilenlerle olaylar zincirinin halkaları biraraya gelmeye başladı. İşte o zaman kitapçık fikri bir çiceğin bütün renkleriyle birlikte doğaya açılması gibi açıldı aklımda. Evet derli toplu bir şey yazmalı, fotoğraflarla ve diğer görsel mazemeyle bir kitapçıkta toplamalıydım. Böylece her şey kalıcı olacaktı. Dahası görsel malzemeyle donatılmış bir kitapçık Ergani kütüphaneleri başta birçok kütüphaneyi süsleyebilecekti.

Toplumsal tarihimiz bunu hak ediyordu. Buna ihtiyacımız da vardı. Hem toplumsal tarihimizin hem de bizim.

O zaman oturup yazmak gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Kalemi ben tuttum ama benim anımsadıklarımı verdikleri bilgilerle tamamlayan, kimi eksikleri gideren, kimi yanlışları düzeltmeme yardımcı olan amcamoğlu Ali Güzel’e en başta büyük bir teşekkür etmem lazım. Sonra Şeref Yıldız’a teşekkür borçluyum. Kardeşlerim Ahmet Rahmi Güzel ile Kahraman Gündüz Güzel ve bütün aile üyelerine de binbir teşekkür. Ve elbette ve bilhassa bir fotoğrafla bütün bu yolculuğun işaretini veren değerli hemşerim Müslüm Üzülmez’e. O işareti çakmasaydı anılarımız daha çok beklerdi akıllarımızın sol köşesinde, fotoğraflarımız ise sapsararırdı üzüntüden. Görülmemiş olmanın üzüntüsünden. Oysa şimdi onlar görücüye çıktılar. Beğenip beğenmemek size kalıyor. Bana sorarsanız unutulmamaları, hep hatırlanmaları gereken an(ı)larımızdır. Bilhassa saklanmalı. »

22 Mart 2010 Pazartesi

YIKILSIN YETER


Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Aç gözünü uyan artık uykudan
Sömürü dünyası yıkılsın yeter
Zulme karşı diren daha yakından
Sömürü sistemi yıkılsın yeter

Patron bey ağa baskısı yıkılsın
Yoksulun belası beyleri bilsin
Ezilenler hele bir el ele versin
Üretmez yiyenler yıkılsın yeter

Alınteri nimet üreten bizler
Bizimle varolur baharlar yazlar
Fezalim der hacim erisin buzlar
Baş belası olan yıkılsın yeter

20 Mart 2010 Cumartesi

NEWROZA WE PîROZ BE!


Ez cêjna we, a Newrozê ji dil pîroz dikim.

Bi hevîya Newrozên azad, silav û rêz

***
Newroz bayramını en iyi dileklerle kutlar, sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.

Abdulkadîr Ulumaskan

MART AYI, DERT VE NAMERT AYI, BİR DE NEWROZ AYI‏




Teman Dep (Fézoyé Kazi Bayé)
Bermaz bermaz62@gmail.com

Atalar, "Mart ayı dert ayı" demişlerdir,bir de "namert" ayı demek lazım.

Mart ayı,Kış'tan Bahar'a geçiş veya kopuş ayı olduğu için soğuk geçebiliyor.Çiçek açtırıyor,sonrada dondurabiliyor.

Özellikle Eskiler kışlıklarını tükettikleri için gıda ve yakacak sıkıntısı çekebiliyor. Dolayısıyla sıkıntı ve dertler çoğalabiliyor.

"Namertliğine" bakacak olursak,katliamlar,işkenceler,saldırı ve işgal v.s gibi namertlikler görebiliyoruz.
Tarihe bir göz atalım;
Kadın işçilerin katliamı,
Çanakkale Savaşında Emperyalist amaçlar için yüzbinlerce yoksul insanın kırımı,
12 Mart darbesiyle,binlerce kişinin işkence,görmesi,tutuklanması,demokrat subayların ve diğerlerinin görevden atılması,

Gazi Mahallesi katliamı ,
Üniversiteli Gençlerin katliamı,
Abd nin Irak'ı işgali,
Devrimci Gençlik Önderlerinin katledilmesi,
Halepçe katliamı,
Diyarbakır Zindan ve işkencehanesinde Mazlum Doğan'ın Newrozlaşması,ve böylece Kürdlerin gözünde Mazlum'un, Demirci Kawa gibi Newrozla özdeşleşmesi...

İşte bu tür katliamlar,işgaller,işkenceler v.b uygulamalar ancak ve ancak namertlerin işi olabilir,zaten namertliklede yapmışlardır,

Mart ayı,bu tür namertliklerin veya dertlerin sorumlusu olmadığı halde,bu tür namertliklerin veya dertlerin asıl sorumlusu namert insanlar veya egemenler olduğu halde, ne yazık ki Mart ayına yıkmaya çalışıyoruz.

Çünkü onların çoğu, namertliklerini gizlemesini veya kurtulmasını becerebiliyorlar,kala kala elimizde yılda bir gelen Mart Ayı kalıyor.

Mart Ayını değilde,bu katliam,işkence ve işgalleri yapanları lanetliyor,Newroz Bayramını kutlayan tüm halklara ve tüm insanlığa barışın,demokrasinin ,refahın ve sağlığın gelmesini diliyorum.

Bu namertlere karşı verilen Newroz gibi mücadeleleri unutmamak dileğiyle, Newroz Pirozbe...

18 Mart 2010 Perşembe

Doksanbeş Yıllık Yalan, Kadrolu Yalancılar ve Kirlenmiş Vicdanlar...



Fikret Başkaya

Yurt dışında yaptığım konferanslarda ve özel görüşmelerde şöyle bir soruyla karşılaştığım olurdu: “‘Ermeni sorunu’ Osmanlı İmparatorluğu dönemine [1915] ait bir sorun olduğuna ve Cumhuriyetle Osmanlı İmparatorluğu tasfiye edildiğine göre, Cumhuriyet Rejimi neden 1915’deki katliamı inkâr ederek başına iş açıyor? Bu talihsiz olay bizim yıktığımız ‘Eski Rejim’ zamanında olmuştur ve Cumhuriyet rejiminin bu işte bir dahli söz konusu değildir demeye yanaşmıyor?”... Doğrusu başlarda bu tür sorular bana mantıklı geliyordu ve ‘aslında haklısınız, bugünkü rejimin inkâr yoluna gidip başına iş açması saçma... gibi cevaplarla geçiştirmeye çalışıyordum. İlerleyen yıllardaki yakın tarih okumalarım, dananın kuyruğunun hiç de tevâtür edildiği gibi olmadığını anlamamı sağladı. Rejim inkârda ısrar ediyordu çünkü 1923’de ‘Eski Rejimden’ bir kopuş söz konusu değildi, Cumhuriyet yeni bir şey değildi, söz konusu olan eni-sonu bir hükümet darbesiydi [coup d’état], 1915 katliamının failleri birkaç eksiği-fazlasıyla adı cumhuriyet olarak değiştirilen devletin üst düzey yöneticileri olmaya devam ettiler... Dolayısıyla, süreklilik yok sayılarak neden inkâr yoluna gittikleri ve inkârda ısrarcı oldukları anlaşılamazdı. Biz yapmadık demesi gerekenlerin biz yapmadık, öyle bir şey olmadı diyebilmeleri mümkün değildi. O zaman geriye inkâr yoluna gitmekten, yalan söylemekten başka yol kalmıyordu. Fakat bir kere yalan söylendi mi, ilk yalanı sürdürmek için yeni yalanlar söylemek kaçınılmazdır ve çelişik olarak yalan yalancıyı rehin alır. Bu, günlük hayatta da böyledir, yalan ancak yeni yalanlarla sürdürülebilir... Türkiye’yi yönetenler ilk yalanı söylediklerinde, söyledikleri yalan tarafından rehin alındılar ve aradan 95 yıl geçtiği halde ‘şark cephesinde yeni bir şey yok...’

Yalan, rejimin yalanıysa ve toplum yaşamını angaje ediyorsa, yalanın sürdürülmesi, inkârın devamı, inkarcıların ve yalancıların seferber edilmesini gerektirir. İşte resmi tarihçi ve resmi ideoloji üreticisi tam da bu iş için gereklidir ve asıl misyonu ve varlık nedeni yalan üretmek ve üretilen yalanı büyütmektir. Üretilen yalan ne kadar büyükse o işi yapan tarihçi de o kadar büyük tarihçi sayılır ve yalanla beslenenler tarafından ödüllendirilir. Tarihçinin büyüklüğüyle yalanın büyüklüğü arasında doğru yönde bir ilişki vardır. Bir seferinde bir tanıdığım bir tarihçiden söz ederken ‘o Türkiye’nin en büyük tarihçisidir‘ demişti, ben de ‘boyu mu? kilosu mu? yoksa ikiside mi büyük?..’ diye karşılık verdiğimde, şaşkın gözlerle yüzüme bakmıştı... Ona resmi tarihçinin büyüğüne-küçüğüne dair söylediklerimden de pek bir şey anlamamış gibiydi... Resmi tarihçi esas itibariyle iki şey yapmaya memur edilmiştir: Karartmak ve parlatmak, bu amaçla da toplumsal belleği yok etmek . Toplumsal belleğin yok edilmesi, işlenen insanlık suçlarının, katliamların, vb. hesabının sorulmasını engelleme işlevi görür. Resmi tarihçinin işi ‘şanlı bir geçmiş’ üretmektir. Geçmişin şanlı olabilmesi için kirli kısımlar ayıklanmalı, utanılacak ne varsa temizlenmelidir. Elbette şanlı bir geçmiş kurgusuyla amaçlanan sadece gurur duyulacak bir geçmiş yaratmak değildir. Şanlı geçmişin bugüne ve geleceğe uzanan bir işlevi de vardır: Şanlı geçmiş bugünün kötülüklerine katlanmayı da sağlar... Yaşanmış bir olayın hatırlanmasını, konuşulmasını, tartışılmasını engellemenin yollarından biri onu tabulaştırmaktır. Bilindiği gibi tabu: yasaklanarak korunan anlamındadır. TC’nin egemenleri ayıbı örtmenin bir yolu saydıkları için Ermeni sorununu tabulaştırıp, ona dokunulmazlık kazandırdılar. Onca yıl yalanda ısrar ettiler ama bilmedikleri bir şey vardı: bu dünyada yalanı ebed-müddet sürdürmek mümkün değildir. Boşuna ‘gerçek inatçıdır’ denmemiştir... Yalan ve inkârda yüzyıllık ısrar, şimdilerde artık sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. Gerçi geçen süre insan yaşamı söz konusu olduğunda uzundur ama toplum yaşamı, insanlık tarihi söz konusu olduğunda sadece küçük bir parantezdir.
Elbette sorun sadece Türkiye’yi, Türkleri, Ermenileri angaje etmiyordu, uluslararası siyasetin de odağında yer alıyordu ve başka türlü olması mümkün değildi. Türkiye’nin yalanı ve inkârı sürdürebilmesi, emperyalist devletlerin dahli olmadan mümkün değildi. Emperyalist güçler Ermeni sorununun Türkiye’nin yumuşak karnı olduğunu biliyorlardı ve onu her dönemde politik-ekonomik-jeopolitik-jeostratejik çıkarları için kullandılar ve kullanmaya devam ediyorlar. T.C. rejiminin suç ortağı olmak onlar için son derece kârlı bir şeydi. TC’nin yalanı sürdürmekteki kararlılığı ve yalan tarafından rehin alınmışlığı, emperyalist odakların şantaj yeteneğini artırdı. Dolayısıyla ve maalesef ‘Ermeni sorunu’ iki tarafın ikiyüzlülüğünün kesişme noktasında bir sorun olarak kalmaya devam etti, ediyor. Her yılın 24 Nisan öncesinde ABD Kongresinde Ermeni şantajı gündeme geliyor ve TC’den ‘doyurucu’ tavizler koparılınca dosya bir yıllığına kapatılıyor ve bu utanç verici oyun kaldığı yerden devam ediyor. Ermeni halkının yaşadığı trajedi, çekilen acılar birileri tarafından paraya çevriliyor. Emperyalist İngilizlerin, Fransızların, Almanların, Amerikalıların, vb. Ermeni halkının kaderiyle başka türlü ilgilenmeleri mümkün olabilir miydi?

Maaşlı yalancılar sadece resmi tarihçiler değil...

Türkiye’de tarihi tahrif etmeye, yalan üretmeye memur edilmiş tarihçilere, ‘uzmanlara’, ‘sosyal bilimcilere’, vb. ödenen maaş, emperyalist dünyadaki, özellikle de ABD’deki yalancılara ödenenin yanında devede kulak kalır. Her yıl yalanı sürdürmek için ABD’li ‘büyük tarihçilere’, lobicilere, politikacılara, anlı-şanlı senatörlere, medya mensuplarına, vb. TC’nin bütçesinden milyonlarca dolar ödeniyor. Bazı tahminlere göre sadece ABD’deki lobicilere ödenen paranın bazı yıllar 15 milyon doları aştığı tahmin ediliyor. Bu saçmalık nasıl açıklanabilir? Nasıl gerekçelendirilebilir ve nasıl savunulabilir? Yoksul halktan alınan vergilerle ‘uygar dünya’nın zengin yalancılarını ‘beslemenin’ etik-mantıkî-insânî bir açıklaması mümkün müdür? Bu, Türkiye’nin ‘ulusal çıkarı’ için mi yapılıyor? Eğer öyleyse bir şeyin ‘ulusal çıkar’ olduğuna kim neye göre karar veriyor ve bu dünya’da ‘ulusal çıkar’, ‘milli menfaat’ diye bir şey mümkün müdür? Bir devlet kendi yalanını sürdürmeyi emekçi halktan aldığı vergilerle finanse ettiğinde, bu hangi gerekçeye dayandırılabilir?

Şantaj-karşı şantaj diyalektiği

ABD ya da ‘hür dünyanın’ uygarlık timsali emperyalist devletlerden biri Türkiye’ye silah ya da başka bir şey satmak ve/veya Türkiye’de bir ihale kotarmak, jeopolitik-jeostratejik amaçları için Türkiye’yi kullanmak için politikacıları ve medyayı harekete geçirerek, Ermeni kozunu oynuyor. Ermeni tasarısı Senatonun, Temsilciler Meclisinin, parlamentoların gündemine alınıyor ve bir pazarlıktır başlıyor. Türkiye’de Dışişleri, TBMM, Hükümet teyakkûz durumuna geçiyor. Irkçı-milliyetçi hezeyanları kabartmak üzere hemen devlet medyası harekete geçiriliyor. Tasarının geri çekilmesi için Milletvekilleri seferber oluyor. Şantajcılar istediklerini alıyor ve dosya ‘şimdilik’ kapatılıyor... Eğer karar çıkarsa Türkiye güya misilleme yapıyor ‘kozlarını’ oynuyor, kararın alındığı ülkenin mallarına göstermelik bir boykot hamlesi yapılıyor, ihalelerin iptal edileceği söyleniyor. Bu sefer çokuluslu şirketlerin karşı-şantajı gündeme geliyor: “Eğer boykot devam ederse sermayemizi geri çekeriz, ekonominiz çöker...” tehdidi... ‘Ekonominin gereği’ denilenin bir gereği olarak boykot daha başlamadan bitiyor. Böylece Türk Milleti tepkisiz kalmamış, ‘ulusal onur’ korunmuş, milli duygular kabarmış oluyor... ABD Temsilciler Meclisinde oynanan son sirk oyunu, kepazeliği bir kere daha ortaya koydu. ABD silah tekelleri tasarıya karşı çıktılar. Bizim hükümet de ‘dikkat edin sizden 8 milyar dolarlık silah alıyoruz’ dedi... Aslında emperyalist devletlerle TC arasında adı konmamış zımnî bir anlaşma geçerli. TC için yalanı sürdürmek bir başarı sayılıyor ve yalanın sürdürülmesi gerekiyor. Emperyalist ülkeler de TC’nin egemenlerine: “yalanın üstünü örtmene bir şartla evet derim: ‘bana şunu- şunu vereceksin ve şunu- şunu yapacaksın” diyor. Kapitalist-emperyalist çıkarlar Ermeni sorununu pazarlık konusu yaparak ve paraya çevirerek yol alıyor ve bazı naif insanlar da sorunların çözümünü onlardan bekliyor! Oysa sorun doğrudan insanlık vicdanını angaje ediyor. Ermeni sorununun kaynağında baştan beri emperyalist çıkarlar yatıyor... Aksi halde bunca zamandır üstünü örtmek mümkün olmazdı... Yapılması gereken, birbirini besleyen bu iki ikiyüzlülüğü teşhir etmektir.

Gerçekle yüzleşmenin gerekliliği

XX’inci yüzyılın başında, özellikle de 1915 ve sonrasında bu topraklarda yaşayan Hıristiyan halklar tasfiye edildi. Bu işi emekçi halk yapmadı. Zaten halkın böyle bir şey yapması mümkün değildir. Halkın bu tür patolojik işlere teşebbüs etmesi, insanlık suçu işlemesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu işi İttihatçı siyasetçiler yaptı. İttihatçılar yaptı ve bir kesim de yapılan etnik ‘temizlikten’ nemalanıp zenginleşti ve katliamcıların suç ortağı oldu... İttihatçıların işlediği insanlık suçuna bu halkı ortak etmek, asıl katilleri aklamak anlamına gelir. Onun için şeyleri adıyla çağırmak, yerli yerine koymak, yalandan uzak durmak gerekiyor. Biz İttihatçı katillerin suçuna asla ortak olmak istemeyiz, bu toplumun insanları işlemedikleri bir suçtan dolayı insanlık vicdanında mahkûm olmak istemezler. Sadece bu neden bile tarihimizle neden yüzleşmek zorunda olduğumuzu göstermeye yeter... O halde yapılması gereken şey zor değil: Birincisi, resmi tarihin ve resmi ideolojinin yüz yıllık yalanından kurtulmak, gerçeği kabullenmek, şeyleri adıyla çağırmaya cesaret etmek; ikincisi de ırkçı-milliyetçi hezeyanlara prim vermemek gerekiyor. Aksi halde vicdanlar kirlenmeye, kirletilmeye devam edecektir. Son dönemde politikacılar ve devlet ricalinin yükseklerindekiler; ‘bu iş tarihçilere bırakılsın’ demeye başladılar. Her halde ‘kendi’ resmi tarihçilerine güveniyorlardır... kimbilir. Anadolu denilen toprakların tüm Hıristiyan halklardan [Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Keldaniler, vb...] temizlendiği ortadayken, hâlâ tarihçilerin söyleyecek sözü var mıdır dersiniz? Zira durum tarihçilere, hele hele ‘resmi tarihçilere’, ‘konunun uzmanlarına’ bırakılmayacak kadar önemli olduğuna göre...

------------------
1- Bkz: “Neden Resmi Tarih?” içinde Reel Atatürkçülük, Özgür Üniversite Kitaplığı.

16 Mart 2010 Salı

RENKLERİN ZAMANLA BULUŞMASI ( SENKRONİZASYONU)


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Söylenmemiş, yazılmamış fikirleri, duyguları dile getirmek her yazarın hevesidir. Ben de tabiatın sessiz bir parçası olan AĞAÇLARLA duygu alışverişimi yazmıştım birara. Çünkü o hususta pek literatüre rastlamamıştım. Şimdide yine eşine rastlamadığım bir mevzuyu dile getirmek istiyorum. Renklerin bizde bazı çağrışımları yaptığı biliniyor. Fakat bunların ZAMAN ile ilişiği hakkında bir yazım hatırlamıyorum.

EFLATUN
: Sabahları şafak sökmeden öce gökte eflatuni bir renk oluşur. Güneş doğarkende bu penbe renge dönüşür. Daha sonra turuncuya, bihayet sarılaşır. Gökyüzüde MAVİ’sini bulur. Bu değişimi en bariz bir tarzda NEMRUT dağının tepesinde müşahede edebilirsiniz. Yanlız bunun bir özelliği vardır oda bu renk dönüşümü bir HALE tarzındadır. Nadir tarassut imkanı olan bu mevkide, Turistler sabahlarlar bu fenomeni kameralarına kayda almak için.

NEMRUT dünya harikasını basın yoluyla duyuran Amerikalı Miss GOELL’dir . Onun Nemrut’a ilk seyahatında bende bulunmuştum. Tepeye yürüyerek çıkmış ve adeta sevgilisine kavuşmuş bir tavırla, mutluluktan uçarsasına sırt üstü çakılların üstüne uzanmıştı. Sonraları Alman Professör Dörner’le birlikte ilmi yayınlar yapmıştı Nemrut hakkında. Nihayet vefat ettiğinde, vasiyeti icabı cesedi yakılımış, külleri tepeye serpilmişti. Onu ölmeden bir müddet önce New-York’ta ziyaret etmiş, evinin Kahta’dan getirdiği kilimlerle döşemiş olduğuna şahit olmuştum.

Akşam olunca, ayni renk halesini ise USA’nın güneyinde, Meksika hudutundaki SAN DİEGO’da müşahede etmiştim. Orada renk dönüşümü tersine tezahür ediyordu. Önce Güneşin sarı huzmeleri turuncuya, sonra eflatuna ; daha sonrada morlaşıp larciverte dönüşüyor, ve birden Okyanusun içine batıyordu.

SİYAH : Bu renk aslında insanı ciddileştiren, resmileştiren ; tefekküre zorluyan , GECE ile buluşur. Ayrıca duygularınızı sınava tabi tutar.

Bir genç 17 sine gelince, beynindeki endokrin menşeli hücreler gelişimini tamamlayınca olsa gerek, AŞK denen ruhsal duyguyu yaşar. Genç kızlarda bu dahada erken yaşlarda gelişir. İnsan nasıl muayyen bir yaşta yürümeye, muayyen bir yaşta konuşmağa başlarsa ki beyindeki gelişime bağlı olarakta , muayyen bir yaştada aşk hastalığına tutulur.

VUSLAT’ının mümkün olamıyacağını bile bile. FUZULİ Leyla Mecnununu, SHAKESPEARE Romeo-Jüllieti’ni poesiye vurmuş edebiyat tarihine en büyük eserlerini kazandırmışlardır.

Geriye dönüpte gençliğimde yaşadığım o duygularımı hatırlayınca, MUTLULUĞU yeniden tadar gibi oluyorum. Akşam olupta gecenin karanlığı SİYAH’a bürününce, sevgilimin evi önünde saatlerce dolaşır, onun yatak odasındaki ışığın sönmesini beklerdim. Bazan perdeyi kapamağı unuttuğunda, tül perdenin arkasında siluetini seyrederken kalbim burkulur, heyecandan gözüm kararırdı. Hiç elinizde bir serçe tuttunuz mu? Onun kalp çırpınışını avucunuzda hissettiniz mi? İşte benimde sanki kalbim öylesine çırpınmağa başlardı. Acı bir mutluluk hissi duyardım. O platonik bir AŞK’tı. O an yanlız onu değil sanki bütün insanları, bütün yaratıkları sevdiğimi hissederdim. O nasıl ulvi, ilahi bir duygu idi.

Dünya da insanlar yaşamağa başladığındanberi her alanda gelişme olmuş. Bilhassa teknolojide ne dev adımlar atılmış. Fakat ilk insandan buyana değişmeyen tek bu AŞK duygusudur. Onu bu sebeple çok mühümsüyorum. Hatta bazı hayvanlardada bu sevgiden, yahut intuviteden ; instinktividen olsa gerek, çiftler halinde yaşamları var. Onlar konuşamadıkları için bilemiyoruz. Bu bağlılıklarının sebebini. Ben onlarında beynindeki nöyroendokriner gelişimden olageldiği kanaatındeyim.

Bundan böyle çeşitli renklerin zamanla olan ilişkisini araştıracağım. Bir bağın olduğunu sanıyorum. Mesela KIRMIZI’nın GÜLLERLE, AŞK’la ilşkisini bulmağa çalışacağım. Denizlerin, ve Göğün MAVİ ile zamanlanmasını keşfe karar verdim. YEŞİL’in ahrete varınca ancak Cennette olabilmesini sorgulayacağım. Temiz olmanın, Temizlenmekle BEYAZ’ın çağrışımlarını bilmeğe çalışacağım.

Bütün bu olup bitenlerden MEVLANA’nın haberdar olduğuna inanıyorum.

Antalya.15.03.10

14 Mart 2010 Pazar

Birleşmiş Milletler, Kosova ve Kürtler




Demir Bilgin
demir.bilgin@yahoo.dk

17 Şubat’ta Kosova Cumhuriyeti bağımsızlığın 2. yıldönümünü kutladığı zaman hem sevindim, hem de üzüldüm. Sevindim; nüfusu yaklaşık olarak 2 milyon olan Kosovalılar bağımsızlıklarını kutluyor. Üzüldüm; nüfusu 30 – 35 milyon olan Kürtler, bırakın bağımsız olmaları, hâlâ dillerini özgürce kullanamıyorlar, kullanmalarına izin verilmiyor!

Bir düşünün, Birleşmiş Milletler (BM), Kosovalılara bağımsızlık vermek için siyasi ve askeri olarak ta tüm imkâlarını kullandı.Kosova, önce, Birleşmiş Milletler gözetiminde yönetildi, daha sonra da 17 Şubat 2008’de “Kosova Cumhuriyeti” ilan edildi, kuruldu. Ama nedense aynı ”Birleşmiş Milletler”, Kürtler sözkonusu olunca sus-pus içinde oluyor!

Birleşmiş Milletlerin bir yandan Kosovalılara sahip çıkması, diğer yandan Türkiye’de sürekli ”ırkçı” bir muameleye tabi tutulan Kürtleri ”görmezden” gelmesi gerçekten ibret verici bir durumdur.

Biliniyor, hak, haktır, nüfusla ilgisi yok. Hak, haktır, herkes özgürce ”kendi kaderlerini tayin etme hakkına” sahip olmalıdır. Bunlar genel prensipler ve doğru şeylerdir. Ama genel prensipler ve doğru şeyler, ne yazık ki, çoğu zaman hem Birleşmiş Miletler nezdinde, hem de tek tek ülkelerdeki sömürgeci, ilhakçı ülkeler tarafından ayaklar altına alınıyor, çiğneniyor. İşte bizi, bizleri üzen de budur, bu ikiyüzlü politikadır.

Bakın ne utanç verici bir durum; Türkiye’de Kürtler sürekli ”ırkçı” bir muamaleye tutulurken, Türkiye Cumhuriyeti devleti, Kosova bağımsızlığını ”ilk tanıyan ülkeler” arasında yer alıyor!

Başbakan Recep Tayyip bey, yurtdışı gezilerinde, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde; ”asimilasyon insanlık suçudur” diye bağırır; Batılı ülkeleri, Türkler karşısında, ”asimilasyoncu” ve ”ırkçı” olmakla suçlar, ama aynı Başbakan, Türkiye’de, Kürtlere yapılmak istenen, yapılan ”asimilasyonu” ve ”ırkçılığı” görmez, görmek istemez.

İşte bizi, bizleri üzen ve öfkelendiren budur, bu ikiyüzlü politikadır!

Ne yazık ki, tüm bu ıkçı ve ikiyüzlü politikalar, Birleşmiş Miletlerin gözü önünde cereyan ediyor. İnsan gerçekten soramadan edemiyor:

Birleşmiş Milletler olmak bu mudur?

İkinci Dünya Savaşı sonrasında “sömürgeciliğin” tasfiyesinde belirleyici bir rol oynayan Birleşmiş Milletler nasıl oluyorda, Kürtler sözkonusu olduğunda ikiyüzlü hareket edebiliyor?
İnsan, gerçekten, soramadan edemiyor:

Birleşmiş Milletler olmak, Belçika ve Fransız polisinin Türkye ile birlikte hareket ederek, Roj Tv’yi susturmaya yönelik olan vahşi polis baskınına seyirci kalmak mıdır?

Bu mudur, Birleşmiş Milletler olmak?

Üzerinde herkesin durması gereken sorulardır.

Yazımı burada biririyorum, ama bir ”davet” ve ”çağrım” var:

Birleşmiş Milletler kurumunda yer alan, insan haklarından yana olan tüm ülke ve temsilcilerini bir kez daha, bu kurum üzerine, düşünmeye davet ediyorum!

Sizleri, Birleşmiş Milletlerin bu ”çifte standardını” ve ”ikiyüzlü” politikasını sorgulamaya çağırıyorum!

12 Mart 2010 Cuma

KERPİÇ…



Dr.İsmet Turanlı,
dr_ismetturanli@mynet.com

KÜRTLERİN KÖYDE YAŞAYANLARININ HEMEN HEPSİ KERPİÇ EVLERDE BARINIRLAR.

Başbakan çok tehlikeli bir laf etti. Güya depremde kerpiç evler suçlu imiş. Bu gösteriyor ki başbakanın Kürtlerin köylerde ikamet ettiği meskenlerden hiç haberi yoktur. Demek ki seyahatlarında sadece kentleri geziyor. Köylülerin yaşam bölgelerini yani köyleri hiç görmemiş. Oralar ne Kasımpaşaya nede Trabzondaki köylere benzerler. Oralarda ki inşaat tarzı asırlardanberi KERPİÇ menşelidir. TOKİ’nin kapasitesi oraları medenileştirmeğe yetmez. Onun için Başbakanın o lafını tehlikeli görmekteyim.

Hele CHP nin bu mevzuda söyleyeceği hiç bir şey olmasa gerek. Zira bundan elli sene önce Demokrat Parti yani Menderes devrinde meclise getirdiği bir önerge vardı. 25 Çimento fabrikası için devletin yatırım yapması hakkında. Hükumet taraftarı yani bugünkü deyimle yandaş basının sözcüsü olan ZAFER gazetesi bu haberi büyük puntolarla manşet yapmıştı. CHP nin sözcüsü ULUS gazeteside bu haberi alaya almış ve Menderes sokakları betonlaştırmak istiyor diye prensibi içabı itiraz etmişti.

Kürtlerin meskun olduğu köyleri bırakın TSK nın tahrip ettiği köyleri dahi kerpiç yapıdan kurtarmağa kalksa TOKİ bu miseri ortadan kaldıramaz. Hadi CHP nin bu realiteyi görmediğini anlasakta Erdoğanın bu durumdan bihaber olması üzücü. Kürt açılımı diye ortaya çıkan AK partinin palyatif bazı önerilerinin arkasında asıl dev problemleri halletmesi gerçeği ortaya çıkacaktır. Asırlardır ihmal edilen bu bölgelerin muasır medeniyetten ne derecede mahrum olduğu gerçeği siyasilerin uykusunu kaçırmalı.

Erdoğan’ın farkına varmadığı korkunç bir gerçekte Bankaların kriz devrinde bile halkı ne şekilde sömürdükleridir. Büyük bir başarı sağlamışlar gibi milyarlarca karlarını açıklıyorlar. Bu durumun altını kaşıyınca görülüyor ki Reel sanayiye pahalı faizli kredileri dahi esirgeyip mevduata düşük getiriler sağlamışlar .Dolayısı ilede fahiş karlar temin etmişler. Global krize sebep olan finanz sektörünün attığı kazık dünya ekonomistleri tarafından tescil edilirken ve devlet kontrolunun kaçınılmaz olduğu açıklanırken bizim hükumetin bu vurguna göz yumması büyümenin ve isthdamın artmasının önünü tıkamıştır. Bankaların bu tutumu ekonomimizin sağlamlığına bir delil sayılamaz. Bu tamamen sanal bir görüntüdür. Yüksek vergilerle cezalandırılmaları lazımdır. 600 TL ile emekliler geçim kavgası veririrken, açlıktan ağzı kokan işsizlerin hali ortada iken bankaların kredi kartları borçlarından % 50 ye yakın faiz tatbikatı korkunç. Onlara Erdoğanın tavsiyeside üzüntü verici. Hani ekmeği olmayanlara Pasta yesinler dendiği gibi kredi kartlarınızı kullanmakta daha ciddi olun diyor Başbakan. Bankaların vatandaşlara tatbik ettikleri faiz oranı Avrupada ve USA da yıllık faize bedel.

Yukarda dile getirdiğim iki mega problem dururken partilerin ve sözcülerinin kayıkcı kavgası yapmaları Türkiyede siyasetin nerede olduğunu gösteriyor. Benim gibi mürekkep yalamış cahillerin ikazlarına CEREBRAL problemi olan aydınsızların halü per melalini açığa çıkarmak elbette ki benim vazifem olamaz(!). Hemen hemen hergün televizyonlarda , oturumbaşı 1000 TL alan , ayni kişileri , ve her mevzuda söz sahibiymiş gibi davranmaları mide bulantısı yapıyor. Bu müdavimler de hiç sıkılma ve utanma olmasa gerek. Bir gazetecinin dediği gibi batının gündemi ile doğunun gündemi hiç uyuşmuyor. Hele görsel ve basılı yayın organları ile ama hiç uyuşmuyor. Yarın sandıkta karar verecek olan mercide o siyasilerin, yahutta köşe yazarlarının bilmedikleri avamdır. Türkiyenin karukatürüstik görünümü böyle. Ezberlere devam edin demekten başka çarem yoktur.

Antalya, 11.03.10.

10 Mart 2010 Çarşamba

Dünya Kadınlar gününde : Ademin ilk eşi Lilit

Dr.İsmet turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Tanrı, Adem ve Lilith’ topraktan yaratıyor ve cennete yerleştiriyor. Zamanla Adem ve Lilith çifti arasında sorunlar başlıyor, huzurları bozuluyor. Bilindik kadın-erkek sorunları ilk onlarda yaşanıyor. Günümüz erkekleri gibi Adem her konuda söz hakkının kendisinde olmasını istiyor, Lilith ise buna karşı çıkıyor.

Cinsel yaşamlarında Adem’in üstte olması Lilith’i rahatsız ediyor. Kendisinin altta oluşunu aşağılayıcı buluyor ve karşı çıkıyor. Lilith kendisinin de Adem gibi topraktan yaratıldığını eşit olduklarını iddia ediyor. Adem, kendisinin affedici bereketli ve sonsuz gökyüzüne benzetirken Lilith’i toprağa benzetiyor, ürün veren toprağa ve ilişkilerine bu şekilde devam etmekte ısrar ediyor. Israr karşısında Lilith ilişkilerinin yürüyemeyeceğine karar verir, Tanrı’nın anılmaması gereken adını zikreder ve göğe yükselir. Elindeki tüm imkanlarından vazgeçer ve dışlanmışların yanında yer alır. Beraberindeki cinlerle ve Şamael yani Şeytan ile ilişkiye girer, çocukları olur.

Adem cennette yalnız kalmıştır, Tanrı’ya yakarıp Lilith’in geri gelmesini ister. Tanrı, üç melek gönderir. Sanvai, Semangelof ve Sansanvai adlı meleklere; Lilith geri gelmediği takdirde her gün 100 çocuğunun öldürülmesini emreder. Lilith asla dönmeyeceğini söyler ve emir yerine getirilir.

Lilith acı çeker ve ısdırapla bundan sonra tüm hamile ve doğum yapan kadınlar ile bebeklerin düşmanı olacağına dair yemin eder. Yeni doğanlardan erkek çocuklarının ilk sekizinci günde, kız çocuklarının ilk yirminci günde canını alacak yalnız yakınında üç meleğin adı ve şekli olanlara dokunmayacaktır.

Bu durumda Tanrı Adem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır ve Havva Adem’in bir parçası olduğundan ona karşı gelmez.

Efsane yüzyıllar sonrasına taşındı ve Lilith feminizm simgesi haline getirildi Havva gibi olmak istemeyen kadınlarca, hatta çocuklarına Lilith adını verenler de oldu. Müzik festivalleri düzenlendi, “Lilith Fair” adını verdikleri festivallere sadece kadın müzisyenler katıldı

Antalya, 09.03.10