28 Haziran 2014 Cumartesi

Üretmek, tüketmek, yok etmek!





Fikret Başkaya


Neoliberal küreselleşme çağında tüm toplumlar daha çok üretime ve daha çok tüketime kilitlenmiş durumda. Üretim artarsa, ekonomi büyürse işlerin yoluna gireceği söyleniyor. Lâkin her üretim artışının sonunda beklenen sonuç ortaya çıkmıyor, işler daha da sarpa sarıyor. Kapitalist ürettiğine değil, üreteceğine bakar. Gözü ürettiğini görmez. Onu önündekine değil de ilerdekine, gelecektekine baktıran da çılgın rekabettir. Aslında kapitalist, “ileriye doğru kaçmaya mahkûm” bir bireydir ve bu yüzden de bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye mecbur eder. Zira daha çok üretemez ise, daha büyük bir artı-değer kitlesine el koyamaz ise, toplam artı-değerden daha büyük pay alamaz ise, rakipler tarafından yutulur, alan dışına itilir, yarışı kaybeder. Tabii daha çok üretmek de, daha çok satmakla mümkündür. Kapitalizm koşullarında bu işi başarmanın yolu, kapitalizmin kendi suretinde bir insan yaratmasından geçiyordu. Ancak o zaman insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak mümkün olurdu. Şimdilerde çok sayıda gereksiz, dahası zararlı şeyin üretiliyor ve satılıyor olmasının sırrı orada yatıyor.

Bir insan ihtiyacı olmayan şeyleri satın almaya, her seferinde daha çoğunu satın almaya nasıl ikna edilebilir? Eğer refahın ve mutluluğun daha çoğa sahip olmaktan geçtiğine inanırsa... Refah ve mutluluğa ulaşmanın daha çok maddi şeye sahip olmaktan geçtiğine dair bir yanılsama içindeyse. Tabii, kapitalizm dahilinde herkesin üretilen ve satılan her şeye sahip olması mümkün değildir. Zira birilerinin (azınlığın) daha çoğa sahip olması için, başkalarının (çoğunluğun) satın alamaz duruma getirilmesi gerekiyor. Sistemin işleyişinin bir sonucu olarak, zenginlik giderek küçük bir grubun elinde toplanıyor. Çoğunluk yeterli bir gelire ve dolayısıyla satın alma gücüne sahip olamıyor. Netice itibariyle, toplum çoğunluğu sürecin dışına atılıyor. İşte üretimin her seferinde “lüks mallara”, gereksiz ve zararlı şeylere yönelmesinin, insanların da ihtiyaçları olmayan şeyleri satın almasının sebebi bu. Ve sonuç ortada: Bir tarafta en hayati ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda olan, açlıkla, yoksullukla cebelleşen, sefalet ortamına itilmiş milyarlarca insan, diğer tarafta dünyanın zenginliğine el koyan ve yön veren dar bir küresel oligarşi ve çevresi ve onu taklit edebilen bir küresel orta sınıf... İşte “büyüme”, “kalkınma”, “ilerleme”, “demokrasi’, “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü”, “insan hakları”, vb. dedikleri böyle bir şey...

Fakat hepsi bu kadar değil, aşırı düzeyde zenginlik ve yoksulluk üreten ve aradaki uçurumu derinleştiren bu süreç, bir de ekolojik bozulmaya neden oluyor. Başka türlü ifade edersek, insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atacak düzeyde canlı yaşamın temelini aşındırıyor. Her geçen gün sosyal mahiyetteki sorunlar büyüyor, ekolojik riskler derinleşiyor ve insanlara “ilerde” işlerin yoluna gireceği” söyleniyor... Ve hedef ufukta bir çizgi gibi uzaklara kayıyor... Küresel oligarşinin adamları ve onların uzantıları ve müttefikleri olan “yerel” mülk sahibi sınıfların sözcüleri, “yoksulluğun kökünü kazımaktan” söz ediyorlar. En son verilen tarih 2015’ti ve 6 ay sonra doluyor. Lâkin vaad edilen sürede yoksulluk daha da artmış bulunuyor. Hem neoliberal çılgınlık, saldırganlık ve küstahlık pupa-yelken yol almaya devam edecek, her şey özelleştirilecek, metalaştırılacak, parayla alınır-satılır hale gelecek ve hem de yoksulluğun kökü kazınacak! Bu, insanlarla alay etmek değil midir? Eğer gerçekten yoksullukla mücadele diye samimi bir kaygı olsaydı, açlık 6 ay içinde insanlığın gündeminden çıkardı. Zira dünyada akıl almaz bir “zenginlik” stoku var. Ve yapılacak iş de çok basit... Nasıl, bir zamanlar kölelik yasaklanmıştı, o zaman hemen yoksulluğu da yasaklarsınız, aşırı gelir dağılımı adaletsizliğine son verirsiniz, olur- biter. Herkesin olan, hepimizin olan, toplumdan gasp edilen, asıl sahiplerine iade edilir! Birilerinin yoksulluğu, başkalarının herkese ait olana ve olması gerekene el koymasının sonucu olduğuna göre... Daha önce de yazdım, eğer dünyadaki zenginlik [gelir] eşit bölüşülseydi, her dünyalıya günde 19, ayda 570, yılda 6840 euro düşecekti. Bu 5 kişilik bir aileye yılda 34 200 dolar [yaklaşık 95 760 TL] düşecek demektir... Öyleyse neden yoksullukla mücadele söylemi hep gündemde? Böylece küresel oligarşi ve bir bütün olarak yeryüzünün egemenleri kendi konumlarını “meşrulaştırmak” istiyorlar. Asıl amaç asla yoksullukla mücadele değil... Amaç oyalamak için aldatmak... Bu nedenle, “yoksullukla mücadele söylemi” yoksullar cephesini değil, zenginler taifesini angaje ediyor!

Aşırı üretim ve tüketime endeksli geçerli neoliberal kapitalist işleyiş, akıl almaz bir israf ve yok etmek anlamına geliyor. Sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, satın alınan malların ve hizmetlerin sürekli yenilenmesi ve yenilenme hızını artması gerekiyor. Bu amaçla da reklamlar devreye sokuluyor. Tabii medyanın ve moda endüstrisinin rolünü de unutmamak gerekir. Aksi hale sistemin işlerliği mümkün olmazdı. Satın alınan şeyler, eskimeden kullanımdan düşüyor, normal ömrünü doldurmadan çöpe atılıyor. Bu amaçla modeller sürekli olarak yenileniyor. Ürünlerin, eskime/demode olma ömrü önceden, üretim aşamasında programlanıyor. Bir ürünün ne kadar zamanda kullanılamaz hale geleceğine üretici şirket karar veriyor. Buna “programlanmış eskime” deniyor... Bir insanın sapa sağlam bir aleti, kullandığı bir nesneyi atıp, yenisini alması, bu tür bir saçmalığa tevessül edebilmesi ancak düşünme yeteneğini yitirdiğinde, sorumluluk duygusundan arındığında mümkündür. Yedek parça üretimi bilinçli olarak savsaklanıyor ve yedek parçaya ulaşım zorlaştırılıyor. Dört yaşındaki arabasını yenileyen birine: “Neden böyle bir şey yaptığını” sorduğumda, “bundan sonra çok masraf çıkarır...” cevabını vermişti... İnsanlar öyle bir reklam bombardımanı altında, öylesine reklam kölesi olmuş durumdalar ki, elindekini atıp yenisini almadan edemiyor... Buna çöpe atma-satın alma refleksi de diyebilir siniz... Yani tam bir “şartlı refleks hâli”! Her yıl cep telefonunu değiştirmenin mantığı nedir? Her üç-dört yılda yeni bir araba satın almak ne anlama geliyor? Kapitalist sistem insanı insanlıktan çıkarmış durumda. Yepyeni pencere perdeleri neden değiştirilir? Ortalama insan, artık ne yaptığını, yaptığının ne anlamıma geldiğini bilmiyor. Bir şey üretmek için hammadde, enerji ve emek gerekir ve bir şeyi kullanım ömrü dolmadan çöpe atmak, hammadde, enerji ve emek israfı demektir. Daha da ötede doğayı kirletmektir. Her yıl çoğu plastik su ve süt şişesi olmak üzere doğaya 260 milyon ton plastik atık (çöp) atılıyor. Bir plastik torbanın ortalama kullanım zamanının 12 dakika olduğu tahmin ediliyor, lâkin toprakta çözülebilmesi için 400 yıl gerekiyor... Ve yerin altından çıkarılan madenler, enerji kaynakları, topraklar, vb. sınırsız değil. Bu tempoyla kullanım devam ederse [zira genel eğilim daha da artacağını gösteriyor], bu saçmalık daha ne kadar sürdürülebilir ?

O halde bu sefil durum nasıl mümkün oluyor? Değirmenin suyu nereden geliyor ve yapılanın anlamı nedir? Malûm, üretmek ve tüketmek aynı zamanda yok etmektir... Emperyalist oligarşinin ve “yerli oligarşilerin” bu şımarıklığı ve hovardalığı, şimdilerde Güney denilen dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerin doğal kaynaklarının ve emeğinin aşırı sömürüsü ve yağması sayesinde mümkün oluyor. Ve bu yeni ortaya çıkmış bir durum da değil... Kristof Kolomb’un macerasına kadar gerilere gidiyor. Eğer yoksul ülkelerin madenlerine, enerji kaynaklarına, emeğine, tarım ürünlerine, emperyalist devletler ve onların çokuluslu şirketleri tarafından yok pahasına el konmasaydı, bu günkü üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? Gardroplar yılda bir kaç defa yenilenir miydi, cep telefonları, araba modelleri, vb. bu kadar hızlı değişir miydi? Bir cep telefonunun bir buzdolabından daha çok enerji tükettiğini biliyor musunuz?

Eğer Güneyin doğal kaynaklarına, maden ve enerji varlığına, biyolojik çeşitliliğine Batı tarafından el konulmamış olsaydı, topraklarında neyin nasıl yetişeceğine emperyalist odaklar karar vermeseydi, söz konusu ülkeler kaynaklarını kendi refahları ve kalkınmaları için kullanmış olsalardı, bu günkü saçma üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? O ülkelerin onca insanı açlık ve yoksullukla cebelleşir durumda olur muydu? Mallar bu kadar ucuza üretilebilir ve bu kadar ucuza satılabilir miydi? Dünyanın beşinci büyük çokuluslu şirketi oyan Total, ortaklarına yılda 10 milyar dolar kâr payı dağıtıyor. Bu rakamın bir çok ülkenin milli gelirinden fazla olduğunu unutmamak gerekir. Bu şirket eğer Kongo’nun, Gabon’un, Nijerya’nın petrolünü, Birmanya’nın doğal gazını, vb. ve diğerlerinin enerji kaynaklarına el koymamış olsaydı, bu mümkün olur muydu? Eğer bu şirket, o ülkelerin yöneticilerini satın almamış olsaydı, bu talan mümkün olur muydu?

Oldum olası ucuza üretip, ucuz satmak bir marifet sayılıyor. Bir şeyi “ucuz üretmenin” ve “ucuza satmanın” ne demeye geldiği neden hiç bir zaman tartışma konusu yapılmıyor. Ucuza üretmenin ne demeye geldiğini merak edenler Soma’ya baksınlar. ABD’nin, Avrupa’nın, Japonya’nın, bir bütün olarak sanayileşmiş ülkelerin II. Dünya savaşı sonrasındaki ekonomik başarısı, yoksul (yoksullaştırılmış demek daha doğru) ülkelerin petrolünü, stratejik öneme sahip madenlerini ve biyolojik çeşitliliğini sudan ucuza kullanmaları sayesinde mümkün olmuştu... Üçüncü Dünya ülkelerinin o zamanki yöneticileri, yağma ve talanı sınırlama girişiminde bulunduklarında başlarına neler geldiğini meraklılar biliyor...

Tuhaf bir şekilde “ucuza üretme” adına insanlar aşırı sömürüye maruz bırakılıp, yoksullaştırılıyorlar. Aslında ucuza üretmek kârı büyütmektir. Kapitalizm dahilinde ucuzun öteki adı yüksek kârdır... Kârın büyüyebilmesi için ücretlerin olabildiğince düşürülmesi gerekir. Sonuçta geniş emekçi kesimler yoksullaşıyor ve üretilen “ucuz” malları satın alamaz hale geliyor. Bu sefer de bankalar devreye girip insanları borçlandırıyor. Şu ünlü “tüketici kredisi”... Ve herkesin cebinde bir kaç kredi kartı... Fakat gözden kaçan bir şey var, insanlar karınlarını doyurmak için bile bankalar tarafından rehin alınıyorlar ama üretilen gıda maddelerinin yaklaşık yarısı çöpe atılıyor... Ve bu skandal nedense pek tartışma konusu yapılmıyor! Velhasıl dünya nüfusunun %20’sinin maddi refah içinde yüzebilmesi, geri kalan %80’nin yaşam için gerekli şeylerden mahrum olması sayesinde mümkün oluyor!

Aslında durum çok açık ve çözümü de sanıldığı kadar karmaşık ve zor değil. İşlerin sarpa sarmasının, insanlığın bir bütün olarak sayısız sorunlar, kötülükler, riskler, belirsizliklerle yüz yüze gelmesinin, yaşamın anlamsızlaşmasının ve gezegen riskinin ortaya çıkmasının biricik nedeni, herkesin olana, herkesin olması gerekene birileri tarafından el konulmasıdır. Şimdilerde “Büyük İnsanlık” küresel bir çitlemeye maruz bırakılmış durumda. O halde bu yanlış, haksız ve mantıksız durumu aşmaktan başka çare yok. Yoksullaştırılmış çoğunluk maruz kaldığı bu adaletsizliği hiç bir zaman kabullenmedi. Zaten öyle bir şey eşyanın tabiatına de aykırı olurdu. XVII. yüzyılda, İngiltere’de ortak topraklara (common land) yeni yetme kapitalistler tarafından el konulduğu ünlü çitleme yıllarında, halkın itirazı bir anonim şiirin birinci dörtlüğünde şöyle ifade edilmişti:

Çaldı diye herkesin olan kazı
Adamı asıp kırbaçladılar kadını
Saldılar lâkin zalimin büyüğünü,
Herkesin olanı kaz kafalıdan çalanı (1)

Gerçi itiraz hiç bir zaman eksik olmadı ama geride kalan dönemde bu yanlış ve haksız durumu düzeltmek de mümkün olmadı. Şimdi bu işi başarmayı zorunlu kılan başka bir neden de söz konusu: Vakitlice bu yanlış düzeltilmez ise, insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayabilir. Zira, toplum-doğa metabolizması artık sorunlu hale gelmiş bulunuyor. Başka türlü söylersek, kapitalizm dahilinde insan toplumlarının etkinliği, doğanın kendini yenilemesine mâni.
----------------------------------------------------------------

(1) Çeviri, Aydın Ördek tarafından yapılmıştır

27 Haziran 2014 Cuma

Ruhani'nin Ankara gezisi...





Demir Bilgin

9-10 Haziran'da İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Abddullah Gül'ün davetlisi olarak Türkiye'ye geldi. Niye geldi? Niçin geldi? Bunu yorumlamak gerekiyor. Türkiye'de yorumcu kalmayınca, isyan ettim, yine ben, Demir Bilgin, gezinin perde arkasını yazayım, dedim.

Türkiye'deki yorumcu ve haberlere bir bakın, insan politik olarak, onlar adına utanıyor:

Ziyaretin odağı, enerji ve gaz anlaşmasi” imiş(!)...

Ne ilgisi var.

Ziyaretin amacı; Türkiye'nin, Suriye'ye karşı başlatmış olduğu düşmanca politikayı terketmeye, yönelikti. Bunu kimse görmedi. Bunu kimse, yorumlamadı.

Ruhani, Ankara'da, bizzat, Abdullah Gül'ü, Recep Tayyip ve hükemetini uyarmıştır.

Uyarının maddeleri var ve şudur:

Bir: Recep, Kesab'ta, senin iznin ile Ermeni ve Alewi kanı döktün, buna son ver.

İki: Recep, Hudutlarını, Suriye'ye karşı kullandın, bundan sonra kapat!

Üç: Recep, Suriye'den kaçırılan petrolü ucuza alıp, tekrar kendi halkına satman, ”teröristlerle aynı duruma düşmek” demek. Bundan vaz geç!

Dört: Türkiye'de cirit atan, eğitim kampları kuran ve Türkiye'nin her tarafında, Al-Kaide'ye bağlı ögütlere ”müsamaha” gösteren AKP hükümeti, bu tavırdan hemen vaz geçsin!

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, bunun için Ankara'ya geldi, Abdullah Gül'ü ve Receb'i uyardı.

Abdullah Gül ve Recep Tayyip'te, Suriye'ye yönelik ”düşmanca politikaya son vereceklerini” taahhüt ettiler. Belgeleri vardır.

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, ”varılan mutabakatlara, uyulmazsa, bundan böyle, İran olarak, Türkiye'ye karşı çok sıkı önlemler alacağımızı, bilmenizi isterim” dedi.

Hem Abdullah Gül, hem de Recep; İran – Suriye arabulucuğulunda, Türkiye'nin, Suriye'ye yönelik düşmanca tutumundan vazgeçeceği...” vaad edildi.

Ruhani'nin, Ankara gezisinin arka perdesi bu oluyor.

Hem Abdullah Gül, hem de Recep bunu kabûl ettiler.

Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Recep, recepsizdir. Abdullah, zaten köledir!

Ama İran, ciddidir.

Hasan Ruhani'nin ”Ankara çıkartması” , İran'nın ciddiyetini hem yazılı, hem de sözlü olarak iletmek içindir.


Ruhani'nin Ankara ”gezisi” budur.

23 Haziran 2014 Pazartesi

İKTİDAR..






Haci Cirik / Fezali

Pazarda vatanın toprağı taşı
Cebini kabartır dinci iktidar
Allaha amanet ülkenin işi
Halkını kandırır dinci iktidar

Köşe bucak sattı koltuk garanti
Emekci sırtından yuvayı kurdu
Sözünün başında din iman derdi
Bir şeyi uydurur dinci iktidar

Hukuk filan iki dudak arası
İş bitsin bitmesin cepte parası
Beş yıl çabuk geçer derin yarası
Yalanı saydırır dinci ikkidar

Kader iman şartlı insan türetti
Zavallı halkımız bunları yuttu
Dua eden sanma cennete gitti
Fakiri soydurur dinci iktidar

Fezali yüreğim halk ile olur
Uyansa ezilen kendini bulur
Kararlı mücadele hedefe varır
Kendini kaydırır dinci iktidar

22 Haziran 2014 Pazar

Denize giden yol / الطريق إلى البحر





الطريق إلى البحر
لا تمر من أمام
قصر الوالي !
بماذا يحلم الوالي
حين يمضي إلى النوم ؟
.............
بالكرسي !
ونحن ؟
نحلم بالبحر
وبالشهداء
وبيافا !
كانت عينا العرافة
تلمع مثل النجمات
وهي تقرأ كفي
وتقول
أني سأذوي
واموت من الحب
في يافا !

21 Haziran 2014 Cumartesi

İSYANIM!..


Mihrac URAL

Gecelerin özlemiyle 
Birikmiş hasretin sevinciyle
Dalgıç gibi seni buldum, Mercanım…

Doyulmaz bir tutkuyla 
Aşkımın yılları deviren kararlığıyla
Etrafında döndüm canı canım…

Mesafelerin kahredici zulmüne
Akdenizin engel koyan yakamozlarına
Yükselir göklere isyanım…

17 Haziran 2014 Salı

Ekmeleddin İhsanoğlu kimdir, biliyor musunuz?



Demirtaş Ceyhun(*)

Bilmem, farkında mısınız? Cumhuriyet Başsavcısının AKP'nin kapatılması için dava açtığı gün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül eşiyle birlikte Afrika'da gezideydi. Senegal'deydi. Demek, Tekel işçilerinin özelleştirme adı altında Amerikalılara armağan edilen fabrikalarından çıkmamalarının, onbinlerce emekçinin kazanılmış haklarını yitirmemek için IMF'nin buyruğuyla hazırlanmış Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasa tasarısını iş bırakıp elde bayrak alanları doldurarak protesto etmelerinin, Cumhuriyet Başsavcısının da tam o sıra türban yaftası altında şeriat devleti kurma provaları yaptığı suçlamasıyla AKP'nin kapatılması için dava açmasının gürültüsü yüzünden Cumhurbaşkanının Afrika'ya gittiğinin bile galiba farkında değildi kimse... Gerçi 1992 yılında bir anlaşma imzalanmışsa da olanaklarının sınırlılığı yüzünden dişe dokunur bir ticari ilişkimizin de bulunmadığı, gerçekten bildiğimiz kadarıyla herhangi bir turistik çekiciliği de olmayan, Atlantik kıyısındaki daha düne dek Fransız sömürgesi küçük ve fakir bu Afrika ülkesine Sayın Cumhurbaşkanı niçin gitmiştir acaba?

TÜRKİYE'Yİ TEMSİL ETMEYE GİTMİŞMİŞ ...

Cumhuriyet Başsavcısının, laik Cumhuriyet'in yerine bir şeriat (din) devleti kurmaya çalışmakla suçlayıp AKP'nin kapatılmasını istediği iddianamesinde de İslam Konferans Örgütü'nden bilmem söz edilmekte midir? Çünkü Sayın Cumhurbaşkanı da eşiyle birlikte Senegal'e meğer turistik bir amaçla değil, İslam Konferans Örgütü Liderler Zirvesi'nde Türkiye'yi temsil etmek için gitmiş. Toplantıda 2009-2014 dönemi Genel Sekreteri seçilecekmiş ve Türkiye'nin yaptığı Ekmeleddin İhsanoğlu'nun bu görevi bir dönem daha sürdürmesi önerisi İslam Konferans Örgütü Dışişleri Bakanları'nın Uganda toplantısında kabul edildiği için, Sayın Gül de meğer kulis yapmaya gitmişmiş Senegal'e. Ola ki laik Cumhuriyeti nasıl bir din devletine haline dönüştürdüklerini dosta düşmana göstermek için de, haremini yanına almış ... Senegal'de de doğrusu büyük bir başarı kazanarak, Ekmeleddin İhsanoğlu'nun İslam Konferans Örgütü Genel Sekreterliği'ni bir dönem daha sürdürmesini sağlamış.

"LAIK DEVLET" OLDUĞUMUZ İÇİN KATILMAMIŞTIK

İslam Konferans Örgütü de, bilindiği gibi Soğuk Savaş'ın dünyayı kasıp kavurduğu günlerde, hiç kuşku yok ki Amerikan emperyalizminin toplumları dinselleştirerek Sovyetler Birliği'ne karşı oluşturduğu Yeşil Kuşak politikasının bir parçası olarak 1969 yılında Fas'ın başkenti Rabarta düzenlenen bir toplantıda kurulmuştur. Türkiye bu toplantıya güya laik bir devlet olduğu gerekçesiyle katılmamıştır, ama Dışişlerinden bir görevli göndererek izlemiştir. Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde ise, önce 1975 yılında İhsan Sabri Çağlayangil Dışişleri Bakanları toplantısına katılmış, 1976'da ıstanbul'da yapılan toplantıda İslam Konferans Örgütü'ne üye olmuştur. 1984 yılında Kenan Evren Türkiye'yi ilk kez Cumhurbaşkanı düzeyinde temsil etmiş, AKP iktidarı da 2004 yılında Türkiye Cumhuriyeti adına Ekmeleddin İhsanoğlu'nun İslam Konferans Örgütü Genel Sekreteri olmasını sağlamıştır. Gerçekten, kimdir acaba Ekmeleddin İhsanoğlu, yeterince tanıyor muyuz?

MISIR VATANDAŞI

Çünkü 12 Temmuz 2004 tarihli Nokta dergisine bakılırsa, "Atatürk'e karşı olduğu için şapka devrimi üzerine ülkeyi terk edip Kahire'ye yerleşen son şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin yardımcısı Şeyh İhsanoğlu'nun oğlu olan Ekmeleddin İhsanoğlu" 1943 yılında Kahire'de doğmuş, 1966'da Kahire'deki Ain Shams Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik-Kimya Bölümü'nü bitirmiş "bir Mısır vatandaşıdır" ve "bir süre El Ezher Üniversitesi'nde de çalışmıştır". İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nce 1995'de kendisine armağan olarak yayımlanmış Feza Günergun'un hazırladığı Osmanlı Bilimi Araştırmaları adlı kitapta verilen bilgilere göre de "Kahire'de organik kimya konusunda yüksek lisans yapan" İhsanoğlu "1970 yılında Türkiye'ye gelerek Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi'ne asistan olarak girmiş, 1974 yılında organik kimya üzerine doktor yapıp, 1975 yılında gittiği İngiltere'den döndükten sonra da 1978'de Ankara Fen Fakültesi'nde organik kimya doçenti olmuştur.

YILDIZI 12 EYLÜL'DEN SONRA PARLADI

Gene Nokta dergisindeki bilgilere göre, "Türkiye'deki ilericilik o kadar ileri gitmişti ki Kuran'ın böylesine şiirsel bir mealinin varlığı herkes için zararlı olabilir" diyerek 1936'da İstanbul'da ölen Mehmet Akif'in "Mısır'da kaleme aldığı Kuranı Kerim'in Türkçe çevirisini" güya "vasiyeti üzerine yakıp yok ettiğini" söyleyen Ekmeleddin İhsanoğlu'nun yıldızı ise, asıl 12 Eylül darbesinden sonra birden olağanüstü parlamıştır. Daha 1980 yılında, Suudi parasıyla Kenan Evren'in Yıldız'da bir köşk bağışlayıp kurdurduğu İslam Konferans Örgütü'ne bağlı İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırmaları Merkezi (IRCICA) direktörlüğüne getirilmiştir hemen. 1984 yılında da, Kimya Doçenti iken Kültür ve Bilim Tarihi Profesörü yapılıp, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde YÖK'ün kurdurduğu "Bilim Tarihi Bölümü" başkanlığına atanmıştır. Sanki bu tarihten itibaren "Türk Kültür ve Sanatı" veya "Osmanlı Kültür ve Sanatı" terimleri yerine "İslam kültür ve sanatı" terimi planlı biçimde yerleştirilirken, "Türk-İslam sentezi" tezi de politikada egemen kılınmıştır.

NE ZAMAN NASIL PROFESÖR OLDUĞU BELLI DEĞİL

Gerçekten, Sayın İhsanoğlu asistan olabilmek için ne zaman TC vatandaşlığına geçmiştir acaba? Kahire'de okuduğu üniversitenin denkliği ne zaman kabul edilmiş, "kimya doçenti" iken birden "kültür ve bilim tarihi profesörlüğü"nü hangi üniversitede, hangi çalışmasıyla kazanmıştır? Bu soruları, taaa 14 Ağustos 2000'de Cumhuriyet'te çıkan "Gerçekten Kimdir Bu Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu" adlı yazımda da sormuştum. Nasıl unuturum... İstanbul Üniversitesi Rektör yardımcısı Prof. Nur Serter de beni arayıp "teşekkür" etmiş ve "yazım üzerine Sayın İhsanoğlu'nun Üniversite'deki dosyasını getirtip incelediğini, ancak nerede ne zaman profesör olduğuna dair dosyada da bir bilgi bulunmadığını ve hemen YÖK'e yazıp profesörlük dosyasını istediğini, gelir gelmez de bir kopyasını bana göndereceğini" söylemişti. Demek, iyi saatte olsunlar buna da izin vermemişler. "Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete" dostlar, bari zebanileri iyi tanıyalım ....

--------------

(*) Kaynak: Aydınlık Dergisi / Sis Çanı, 23 Mart 2008

16 Haziran 2014 Pazartesi

CHP'nin, Cumhurbaşkanlığı adayı: Ekmel ed-diyn!



Faiz Cebiroğlu

CHP'nin (Cumhuriyet Halk Partisi'nin), çatı adayı açıklandi: Ekmel ed-diyn İhsanoğlu, oluyor. Bunda şaşılacak bir durum yok. Türkiye'de, ne Ak parti, ne de CHP, kendi iradeleri ile politika yapmıyorlar. Yapamazlar!

TC'yi, kuruluşundan bu yana, hep ”ecnebiler” yönetti. ”Ecnebilerin” en önemlisi, Amerika ve İsrael oluyor. Türkiye'yi, Amerika ve İsrael yönetiyor. Şu an iktidarda bulunan Recep Tayyip, Amerikan ve İsrael'in ajanıdır.

Türkiye'yi, Amerika ve İsrael yönetiyor. Şu an muhalefette bulunan CHP ve K.Kılıçdaroğlu, Amerikan ve İsrael'in ajanıdır. Ajan kelimesini, ”objektif” anlamda kullanıyorum. Bu bağlamda, hem Recep, hem de Kılıçdaroğlu, Amerika ve İsrael'in ajanları oluyor. Birinci, noktadır.

İki: Türkiye'yi, Amerika ve İsrael yönetiyor demek, ”Amerikan islamına” ”Evet” demek oluyor.

Üç: Hem AK Parti ve Recep, hem CHP ve Kılıçdaroğlu, ”Amerikan islamında uzlaşmışlar” demek oluyor. Cumhurbaşkanlığı seçimde, çatı adayı Ekmel ed-diyn İhsanoğlu'nun gösterilmesi, bu çerçevede anlam kazanıyor. Her ikisi de, Türkiye'yi emperyalizmin açık sömürgesi yapmak için, birbirleri ile yarışıyorlar.

Dört: CHP'nin anlaştığı ”çatı adayı”: Ekmel ed-diyn, yani dinlerin en mükemmeli oluyor. Dinlerin en mükemmeli, Amerika, İsrael ve Fetullah Gülen tarafından CHP'ye sunuluyor! Bu mu, Amerika ve İsrael'e ”hizmet edecek” bir ”islami komprador iktidara ”evet” demek oluyor!

Beş: Amerkan islamı bellidir: ”Böl – parçala -yönet” oluyor. Yıllar sonra, Irak'ta, iktidardan devirdiği Saddam Hüseyin taraftarlarını tekrar dirlitmek oluyor. Irak'ta Şia'lara karşı IŞID ( Irak- Şam İslam devleti) Suriye'de, Alevilere karşı IŞID.

Altı: Amerikan islamı şudur: Kürdü- Kürde; Sunniyi – Aleviye ve Hiristiyanlara karşı kullanmak demektir. Ortadoğu'da, Irak ve Suriye'de olan budur. Bu bağlamda, hem Recep, hem de K.Kılıçdaroğlu ya da Cumhurbaşkanı seçim adayı Ekmel ed-diyn, aynı tipler oluyor.

Yedinci nokta mı, yoktur. Şu vardır: Eyyy kavmi Anadaolu, artık kendimize gelmeliyiz!

Artık, ”veba ile kolera” arasında seçim yapmamızı zorlayanlara karşı, ”hayır!” demeliyiz!

Biliniz ki, Anadolu, yeni kalkışmalara ve devrimci örgütlere gebedir.

Partimizi, yani Anadolu ve Orta-doğuyu toplayacak bir ”mıknatıs” partisini hemen yaratalım!

Ne acı ki, bizler, demir yğınları gibi serpilmişiz Anadolu'nun her tarafına ama bizleri toplayacak, partimiz yani ”mıknatısımız” yoktur.

Tek kurtuluş, demir yğınlarını toplayacak bir ”mıknatıs” partisidir.

Bu bağlamda; ne Recep, ne Ekmel ed- diyn!

Cumhurbaşkanlık seçimlerini protesto edin.

Veba ile kolera arsında seçim, bizim işimiz, değildir, deyin!

Benim görüşüm budur.

Tarih, bize bakıyor, unutmayın!

15 Haziran 1915…




Haber: Sait Çetinoğlu

15 Haziran 1915 tarihinde İstanbul'da idam edilen Sosyal Demokrat Hınçak Partisi militanları olan  Ermeni Sosyalistleri Paramaz ve arkadaşlarının anısına Ankara'da 15 haziran'da yapılan
"20'leri anma Paneli'nde  SDHP adına  okunan mesajdır :

"Değerli dostlar ve yoldaşlar,

İdam sehpalarında ölümsüzleşen 20 Hınçak devrimcinin anısı önünde yeniden buluşuyor olmaktan büyük bir sevinç yaşıyoruz.

Bu buluşmanın bizler için çok derin bir anlamı var. Bundan birkaç yıl öncesinde birilerinin böylesine bir ilişki hakkında tahmin yürütecek olması bile hiç kimse için inandırıcı olmayacaktı. Öyle ki, bu olgu tarihte inanılamaz sanılan birçok şeyin gerçekleşeceğinin de göstergesidir.

Evet... adalet, özgürlük ve halklar arasında olması arzulanan gerçek bir dostluk temelinde var olası, günümüzün ihtiyacına cevap veren tazelikte meyvelerini verecek olan tüm algılarla, fikirsel ve politik duruşlar er ya da geç ama mutlaka gerçekleşecek diye inanıyoruz.

Evet... idam edilen 20 Hınçak devrimci bizler için hep kahramandı zaten. Onların aslında insanlığın kahramanı olduğu düşüncesini aklımızdan hiç çıkarmadan, salt bizim değil, tüm Ermeni halkının kahramanları olduğu gerçeği hakkında bazılarını ikna etmek için çok da çalıştık.

Tarihin hangi döneminde ve yer yüzünün neresinde bulunursa bulunsun, adalet, eşitlik ve özgürlük için döğüşen tüm insanlar birbirlerinin yoldaşı ve kardeşidir kuşkusuz.

Adalet, eşitlik, özgürlük ve insan hakları namına, her nerede ve ne zaman olursa olsun döğüşerek şehit düşenler, aynı düşünceleri paylaşan tüm insanlar nezdinde ortak şehitlerimizdir.

Böylesine bir görüş ve duruşun başarısı için verilen mücadelede Türkiye sol hareketlerinin rolü oldukça büyüktür. Sizler, olası her türden ulusal ve dinsel önyargıları bir yana bırakarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyalizm için mücadele eden ilklerin anıları önünde bugün, burada saygıyla eğiliyorsunuz işte ! Tarihsel bir anlam ve öneme sahip olan bu jestin, başkaları için de örnek teşkil etmesini diliyoruz.

Ermeni, Türk, Kürt, Asuri/Süryani, Arap, Yahudi ve bölgede yaşayan tüm diğer halkların karşılıklı saygı temelinde, kalıcı bir barışa ulaşarak, birarada ve refah içerisinde yaşayabilmelerinin tek yolu, tarihsel sorunlarla cesurca yüzleşerek, yadsınmaz gerçekleri adilen kabul edip, insanlığa karşı işlenmiş korkunç suçu, Ermeni halkına yapılan soykırımı tanıma, mahküm ve tazmin etmekten geçer. Tek doğru yol budur !

Darağaçlarında ölümsüzleşen 20 Ermeni devrimcinin büyüklüğü, şehit edilmelerinden neredeyse 100 yıl sonra önümüzde açtıkları bu değerli yolu, yürünmesi gereken TEK DOĞRU YOLU sunmalarıyla çok daha fazla anlam kazanmaktadır.


Düğüne gider gibi idam sehpalarında ölümü kucaklayan 20 devrimcinin anısına saygı, Onlar’ın açtığı yolda inançla ilerleyenlere de saygıyı gerektirir inancındayız."

11 Haziran 2014 Çarşamba

KOCA ÇINAR…




KOCA ÇINAR…
Haci Cirik / Fezali

Asırlar seninle neler yaşadı?
Koca çınar söyle sırları bana!
Hükmeden paşanın kaldı mı adı?
Koca çınar söyle arları bana!

Köklerin toprakta derine inmiş
Sararmış yapraklar içine sinmiş
Haberi ver bana yaratan kimmiş?
Koca çınar söyle nurları bana!

Gölgende yiğidin serince durur
Ruh ile bedeni şifayı bulur
Senin bu kıymetin kaç kişi bilir?
Koca çınar söyle pirleri bana!

Yoldaşın mı oldu ulu bir meşe
Onunla kalbinde dopdolu neşe
Kaç yıldır yatarsın hayelle düşe?
Koca çınar söyle erleri bana!

Dalların bedene tutulmuş kalmış
Bütün güzelikten nasibin almış
Hakkı hakikata evvelden ermiş
Koca çınar söyle dar,ları bana!

Fezali halk ile koca bir çınar
Hak mücedelesi için hakka yar
Her kışın sonunda geldikce bahar
Koca çınar söyle körleri bana!

10 Haziran 2014 Salı

Mehmet Akyol’u kaybettik...




“SEMİNERCİ YOLDAŞ” MEHMET AKYOL’U KAYBETTİK

Bir süredir yakalandığı kanserden dolayı tedavi görmekte olan yoldaşımız, can dostumuz Mehmet Akyol’u kaybetmenin derin üzüntüsü içerisindeyiz. Ailesine, yoldaşlarına ve tüm dostlarına başsağlığı diliyoruz.

 Cenazesi 9 Haziran 2014 (Pazartesi) günü sabah saat 10.30’da Diyarbakır Havaalanı’nda karşılanıp, Şehitlik Camii’nde öğle namazının ardından bitişikteki Şehitlik Mezarlığı’na defnedilecektir. Tüm sevenlerine duyurulur... 

Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP)

  MEHMET AKYOL (1954 ... )

Ulusal özgürlük ve sosyalizm uğruna mücadele yaşamına 1973 yılında THKO saflarında ilk adımını attı. Emeğin Birliği saflarında “Seminerci” lakabıyla Kürdistan ve Türkiye’nin birçok kentinde Kürt ulusal sorunu konusunda seminerler verdi.  1979’da gerçekleşen İran Devrimi sırasında Halkın Fedaileri örgütüyle enternasyonal dayanışma amacıyla bir süre bu ülkede bulundu. Türkiye Komünist Emek Partisi’nin (TKEP) kurucu kadroları arasında yer aldı. 12 Eylül darbe yıllarında üç buçuk yıl cezaevinde kaldı. 1990’lı yıllarda Kürt siyasetinin HEP ile başlayan legal parti süreçlerinde Demokrasi Partisi (DEP) ve Halkın Demokrasi Partisi’nin (HADEP) Mersin il yöneticiliğini yaptı.  Özgürlük ve Sosyalizm Partisi’nin (ÖSP) ön hazırlık çalışmalarına emek kattı...

Yoldaşımızı, can dostumuzu unutmayacağız!..


9 Haziran 2014 Pazartesi

Ağzım Şarap!..


فمي نبيذ

دمي نبيذ

طريقي كروم

وليلي أنتِ !
سأمضي إلى الحلمِ
مع ظلكِ
هل أتيتِ
ليصحو في قمري
النبيذ ؟ !
أظن أني قد نسيت قلبي
في الحانة
هل أحضرتِ قلبكِ
معكِ ؟
الليل بارد دونكِ
والحلم
كذلك !
مرة أخرى
سأنتزع قلبي
مثل تفاحة فاسدة !


----
Ağzım Şarap...
Ağzım Şarap
Kanım şarap.
Yolum, Rum misali.
Ve gece, sen!
Gölgenle  hülyalara dalacağım
Ve sen ay ışığında şaraba uyanacak mısın?
Zannederim ki, kalbimi barda unuttum.
Ya sen kalbini getirdin mi?
Geceler soğuk
Rüyalar keza!
Bir dahaki sefere kalbimi
Çürümüş bir elma gibi sereceğim.
 -----
Türkçe çeviri: Faiz Cebiroğlu

8 Haziran 2014 Pazar

Sait Faik…



 Dr.İsmet Turanlı

 Geçen hafta 60 sene önce İstanbul Universitesi Tıp fakültesinden mezun olan arkadaşlarımızla Büyükadadaki Anadolu klübünde buluştuk. Büyükadaya komşu Burgaz adasında Türkiyenin yetiştirdiği en beğenilen hikaye yazarı Sait Faik’in evini ziyaret etmek için adada bir gün daha kaldım. Arkadaşların o yazarımıza hassasiyet göstermemeleri beni üzmüştü. Bir hafta sonra Yaşar Kemalle (evliliğimin 50 inci yılını kutlamak için) Büyük kulüpte buluşduk. Sait Faiki andık. Eşi Ayşe Baban ve Kölnden jurnalist Osman Okkanlada birlikte idik.

 Bir hafta sonra Antalyada bir meslektaşın professör oluşunu, diğer bir meslektaşında organ tranplantationu mevzuunda doçent oluşu yemeğine davetliydim. Orada da Sait Faik’in pek tanınmadığını öğrendim. Eskiden hekimler in edebiyata düşkün olduklarını bilirdim. 50 li senelerde bir gün acilen Ankaraya gitmem icap etmişti. Mavi tren çalışırdı gündüzleri İstanbul ve Ankara arasında. Karşıma edebiyatımızın, siyasetimizin büyüklerinden Halide Edip Adıvar oturmuştu. Ona bir ara yeni genç edebiyetcıları sordum. Orhan Veliyi, Sait Faik’i, Cahit Sıtkı hakkında düşüncelerini sordum. Cevabı beni şoke etmişti. Onları tanımadığını söyledi. Robert Kollejde İngiliz edebiyatı hakkında öğretim üyeliği yapıyordu. Bugün bukadar problemlerimiz varken Sait Faik’i nereden çıkardın diyenler olur. Ben talebe iken onun hikayelerini, son zamanlarında yayınladığı şiir kitablarını okumuş, Burgaza gidip onun adanın tepesinde martı ve karga yumurtaları topladığını duymuş, gidip oraları gezmiştim.

Onun yazdığı Yorgonun meyhanesinin yerinde ki restoranda balık yemek istedik. Bize hizmet eden garsonların Diyarbakırlı, Dersimli, Muşlu, mardinli olduklarını duyunca adada Rumların olup olmadıklarını sordum. Adada Türk emeklilerinden gayri sadece Kürtlerin ekseriyette olduğunu söylediler.

Almanyada her seviyede , nereye gitsem Türkiyelilere rastlıyorum. Türkiyedede nereye gitsem heryerde Kürdistanlılar mevcut. Bahçeli Fıratın ötesine gitmeyerek mermleketi bölmüş, öyleki batıdada Kürtler her tarafa yayılmış.  Fazıl Say’ın Sait Faik kompozisyonunu 60 ıncı ölüm yıldnümünde,Burgazda ve Zorlu centerde bugünlerde icra edeceğini internetten duydum. Sait Faik’i münevverlerimiz pek takdir etmeyebilirler, fakat USA da Mark Twain hikaye yazarları derneği ödüllendirmişt.

Bizdede şimdi Hikaye yazarları arasından SAİT Faik ödülü verilmektedir. Şiiri, hikayeyi, müziği sevemeyenler ruhlarını ne şekilde beslerler merak ediyorum. Geçen hafta kalça kırığımı kontrol için hastanede röntgen uzmanı meslektaşın bana yaptığı hitabet tarzı onun şiir okumadığı intıbaı yarattı. Sait Faik’in hikayelerinde şiirsel bir ifade vardı. ‘’ Otur şuraya babalık.’’’’ Çıkar pantolununu, uzan şuraya’’diyerek hitap etti.. Benden 30-40 yaş genç olduğunu tahmin ediyorum. Bizde Nezihe Meriç, Almanların Heinrich Böll de hikayelerinde ayni tarzı kullanmıştır. Gençliğimizde Panait İstratinin hikayelerine bayılırdık. Nobelli Romain Rolland onun eserlerini fransızcaya tercüme etmiştir. Varlık yayınlarıda onun eserlerini bize kazandırmıştır.


 Antalya. 08.06.14

Kim Cumhurbaşkanı olmalıdır?




Dr.İsmet Turanlı


Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanı seçimleri hep hadiseli geçmiştir. Bugüne kadar seçimlerden önce olan biteni tarihçilerimiz yayınlamışlarsada resmi kayıtların ardında birçok dedikodular yapılmıştır. İnşallah gününbirinde yazarlarımız korkmadan hakikatları yayınlamağa cesaret ederler.

Seçilmiş başkanların yarısı asker kökenlidir. Elbette askeri vesayet altında demokrasiden bahsedilemez. Merhum Celal Bayar ilk  sivil demokratik kurallara uygun seçilmişsede, buna tahammül edemeyen askerler 1960 de darbe ile onu başkanlıktan uzaklaştırmış, hatta yassıada mahkemesinde haysiyetsizce mahkum ettirmişlerdir. Yaşının ileriliği onun idam edilmesini önlemiştir. Başbakanı Adnan Menderes ve 2 bakanı katledilmiştir. O gün bugün Türkiye medeni devletler nazarında ilkel sınıf kategorizisinde muameleye tabi olmuştur. Daha sonra üst üste yapılan askeri darbeler Türkiye halklarını demokrasiden dahada uzaklaştırmıştır.

Bugün hala kadınlar katledilmekte, ,gayrimüslimler töhmet altında, çocuklar tecavüze uğramakta ,sonrada işkence ile cinayetlere kurban olmaktadırlar. Siyasilerimizde senelerdir TÜRBANI milli politika mevzuu yapmış, Kürtlere kendi dillerinde eğitim yapılıp yapılmamasını, Alevilerin cem evlerinde dini inançları gereği ibadet etmeği yasaklamağı, siyasi liderler birbirlerine hakareti muhalefet yapma tarzı olarak algılamışlar, yurtdışına gitmiş, yahut kaçmış 5 milyon vatandaşın yurda geri dönmek istememesi parlamentoda mevzu olmamıştır.

 Bugün başbakan restorasyonu yapılan Ortaköy camiinin açılışını yapmış, ne yazık ki mimarın ismini ( Ermeni kökenli NİGOGOS BALYAN) zikretmediği gibi, Bizansdan miras Ayasofyanın camiye dönüştürülmesi isteğini red etmemiştir. Batıda mevcut camilerimizden hangisi kiliseye dönüştürülmüştür. Başbakan ve partisi maalesef Atatürkün laiklik mevzuunda, islamiyet mevzuunda aldığı kararları kaldırmanın Türkiyenin medenileşmesinde doğacak tehlikenin farkında değildirler. Atatürk dini eğitimi yasaklamış, hilafeti kqldırmış, halifeyi yurtdışına sürmüştür. Bu yaptıklarına rağmen Atatürkün islama saygısından bahsedilmektedir. Bugün müslüman devletlerdeki halkın birbirini katletmesi islamın barış dini olduğunun isbatı sayılmaktadır herhalde. Suriyede, Irakta, İranda, Mısırda, Libyada  ve diğerlerinde işlenen insanlık suçunu ciddiye almayan müslüman olduklarını söyleyen siyasilerimiz vardır. Hangi din olursa olsun devlet işlerine karıştırılamaz ve hepside saygı ve itibar görmelidir. İnsan aklı yaratılışı anlayacak kabiliyete sahip değildir.

Muhalefet partilerinin, demokrasilerde olduğu gibi ilan edecekleri bir adayları olmadığına göre, askerdende destek göremediklerine göre bir çatı altında makbul aday gösterebileceklerine kargaların güleceğini zannediyorum. Maalesef muhalefet partileri Kılıçdaroğlu gibi, Bahçeli gibi kifayetsiz şahsiyetlerin elinde, hakaret etmeyi siyaset yapıyor oldukları zehabını taşımaktalar. Muhalefetin bu derece zayıf olması otomatikman Erdoğanın otoriteleşmesine sebep oluyor. Atatürk diktatör değilde otoriter bir devlet adamı imiş, Erdoğanda şimdi otoriter değilde diktatör tipi bir politikacı imiş.Kendi ideolojilerine göre kavram tesbiti yapılıyor. Birde Atatürkten sonraki beş askeri paşanın bize başkanlık ettiği devreleri düşünün(!).

Antalya. 08.06.14



4 Haziran 2014 Çarşamba

TANRI VE IŞIK İNSANI (KIZILBAŞ)…




Remzi Aydın

Kaydedilen Yer > Alevilik, Dersim, Dersim Sözlü Tarih Projesi, Dersim Tarih, Editörün Seçtikleri, Erzincan, İnanç-Ziyaret, Manşet, Pülümür, Toplumsal Bellek, Yazarlar
Sosyal Medyada Paylaş
—Yavaş gidersen etrafını daha iyi görürsün, olayları daha rahat kavrarsın, kalbinin ritmi bozulmaz, dikkatin dağılmaz, doğru nefes alırsın. O nedenle ruh ve beden aynı hızda hareket etmeli.

—Aç bir insana benziyorum değil mi? Yemeğe saldırınca hem çiğnemeden yuttuğum için lezzetini kaçırıyorum, hem de boğulma riskim var, üstelik midemi de rahatsız edebilir.

—Hım! Bak fotoğrafçı! Yaptım-ettim sözcükleri ancak Kamil insanın ağzında doğru ve gerçektir. Çünkü o Haq ile Haq olmuştur, dolayısı ile eylemi yapan Haq’ın kendisidir.

Bir işin olup olmayacağını sezinlemek, kavramak Tanrı isteği ile ortaya çıkar. O istekte; iç-dış etmenler yüzünden, aşamaların-suretlerin özü gereğidir. Bunlar birleşince, istekte gerçekleşir. İsteğin gerçekleşmesi, eylemin oluşmasını sağlar.  Dilersem-istersem yaparım bu bağlamda yanlış algıdır. Zahirin amacı batın, batının amacı ise zahir olmaktır. Zahir batına dönerek ruhuyla kucaklaşmak ister, batın ise zahire dönerek bedeniyle kucaklaşmak ister, bu kucaklaşma somutlaşmak demektir.  Bunu sağlayan; kendi nedenini içinde taşıyan “saf ışık” temelli istektir. “Saf ışık” tanrı olarak nitelendirildiğine göre; bu istek yasa olarak dışa vuran Tanrısal eğilimdir. Kişinin evrensel yasayı kavrayabilmesi için, Tanrının, neyi ve nasıl düşündüğünü bilmesi gerekir. Işık insanı bunu bilir. İnsan dışındaki tüm canlılar-organizmalar-cansızlar bu kavrayıştan yoksundur. Bu nedenle insan kavrayıp, bildikçe Tanrı da doğru orantıyla kavrayıp bilecektir. Konuşan Tanrı biçimindeki Işık İnsanı, Tanrıya göre her zaman daha bilgedir.

—Tanrı gibi düşünebilen insan! Tanrı ile hemhal olup, hasbıhal edebilme yeteneğine kavuşması demektir, ya da Tanrı’nın kendisiyle bütünleşip, sohbet edebilmesi gerekiyor.

—Fotoğrafçı! Şimdi anladın mı İnsan Tanrının yansıması değildir, aynadaki görüntüsü olamaz.

—Şayet öyle olursa, tanrı kendi bedeninden çıkarak yine kendini her yönüyle görme yeteneğine kavuşamamış demektir. Tanrı kendisiyle ilgili sadece görünen kadar bilgilenir bu da Tanrının kendisine ait diğer yönlerde cahil olması demektir.

Oldukça şaşkındım, bu güne dek insanın Haq’ın yansıması olduğunu düşünüyordum, oysa bu yaşlı tam tersini söylüyordu. Daha ben şaşkınlığımı atamadan konuşmasına devam etmeye başladı;

—Fotoğrafçı, Toprağın teni neden sapanla yarılır biliyor musun?

—Toprağı havalandırmak, yumuşatmak ve ekini toprağa gömebilmek için.

—Kısmen evet ama daha önemli sebepleri var. “Kel başa şimşir tarak” sözünü duymuşsundur.

—Evet, değersiz olan bir şeye fazla değer vermek anlamında kullanılır.

—Hım! Toprak sürülmeyince kel kafaya benzer. Sert tabaka ölür, ölü hücrelerle kapanarak kaymak bağlar,  alttaki canlı varlık üste çıkamaz, çünkü üstte sert katman oluşmuştur. Şimşir tarak tıpkı sapan gibidir, deriyi çizerek onu uyandırır. Derideki hücreler uyanır ve uyanmak canlılığın başlangıcı demektir. Çizeceksin, kanatacaksın ki; uyanma gerçekleşsin. Tabi bunu yaparken bir şeye daha dikkat etmelisin, kanattığın, çizdiğin, parçaladığın yerde deriyi mikroplardan korumalısın, cerahat (irin) oluşunu engellemelisin.

—Yani gerçekten kel kafaya şimşir tarak sürersek saç mı çıkar?

—Canlı hücredeki saç ölmez, öyleyse hücreleri sürekli uyanık tutmak gerekir. Toprak da saç gibidir, uyanık olduğu sürece ekini eksik olmaz.

Yaşlı adamın yüzüne bakıyorum, kellik ve toprakla ilgili verdiği bilgi ile nereye dikkat etmemi istiyordu, asıl konu neydi?

—Ölü olan şey hareket edemez, büyüyemez ve süreç içinde dağılır, yok olur. Bu ağaçlar, bitkiler ve hatta kaya için böyledir. Uyumak, ölümün provasıdır, o nedenle sürekli uyanık ol, uyurken bile uyanıklık haline devam et.

—Uyurken nasıl uyanık olacağım? Bedenin dinlenme ihtiyacını nasıl karşılayacağım. Toprak bile aylarca beyaz yorganın altında uyuyup dinlenmiyor mu?

—Karın içindeki kurtları ve gözle gözükmeyen canlıları ne yapacaksın fotoğrafçı? Toprakta yaşamın devamlılığı kesilmiyor, yaşam yerini başka bir yaşama bırakıyor, bu saygı ve doğanın bilinci gereğidir.

—Sert ve ölü toprak, üstünde beyaz yorgan ve altta canlılığın tüm hızıyla devamı! Bir sapan ya da şimşir tarak ile altın-üste gelmesi, ölü hücrenin parçalanarak atılması, canlılığın üste çıkması! Ruh ve beden ilişkisi bu değil mi Piro?

—Devam et fotoğrafçı!

—Tanrısal öz olan ruh, beden denilen ölü tabakanın altında. Şimşir tarak ile bu ölü tabakayı parçalamalı ve ruha inmeliyim, uyandırmalıyım bu beni. Tabakanın altında olan saf akıl, tarla sürer gibi alt üst ediler, o zaman da Tanrısal öz dışa çıkmış olur.

—Hım!

“Hım!” söyleyeceği tek şey bu muydu! Neden kara köpeğimi okşayacak bir söz duymuyordum ki?  İçimden geçenleri harf harf okuduğunu anımsayınca başımı önüme eğdim. Öylece yüzüme baktı, “hepsi bu mu?” dercesine.

—Toplumlar ve kültürler de tıpkı insan bedeni gibidir. Jar u Diyar topraklarında yaşayan Des’i-mu halkının üstündeki ölü toprağı kanatırcasına parçalamadıkça, altında ne olduğunu göremeyeceğiz. Şimşir tarağa ya da sapana ihtiyacımız var.

—Nedir bu sapan ya da şimşir tarak?

—Önce kabuklaşmış ve ölü ya da uyuyan tabakayı tespit etmem gerekiyor?

—Neyi bekliyorsun?

—Düşünüyorum!

—Düşünme, akıl yürütme! Her iki davranış seni yanılgıya götürür. Yanılgılı Bilim denilen o canavarın parmakları arasında darmadağın olmaya izin verme. Hisset ve sezinle, yüreğine sor bu soruyu cevap orada.

—Tamam! Işık Yolu olan Rae Haq ya da Rae Xızıri uyuyan tabaka, bu tabakayı sarmalayan ölüm tabakası ise Zone Xızıri ya da Kırmancıki (zone ma) dediğimiz ana dilimiz. İnancı koruyan ya da inancın saklandığı tabaka burası. Öyleyse öncelikle dili ölüm halinden kurtarmamız gerekecek. Dili parçalayıp uyandırdığımızda, dil içine şifrelenen Rae Xızıri denilen Işık Felsefesini de yüzeye çıkarmış oluruz.

—Söyle bakalım fotoğrafçı! Işık Toplumunu toptan yok etmek isteyen kişi hangi yöntemi kullanır sence?

—Öncelikle inancımızla başlar, çünkü inanç ritüelleri ve duazimamlar (deyişler) bizi geçmişe bağlayan yegane olgu. Fakat Duazimamları yok etmenin yolu dili yok etmekten geçiyor. Dil ile felsefe arasındaki bağı koparırsak her ikisini de yok etmiş sayılırız. Harflerin gücünü, titreşim sayısını, rengini, kokusunu bilmeyen ruhsal rahatsızlığın dışa yansıyan bedensel tarafı tedavi etmeye çalışan dil bilimciler yetiştirerek bu süreci hızlandırmak, dili ruhundan arındırarak maddeleştirmek bu ölümü gerçekleştirir.

—Bize dostmuş gibi gözüken kuklalar, bizim bu iki yanımızı kullanarak bize sokulurlar ve içimizden biriymiş gibi ilk önce bu dokuyu yok ederler.

—Peki Piro, şimşir tarak ya da sapan nedir?

—Çift taraflı olan şimşir tarağın bir tarafı kadın bir tarafı erkektir ve her diş toplumda bir bireydir. Kendi özüne yolculuk yapan her Işık İnsanı, ölü hücreyi parçalayacak dişlidir.

—Toplumu kavramak ve bilmek doğru teşhis için en önemli özellik galiba!

—Kavrama ve bilmenin sınırı yoktur. O nedenle Tanrı bu Dünya’nın hep cahilidir, insanın kavrayıp bildiği her şeyde tanrı bir parça daha cehaletten kurtulur. O nedenle Işık Felsefesi gerçek bilime, bilgiye, güneşe asla sırtını dönmez, dünün yanılgılı bilgileri ile nehir kenarında kumdan kaleler yaparak içine sığınmaz. Ortodoks inançlarla arasındaki en büyük fark budur. Her çağ kendi bilgisi ve kavrayışı ile hücresini yeniler ve uykudan uyanır. Uyuyan halkı isteyen egemen güçler, halkın ölü tabaka halinde yaşaması için Dini sürekli kullanır ve bu dogmatik bilgiler binlerce yıl öncesinin gerçeği ama bu günün yalanıdır.

Kou Maran dağının patika yoluna girmiştik. Kafamı kaldırıp o muhteşem dağa baktım ve hikâyesini düşündüm. Buraya ilk geldiğimde Piro’ya sormuştum;”neden buraya Kou Maran derler?” “Sae Maran” (yılan elması) sözcüğünü ilk kez o zaman duymuştum.  Bazıları buraya Sa-Maran (şahmaran) dağı der, yılanların şahı burada yaşarmış. Bazılarına göre ise Maran halkı burada yaşarmış, Desimu halkının atası sayılan bu halk yer altı şehrinde hala hayattaymış. O zamanlar bana çok ilginç ama olağanüstü bir masal olarak gelen bu bilgiler artık öyle değildi. Elma’nın artık yediğimiz elma olmadığını biliyordum, yılan ise bildiğimiz sürünen canlı değildi. Havva’nın yediği aden elması ve havayı kandıran yılan, cennetten kovulan adem hepsi çok farklı şeylerdi ve bu felsefede her batın zahiri ile kucaklaşabiliyor, bütünleşebiliyor ve bu birliktelikten saf bilgi doğuyordu. Kitabı Natık, iki bacılıklar, insan vücudundaki uyuyan yılan ve elma, bunlara oldukça uzaktım, hele bu topraklarda bunların karşılık bulabileceğini ya da membaasının burası olduğunu düşünmek çok zordu. Üstüne üstlük ışık insanının Havva ve Adem soyundan gelmediğini öğrendiğimde, Habil ile Kabil gibi neden düşünemediğimi anlamıştım. Ve sonrası; Hamuş!

Evren denilen kubbeyi ayakta tutan direktir... Onlar yok olduğunda evren de yok olacaktır.
Evren denilen kubbeyi ayakta tutan direktir… Onlar yok olduğunda evren de yok olacaktır.
------------

Piro-Işık insanı romanından -Remzi Aydın