26 Şubat 2011 Cumartesi

Orta Doğu ve Arap Dünyasında Yeni Dönem



Fikret Başkaya

Bu sefer rüzgar ‘yeryüzünün efendileri’ tarafından değil de ‘yeryüzünün lânetlileri‘ tarafından esiyor. Batı’dan değil de Doğu’dan esiyor. Kuzeyden değil de Güneyden esiyor. Ufukta, artık bundan sonra hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağının emareleri beliriyor. Tunus’tan Mısır’a, tüm Arap dünyasını ve Orta Doğu’yu saran ateşin alevi, insanlığın ufkunu aydınlatıyor. Nil Devrimi, Batılı efendilere ve dünyaya onların gözüyle bakan diğerlerine hiç de beklemedikleri, alışık olmadıkları bir ders veriyor. Beş yüz yılllık burjuva saltanatının sonunun başlangıcını ilân ediyor. Tam bir bilgelik, olgunluk, vakar ve erdemle... Velhasıl insan onurunun ne demek olduğunu ve halk ayağa kalktığında nelere kâdir olduğunu, tarihin gerçek öznesinin kim olduğunu, bir defa daha dosta düşmana gösteriyor...

Mısırın emekçileri, sıradan insanları dalga dalga Tahrir Meydanına akarken ve halk Mısırın her yerinde komprodor otokrasiye karşı ayaklandığında, herşeyin kendilerinden menkul olduğunu, dünyanın gerçekliğini ceplerinde taşıdığını sanan çok bilmiş akl-ı evvellerin ilk akıllarına gelen: ‘Acaba bu kalkışmanın arkasında kim var?” sorusu oldu... Öyle ya, Mısır halkı ve hiç bir halk kendiliğinden hiç bir şey yapmaya ehil olmadığına göre... Acaba bir ‘yumuşak geçiş’ için ABD ve mütttefikleri mi ‘düğmeye basmıştı?.. Bu, ‘Büyük Orta Doğu Projesini’ kotarmaya yönelik bir ABD manipülasyonu muydu? Bu isyanın sonunda ‘İslamcı fanatikler’ mi aracın direksiyonuna geçecekti? Kendilerini ‘dünyanın merkezi’ olarak görmeye alışık efendiler cephesi başka türlü düşünebilir miydi? Soldan gelen tepkiler ve değerlendirmeler de bir başka tuhaftı. Yok efendim hareket bir liderlikten yoksunmuş, yok işte ‘ne değişmiş’, ‘her şey yerli yerinde duruyormuş’, üretim araçlarının mülkiyeti el değiştirmemiş miş... Tabii devrimi öncülerin, şeflerin, ‘profesyonel’ devrimcilerin ve sadece onların yapabileceğini sananların bu tür itirazları anlaşılır bir şeydir... Lâkin bu dünya’da hiç bir devrim şeflerin ve profesyonellerin eseri olmamaştır ve olması da asla mümkün değildir. Eğer devrimi şefler, öncüler, liderler, “bu işin” ‘profesyonelleri’ yaparsa, ona devrim denmez, denmemesi gerekir. Çünkü devrimi sadece halk yapar da ondan... O halde üç şey: Birincisi, devrimi halk, yani sıradan insanlar yapar; ikincisi, devrimin ne zaman patlayacağı bilinmez; ve üçüncüsü de, hiç bir devrim bir diğerine benzemez, her devrim ‘tektir’ ve başka türlü olamaz...

Sonlar ve başlangıçlar

Arap Dünyasını saran isyanlar, kalkışmalar, egemen söylemin ısrarla ileri sürdüğü gibi sadece bölgedeki komprador otokrasilere, diktatörlüklere yönelik itirazdan ibaret değil ve bir çok şeyin de sonu demeye geliyor. Birincisi, bu devrim dalgası geride kalan yüzyıllarda kolonyalist/emperyalist Batı’da Arap Dünyasına ve ‘Doğu halklarına’ dair uydurulmuş ‘Araplar adam olmaz’, ‘kendiliklerinden hiç bir şey yapamazlar...’ türü, ırkçı, Avrupamerkezli, kültüralist ön yargıların teşhir edilip, çöp sepetine atıldığı anlamına geliyor; ikincisi, burjuva uygarlığında mündemiç [içkin] ikiyüzlülüğü teşhir ediyor. Emperyalist devletler halk ayaklanıp, duruma müdahale etmediği dönemde ‘dost’ deyip yere göğe sığdıramadıkları ‘dost liderlerin’ birden ‘diktatör’ olduklarını keşfediyorlar... Halk sokağa çıkmadan önce ‘dost’ olan liderler, halk sokağa çıkınca ve birden iflah olmaz ‘diktatörlere’ dönüşüyor. Tabii dillerinden hiç düşmeyen “istikrar” denilenin kimin için ne anlama geldiği de bu vesileyle netleşmiş olmalıdır...

Bu devrimler, sadece halk düşmanı komprador oligarşilerin değil, emperyalizm tarafından son dönemde araçlaştırılan ‘medeniyetler çatışması’ söyleminin [ aslında safsatası demek daha uygun] de teşhir edilmesi demek. Belki de hepsinden önemlisi bu devrimlerin, ta baştan ve oldum olası koloniyalizm/emperyalizm tarafından peydahlanıp, ‘araçlaştıralan’ Politik İslam’ın iflasını da ilan etmiş olmasıdır. Oysa tam tersini dünyanın her yerindeki insanları inandırma çabası söz konusudur. Bir başka son da Petro-dolarlar sayesinde emperyalizm [ABD] güdümünde gerici ideolojik hegemonya peşindeki Suudi Arabistan’ın da etkinliğinin sonuna gelindiğini gösteriyor. Söz konusu hareketlerin açığa çıkardığı bir şey de, “milli ordu” denilenin ne menem şeyler olduğu, ne kadar “milli’ oldukları ve neye yaradığına dair soruları gündeme getirme potansiyelidir. Esas itibariyle eğer halk düşmanı bir rejim söz konusuysa, öyle bir rejimin ordusu “kimin ordusudur?” Elbette istisnalar olabilir ama sınıf orduları adı üstünde sınıf ordusudur ve ‘kendi halkına karşıdırlar’... Sadece emperyalist ülkelerin ordularının dışa karşı ‘etkin kullanımı’ söz konusudur... Gerçek öyledir ama söylem farklıdır. Şimdilerde Üçüncü Dünya veya Güney denilen ülkelerdeki ordular, sadece ve sadece ‘içe karşı’ kullanılmak üzere beslenip/donatılıyorlar ama içe karşı bile ‘etkili’ olmaları da ancak halk sokağa çıkmadığı zamanda mümkündür. Halk sokağa çıktığında kağıttan kaplan olduklarının anlaşılması için fazla zaman gerekmiyor... Durum böyledir ama ekseri ordular, söz konusu ülkenin ‘en güvenilir kurumu’ olarak sunulur... Elbette yalan uydurmanın bir sınırı yok...

O halde Arap Dünyasını saran devrim dalgasının tarihsel anlamı nedir sorusu dahilinde bazı tespitler yapabiliriz. Bir kere söz konusu dalga, geçen yüzyılın ilk yarısındakine benzer bir kaç on yıl sürecek bir döneme girildiğinin habercisi. Elbette benzerlik özdeşlik anlamında değildir. XXI’inci yüzyılın başındaki hareketler, geride kalan yüzyılın ilk yarısındakinden farklı olarak, sadece anti-kolonyalist hareketler değil, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talebinin ön plana çıktığı özgürleştirici [emansipatris] hareketler ki, açılan yolun uzun vadede sosyalist/ komünist perspektif demek olan yolun başlangıcı olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Elbette kavramın jenerik anlamındaki komünizmden söz ediyoruz. Daha çok özgürlük, daha çok eşitlik ve demokrasi talebiyle sahneye çıkan hareketlerin ‘olağan doğrultusu’, kavramın jenerik anlamında bölüşümcü, paylaşımcı, kardeşliği ve dayanışmayı esas alan doğal çevreye saygılı, komüncü bir toplum perspektifi demektir. Ekseri ideoloji üretim merkezlerinden ve medya tarafından yayılanın aksine söz konusu hareketler tam bir sirk oyunu olan “Batı Demokrasisi” talebiyle sokağa çıkmış değiller. Aynı şekilde sadece maddi refah artışı da talep etmiyorlar. İnsanlar demokrasiden değil, Yeni Mısır’dan, gerçek Mısır halkından, kurucu meclisten, gerçek değişimden söz ediyorlar... Orada söz konusu olan asla emperyalist ülkeleri örnek almak, onlara benzemek, onlara özenmek değil. Yiğit Mısır halkı haysiyet mücadelesi verdiğinin bilincinde... Aynı şey Tunus için de geçerli. Nitekim, Tahrir Meydanında bir genç Mısırlı: “ Bu gün 25 Ocak’tan itibaren ülkemin işlerini elime alıyorum” diyordu... Bir genç Tunuslu da: “ Biz, işçi ve köylü çocukları zalimlerden daha güçlüyüz “ diyordu... Bu iki gencin söylediklerinin anlamı şu: Evrensel tarihi ancak ve sadece halk yaratabilir... Mısırda olup-bitenlere burun kıvıranların bilmedikleri, bilmek ve anlamak istemedikleri bir şey de, devrim anlarının nasıl radikal bir ‘bilinç sıçramasına’ neden olduğudur: Mısırlı bir gösterici: Daha önce ben televizyona bakıyordum, şimdi televizyon bana bakıyor” derken, herhalde nelerin nasıl değiştiğini, artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığını anlatmak istiyordu... Bir aydan az zamanda Tahrir Meydanın’da yeni bir yaşam biçiminin doğması, halkın demokratik yöntemleri nasıl içselleştirebildiğinin, sorunları çözme yeteneğini nasıl ortaya koyduğunun tipik bir örneği değil mi? İnsanların, ‘ortak kaderlerini ortakça kurmak için’ mutlaka önceden bir partiye, hareket üzerinde hegemonya kuracak bir örgüte ve yöneticilere, vb. ihtiyaç olamadan da birşeyleri başarabildiklerini söylemek mümkündür.

Mısır emekçilerinin, sıradan Mısırlı kadınların, erkeklerin, gençlerin bize öğrettiği şu: Bir zaman geliyor insanlar korkuyu yeniyor ve o kritik eşik aşıldığında artık kaybetmek diye bir şey yoktur... Mısır halkının mesajı şöyleydi: ne savaş istiyoruz ne de savaştan korkuyoruz... Elbette yüzlercesi bir amaç ve ideal için hayatlarını kaybettiler ama başka türlü olması mümkün değildir? Bu insanlar Batı gibi olmak için mi, ‘Muasır medeniyet seviyesinin üstüna çıkmak için mi’ hayatllarından oldular?

Sevsinler ‘Türkiye modelinizi...’

Şimdilerde Türkiye’nin egemenleri, diplomalı taife ve bir kısım medya akıllısı, yeni bir misyon keşfetmiş görünüyorlar. Arap halkları için en uygun modelin Türkiye olduğunu söylüyorlar... Cumhurbaşkanının ve başbakanın uçağından inmeyen bir ünlü gazeteci, sorunun cevabını bulmuş, diyor ki: Arap Dünyası ve Bir bütün olarak Ortadoğu’nun Müslüman halkları için en uygun model Türkiye’dir. Eğer Türkiye modelini benimsemezlerle geriye El Kaide modeli kalıyormuş... Şu dünyanın haline bir bakın... Ne kadar da dar bir alana sıkışmış... Demek ki, ya Türkiye modeli ya da El Kaide... Başka seçenek yok! Neden? Çünkü Türkiye Müslümanlıkla laikliği ‘bağdaşlaştırmayı’ başarmış ‘tek İslam ülkesiymiş de ondan... Türkiye ‘Ilımlı İslamın’ timsâliymiş... Her halde böyle şeyler söyleyebilmek için iktidarın sofrasından kalkmamak, ‘bağımsız’, ‘liberal gazeteci’ olmak gerekiyor, kimbilir... Velhasıl Müslümün Araplar için Türkiye’den daha iyi bir model yok diyorlar... Eğer siz Mısırlı, Tunuslu, Cezayirli, Libyalı, Yemenli, vb. olsaydınız Türkiye’nin yarı-otokratik komprador rejimini örnek alır mıydınız? Türkiye tipik bir faili meçhul cinayetler cumhuriyeti olduğu için mi böyle bir tercih yapardınız? Bizim ülkenin mektepli taifesinin her duyduğuna inanmak gibi iflah olmaz bir zaafı var. Cunta anayasasının dibacesindeki ikinci madde de yazılanı ‘gerçek’ sanıyorlar ve maddenin sonu şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti... demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.” Cunta anayasasına cuntacı generaller böyle yazdıysa her halde bir bildikleri vardır diye düşünüyor olmalılar... Bir de herhalde ‘demokrasiden en iyi cuntacı generaller anlar’ diye düşünüyorlardır... kimbilir...

Türkiye Cumhuriyeti elbette bir hukuk devletidir zira her devlet hukuk devletidir ve hukuku olmayan bir devlet mümkün değildir ve olamaz... Öyle bir hukuk devleti ki, geçerli hukuka uygun olarak binlerce insan faili meçhul denilen, hukuka ve yasalara uygun olarak gerçekleştirilen cinayetlerle ortadan kaldırıla biliyor... Demokrasiyi seçim ve temsil oyunundan ibaret bir şey sayıyorsanınz o zaman Türkiye demokratiktir de, sosyalliğine gelince, neoliberalizmin fanatik versiyonunun uygulandığı bir ülkede ‘sosyalin’ hâlâ bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Aslında farkında olsunlar ya da olmasınlar, bu kendini beğenmişlerin, Arap halklarına hakaret ettikleri kesin. Oysa Arapların Türkiye modeline ihtiyaçları yok ve asla olamaz ve olmamalıdır ama Türkiye’nin başka bir modele ihtiyacı olduğu kesin...

19 Şubat 2011 Cumartesi

ERGENOKONCU PAŞALARIN EŞLERİ ANIT KABİR YOLUNDA



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


2010 da Anıtkabir ziyaretci sayısında azalma olduğunu gazeteler yazdılar. Acaba ATATÜRK’e , daha doğrusu KEMALİST dogmaya iman azaldı mı?

Erkenekoncu paşaların eşleri yeni bir platform kurmuşlar ve topluca Anıtkabri ziyaret edeceklermiş. Eşlerinin 12.Eylülde , 28 şubatta işledikleri günahlar AMNESİE’ye uğramış olsa gerek.

Bu anıtkabir ziyaretleri bana 2500 sene önceki, eski yunanda yaşananları hatırlattı. HELLEN’lerin ilk çağında bir ölüler tapımı ( kultus, kült )olduğunu yapılan kazılar gösteriyor. Bilhassa büyük kabile başları ölümlerinden sonra tanrı gibi saygı görüyorlardı. Tanrı-atalarının kahramanlıklarını, akıllara hayret veren başarılarını anlatan hikayelerden epos’larda okuyup öğrendiğimiz kahraman masalları doğmuştur. İlias ile Odysseia Yunanlıların mukaddes kitapları oldu. BU Yunanlıların ve onlardan sonra Romalıların eski çağın sonuna kadar bağlı kaldıkları imandır. Şiir ona şekil vermişti. Heykelcilik keza. Gençliğin yetişmesinin , böylece de devletin oluşunun temeli kuruldu. Binlerce yıl geçtiği halde hala bizim fikir ve sanat alemimizi dolduran TANRI MAHLUKLARIN kimler olacağını biraz Antropolojiye merak duyanlarca kolayca deşifre edilir.

Anadolu da yatırlara yapılan ziyaretlerin temelinde Yunan Mythos’unun devam ettiğini düşünebiliriz.

Diğer taraftan endişeli elitlerin Jakoben zihniyetle halkı eğitmek için aksiyona geçecekleri bugünkü gazete haberlerinde var. Maksatları AK partiyi alaşşağı etmekmiş.

Merak ediyorum halka ne diyecekler. Hala Laiklik elden gidiyor mu? Kemalizm tahrip mi edilmekte? Yoksa sağlık hizmetlerini eski hale mi döndürmek, okullarda kitapları çocuklara ödettirmek, duble yolları teke mi indirmek istediklerini söyleyecekler. AK parti ideolojik bir sistemden ziyade pragmatik bir demokrasi atılımı yapmaktadır. Aleviler ve Kürtler mevzuunda hala tereddütlü davranmakta, basına endirek yollarla baskıyı matlup saymakta, Erdoğan tek adam olma yolunda gayretlerini esirgememektedir. Partiler seçim arifesinde demokratik yönde rekabete giripte özgürlükler babında Türkiyenin önünü açabilirlerse muasır medeniyete ulaşmak kolaylaşır.

İstiklal marşında medeniyetin bir canavar olduğu , gençliğin damarlarında asil kan olduğu safsatasını terennüm etmeğe devam ederlerse değişimin zor olacağı kanaatındeyim. Ne türden olursa olsun vesayetlerden kurtulmadıkça yaşam kalitesi itibariyle sklanın en altında kalmağa mahkumuz.

Anıtkabire gidenler birer çaput parçasıda götürüp ,orada bir ağaca bağlasalar belki faydası dokunabilir. Atatürk yatır ziyaretlerini yasaklamıştı. Yunan Mythos’undan evvela kendilerini elit zannedenlerin kurtulması gerekmektedir.
Köln. 19.02.11

Ägypten: Ein echter Sieg, aber wie weiter?


Murat Çakır

Einige Gedanken über das neue Ägypten nach Mubarak
Nach 1989 ist es wohl das zweite Mal, in der die Zeit in einem solch rasanten Tempo voranschreitet. Wenn Massen in Bewegung geraten, scheint es so, als ob die Welt aus ihren Fugen geraten ist. Nachrichten veralten in Minutentakt. Analysen und Kommentare sind schon überholt, noch ehe sie gedruckt werden können.

Genau daran musste ich denken, als ich meine Gedanken über die Ereignisse nach dem Flucht Hüsnü Mubaraks aus Kairo niederschreiben wollte. Agenturen meldeten schon seinen Rücktritt. In den Fernsehnachrichten wurden Liveaufnahmen von Menschen gezeigt, die auf dem Tahrir Platz, welcher zu einem Ehrenmonument des ägyptischen Volkes geworden war, sangen und feierten. Von den Ereignissen überwältigte JournalistInnen kommentierten enthusiastisch die Bilder: »Das ägyptische Volk hat das Regime niedergerissen«.

Ohne Zweifel ist der Abgang eines weiteren Despoten im arabischen Raum ein Grund zur Freude. Die Siegesfreude der Millionen ist allzu berechtigt. Jedoch ist auch die Frage berechtigt, ob das Regime wirklich »niedergerissen« wurde und wie das neue Ägypten nach Mubarak nun aussehen wird. Denn wohin die Reise geht, ist noch offen.

Die Entwicklung in Ägypten wird den gesamten Nahen Osten verändern – darin sind sich wohl alle Nahost – ExpertInnen einig. Festzustellen ist zuerst, dass für die Völker im Nahen Osten eine psychologische Hemmschwelle überwunden ist, welches quasi eine Ewigkeitsklausel für die arabischen Herrscher markierte. Die Proteste z.B. in Jemen, Jordanien oder Algerien zeigen, dass sich die arabischen Herrscher ihrer Sache nicht mehr ganz sicher sein können und diese Entwicklung für die übrigen Länder der Region nicht ohne Wirkung bleiben wird.
Genau diese Tatsache ist aber m. E. der Grund dafür, dass der weitere Prozess in Ägypten ab sofort nicht alleine von den inneren Dynamiken, sondern vor allem von den Einflüssen der internationalen Politik wesentlich bestimmt sein wird. Wie die Bevölkerungsmassen und die noch nicht gefestigte Opposition darauf reagieren werden, steht noch nicht fest. Dennoch lohnt sich, jetzt eine Zwischenbilanz zu ziehen.

Ein grandioser Sieg der Spontaneität
Das ägyptische Volk ist für seinen Sieg über Mubarak zu beglückwünschen. Chapeau! In den Ereignissen der letzten Wochen hat die arabische Welt eindrucksvoll unter Beweis gestellt, dass Bevölkerungsmassen, denen im Westen allzu gern die Demokratiefähigkeit abgesprochen und im sarrazinischen Manier ein Hang zum Fundamentalismus bescheinigt wird, ohne Gewaltanwendung, friedlich und ohne die Unterstützung westlicher Regierungen, langjährige Tyrannen binnen kurzer Zeit entthronen können. Mit ihren, in der arabischen Welt selten beobachteten Beharrungsvermögen hat die ägyptische Bevölkerung einen Präzedenzfall geschaffen, der für den gesamten Nahen Osten ein Vorbild und Aufbegehrungsmotivation sein wird.
Der ägyptische Aufstand hat m. M. n. zudem zwei Krisen zu Tage gefördert, die für die Deutung des weiteren Prozessverlaufs von Bedeutung sind: die Hegemoniekrise des Westens und die Einflusskrise des politischen Islams. Zahlreiche Kommentare von DemonstrantInnen auf dem Tahrir Platz und anderen Orten belegen das erstere: »Der Westen soll sich nicht einmischen. Es reicht, wenn sie Mubarak und anderen Despoten die Unterstützung verweigern« war überall zu hören. Ähnliches konnte man aus den Interviews mit ägyptischen Intellektuellen vernehmen. Die Tatsache, dass die USA und die europäischen Regierungen die tyrannischen Regime Jahrzehntelang unterstützt und gemästet haben, und den arabischen Völkern islamistische Tendenzen zusprachen, kann mit Solidarisierungserklärungen westlicher Staatsoberhäupter oder den Versprechungen, die Gelder aus den Konten der gestürzten Herrschern, die eh den Völker gehören, an sie zurückgeben zu wollen, nicht einfach aus dem Gedächtnis des Nahen Ostens getilgt werden. Der Westen hat seine Chance verpasst, wie der ägyptische Politikwissenschaftler Amr Hamzawy am 10. Februar 2011 in der taz betonte.
Eine Studie des Brookings Institute vom August 2010 belegt, wie sehr die Bevölkerungen in den arabischen Ländern dem Westen misstrauen. Laut dieser Studie sollen rund 88 Prozent der befragten Personen Israel und 77 Prozent die USA als eine Bedrohung für ihre Zukunft ansehen. Eine große Mehrheit (57 Prozent) seien zudem der Auffassung, dass eine mögliche nukleare Bewaffnung Irans ein Sicherheitsschirm gegen die aggressive US-Politik bedeuten könnte. (Quelle: Noam Chomsky, http://zcommunikations.org) Selbst wenn der Westen alte und neue Autokraten, Diktaturen und Monarchien nicht weiter unterstützt, wird ihre von Wirtschaftsinteressen geleitete Politik die Sympathien der arabischen Bevölkerung nicht wieder erlangen können.
Entgegen den im Westen geäußerten Befürchtungen konnten islamistische Kräfte keinen Boden gewinnen. Sowohl in Tunesien, als auch in Ägypten, wo die Organisation der Muslimbrüder sich erst am dritten Tag und sehr zögerlich zu den Demonstrationen gesellte, war eine »Islamisierung« der Bewegung nicht möglich. Im Gegenteil; die überwiegende Mehrheit lehnte es ab, von islamistischen Kräften geführt zu werden. Koptische ChristInnen und MuslimInnen standen Schulter an Schulter und bewiesen so, dass der Anschlag auf die koptische Kirche in der Silvesternacht keine Zustimmung in der Mehrheitsbevölkerung findet.
Gerade die Muslimbrüder, die es versäumt haben, sich um die sozialen Probleme der Menschen zu kümmern, bekamen von der Bevölkerung die Rechnung dafür präsentiert. Die ägyptische Öffentlichkeit hatte nicht vergessen, dass die Muslimbrüder, während sie die Korruption, Armut und prekäre Arbeitsverhältnisse nicht ein einziges Mal öffentlich anprangerten, gleichzeitig den seit 2007 in den Bereichen der Post, Finanz- und Textilwirtschaft entstandenen ArbeiterInnenbewegung und ihren Streiks stets die kalte Schulter gezeigt haben. Meines Erachtens ist das der eigentliche Grund dafür, weshalb sie trotz ihrer organisierten Anhängerschaft keinen Führungsanspruch stellen wollten bzw. konnten. Daher bin ich der festen Überzeugung, dass der politische Islam, der in Ägypten die sozialen Forderungen der Bevölkerung nicht angemessen vertrat und sich damit begnügte, im eigenen Milieu neue Mittelschichten zu produzieren, sich entzaubert hat und es nicht einfach haben wird, im weiteren Prozess ihren Einfluss zu erhöhen. Dies ist im Übrigen auch der beste Beweis dafür, dass mit der einfachen Aussicht auf demokratische Freiheiten, sozialer Gerechtigkeit und Gleichberechtigung jede antidemokratische, autoritäre und fundamentalistische Bewegung von der Bevölkerung selbst in seine Schranken verwiesen werden kann.
Aus den Ereignissen in Ägypten lassen sich auch Erkenntnisse über die Spontaneität von Massenbewegungen gewinnen. Selbst aus einer fernen Betrachtung werden die Stärken und Schwächen der Bewegung deutlich. Glaubt man der Berichterstattung unterschiedlicher Quellen, waren vor allem unorganisierte, gut ausgebildete und nach demokratischen Freiheiten hungrige junge Menschen der Motor der Veränderungen. So wie es aussieht, sind das junge AraberInnen, die die neuen Kommunikationstechnologien bestens nutzen können, diese als Instrument der Organisation von Demonstrationen einsetzen, mindestens eine Fremdsprache sprechen und die Entwicklungen weltweit verfolgen. Ihr Freiheitsdrang und die Suche nach Auswegen aus der Perspektivlosigkeit wurden mit den Bildern aus Tunesien schlagartig zum Katalysator für ihr öffentliches Aufbegehren. So motivierten und ermutigten sie die ägyptischen Mittelschichten und ArbeiterInnen, mit denen die Protestbewegung eine ungeahnte Dynamik gewann.
Dem gegenüber konnten die, vom Regime Jahrelang in Schach gehaltenen Oppositionskräfte, besonders die marginale ägyptische Linke, die schwache Gewerkschaftsbewegung, aber auch die starken Muslimbrüder, die Führung der Bewegung nicht übernehmen. Das gilt übrigens auch für die Vertreter der bürgerlichen Kräfte wie Muhammed El Baradei oder dem Generalsekretär der Arabischen Liga, Amr Musa. Obwohl die letztgenannten international bekannt sind und auch in der ägyptischen Öffentlichkeit durchaus geschätzt werden, konnten sie sich nicht an die Spitze der Bewegung setzen. Aber auch die Jugendbewegung 6. April, die 2008 als Solidarisierungsaktion mit den TextilarbeiterInnen in Mahalla El Kubra gegründet wurde und die 2004 von unterschiedlichen Gruppen gegründete Kefaye (»Es reicht«) Bewegung konnten, obwohl sie von Anfang an auf den Straßen waren, die Massen nicht kontrollieren.
Interessant ist in diesem Zusammenhang, dass in der ägyptischen Öffentlichkeit gegen die »Jugendbewegung 6. April« und »Kefaye Bewegung« Beschuldigungen laut geworden sind, mit denen ihnen Zusammenarbeit mit US-Behörden vorgeworfen werden. Der türkische Kolumnist Ahmet Kaplan, ein Kenner Ägyptens, wies in diesem Zusammenhang auf die Wikileaks-

Veröffentlichungen hin. (http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/africaandindianocean/egypt/8289698/Egypt-protests-secret-US-document-discloses-support-for-protesters.html ) Laut Kaplan sollen die Führungspersönlichkeiten des »6. April« engen Kontakt zum US-Botschafter in Kairo unterhalten. Seit ihrer Gründung in 2008 gäbe es Unterstützung des US-Außenministeriums. Ihre Teilnahme an dem Alliance of Youth Movements und die Ausbildung ihrer AktivistInnen durch das CIA-Institut Freedom House wären seit langem bekannt. Kaplan zu Folge würde die Website des »6. April« über Alliance of Youth Movements von der US-Administration finanziert.
Auch die »Kefaye Bewegung« würde auf US-Unterstützung zählen. So bekämen sie von Peter Ackermann, eine Führungspersönlichkeit im Counsil of Foreign Relations und des CATO-Instituts, große Unterstützung. Laut eines Bericht des Freedom House (http://www.freedomhouse.org/template.cfm?page=66&program=84) nahmen mehrere NGO-AktivistInnen aus Ägypten an Seminaren mit hochrangigen US-amerikanischen und europäischen Persönlichkeiten teil. Gespräche habe es auch mit den damaligen US-Außenministerin Condoleezza Rice und anderen Regierungsbeamten gegeben, die den AktivistInnen finanzielle Hilfen zugesagt hätten. (Quelle: http://sendika.org)
Dass in der Bevölkerung diese Organisationen misstrauisch beobachtet werden, hat wohl seine guten Gründe.

Letztendlich kann der Sturz Mubaraks als ein grandioser Sieg der Spontaneität bezeichnet werden. Aber, das was alle zusammengehalten hatte, war eben diese Forderung nach dem Rücktritt des Präsidenten. Jetzt, wo diese Forderung erfüllt worden ist, wird der »Kitt«, der die Bewegung zusammen hielt, nun spröde und verliert an Kraft. Das Fehlen einer von der Mehrheit akzeptierten Führungsfigur bzw. einer politischen Formation, die mit weitergehenden Forderungen die »Lokomotive« der Bewegung sein könnte, offenbart die Schwäche der Bewegung. Und das wiederum stärkt die Armeeführung, die jetzt alleine an den Schalthebeln der Macht Platz genommen hat. Denn die Armee ist die einzige Kraft, die innerhalb der Bevölkerung und in allen gesellschaftlichen Schichten ein großes Maß an Vertrauen genießt – mit einer Einschränkung: Noch!

Der Bock wird zum Gärtner…
Nach dem Rücktritt des Präsidenten ist die gesamte Macht im Staate, über den Hohen Militärrat in die Hände der ägyptischen Generalität gegangen. Als erstes hat der Militärrat die Verfassung außer Kraft gesetzt und das Parlament aufgelöst. In den ersten Kommuniqués wurde mitgeteilt, dass innerhalb von sechs Monaten »freie und demokratische Wahlen« stattfinden werden und Ägypten sich weiterhin allen »regionalen wie internationalen Verträgen verpflichtet fühlt«. Auch eine Kommission zur Veränderung der Verfassung sei eingesetzt, wobei ein Zeitrahmen dafür nicht genannt wurde.

Diese Erklärungen und die Aussicht, dass der dreißigjährige Ausnahmezustand aufgehoben werden könnte, scheint die Mehrheit der Bevölkerung fürs erste beruhigt zu haben. Ob aber die Armeeführung eine vollständige Änderung des politischen Systems will und die Macht einer, wie auch gearteten zivilen Regierung gänzlich geben wird, halte ich für unwahrscheinlich. Ein kurzer Blick in die Strukturen der Armee belegt dies.

Während die Internetseite http://wapedia/mobi.de die ägyptischen Streitkräfte mit 450.000 aktiven Soldaten und rund 250.000 paramilitärischen Einheiten als elftstärkste Armee der Welt bezeichnet, geht Prof. Dr. Dietmar Herz (Uni Erfurt) davon aus, dass knapp 1 Million Soldaten unter Waffen stehen. (FAZ vom 12. Februar 2011). Das Militärbudget beträgt 2,4 Milliarden US-Dollar. Diese gewaltige Militärmaschinerie steht unter den Befehlen des Generalfeldmarschalls Muhammed Hussein Tantawi Suleyman und des Stabchefs Sami Hafez Enan.

Die ägyptische Armee, vornehmlich als »Staat im Staate« bezeichnet, unterhält enge Kontakte zur USA, der EU und zur NATO. Die ägyptischen Streitkräfte sind – genau wie die tunesische Armee – seit 1994 Mitglied des NATO-Programms »Mittelmeer Dialog«. (siehe: http://www.nato.int/cps/en/natolive/topics_52927.htm ) Gleichzeitig ist Ägypten Teil der Mittelmeer Union der EU. (siehe: http://www.nato.int/cps/en/natolive/topics_52927.htm ) Beide Programme haben viele gleichlautende Ziele: »Zusammenarbeit für den Frieden, Offiziersausbildung, Rüstungskontrolle, Zusammenarbeit der Dienste« und natürlich »Kampf gegen den Terrorismus«. Wie dieser »Kampf« inzwischen aussieht, braucht wohl hier nicht ausgeführt zu werden.

Für die am 13. Juli 2008 in Paris gegründete Mittelmeer Union der EU spielen zudem das 450 Milliarden Euro schwere »Desertec-Projekt« (http://www.desertec.org/de/aktuelles/ ) mit dem rund 15 Prozent des jährlichen Strombedarfs Europas gedeckt werden soll und die Kontrolle der illegalen Migrationsströme eine wesentliche Rolle.

Die Armeeführung, die bis in die letzten Tage die wichtigste Stütze von Hüsnü Mubarak war, gilt auch als Garant des Camp-David-Friedensvertrages von 1978. Seither bestehen zum Pentagon enge Kontakte. Noch vor einer Woche hatte der US-Außenminister Robert Gates erklärt, dass die US-Administration vom Befehlshaber der ägyptischen Armee und stellv. Ministerpräsident Tantawi Suleyman minutiös über die Entwicklungen informiert werde. Dass dabei die jährlichen Transferleistungen der USA von über 1,3 Milliarden US-Dollar an die ägyptische Armee eine gewichtige Rolle spielen, sagen nicht nur die gehässigen Mäuler.

Genau wie die türkische Generalität ist die ägyptische Armeeführung, mit ihren weitgehenden wirtschaftlichen und rechtlichen Privilegien zu uniformierten Kapitalisten mutiert. Die ägyptischen Generäle profitieren über zahlreiche Firmen in vielen Wirtschaftszweigen von den Segnungen des kapitalistischen Wirtschaftens. Die politischen, wirtschaftlichen, rechtlichen und steuerlichen Privilegien der Armeeführung sind immense Pfründe, auf die sie keineswegs verzichten werden. (Unter dem Titel »Die ägyptische Armee AG« hat Welt am Sonntag einen ausführlichen und eindrucksvollen Bericht über das Wirtschaftsimperium der Generalität veröffentlicht. Dieser Bericht zeigt, welche Interessen für die Armeeführung von höchster Priorität sind und keineswegs diese einer Demokratie opfern würden: http://www.welt.de/print/wams/wirtschaft/article12524461/Die-aegyptische-Armee-AG.html )
Dass die Armeeführung ihren verfassungsmäßigen Oberbefehlshaber Mubarak fallen ließ und gegenüber der protestierenden Massen nicht mit Gewalt vorgegangen ist, hat m. M. n. zwei wichtige Gründe: Zum einen war Mubarak nicht mehr zu halten. Ihn zu stützen hätte bedeutet, dass sie alle Sympathien in der Bevölkerung verspielen würden. Dann wären mit Mubaraks Abgang auch ihre Privilegien gefährdet. Zum anderen ist die ägyptische Armee eine Armee von Wehrpflichtigen. Die Wehrpflicht dauert, je nach Ausbildungssituation der Wehrpflichtigen, 12 bis 36 Monate. Soldaten und Unteroffiziere auf Zeit spiegeln die Gesellschaft wieder. Viele von ihnen haben Verwandte und Freunde unter den DemonstrantInnen. Hätten die Generäle ihnen gewaltsames Vorgehen befehligt, dann hätten sie riskieren müssen, dass Teile der Armee zu den

DemonstrantInnen überlaufen wären.
Jetzt aber können sich die Generäle als Vollstrecker des Volkswillens präsentieren. Mit Zugeständnissen, die im Grunde genommen ihre starke Position nicht tangieren, und kurzfristigen Maßnahmen, wie die Herabsetzung der Preise für die Grundnahrungsmittel oder Erhöhung der Löhne der staatlichen Angestellten (siehe: Junge Welt vom 14. Februar 2011) haben sie zusätzliches »Kredit« bei der Bevölkerung erkaufen können. Die Tatsache, dass die wenigen DemonstrantInnen, die schnelle und weitergehende demokratische Schritte von Hohen Militärrat forderten, von vielen Passanten zur Räumung des, inzwischen für den Verkehr wiedereröffneten Tahrir Platzes aufgefordert wurden, zeigt, dass sich die Protestbewegung längst auseinander zu dividieren begonnen hat.

Der Hohe Militärrat, eigentlich nichts anderes als eine Junta, hat jetzt die Legitimität ggf. hart durchzugreifen – sie hat auch alle Mittel dazu. Den hunderttausenden Soldaten unter Waffen kommt noch ein Millionenheer von Angehörigen und Ehemaligen, die ökonomisch von der Armee abhängig sind. (Dietmar Herz) – die Mitglieder der Sicherheitskräfte sowie die Anhänger des Regimes nicht mitgezählt. Deshalb ist Dietmar Herz zuzustimmen, wenn er, wenn es hart auf hart kommt, den DemonstrantInnen, die mehr an Demokratie fordern, gegen die Phalanx der staatstragenden Kräfte keine Chance einräumt.

Was demnächst folgen wird, ist abzusehen. Die oppositionellen Kräfte werden kaum in der Lage sein, innerhalb der nächsten sechs Monate landesweit und flächendeckend sich auf die Parlamentswahlen vorzubereiten. Die historischen Erfahrungen zeigen: je kurzfristiger Wahlen anberaumt werden, desto mehr nutzen sie den alten Regimeeliten. (Prof. Dr. Wolfgang Merkel, Berlin) In den Nachrichten kann man schon jetzt nachlesen, wie die früheren Kader des Regimes sich für höchste Ämter bereit machen. So meldet beispielsweise die Tagesschau am 14. Februar 2011, dass sich der ehemalige Vize-Außenminister Abdullah al-Aschal, der sich einst mit Mubarak überworfen hatte, als Kandidat für die Präsidentschaftswahl empfiehlt. Auch Amr Musa, der zwischen 1991 und 2001 Mubaraks Außenminister war oder der ehemalige Ministerpräsident Kemal al-Ganzuri stünden für die Kandidatur bereit.

Ob bei den nächsten Wahlen eines der ehemaligen Kader des Regimes oder ein neuer, vielleicht unverbrauchter Name als Präsident gewählt werden kann, ist jetzt nicht vorauszusagen. Aber, dass die Armeeführung die sog. »Übergangsphase« ganz im Sinne der USA, der EU und der NATO zur Verfestigung ihrer Machtstellung nutzen und nur kosmetische Korrekturen am Regime zulassen wird, scheint mehr als sicher zu sein. Die zentrale Frage ist, ob sich dagegen eine Protestbewegung formieren kann, welcher nahezu die gleiche Kraft aufbringen vermag, wie vorher gegen Mubarak.

Vorbild Türkei?
In den zahlreichen Kommentaren europäischer Zeitungen war in den letzten Tagen immer wieder zu lesen, dass womöglich die Türkei für Ägypten und die anderen arabischen Staaten »ein Vorbild« sein könnte. Sogar im kritischen Neuen Deutschland wurde ein Artikel veröffentlicht (Jürgen Gottschlich, 4. Februar 2011), der das Modell der Türkei als »goldenen Mittelweg« bezeichnete.

Jürgen Gottschlich beruft sich dabei auf eine Studie der liberalen Stiftung TESEV (Stiftung für wirtschaftliche und soziale Forschungen), die im September 2010 in Ägypten, Jordanien, Saudi-Arabien, Libanon, Syrien und Irak rund 2.500 Menschen befragt hat. So sei die Türkei, »eine echte Inspiration für den Nahen Osten (…) nach dem die islamisch grundierte AKP 2002 an die Macht kam«. Nach der scharfen Rhetorik des AKP-Regierungschefs Erdogan seien »seine Popularitätswerte in der arabischen Bevölkerung erst recht in die Höhe geschossen«. Zitiert wird auch Prof. Fadi Huruka aus London, demzufolge es aufgrund zahlreicher arabischen Istanbul-Touristen und den türkischen Seifenopern in arabischen Fernsehsendern nahe liegt, dass »sich viele Araber durch die Türkei inspirieren lassen«.

Nun, ob der Istanbul-Tourismus arabischer Mittelschichten oder türkische Seifenoper der Grund für diese »Inspiration« sein können, kann ich nicht sagen. Aber die scheinbare Konfrontation Erdogans gegen die israelische Regierung könnte, besonders für die Unterschichten, eine wesentliche Rolle gespielt haben. Ohne Frage, bei einer oberflächlichen Betrachtung aus den Metropolen des Nahen Ostens wird ein Türkei-Bild gesehen, in der die laizistisch-kemalistischen Kräfte zurückgedrängt werden, dem gegenüber konservativ-islamische Kreise über demokratische (!) Wahlen Parlamentsmehrheiten erringen und ein durchschnittliches Wirtschaftswachstum von 5 Prozent notiert wird. Islam und Demokratie, Wohlstand und Freiheiten auf einem goldenen Tablett, könnte man sagen.

Aber das ist das Problem mit der oberflächlichen Betrachtung: man sieht nur aus einer unscharfen Perspektive. So wird auch deshalb nicht deutlich, dass Erdogan trotz seiner scharfen, öffentlich inszenierten Kritik an der israelischen Regierung weiterhin an der strategischen Partnerschaft mit dem Staate Israel und der militärischen sowie rüstungspolitischen Zusammenarbeit festhält. Es wird nicht deutlich vernommen, dass die AKP-Regierung mit ihrer neoliberalen Politik weite Teile der Bevölkerung in die Armut und das Land in die Fänge der internationalen Finanzmärkte gestürzt hat und gleichzeitig in neoosmanischer Manier, imperialen Gelüsten nacheifert. (siehe: http://murat-cakir.blogspot.com/2010/07/die-imperialen-geluste-der-neo-osmanen.html )
Die oberflächliche Betrachtung verdeckt vor allem die Tatsache, dass das »Modelland Türkei« seit 30 Jahren einen schmutzigen Krieg gegen die eigene kurdische Bevölkerung führt und trotz kosmetischen Veränderungen im Rahmen des sog. »Heranführungsprozesses an die EU« sich nichts daran geändert hat, dass antidemokratische Maßnahmen, polizeistaatliche Übergriffe, massive Menschenrechtsverletzungen, tausendfache politische Inhaftierungen und Folter immer noch auf der Tagesordnung stehen. (Dabei bräuchte man nur die zahlreichen Urteilbegründungen des Europäischen Gerichtshofs für Menschenrechte gegen die Türkei zu lesen). Und man sieht nicht, dass die Türkei innerhalb ihrer Grenzen längst in zwei, von einander politisch, wirtschaftlich, sozial und kulturell völlig unterschiedliche Länder gespalten ist.
Wenn jene, die sich gerne von der Türkei inspirieren lassen wollen, sich bemühen würden, in die Landesteile östlich des Euphrats zu schauen, dann würden sie ein Land sehen, in der die Bevölkerung verarmt ist, rund 80 Prozent Arbeitslosigkeit die Menschen verzweifeln lässt, die vom Militarismus traumatisiert sind und in der der Ausnahmezustand eine Normalität ist. Vom Euphrat aus beginnt die verbrannte Erde. Hätten sie Zeit, die oppositionellen Medien zu durchstöbern, würden sie die Fotos von den Überresten der Menschen sehen (laut Menschenrechtsstiftung der Türkei 17.000 an der Zahl), die in den letzen Jahren von paramilitärischen Einheiten und den Sicherheitskräften exekutiert und erst vor kurzem aus Massengräbern herausgeholt wurden. Ein genauer Blick in die Türkei würde ihnen deutlich machen, dass die »vorbildhafte« Souveränität der Türkei eine eingeschränkte und von Gnaden des Westen abhängige ist und die militärischen oder bürokratischen Eliten der Türkei, jenen aus dem Nahen Osten in keiner Weise nachstehen. Wahrscheinlich wäre dann zu erkennen, dass nicht die »islamisch grundierte« neoliberale AKP-Regierung, sondern vielmehr die kurdische Befreiungsbewegung mit ihren demokratischen Rätestrukturen, praktizierten Geschlechterdemokratie und vom kurdischen Volk selbst geschaffenen Freiheitsräumen ein Modell sein könnte.

Es ist m. M. n. keineswegs so, dass der Vorschlag, man solle die Türkei als Vorbild nehmen, nur ein naives Gedankenspiel ist. Im Gegenteil; den westlichen Regierungen liegt viel daran, warum die Völker den »goldenen Mittelweg« der Türkei einschlagen sollten. Zum einen ist den Westen das Misstrauen der arabischen Welt ihr gegenüber nicht unbekannt. Zum anderen ist die Türkei, als ein westlich orientierter, islamisch geprägtes Land, das ein sicherer Energieumschlagplatz geworden ist und über eine schlagkräftige Armee verfügt, ein wichtiger politischer und geostrategischer Partner – Ein NATO-Mitglied, auf deren Territorium Nuklearwaffen der USA stationiert sind, dessen sich islamisch gebende Regierung und die israelische Regierung im scheinbaren Clinch stehen, eben ein Land, der ein Labor des Neoliberalismus und inzwischen ein wichtiger Wirtschaftsstandort westlicher Konzerne geworden ist. Was liegt näher dran, eine solche Türkei, die für die weitere Einflussnahme des Westens von unschätzbarem Wert ist, als ein Vorbild für den Nahen Osten zu präsentieren?

Die europäische Heuchelei
Die Reaktion europäischer Regierungen auf die Ereignisse im Nahen Osten ist heuchlerisch. Während die Türkei, der man eigentlich die »Europareife« nicht bescheinigen will, als Vorbild angepriesen wird, achtet man penibel darauf, den Konflikt zwischen den türkischen und israelischen Regierungen nicht zu nennen. Gleichzeitig stellen sich jene PolitikerInnen, die immer zu sozialstaatliche Errungenschaften in Europa als »sozialistische Pranger der Wirtschaft« diskreditieren, nun als willige Unterstützer von »Revolutionen« dar. Zwar wirkt die Revolutionsrhetorik gerade aus den Mündern der neoliberalen Eliten Europas mehr als lächerlich, aber das hat m. E. ein höheres Ziel: das ständige herbeireden von einer Revolution ist nur der plumpe Versuch die eigentliche Revolution, nämlich wirklich demokratische und souveräne Regierungen, die das Selbstbestimmungsrecht ihrer Bevölkerungen achten und von Westen unabhängig agieren können, zu verhindern.

Es dürfte nicht falsch sein, zu behaupten, dass sowohl die USA als auch die EU-Regierungen auf das Ausmaß der Aufstände unvorbereitet waren und überrascht worden sind. Anders ist deren zögerliche Haltung zu Beginn der Aufstände nicht zu erklären. Aber immerhin, sie haben sich schnell gefasst: nur eine halbe Stunde nach dem Rücktritt Mubaraks stand die deutsche Kanzlerin vor den Fernsehkameras und erklärte die »Solidarität der Bundesregierung mit dem ägyptischen Volk«, der sie die »Unterstützung Deutschlands« zusicherte. Sie vergaß aber nicht darauf hinzuweisen, dass die »Übergangsregierung sich unbedingt an den Friedensvertrag mit Israel halten müsse«. Ähnliche Statements folgten aus den anderen NATO-Hauptstädten. Es war allzu offensichtlich, dass die »Paten« der Diktaturen und der »Mafia-Regime« sich nun anstellten, für einen »Übergang« in ihrem Sinne zu sorgen und den weiteren Prozess in Ägypten mitzubestimmen.

Knut Mellenthin, der der Auffassung ist, dass wir in den arabischen Staaten einen Rückgriff auf die Doktrin der »eingeschränkter Souveränität« erleben werden, stellte am 11. Februar 2011 in der Jungen Welt diesbezüglich die Frage, »ob es Ägypten erlaubt werden darf, seine bisherige außenpolitische Orientierung zu überprüfen und auf demokratischer Grundlage neu zu bestimmen«. In seinem Artikel fragt er weiterhin: »Dürfen die Ägypter eine Regierung bilden, an der Kräfte beteiligt sind, die dem Westen und ihrem nördlichen Nachbarn Israel gegenüber weniger devot eingestellt sind als das Mubarak-Regime, das seit 1981 mit terroristischen Mitteln jede Opposition unterdrückt hat? Oder würde der Westen eine solche Regierung ähnlich behandeln, nämlich brutal isolieren und aushungern, wie er es mit jener getan hat, die im Januar 2006 aus den Wahlen in den Palästinensergebieten hervorging? Würden die USA gar ihren Sturz inszenieren, wie sie es 1953 im Iran und 1973 in Chile getan oder 1961 in Kuba vergeblich versucht haben?«

Nun mag man Mellenthin oder die Junge Welt als Linksradikalinski bezeichnen oder ihnen das Widerholen von »überholten antiimperialistischen Phrasen aus dem 20. Jahrhundert« vorwerfen – wozu mache Linke in Deutschland ja allzu schnell bereit sind – oder sagen, dass der heutige Nahe Osten weder mit dem Iran der 1950er Jahre noch mit Chile zu vergleichen ist. Das letztere stimmt sicher, dennoch ist es notwendig, über diese Fragen, die eine linke Antwort bedürfen, nachzudenken. Selbst wenn die europäische Linke den Begriff »imperialistische Interessenpolitik« ad acta legen will, so ist sie doch gehalten, die Jahrzehntelange Nahost-Politik des Westens nachvollziehbar zu erklären.

Ich bin der Auffassung, dass aus linker Sicht notwendig ist, die Ereignisse im Nahen Osten so zu deuten, so dass daraus neue Erkenntnisse für das politische Handeln gewonnen werden können. »Zu sagen, was ist«, ist keineswegs eine theoretische Selbstbeschäftigung oder wie von Robert Misik belächelte »scharfe Fürsprache des Radikalismus«. In diesem Zusammenhang schreibt Misik: »Um die klassische und wunderbare Formel von Michel Foucault zu gebrauchen: Die Bürger erheben sich, weil sie so nicht mehr regiert werden wollen. That’s it. So einfach und doch so fundamental. Ob wir das jetzt Revolution nennen oder nicht, ist dem historischen Prozess schnurzegal. Aber vielleicht sollten wir es bedenken: Es sieht aus wie eine Revolution, es riecht wie eine Revolution. Es wird wohl eine Revolution sein.« (Der Freitag vom 11. Februar 2011)
Wegen meines Einwandes auf Dyab Abou Jahjahs Feststellung (http://murat-cakir.blogspot.com/2011/01/tunesien-eine-echte-revolution.html ), dass der Aufstand in Tunesien »eine echte Revolution« sei, wurde ich von manchen Genossen aus Deutschland und der Türkei getadelt. Aber, die rasanten Entwicklungen in der arabischen Welt versuchen zu deuten und mit dem Begriff »Revolution« vorsichtig umzugehen, ist kein Beharren auf irgendwelche »doktrinären Vorstellungen von der Revolution«, ein »Luxus der idealen Welt« von Theoretikern – ich bin noch nicht mal Akademiker, geschweige denn ein Theoretiker. Es ist eher ein Nachfragen, ein Versuch zu verstehen und daraus Schlussfolgerungen für die eigene politische Bewertung zu ziehen.

»Luxus« wäre, wenn wir aus der Bequemlichkeit unserer privilegierten Geographie heraus meinen, »die Araber hätten gerne unsere Probleme« und vergessen würden, dass die Aufrechterhaltung der vermeintlichen Freiheiten, des Wohlstands und der bürgerlichen Demokratien des Westens für den Nahen Osten und anderswo in der Welt Diktaturen, tyrannische Regime, Krieg, Zensur und Massenmord produziert hat. »Luxus« ist, mit eurozentristischer Brille über den »unzeitgemäßen Imperialismusbegriff« oder über die »Friedenspotentiale des Kapitalismus« zu sinnieren, während Bomben auf Menschen fallen.
Natürlich wollen die TunesierInnen und ÄgypterInnen oder andere, eine Gesellschaft haben wie unsere, »mit intakten Institutionen, mit Parlament und unabhängigen Gerichten und freier Presse«. (Robert Misik) Und wie gerne hätten sie sich mit unseren Problemen herumgeschlagen. Wer würde es ihnen verdenken können, angesichts der rund 1 Milliarde Menschen, die am Tag mit einem Euro oder weniger auskommen müssen oder der Kinder, die alle 6 Sekunden wegen den Folgen des Kriegs, der Armut, Krankheiten oder ökologischen Katastrophen einfach wegsterben? Die tunesischen Bootsflüchtlinge auf Lampedusa haben ja nicht aus Jux und Tollerei ihre Heimat verlassen. Wenn man bedenkt, wie sie inzwischen von den EU-PolitikerInnen behandelt werden, wäre es interessant zu erfahren, was sie jetzt über die Werte europäischer Demokratien, wie Menschenrechte, Gleichberechtigung und Gleichheit – für deren »Durchsetzung« sich Europa überall an Kriegen beteiligt – denken. Ausmalen könnten wir uns das, oder?

In Tunesien und Ägypten haben sich die Menschen erhoben, weil sie nicht mehr gewillt sind, so wie bisher zu leben und unterjocht zu werden. Ob sie ihrem Protest weiter Luft verschaffen und für weitergehende Forderungen auf die Straße gehen wollen, wird von ihren Entscheidungen abhängen. Unsere Aufgabe kann nur sein, sie dabei zu unterstützen und zu versuchen, die »Weiter-So-Politik« unserer Regierungen zu verhindern. Was ja eigentlich die ureigene Aufgabe der europäischen Gesellschaften ist.

Aber wenn wir meinen, dass das, was bisher erreicht worden ist, eine »Revolution« sei und paternalistisch wie wir im Westen so sind, den Völkern im Nahen Osten einreden, die bürgerlichen Demokratien nach europäischem Vorbild würden all ihre Probleme lösen, dann erweisen wir ihnen einen Bärendienst. Damit würden wir nur dazu beitragen, dass sich die gegenwärtigen Machtverhältnisse – von denen ja wir überzeugt sind, dass sie nicht gut für diese Länder sind –, selbst bei der Durchführung demokratischer Wahlen wieder festigen würden.

Schlussfolgerungen für europäische Linke
Jetzt gilt es, alle relevanten Gruppen der Opposition in Ägypten darin zu unterstützen, dass sie gegenüber der Militärjunta nicht schutzlos bleiben. Für sie wird es schwer sein, eine Dauermobilisierung gegen die militärischen Machthaber zu organisieren. Die Verhältnisse in Ägypten erlauben derzeit nur einen auszuhandelnden Übergang, in der die gegenwärtigen Machthaber und die oppositionellen Kräfte gegenüber stehen werden. Gerade darum brauchen die oppositionellen Kräfte Zeit und Unterstützung, sich organisieren zu können. Und sie brauchen deutliche Signale der demokratischen Weltöffentlichkeit.

Aus diesem Grund kann ich beispielsweise die stumme Haltung der deutschen Gewerkschaften nicht nachvollziehen. Die Militärs haben unmissverständlich deutlich gemacht, dass sie die derzeitigen Streiks für die Verbesserung der Arbeits- und Lohnbedingungen nicht dulden werden. Die Aufgabe der europäischen Gewerkschaftsbewegungen wäre hier und jetzt, zugunsten der streikenden ArbeiterInnen in Ägypten Partei zu ergreifen und einen öffentlichen Druck auf die eigenen Regierungen zu organisieren.

Die gesellschaftliche wie politische Linke in Europa ist gehalten, ihre Solidarität mit den demokratischen Kräften Ägyptens mit einer klaren Absage an die bisherige Politik der EU-Regierungen, mit der sie den Nahen Osten als eine geostrategische Verfügungsmasse behandeln, zu manifestieren und für einen Politikwechsel in Europa zu kämpfen. Vorhandene parlamentarische und organisatorische Möglichkeiten müssen zur Unterstützung der Organisierung der oppositionellen Kräfte in Ägypten genutzt werden. Jede praktische Solidarität, jede Unterstützung der Opposition ist dringlich und wäre ein wichtiger Beitrag für die Demokratisierung des Landes. Für die Linke muss gelten, die Bekämpfung der Machtstrukturen in Ägypten als vordringlich zu sehen – selbst wenn dafür notwendig sein sollte, die Beteiligung von Teilen der alten Machthaber an einer neuen Regierung zu akzeptieren. Eine Transformation hin zu einer nachhaltigen Demokratisierung wird womöglich noch Jahre andauern. Das Aufdecken der, von geostrategischen Vorteilen und Wirtschaftsinteressen geleitete Politik der EU-Eliten, die Aufklärung der europäischen Öffentlichkeit über wie wahren Ursachen der Probleme im Nahen Osten und eine praktizierte Solidarität auf gleicher Augenhöhe mit den demokratischen Kräften Ägyptens, ist das mindeste an Bringschuld der europäischen Linken.

Und eine klare Positionierung in dem israelisch-palästinensischen Konflikt! Dass ohne die Unterstützung des Mubarak-Regimes die Repressions- und Besatzungspolitik der israelischen Regierungen, welche ja bekanntlich allen UN-Resolutionen und dem Völkerrecht widersprechen, so nicht möglich gewesen wäre, sagen nicht nur israelkritische Stimmen. Es wäre mühselig und würde den Rahmen dieses Artikels sprengen, hier darauf hinzuweisen, dass das Schicksal der palästinensischen Gebiete die zentrale Frage der Konflikte im Nahen Osten ist. Oder wie zigmal geschehen, die Tragödie der PalästinenserInnen zu beschreiben, denen das Recht auf freie Reise auf eigenem Grund und Boden verwehrt wird.

Nein, die eigentliche Problematik liegt darin, dass die europäische Linke, die mit einem Lineal gezogenen Grenzen im Nahen Osten und das künstliche Produkt des Kapitalismus, die Nation und den Nationalstaat an sich als Gottgegeben hin nimmt. Müsste nicht die Linke, die ihre radikale, also an die Wurzel gehende und zugleich reale, also auf die Probleme im hier und jetzt orientierte Politik, stets aus der Perspektive der Schwächsten heraus formulieren? Darf dann eine solche linke Politik, monoethnisch bzw. monoreligiös ausgerichtete Nationalstaaten, die keinen Raum für ethnische und religiöse Minderheiten lassen, akzeptieren? Waren es nicht immer linke, die die Demokratie, als sich immer zu erneuernden Demokratisierungsprozess verstehend, daran gemessen haben, wie sozial, wie gerecht, wie emanzipatorisch sie aufgebaut und wie sie auf Frieden ausgerichtet ist? Wie kann dann die europäische Linke einen Staat, der den eigenen arabischen Staatsangehörigen die vollen BürgerInnenrechte verwehrt; aus religiöser Motivation heraus den Grund und Boden seiner Nachbarn zu israelischem Eigentum erklärt; nicht gewillt ist, UN-Resolutionen umzusetzen und sein nukleares Arsenal unter internationaler Kontrolle zu stellen; jegliche rechtsstaatliche Standards missachtend, gezielt »Staatsfeinde« exekutiert; Tausende ohne einen Gerichtsbeschluss inhaftiert; in den Besatzungsgebieten ein offenes Willkür- und Apartheidregime installiert hat und den Friedensvertrag mit Ägypten als ein reines strategisches Instrument seiner weiteren Militarisierung sieht, überhaupt als einen »demokratischen Staat« bezeichnen und für den Erhalt des, von westlichen Interessen diktierten Status quo sein?

Wenn die europäische Linke, die deutsche Linke im Besonderen, glaubhaft bleiben will, muss sie sich vor allem an ihren eigenen Werten messen lassen: Geschwisterlichkeit, Gleichheit, Gerechtigkeit, freie und selbstbestimmte Entfaltung eines jeden Individuums und last but not least, ein Mehr an Demokratie. Und wer Antisemitismus, Judenfeindlichkeit, rassistische und religiös-fundamentalistische Bewegungen wirksam bekämpfen will, der muss sich für die sozial gerechte, gleichberechtigte und demokratische Teilhabe aller Menschen und für den Frieden einsetzen.

Daher bin der Auffassung – und das ist meine These –, dass die Schlüsselfrage der Konflikte im Nahen Osten die Freiheit des palästinensischen Volkes ist. Der beste Garant für die Sicherheit in der Region wird eine demokratische Union (oder Konföderation oder wie es auch immer heißen mag) sein, in der jüdische wie palästinensische Bevölkerungsteile frei, gleichberechtigt und selbstbestimmend zusammenleben, die Wunden der Vergangenheit heilen und die gemeinsame, friedliche Zukunft gestalten können.

Naiv? Unrealistisch? Wie naiv und unrealistisch müssen dann unter den gegebenen Verhältnissen unsere Vorstellungen von einem demokratischen Sozialismus sein! Im Gegenteil; erst aus dieser Perspektive sind wir in der Lage, die aktuellen sozialen Kämpfe zu führen und für reale Verbesserungen in den gegenwärtigen kapitalistischen Gesellschaften zu streiten. So lassen sich auch mit der Vorstellung eines demokratischen Nahen Ostens, kleinere, aber nicht unwichtigere Schritte in Richtung eines Friedens bewerkstelligen.

Meines Erachtens gilt dieses auch für die aktuellen Bemühungen um die Demokratisierung Ägyptens. Es war bezeichnend, dass just an dem Donnerstagnacht, als Mubarak angekündigt hatte, nicht zurücktreten zu wollen, auf dem Tahrir Platz kaum jemand beachtet hat, dass die BewohnerInnen des Gaza Streifens wieder einmal Opfer von Bombardierungen der israelischen Armee wurden. Daher stellt sich m. M. n. heraus, dass solange die Protestbewegungen nationalstaatlich eingegrenzt bleiben und die Bewegungen sich der palästinensischen Frage nicht annehmen, solange die errungenen Freiheiten und demokratische Rechte keine echten Freiheiten und Rechte sein werden. Bei allem Respekt vor den Bewegungen in Tunesien und Ägypten, ist es eine Notwendigkeit hierauf hinzuweisen.

Im übrigen: es wäre eine wahre Revolution, wenn das neue, demokratische Ägypten die Grenze zum Gaza Streifen öffnen und den BewohnerInnen des Gaza Streifens die gleichen Freizügigkeitsrechte, wie die der ägyptischen StaatsbürgerInnen gewähren würde. Ich bin mir sicher, dass dann die Verhältnisse in der ganzen Region beginnen würden, sich grundlegend zu verändern.

12 Şubat 2011 Cumartesi

H R A N T ' I A N M A K (1)



Sarkis HATSPANIAN(*)

Anlayamadığımız şeyler bizim olamaz. Goethe

Yalnızlık paylaşılmaz, daha doğrusu paylaşılamaz! Bu sözlerin insan yaşamındaki gerçekliğini yüreğimi dağlayan anlatılmaz bir acıyla çok derinden bir kez daha hissettiğimde takvimin yaprağı 19 Ocak 2007'yi gösteriyordu. Yerevan Zvartnots havaalanının bekleme salonunda İstanbul'dan gelecek uçağı karşılamak için bulunuyorken, Rotterdam'dan telefonla arayan Malatyalı okul arkadaşım "Hrant'ı vurdular"diyerek acı haberi verdiğinde cep telefonumun elimden düşmesiyle yere çöküşüm bir olmuştu. Daha sonra televizyon haberlerinde Hrant'ın kalleşçe (*) arkadan vurulduğunu öğrendiğim andan itibaren aklımda durmadan tekrarladığım "çok yalnızdın be ağparik (**), yalnızları yok etmenin ne kadar kolay olduğunu halkının acı tarihi sana öğretmedi mi güzel kardeşim" diye bir taraftan sevdiği yakınını yitirme haline içerleme, diğer taraftan da "kim ne derse desin yalnızlık paylaşılamıyor" doğru düşüncesinin ağır etkisi altında, korumasız ve güçsüzlüğümüzün tek nedeni olan yalnızlığımıza kahrettim. Yitirdiği evladını son yolculuğuna uğurlamak amacıyla Yerevan Özgürlük Meydanında toplanan ve Hrant'ı yaşarken tanıma olanağı olmamış Ermenistanlı insan yığınlarına hitaben yaptığım konuşma sırasında, ayrı yıllarda aynı okul sıralarını paylaştığım "Hrant'ın gerçek bir demokrasi ve özgürlük savaşçısı olduğunu, vurulacağını çok iyi bildiği halde dağdan inmeyi reddederek ölümsüzleşmeyi tercih eden cesur fedayilerimize çok benzediğini" anlatmaya çalışırken, tam önümde, en önde duran siyahlara bürünmüş, başı eşarplı, bembeyaz saçlı, yaşlı bir ninenin hıçkırıklara boğularak hüngür hüngür ağlarken, bir eliyle habire haç çıkarıp başını gökyüzüne kaldırışını, diğer eliyle göğsüne sıkı sıkı basarak tuttuğu "1.500.000+1" yazılı beyaz kartonun bakışlarımı esir alıp, nefesimin kesildiğini hissettiğim an, Hrant'ın dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, Ermeni insanının bilincine silinmezcesine kazılı günahsız soykırım kurbanlarına eşdeğer görülerek, ölümsüz şehitler kervanına katıldığını anladım.

Hrant'ın "dağa çıkan" gerçek bir özgürlük savaşçısı olmasına ilişkin anlatımımın anlaşılması içinse, tam Hazreti İsa'nın yaşı kadar, hatıralarımın İstanbul'una, 33 yıl geriye gitmek durumundayım. 1978 baharıydı sanırım, günlerden cuma, ikindi vaktinin de okul çıkışına denk gelen saatiydi eminim... Üsküdar'dan Beşiktaş'a kalkan vapurun güvertesinde kimseciklerin olmadığı bir köşede Hrant'ı bahriye elbiseli bir subayla sohbet ederken tesadüfen görüp selamlamak için yanaştığımda, beklenmedik misafir olduğumu belirten bir tavırla Türkçe verdiği "Merhaba"sını gizli birşey söylediğini çakmam için Ermeniceye dönüştürüp "özel bir görüşme yapıyorum, vapurdan inişte görüşelim" derken, "olur abi, ama hiç olmazsa Armenak ağpariğimizin elini sıkıp bir merhaba etmeme izin ver de sizi başbaşa bırakayım" deyip, onun afallamış halde şaşkın bakışlarına aldırmadan aklımdan geçeni yaptığımda, elini sıktığım bahriye subayı elbisesi giymiş, TKP(ML)/TİKKO'nun Dersim'deki efsanevi komutanlarından, koca yürekli yiğit Armenak BAKIRCIYAN'ı son defa gördüğümü nereden bilecektim. 18 Ekim 1977'de Izmir Buca Cezaevi'ndeyken, diş çektirme bahanesiyle Ege Üniversitesi'ne sevk edilirken örgüt arkadaşları tarafından kaçırılmış, basında boy boy yayınlanan resim altlarında "ne kadar kan dökücü, azılı bir Ermeni teröristi" olduğu ihbar edilen, "infaz emriyle" her yerde fellik fellik aranan, görüldüğü yerde vurulması emredilen, asıl kimliğini bilmeyenler tarafından, Orhan BAKIR ya da Ali Ağa kod adıyla tanınan okuldan ağpariğimizi, 13.Mayıs.1980’de Karakoçan’da (***) düşürüldüğü pusuda katledildiğine dair acı haberi aldığımız andan bugüne kadar hep, vapurda onu tesadüfen bahriye subayı kamuflajı içinde Hrant'la görüşürken son kez gördüğüm andaki resmiyle, sıcak bakışları, tebessüm eden yüzüyle hatırlıyor, anıyorum.

1954 yılı, "T.C." doğumlu olan Hrant, 48 yaşına kadar pasaport yasaklı yaşadı ve insanlığın 21. yüzyıla attığı adımlar vatandaşı olduğu devlet tarafından sadece 2002'de farkedilmeye başladığından olsa gerek, yurtdışına ilk yolculuğunu Cannes Film Festivaline katılan Atom Egoyan'ın ARARAT filmini izleyebilmek amacıyla birkaç günlüğüne bulunduğu Fransa üzerinden ulaştığı anavatanı Ermenistan'a yaptı. 22 yıllık özlem sonrası ilk görüşmemizde saatlerin nasıl geçtiğini farkedemediğimiz koyu sohbetimizde, seneler önce vapurda onu Armenak'la gördüğüm günden konu açıldığında, "O günkü görüşmemizde yiğidimiz bana DAĞA ÇIKMA kararını iletip, belki bir daha görüşemeyiz diye elveda edip, helalleşmek için uğramıştı, onu fikrinden caydırarak yurtdışına gitmesi için ikna etmeye çalıştım, ama beceremedim" demiş, hemen ardından da "yıllar, çok yıllar sonra ben de DAĞA ÇIKMA kararı aldım, ancak silahımın kalem olması gereğine kanaat getirdiğimden, AGOS gazetesiyle fikir mücadelemin mecazi anlamda en yüksek tepesine ulaşmayı hedeflediğim dağa çıktım da. Şimdi o dağda insanlığımızı, yitirmekte olduğumuz kimliğimizi, daha doğrusu kimliğimizi özgürce yaşayıp, yaşatabilme özgürlüğünü arıyorum işte" diye eklemişti.

Duyduklarıma çok sevindiğim halde, aklımdan hiç çıkmayan ve Hrant'ın da bizzat katlanmak zorunluluğunu yaşadığı acı bir olayı ona yarı şaka-yarı ciddi hatırlatma durumunda kalışımın verdiği eziklikle, "yani demokrasi ve özgürlük mücadelesi verebilmek için Stepan Murat, Armenak Orhan, Hrant da Fırat olmayacak mı artık demek istiyorsun ?" diye sordum. Ermeni olan isimlerinin politik örgütlü faaliyetlerinde "engel" teşkil etmemesi veya yakalanmaları durumunda Ermeni Cemaatinin zarar görmesini engellemek amacıyla 1970'li yılların ortalarında birlikte olan üç Ermeni arkadaş, mahkemeye başvurarak Hrant adını Fırat, Stepan Murat, Armenak ise Orhan olarak değiştirmişlerdi.
O zamanları hatırlatan sorumu, hüzünlü bir yüz ifadesiyle, "Amaçlanan niyet o tabii, ama daha da önemlisi, çifte standart mağdurlarımızın ulusal kimliğini korkusuz, ezgisiz, kaygısız, rahatça taşıyabilmesi için gereken ortamın yaratılmasına çalışmak" diye cevaplamıştı. "Nasıl, bize karşı hem suçlu-hem güçlü davranan, 70 milyonluk Müslüman bir devletin son sınıf vatandaş muamelesi yaptığı soydaşlarımıza hiç de dost gözüyle bakmayan, malımız-mülkümüz, atatoprağımıza el koyup üzerine yatan her soy ve boydan halkların ortasında yapayalnız, tek başına bırakılmış, üstelik Hristiyan bir azınlık cemaatiyle bu işin nasıl yapılacağını düşünüyorsun peki?" Soruma kendine has kayıtsızlıkla, "Murat'ları Stepan'lara, Orhan'ları Armenak'lara, Fırat'ları da Hrant'lara dost kılmayı becermeyi, demokrasiye bir adım daha yaklaşmayı deneyerek" diye cevapladı. "Yalnız olmadığımıza, bizi anlayıp, dertlerimize derman olmaya hazır Türk, Kürt, Zaza, Çerkes, Laz, Türkmen, Arap, Ezidî ve daha başka halklardan, Sünnî, Şiî, Alevî, Şarfadin, Rafızî, Şemsî, Musevî, her inanç ve değerlere saygı duyan toplumlara ait insanların varolduğuna" inanıyordu. "Demokrasi mücadelesinin artık insan haklarına saygılı, özgürlük ve eşitlik temelinde yürütülmesiyle bir gelişme sağlanabileceğine inananlar var" diyor, "çok dostlarımız olduğuna" inanıyor, umudunu "adalet tutkunu, eğitimli, çağdaş, uygar, dinamik, yeni bir genç neslin oluşmasına" bağlıyordu.


2002 mayısından 2006 ekimine kadar, Ermenistan'a defalarca geldi-gitti ve her ziyaretinde yaşamın her alanıyla ilgili onlarca sohbet ve tartışmalarımız oldu, bazen her konuda hemfikir olduk, bazen bire-bir zıt fikirler ileri sürdük, düşüncelerimizi kıyasıya savunduk. Çok sevindiğimiz, bazen de birlikte üzüldüğümüz anları olduğunca paylaştık. O, Ermeniliğin sadece tek halini yaşamış olmaktan ileri gelen durum gereği, diaspora ve anavatan Ermeniliğinin şekillenmesinde maya işlevi görmüş ve birbirinden pek farklı olan çok önemli tarihsel, sosyal, kültürel öğelerle, zaman içerisinde oluşmuş farklı politik sistemlerin getirdiği toplumsal olguların karakteristik özelliklerini anlamada doğal bir handikap yaşıyor olmanın rahatsızlığını hissediyor ve bu engeli aşabilmek için herşeyi öğrenmek. kavramak istiyordu. Düşüncelerinde çok samimi, gözlem ve yorumlarında pek isabetliydi. Ermenistan, onun için paha biçilmez bir varlık, gözbebeği gibi korunması gereken en önemli değerdi. Pek kısa zamanlı her ziyaretinde "yahu insan burada kendini ruhen ne kadar hafif hissediyor, bu ne ilginç bir durum böyle be kardeşim" diye şaşkınlığını tekrar etmekten kendini alamıyor, onunla yeni yeni tanışan çevrelerdeyse, geldiği yer Ermenilerinin ruh halinin Ermenistan'da yaşayanlarca zor anlaşılacağı konulu tartışmalarda içindekini boşaltarak rahatlıyor, hafifliyordu.

Karşılığında çok ağır bir bedel ödenerek, her şeye rağmen yaşanılmaya çalışılan Ermeni olma halinin dünyada sadece öz topraklarından göç etmeden, orada kalıp yaşayabilme mücadelesi veren, aynı alınyazının dayanılmaz ağırlıktaki yükünü çeken, bu toprakların en eski yerlisi olan Ermenilere düştüğünü her fırsatta belirtmeyi de ertelenmez bir görev sayıyordu.


Mevlana'nın "Olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol" sözleri onun yaşam felsefesinin temel direği sayılırdı ve bildiği doğrudan şaşmaz, sözünü esirgemez oluşu yüzünden yaşadığı devlet ve toplum içerisinde sorun üzerine sorun yaşıyor, karanlık güçlerin saldırıları için ideal hedefe dönüşüyordu. Ermenistan'a son gelişinde, ilk defaya mahsus olmak üzere kendi ve ailesinin ciddi tehditler aldığından bahsedince can güvenliğiyle ilgili kaygılar etrafında konuşmayı denesek de olası tehlikelerin üstesinden gelebilmenin imkânsız olduğunda mutabık kalmakla yetindik.
Duyduğumdan pek rahatsız bir halde ona, temelli olarak Ermenistan'a yerleşmesini önerdim. "10 YIL ÖNCE HİÇ İNMEMEK ÜZERE DAĞA ÇIKTIM" diye kestirip attı. "Düşünceye kurşun sıkmaya alışık bir devletin ve toplumsal cehaletin hüküm sürdüğü bir yerde yalnızları vurmak en kolay iş, bunun tasdiklenmesini mi bekleyeceksin ?" diye sorduğumdaysa "Karanlığa küfretmek yerine bir mum yakmayı yeğlemek gerek" diye Konfüçyüs'ün sözlerini hatırlattı. "Buna intihar da diyebiliriz, bile bile ölmek intihar değil mi ?" dedim, "belki, ama başka yolu yok" diye cevapladı. Hrant, dönüşü olmayan bir yolun gönüllü yolcusuydu ve son nefesine kadar da inanç ve inatla "yolcu yolunda gerek" düşüncesine sadık kaldı, öyle yaşadı. "Ruh halimin güvercin tedirginliği" başlıklı son yazısında kendi benliğini, "Kalmak ve direnmek! İyi de gidersek nereye gidecektik ? Ermenistan'a mı ? Peki, benim gibi
haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün 'Artık bitse de dönsem' diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım ? Rahat bana batardı ! 'Kaynayan cehennemler'i bırakıp, 'Hazır cennetler'e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz, yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardık" sözleriyle olduğu çıplaklığıyla özetlemişti...



H R A N T ' I A N M A K(2)



Sarkis HATSPANIAN

Berlin'de yaşayan dürüst bir Türk aydını "1915'te Osmanlı Müslümanları 7 Ermeni öldürenin cennete gideceğine inanıyorlardı, varlıklarına el koymak için böyle bir inanca ihtiyaçları vardı" diye yazıp, tarihsel gerçeği dile getirmişti. 2007'de belki de artık el konulacak Ermeni varlığı kalmadığından
olsa gerek ki, kaleminden başka bir silahı olmayan savunmasız bir Ermeni insanını güpegündüz sokak ortasında kalleşçe arkadan katletmekle ve “Vurdum Ermeniyi!” diye sevinmekle yetinebiliyorlar günümüz "T.C."sinde!
19 Ocak 2007, bu gerçeğin imzalı-damgalı bir tasdik belgesidir.




Binyıllardır yaşadığı ata topraklarında 20.inci yüzyılın ilk soykırımına uğratılan Ermeni halkının yakılıp, işgal edilen ülkesinin külleri üzerinde kurulan "T.C."de bugün, çok az sayıda da olsa bu acı gerçeği kabul edip mahkûm eden insanların varlığı sevindiricidir. Hrant'ın cenazesinde sembolik değerde "Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz" söylemi dillendirilirken, çoğu bu sloganın tüm dünya gençlik hareketlerinin ilk kıvılcımı olma özelliğine sahip, 1968 Paris'inde üniversite işgaliyle başlayan öğrenci hareketi liderlerinden Daniel Cohn-Bendit tarafından halksallaştırılan "Hepimiz Alman Yahudisiyiz" sloganıyla, temelinde bir başka soykırım, Yahudi Holocaust'una yapılan atfın yineleniyor, yeniden canlandırılıyor olduğunun farkında bile değildi belki ! Bu sloganlar arasındaki paralelliğin temelinde, her iki söylemin kaynağında da insanlığa karşı işlenmiş olan iki vahşi soykırım suçunun bulunması yatmaktadır ve bu benzerlik ilginç olmasının dışında üzerinde çok ciddi düşünülmesi gereken önemliliktedir. Değişik zaman ve mekanlarda, biribirleriyle hiç ilişiksiz gibi görülen bu olgu pek de sıradan bir tesadüfün eseri değildir ve derin bir analize layıktır. Bu bağlamda Hrant'ın katli hiç de mecazi anlamda bir "1.500.000+1" değil, gerçekten öyledir. Soykırımın bir gün mutlaka yargılanmasını sağlayacak olan toplumlarımız nezninde işlenen suçun hesabının sorulması ve cezalandırılmasına Hrant'ın sunacağı katkı, onun ölümünden sonra bile önce insanlığa, sonra kendi halkına yaptığı hizmete paha biçilmez değerde bir anlam yükleyecektir.

19 Ocak 2007 bir gün mutlaka gerçekleşecek olan Ermeni Nürnberg'inin temel taşlarından olacaktır kuşkusuz ve bunun bir an önce gerçekleşmesine çalışmak, bu yönde çaba sarfetmek, hangi halktan olursa olsun, kendisini İNSAN tanımlayan herkes tarafından insanlığa hizmet etmenin ölçütü olarak algılanmalıdır.
Yaşam gündemini bu sorunun çözümü için çabalamaya endeksleyen tüm insanların, onun bir ulusun geleceği için ne denli yaşamsal önem taşıdığı gerçeğini tanıyıp, kabul ederek, programına alan bütün örgütlerin, "Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz" söylemine yürekten ve içtenlikle sahiplenen ilerici, devrimci, demokrat tüm kesimlerin, yaşamakta oldukları toplumlar içerisinde sapla samanın ayrılmasını sağlama görevleri de vardır. Öyleki, hangi halktan olursa olsunlar, bu samimi, namuslu, dürüstler cephesinde yerlerini almak isteyenlerin dikkatine sunulmak üzere
tarihsel temeli olan ve bilinmesinin yararlı olacağına inandığım bazı örnekler vermek isterim.


***


"Kızıl Sultan" lakaplı Osmanlı padişahı Abdülhamid'i devirerek imparatorluk yönetimini ele geçiren İttihad ve Terakki (Birlik ve İlerleme), nam-ı diğer JÖNTÜRKLER (Genç Türkler) partisinin ileri gelenleri Avrupa'nın değişik üniversitelerinde eğitim almış ve Batı uygarlığını yakından tanımış ilerici insanlardı. 1908'de meşrutiyetin ilan edilmesinin hemen ardından Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinople (şimdi İstanbul) mahalle ve sokaklarında yapılan gösterilere, 20O7 Ocağında Şişli'den Balıklı'ya Hrant'ın cenaze törenine katılanlardan çok ama çok daha fazla yığınlar katılmış ve Osmanlı başkenti tarihinde hiç örneği olmayan bu görkemli mitinglerde, Ermeni, Rum, Yahudi, Türk, Kürt, birlikte, omuz-omuza "adalet, kardeşlik, eşitlik, özgürlük" istemişler. Bu mitinglerin anlatılmaz sıcaklığı, dayanışma ruhu ve samimi heyecanını betimleyen, dönemin şahitliğini belgeleyen basın organlarında yayınlanan analiz, haber ve yorum yazılarının mürekkebi bile kurumamışken, Kilikya'da, tarihe 1909 Adana Katliamı olarak geçen, birkaç gün içerisinde 30 bin Ermeni'nin boğazlanıp, baltalanarak kıyıldığı, tarifi pek zor mezalim gerçekleştirildiğinde, ne yazık ki o görkemli mitingleri düzenleyen veya onlara katılan Türk ve Kürt ahaliyle, onların içinde bulunduğu cemiyetlerle cemaatlerini temsil eden hiç bir ses ve nefesten çıt çıkmamış. Osmanlı döneminde saray tarafından "Millet-i Sadıka" olarak adlandırılmış, yaşamın her alanında çalışkan, üretken, yaratan bir halk olarak bilinen Ermeniler katledildiğinde hiç kimse "Hekimlerimiz, hukukçu, mimar, mühendis, kuyumcu, öğretmen, yapıcı, sanat ve zanaatkârlarımız nasıl boğazlanırlar, bu ne biçim
adalet, insanlık bu mudur?" diye sorma zahmetinde bile bulunmamış. Ama o insanlar, muhtara, kaymakama, valiye, hacı, hoca, mollaya, askere, inzibata, jandarmaya, Ermeni kıyımlarına can-ı gönülden katılma sadakatini göstermek için birbirleriyle yarışmışlar!...

Meseleye İslam açısından bakmayı denediğinizde, gerçek Müslümanın bir diğerine haksızlık yapılıp, ona saldırıldığında, mazlum olanın yanında yer alma, diğeriyle mücadele etme ilkesinden hareket etmesi gerekli olduğu teorik anlatımlara rastlarsınız da, pratikte vuku bulan vahşetin sebebini dinî açıdan sorgulamada varacağınız feci sonuç, Berlin'de yaşayan dürüst Türk aydınının belirttiği sebepten "İslam adına" işlenmiş barbarlığı vicdan ve bilincinize sığdıramayacağınızdan insanlığınızdan tiksinmenizi getirirse şaşmayasınız sakın! Ermeniler tarafından yaşanılan vahşetin betimlenip, tarif edilemezliği, bize yukarıda belirtilen ilkeyle hareket etmiş Müslüman insanların bulunamayacağını göstermiştir.

Şimdi, yani bir ulusun kendi topraklarında kıyıma uğratılarak yok edilmesinden neredeyse yüzyıl sonra bile, İstanbul sokaklarına dökülüp de "Hrant için, adalet için" aksiyonları düzenleyen çevrelerde birçoklarının, zamanında dedeleri tarafından düzenlenen "eşitlik, kardeşlik, adalet ve özgürlük" mitinglerine katılan yığınlarca "insanın", Ermeni boğazlamak için ellerinde kör bıçaklarla Kumkapı, Samatya, Bakırköy Beyoğlu, Şişli, Üsküdar ve Kadıköy sokaklarını arşınlayanlardan oluşup-oluşmadığını sorgulayıp öğrenme denemesinde dahi bulunmayışı anlaşılmaz bir muammadır. Bu çevrelere "dostlar alışverişte görsün" hesabı takılan, "Hrant için, adalet için" 24 saat "timsah gözyaşları" döken fırsatçı kariyeristlerden birçok kişi, Polonyalı hukukçu Rafael Lemkin'in jenosid
tanımlamasını ilk kez 1943'de dile getirip, BM tarafından 1948'de tanınarak yürürlüğe girmesinin sağlanmış olduğundan bile bihaber, son zamanların gözde modası "Bok değil, kaka" örneğine eşdeğer, "yok efendim, Soykırım değil de, Büyük Felaket" söylemiyle tarih sahtekârlığı yapan insan namusundan yoksun şûrekadan ayrı tutulabilir mi?


Bu sahtekârların en çok da, sözüm ona eski "solcu", hatta şimdi sadece "erkekliğe bok sürdürmeme" derdinden sol rüzgârların esmediği günümüz koşullarında bile hâlâ "sol yelpazede" yelpazelenen çevrelerde tur atıyor oluşları sadece bir raslantı mı ? İnsanlığa karşı işlenmiş suç olarak tanımlanan Ermeni ulusuna karşı yapılmış SOYKIRIM sorununun, her nedense bu kesimler tarafından "piyasa bulup" pazarlanmaya kalkışılan malzemeye dönüştürülmesi insanlık adına utanç verici değil midir? Bu kesimde yer alanlardan birçoklarının
burjuva medya ve basınında palazlanan, Ermeni davasına "geçmişte olmuş bitmiş acı bir olay" olarak bakıyor gibi bir tavır takınan ve her ne pahasına olursa olsun, sonuçta, "oldu da bitti maşallah" türü bir "özür dileme"yle yetinme hedefinin Ermeni halkı tarafından kabul görmesine ulaşabilmek için çalışan kiralık kalemşörler olduğu bariz değil mi ? Soykırım suçunun uluslararası hukukta öngörülen cezasının "özür dileme" değil, sadece TAZMİN gerektirdiğini, 12 Eylül 1980 öncesi veya sonrası değişik Avrupa ülkelerinde politik ilticacı olarak bulundukları yıllarda iyi-kötü bir dil öğrendikten sonra, kütüphanelerde kendi kendilerini geliştirerek kitap okuyan, insani uygarlıkla "tanışma" şans ve olanağına sahip olmuş beyzadelerden bazıları, "memlekete dönüş yaptıktan" sonra unuttular mı sanıyorsunuz? Batı uygarlığıyla bir türlü uyuşup-kaynaşamadan, gerisin geri geldikleri
yere "dönenler" içinde, Avrupalarda tur atarken hiç yararlan(a)mamış oldukları uygarlığın faydalarından dem vurup, insan hakları savunuculuğuna soyunan Türk ve Kürt medyalarında birdenbire cirit atıp, boy göstermeleri ne kadar abes ise, bunlardan yakınen tanıdıklarımdan bir-ikisinin, şimdilerde o panelden bu seminere, şu toplantıdan bu konferansa koşturarak, "etkili, güzel, insani sözler" söylemeye yeltendikleri halde, kol saatlerindeki zamanın "ortaçağı çeyrek geçe" durmuş olduğunu bildiğim için, bunu size de bildirmek istiyorum.

Uluslararası hukukta tanımlanması ve kanuni bir ceza işlemine tabi tutulma zorunluluğu 1948 yılında Birleşmiş Milletler'ce kabul edilmiş olan soykırım suçu, zaman aşımından muhaf tutulma özelliğiyle mağdur edilen tarafın tazminini öngörmektedir ve bu tazmin sanıldığı gibi sadece finansal ödemeden ibaret değildir. İnsanlığa karşı işlenmiş soykırım suçunun sorumluları, bu sahte "solcular" tarafından ille ve neredeyse "vallahi de, billahi de" yemin-billah yaygınlaştırmaya çalışıldığı gibi, salt dönemin Osmanlı devlet makamları, yani İttihad ve Terakki hükümeti ile emrindeki bürokrat, asker, vs. değil, aynı zamanda o mezalime devlet için değil, kişisel çıkarı olduğu için gönüllü katılan Türkü, Kürdü, Çerkesi, Çeçen, Türkmen, Azerisiyle suça ortak olmuş toplumlardan on binler, yüz binlerdir.

Ermeniler, soykırımda evlerini, işyerlerini, mal-mülk, bağ-bahçe, taşınır-taşınmaz her şeylerini ve tüm bunlardan da çok daha önemlisi anayurtlarını yitirmişlerdir. Tüm bunlara yukarıda adları verilen halklardan yığınla insan el koymuş, birden sahip olmuş, tapusuna geçirmiştir. Katliamlara katılarak Ermenilere işkence ve eziyet ettikleri için CANİ, can alıp öldürdükleri için KATİL, mal ve mülklerini çaldıkları için HIRSIZ, yağmaladıkları için TALANCI, bir ulusun anayurdunu zaptettikleri için de İŞGALCİ'dirler ve öyle oldukları halde, ne yargılanmış, ne de herhangi bir cezaya çarptırılmışlardır.
Yani ortada varolan tüm bu SUÇLAR bu kadar APAÇIKKEN, nedense CEZALAR, CEZALANDIRILANLAR yoktur.

Bu eylemlerden hiçbirine bilfiil katılmamış ama, Ermenileri koruyup, kollamamış, savunup, saklamamış, onlara yapılan insanlık dışı saldırılara engel olmaya çalışmamış olanlar ise SUÇUN 'SESSİZ İŞTİRAKÇISI' olmak vasfıyla, önce kendi vicdanları ve tarih, hem Ermeniler ve hem de insanlık önünde tabii ki suçludurlar ve toplumsal olarak işlenmiş suçun hiç kuşkusuz manevi sorumluluğunu taşımaktadırlar.
Ermenilerin 1915 sonrası mucize olarak hayatta kalabilmiş yetim insanlardan doğma dördüncü nesli, bugün de 24/24 saat yaşanan bir travmayla varlığını sürdürmeye çalışırken, onlara verilen acıların sorumlusu olarak yukarıda saydığım tüm kategorilerdeki SUÇLULARDAN doğma dört nesilden hiç ama hiçbirinin bu travmayı şu veya bu şekilde yaşamaması, aksine devekuşu misali başını kuma gömüp "olanlardan haberi yokmuş gibi" davranması, insan ve toplum üzerine araştırma yapan bütün bilim dalları için incelenmeye değer bir KONUDUR.

Bunların dışında en fazla incelenip, araştırılması ve mutlaka tanımlanması gereken, en önemli siyasal olgu Ermeni anavatanının öz sahiplerinden SOYKIRIM suçunun işlenmiş olması sonucunda İŞGAL edilmesi ve bu işgalin tam 96 seneden beri sürüyor olmasıdır. Bu gerçeklik karşısında "sol" adına konuşan, yazan-çizen kişi ve örgütlerin düşünce ve tavırları, sorunla ilgili duruşları, birazdan anlatımına çalışacağım yadsınmaz öğeler nedeniyle çok önemlidir. İşgal edilen Batı Ermenistan'ın tapusu gayr-ı meşru olarak 29 Ekim1923'te "T.C." adına düzenlenmiş olup, etnik anlamda ne idüğü belirsiz, ama siyasi açıdan en az İttihad ve Terakki kadar tehlikeli ve SUÇLU bir şebeke tarafından çalınmış, gaspedilmiştir. Bu işgal ve gasp durumu hakkında, Ermeni topraklarında yaşayan halkların politik temsilciliğine soyunmuş olan örgütlenmelerin ve hatta sivil toplum kuruluşlarının bile suskunluklarını daha ne kadar zaman sürdürmeyi düşündükleri bilinmese de, hem hukuki, hem de siyasi anlamda görülen bu 'kör-sağır- dilsiz'lere mahsus tavır yokluğunun sorgulanmayacağı anlamına gelmeyeceği gibi, eşyanın tabiatına aykırılık hali süreğen olamayacağı için de hiç sonsuz değildir. Her yaşamsal ciddiyet barındıran konuda olduğu gibi, bu konuda da hep susmayı tercih etmiş olan "sol"un solculuğu sorgulanmalı, pembeden, kırmızıya, oradan kızıla tüm renkler tek-tek görülmeli, bilinmeli, tanınmalı, tanımlandırılmalıdır.




H R A N T ' I A N M A K(3)



Sarkis HATSPANIAN

Hrant bir solcuydu ve sola gönül veren herkes gibi insanlık tekerini ileriye döndürenlerin hiç kuşkusuz solcular olduğu düşüncesindeydi. Gönül verdiği fikirleri savunan çevrelerde dogmatizm ve ezberciliğin eseri propaganda nitelikli söylemler pek bol olduğu halde, Ermeni insanını derbeder etmiş Soykırım, onun yarattığı 'klinik vaka' tüm dünyaya savrulmuş Ermeni diasporası ve günümüz Ermenistan Cumhuriyeti'nin "T.C." tarafından benzeri görülmemiş soğuk savaş yöntemleriyle bloke edilip, bilfiil abluka altında bulundurulması gibi çok yaşamsal ciddilikteki tüm meselelerde, göstermelik bile olsa, Ermeni insanına, halkına yönelik herhangi bir destek ve dayanışma tavrının olmayışı çok net görülüyordu. Ermeni sorununun, çevresindeki 'solcular' tarafından görmezden gelinmesi bir yana, 10 milyon soydaşının ne bugün, ne yarını hakkında tek paragraflık bir cümlenin bile, herhangi bir politik hareket, örgüt ya da partinin gündem ve programında yer almayışı, enternasyonalistlik savının bu çevreler için laf ebeliği dışında başka birşey ifade etmediğini anlamakta fazlasıyla geç kaldığını farkettiğinde zaten ellisine de merdiven dayamıştı.
***



O, bu durumun kendi halkının soyunu kırma kararını planlı olarak gerçekleştiren İttihad ve Terakki'den başlayarak, 1920'de Bakû'de kurulan TKP ve "T.C." döneminde kurulan legal-illegal onlarca politik partide ittihatçılık ruhunun hiç eksik olmadığı ırkçı ve milliyetçilikle harmanlanıp yoğrulmuş bir çizginin egemen olduğuna kanaat getirmesini ise, kısa bir dönem içinde bulunduğu, özgürlük ve demokrasiden dem vuran "solcu"larla yaptığı yol arkadaşlığına borçluydu. Bu topraklarda daha solun S harfi bilinmez-duyulmazdan çok ama çok yıllar evveli, Ermenilerin sosyalist programlı birkaç politik partisi vardı. Görülmedik zulüm , baskı, saldırı ve katliamlara karşı mazlum halkın canını korumak amacıyla da özgürlük savaşçısı binlerce yiğit bu dağlarda ilk direniş ateşlerini yakmış, zalime karşı elde silah döğüşüyorlardı. Bu coğrafyada (eşyalara isim verilmesinden kaçınılma amacıyla kullanılan bu sözcüğü pek saçma ve anlamsız buluyor olsam da) ilk demokratik-sol-sosyalist örgütlenme ve sendikaları kurup geliştirenlerin Ermeni olmaları tarihsel gerçeği gün gibi aşinayken, aynı fikirlerle onlardan neredeyse yarım ila bir yüzyıl sonra tanışmaya başlayan önce Türk ve hemen sonrasında da Kürt 'solu'nun temelinde Ermeni mayası olan bu ekmeği yeni-yeni tatmaya başladığı o ilk günlerden beri, Ermeni gerçeğine duyarsız kalarak hep kör-sağır-dilsiz rolünü oynaması hiç de anlaşılır değildi. Zulme ve baskılara, sömürüye (o kavram ve anlayışın uygar dünya tarafından henüz 'keşfedilmemiş' olduğu yılların feodalite koşullarında bile) insan haklarını ihlale karşı gelmeye karar vererek, isyan eden, örgütlenerek ses çıkaran, yığınsal toplantı, yürüyüş ve mitingler düzenleyen, silahlı direniş yoluyla mazlum halkı koruma komiteleri kurarak Batı Ermenistan dağlarına çıkıp özgürlük için mücadele edenler, ezenlerin soydaşı Osman, Hasan, Ali, Veli, Ahmet, Mehmet'ler değil, ezilen Ermenilerden Hagop, Krikor, Sarkis, Aram, Hovsep ve Garabet'ler olduğunu bas-bas bağıran, yazılı-fotoğraflı, onlarca vagonlara sığmayacak kadar belgeli bu denli zengin bir tarih nasıl olur da "unutulup" hatırlanmaz, niçin gözardı edilir sorusu, kaçınılmaz olarak incelenmek, açıklanmak zorundaydı.


Bu topraklarda, zulme karşı direniş, zulüm ve baskıya karşı isyan, hak, adalet, eşitlik, özgürlük istemiyle erke karşı başkaldırı ateşini yakarak, o geleneğin yaratılışı ve sahipliğini yapma onuru, Ermeni devrimci hareketlerine aittir. Bu, böyle olduğu için de mazlum Ermeni halkının bu topraklarda ilk demokratik halk hareketlerini yaratmış olma gerçeğinin, sözünü ettiğim 'solcu' çevreler tarafından 'geleneksel' olarak görmezden gelinmesi mutlaka eleştirilmeli ve mahkûm edilmelidir.



3 genç sosyalist yiğit için darağaçlarının ilk kez kurulduğu tarihin takvim yapraklarında 6 Mayıs 1972'yi gösterdiği gerçeğini tarihe not düşerken, milyonlarca soydaşının Der-Zor'a, ölüme yürütüldüğünü bildiği halde, 1915 yılı 15 haziranında Beyazıt Meydanında kurulan darağaçlarında idam edilen 20 Ermeni yiğidinin "Yaşasın Sosyalizm" şiarıyla ölümsüzleştiği zaman dilimini 'unutmak' nasıl mümkün olabilir, anlamıyorum !



"T.C."nin 88 yıllık tarihinde bile değişik sol hareket ve örgütler içinde yer almış binlerce ilerici,
devrimci, demokrat Ermeni insanının savunduğu düşüncelerden ziyade, etnik kimliğinin bile suç görüldüğü koşullarda, dayak, hapis ve işkence tezgâhlarından geçirilme, kurşunlanıp şehit olma pahasına, insanlık dışı bir sisteme karşı onurla dimdik durup, direndiği tüm zamanlarda, "sol” hareketler içerisinde milliyetçi virüs taşıyıcısı on binlerin sokaklara dökülerek, ellerinde ay-yıldızlı 'kızıl' Türk bayraklarıyla, "ceddin dede-ceddin baba" diye yüksek sesle Plevne Marşı söyleyerek, "Yaşasın Bağımsız Türkiye" sloganlarıyla yeri-göğü çınlattıkları görülüp yaşanmadı mı ? Bunların sol ve solculuk adına, Ermeni halkının yaşadığı acı gerçeği anlamayı becerip, soykırım kurbanı, ezilen tüm halkların yanında olması, onlarla dayanışması gerekirken, tam aksi bir duruşta olmaları nasıl anlaşılabilirdi?



"Doğup büyüdüğü ve yaşamının önemlice bir kısmını geçirdiği Amasya'daki baba evi 1980'lerin ortalarında bedelsiz olarak istimlak edilen", 1968 ilerici-devrimci gençlik hareketinin duayenlerinden sayın Garbis ALTINOĞLU'nun söyleşilerinden birinde "Ermeni halkının yaşadıkları göz önüne alınırsa, Ermenilerin devrimci örgütlerde, Ermeni halkının toplam nüfus içindeki payına oranla daha fazla temsil edilmeleri anlaşılabilir" saptamasıyla, 'Ermeni düşmanlığı' ise, egemen sınıfın farklı fraksiyonlarını birleştiren bir sınai yapıştırıcı gibidir. Bunun kaynağında Türk burjuvazisinin 20. yüzyılın başlarındaki oluşumunun ve ilkel sermaye birikimini sağlamasının, Ermeni jenosidiyle doğrudan ilişkili olması yatıyor" şeklinde sunduğu analiz, varolan gerçeğin en doğru, en sağlıklı tesbiti olmakla birlikte, şapkasını önüne koyup düşünmek isteyen her insan için mutlaka yararlanılması gereken kaynak değerindedir.


Benim "yontulmamış sol" olarak adlandırdığım kesimde yeralanların ezici çoğunluğu, "T.C."nin kuruluş yıllarında Mustafa Kemal'in önderliğinde biraraya gelerek, 1909'da başlattıkları Ermeni ulusunu kökten yok etme planını 1923 sonuna kadar gerçekleştiren ittihatçıların en büyük destekçisi, Kemalist Ankara hükümetine hiç umulmayan ve beklenmedik çapta finansal, askersel ve siyasal yardımlarda bulunmuş olan V.İ.Lenin'in ikiyüzlü ve sahtekâr politikasına paralel varolmuş ilk 'sol' oluşum TKP'den günümüze kadar ulaşagelmiş, ulusalcı-inkarcı bir geleneğin kara cahil çocuklarıdır. Onlar, ancak sözde "Acı gerçek, … 'bizi yükselten' yalandan daha yararlıdır” sözlerinin sahibi V.İ.Lenin gibi, pratikte 'sol' söylemlerin tam aksi istikamete kürek çekmeye alışık, hatta zamanla bu yönde bayağı ustalaşmış, ne herhangi bir değer üretmeyi, ne de o değerleri üretenlerden öğrenmeyi bir türlü beceremeyen insan müsveddeleridir.

Aşağıda, parantez içerisinde sunulan satırların kime ait olduğunu bilmiyorum, ama yazının içeriğinden aydın bir Türk'ün kalemine ait olduğunu varsayıyorum. Alıntılanan yazının doğruladığı gerçeklerin çarpıcılığı önünde şapkamı çıkarıyor, onun herkesi düşündürmesini umuyorum. [ Üretimsiz bir toplumun bu cahil çocukları, değişik zamanlarda kendilerini destekleyen ilerici, devrimci, demokrat insanların "beklenen, arzulanan değişimi işte bunlar yapabilir" inancını sadece yerle bir etmeyi 'becermeleriyle' göze çarpmışlardır. Böyle insanlar için büyük bir sorun var, inandığını sandığı değerlere benzer bir değer sistemi arayanlardan oluşan çevreyi bulma zorluğu !...
Halbuki elinde cesur ve yenilikçi olabilecek bütün enstrümanlar, çağdaşlık, özgürlük, eşitlik, demokrasi, insan hakları vb. gibi fikirler varken, onları kullanmayıp, bu değerlere
ulaşma çabalarında sırf 'sözde' kalmayı sürdüren tutucu politikasıyla varlığıyla yokluğu meçhul tipte bir 'sol'un yol alamayacağı, toplumsallaşmayı kotaramayacağı bu ülkede yaşayan herkes tarafından bilinmektedir.
Ne akıl, ne anlayış, ne cesaret... bunlardan hiçbiri kalmadı.
İnsan, elinde doğrular varken neden aklını yalan-dolanla besler ki, bilmem, anlamıyorum...
Bunun tek cevabı var... Biz, zamanını haksız savaş ve katliamlarda harcamış bir ulusun çocuklarıyız. O dönemlerde insanların hepsi müstakbel şehit olarak değerlendirilmiş. Kimse onların yetiştirilmesiyle, eğitilmesiyle uğraşmamış.Ağır savaş ve kanlı katliamlar yüzünden doğru dürüst çalışan, mesleği olan insanlara dayalı bir yaşam sistemi de kuramamışız.Sistemsiz bir kargaşa içinde keyfine göre çalkalanan bir toplum olmuşuz. Üretmemişiz...Üretim, kaliteli bir insan malzemesine sahip olmakla mümkün
çünkü. O yüzden gelişmiş ülkeler insana çok değer veriyorlar zaten. Biz ise üretmediğimiz için hiçbir zaman yetişmiş insana ihtiyaç duymamışız.Bizim için, insanlar, devletten daha önemli değilmiş, hiç olmamış da... Bu sistemde eğitimsiz, bakımsız, sahipsiz, örgütsüz, güçsüz, vasıfsız insanlar olmuşuz ve sistem de güçlenmemize, kendi aramızda birleşmemize hiç bir zaman izin vermemiş. Bu insafsız sistemin toplumun yapısına damgasını vuran izlerine her yerde rastlıyoruz. Ama daha acıklı başka bir şey de var... Üretimsiz bir toplumun cahil çocukları olmayı sürdürmekten bir türlü vazgeçmiyoruz. Bizce cehalet ve insanlara saygısızlığımız o kadar önemli de değildir zaten, üreten, değişen bir topluma dönüşebilmek için önce geçmişimizle hesaplaşıp, barışmamız gerek. Asıl önemli olan, bu ülkenin değişmesini isteyenlerin siyaset sahnesinde yalnızları oynamamaları
için yeni ve modern çağın insanı olmayı başarmamız gerek. Birbirimizi arayarak, bir gün çoğalacağımızı ve bu ülkeyi değiştireceğimizi umarak, bozkırın karanlığından kurtulup, hayalimiz ve hiç bitmeyen ümitlerimizle mücadeleye devam etmeliyiz. Mesleksiz bir toplumuz, mesleği olan, üreten bir toplum olsak, gerçekleri, hayatı, tarihi böyle mi algılarız? Sanmıyorum. Aslında tarihimizi gerçekten bildiğimizi de pek sanmıyorum, yalan bize tarih diye anlatılmış sadece, herşey bundan ibaret işte.]

İşte bu "Yontulmamış Sol"un tarihine sıradan bir göz atmakla bile, orada, taa en başlardan başlanarak Ermeni izlerinin ya basbayağı silinerek, ya hasır altı edilerek, ya da 'unutturularak' var olagelmiş, "cımbızlama" yöntemle yaratılan bir tarihçenin piyasaya sürüldüğüne şahit oluruz. Bu böyle olduğu için de, yok efendim "Kuvay-i Milliye destanı", yok "Vatan-Millet-Sakarya" baharatlı

"Kurtuluş savaşı" türü "Yurdu emperyalist işgalci devletlere karşı koruduk" veya "Düşmanı denize döktük" ya da "Dağda karda yürürken kart-kurt sesleri çıkardı" ve sonuçta "Türkiye Türklerindir" gibi kökü yalan teranelerle tam 4 nesil insanın beyin yıkamasına uğratılarak, ırkçı, milliyetçi fikirlerle beslenmesiyle varılan felaket, sanki "tarih tekerrürden ibarettir" sözlerini doğrularcasına, 21.inci yüzyılda bile, yine masum Ermeni insanının, ayrı zaman, ama aynı mekânda tekrar hedef gösterilerek, düşman ilan edilmesi sonucunu yaratmıştır. Hrant'ın katledilmesi, işte böylesi bir ortamın yaratılması için gerekli bütün şartların var olmasıyla mümkün olabilmiştir.

Ancak, bunda bence karanlığa karşı mücadele etme görevi olan, başta gerçek sol güçler olmak üzere, ilerici, devrimci, demokrat tüm kesimlerin de pasif rolü olduğunu, onlar tarafından toplumlarımıza sık sık duyurulan amaçların gerçekleştirilmemesinin temelinde ilkesizlik ve beceriksizliğin yattığını da düşünüyorum. Bu anlamda, o kesimin de Hrant gibi dürüst, cesur, ama savunmasız bir Ermeni aydınının, sokak ortasında, güpegündüz ve hoyratça katledilmesinin engellenememesinde manevi bir sorumluluğu olduğunu iddia ediyorum. Sonuç olarak belirtmek istediğim şey, 2007 "T.C."sinde, bir Ermeninin canına kıyılmasının sadece bir avuç namuslu insan tarafından kınanması gerçeğine paralel, vatandaşı oldukları katil devletin cinayeti mübah görmesinde kendi günah ve vebalini toplumsal olarak sorgulamayan herkesin insanlığın bugünü ve geleceği için tehlikeli olduğudur!

H R A N T ' I A N M A K(4)


Sarkis HATSPANIAN

Soykırım felaketinin en acı ve dramatik sonuçlarından biri de, çoğunluğu ergenlik çağında genç kız veya kocası öldürüldüğünden dul kalmış Ermenilerden hayatta kalanların ölüm kafilelerinden esir gibi satın alındıktan sonra namuslarının iğfal edilmeleri dışında ulusal ve dinsel kimliklerine de tecavüz edilerek, zorla Türk ve Kürtleştirilmesidir. Hrant, Ermenistan'daki görüşmelerimizden birinde, AGOS'ta M.K.Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen'in Khatun SEBİLCİYAN adlı Antepli bir Ermeni yetimi olduğuyla ilgili yazının yayınlanmasından sonra sadece tehditler değil, Ermeni kimliklerini saklayarak yaşamaya zorlanmış yüzlerce 'dönme' Ermeniden mektuplar, mesajlar da edindiklerini ve bu insanların sayısının giderek arttığından söz etmişti. Sahiplenilmeleri halinde, yitip-yok olmamış bu insanların öz kimliklerine geri dönüp, Ermeni olarak yaşamaları sağlanabilirdi ve bu yönde mutlaka ciddi halde çalışılması gerekiyordu. Hatta bu meseleyle ilgili Ermeni Patriği Mesrob II. Mutafyan'la da görüşüp, onun yardımına başvurduğunu söylemiş, büyük bir heyecanla "göreceksin önümüzdeki yıllar, bu insanlarımızın trajik tarihinin yazılacağı yıllar olacak ve 100 yıllık dram üzerindeki toprak örtüsü kaldırılacak. Biz, söylenildiği gibi sadece İstanbul'da yaşayan 70-80 binlik bir cemaat değil, kendi toprağı üzerinde yaşayan milyonlarız" diye de yarınlara olan umudunu ifade etmişti.Ben de ona Avrupa'da yaşadığım yıllarda, "1915 mağduru yüzlerce dönme Ermeni ile tanıştığımı ve bunlardan bir kısmının yıllar sonra Ermenistan'ı ziyaret ettiklerinde, burada özbeöz akrabalarını bulduklarını ve hatta onlardan çok yaşlı bazılarını henüz hayattayken görebildiklerinden, kendi sülalelerinin sözlü tarihini öğrenebildiklerini ve şimdi de çocuklarının Ermenice eğitim almaları için burada olduklarını" anlatıp, AGOS'ta bu insanların hikâyelerinin yayınlanmasının çok doğru olacağını söylemiştim.

Hrant'ın katlinden çok az zaman sonra Yusuf Halaçoğlu tarafından "1915’te sürülmemek için Müslümanlığa geçen Ermenilerin sayısı 1920’lerde 100 bin kadardı... 1936-37 yıllarında ise devlet bu kişileri ev ev tespit etmişti. Listeler elimde. Devlet isterse açıklarım” diye bir açıklama yapıldı.
Hemen herkesin bildiği gerçeğin, belki de ilk kez devlet ilişkili biri tarafından böylesi bir rahatlıkla açıklanması şok etkisi yaratmakla birlikte, belirli çevrelerin olumsuz ve sert tepkilerine yol açtı. Meselenin ilginç olan yanı ise, bu çevrelerin, Y.Halaçoğlu'nun açıklamasında "devlet isterse açıklarım" uyarı ya da tehdidinden fazlasıyla rahatsız olmalarıydı ve onlar her nedense "aman ha, sakın devlet istemesin" diye kendi kendilerini yırtmaya başladılar. Bir süre sonra, değişik internet sitelerinde binlerce insanın, birkaç nesil geriye gidilen şecereleri yayınlandığında, sırf merakımı gidermek için listelere baktığımda, yakınen tanıdığım birçok Ermeni dönmesi insanla ilgili bilgileri orada bulunca, "devletin istemesine" artık gerek kalmadığını gördüm. Benim ulaştığım bilgiler tamamiyle doğruydu. Yakın çevremdeki birçok Ermeni arkadaş da aynı şekilde davranmış ve yayınlanan listelerde öz kimliğini saklayarak yaşayan epeyi tanıdık insana rastlamışlardı.

Hrant'ın "Her Ermeni bir belgedir" sözünü hatırlıyorum da, söylenenin doğruluğuna inanmaya ihtiyaç duyanları, Ermeni insanlarla ilişki kurmaya ve söylenenin gerçek olduğunu bizzat görmeye davet ediyorum. Bu böyle olduğu için de, tüm dünya Ermenilerinin kaç milyon belgeyi temsil ettiğini öğrenmek isteyenlere, Y.Halaçoğlu tarafından açıklananın kuşkusuz doğru, ancak belirtilen sayının en az beş kez daha fazla olması gerektiği etrafında düşünüp araştırmalarda bulunmalarını öneririm,1920'lerdeki o rakamın günümüzde sağlıklı bir muhasebesinin yapılması
halinde şu an neredeyse Ermenistan Cumhuriyeti'nde yaşayan Ermeni nüfusa eşdeğer, Türk, Kürt, Zaza, Türkmen, Hemşinli kimlikleriyle bir dönme Ermeni nüfusun da Batı Ermenistan'da yaşadığını bilmelerini isterim. Tabii ortaya çıkan o sayıdan tam olarak ne kadarının 2007 Ocağında "Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz"lerin yüzbinlerine karışmış olduğunu kimse bilmese dahi, "iki dinden avare" bu, kendi gerçek kimliğini yaşamak için can atan, kimlik depreminin enkazları altında kalmanın yarattığı ağır psikolojik komplekslerin olumsuz etkilerinden kurtulmak isteyen insanların yüzbinlerce olduğu bilinmelidir. Yaşadığı felaketin şaşkınlığıyla etrafına anlamsızca bakakalıp, "bizden yardım eli uzatmamızı bekleyen bu insanları vicdanımıza nasıl sığdıracağız" sorusunun asıl muhataplarından ise, hiç olmazsa yüz yıl sonra insani bir ses çıkararak bu soydaşlarımıza yardımcı
olmalarını isteyecek, bekleyeceğiz. Bu kimlik depremini yaşayan felaketzadelerin acı hikayelerini öğrenmek isteyen tüm iyiniyetli insanlara önerim ise, Hrant'ın anısına gerçekten saygı duyduğunu kendi kendine ispat etmek için bile olsa, Ermeni sorunu hakkında var olan araştırma ve kitaplara ulaşmayı deneyip, konuyla ilgilenme, tanışma ve Ermeni halkının tarihini öğrenmeye çalışmalarıdır.

Kendini "Biz, yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardık" diyen Hrant'ın ifadesindeki BİZ içinde gören, "Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz" diyen o, adalet için mücadele eden bir avuç vicdanlı insan grubunun namuslu, dürüst ve en cesur kesimi, sözü edilen dönme Ermenilerin içinde bulunduğu "cehennemi de cennete çevirmeye talip insanlardan" olduklarını, dosta da, düşmana da göstermeye çalışacaklarından hiç ama hiç kuşku duymuyorum, Bir yerde, "Başkaları tarafından büyük
acılar çektirilenler, unutmanın ve normal bir hayat sürebilmenin yollarını ararlar. Ancak bazıları da hakikatleri anlatmanın kendilerinden sonra gelenleri koruyacağı umuduyla tanıklık görevini üstlenir" diye okumuştum. Bu kahraman insanlardan biri, yıllar önce aramızdan çok erken ayrılan değerli insan, özgün sanatçı Kâzım Koyuncu'ydu. Onun, kimlik kaybına uğratılmış tüm insanların acısına adanmış şahane bir şarkısı var. Bu yürekli genç insanın icra ettiği sanatıyla yansıtmaya çalıştığı acı gerçeği anlamaya çalışmak, bence bir insanlık görevidir:

"Ama ben yıkıcıyım ama,
Ama kendimi bilmez değilim,
Yaşamak istiyorum sadece,
Kendi savaşlarım uğrunda !
Ben sadece, Ben sadece,
Ben sadece, Ben olmak istiyorum !
Işık hızıyla geçen zamanı,
Yaşamak belki de çok zor,

Korkuyorum ben geçmişten,
Korkuyorum gelecekten !
Ben sadece,Ben sadece,
Ben sadece,Ben olmak istiyorum !"
***
Bilimsel bazı araştırmalara göre, geçmişlerinde "korkunç olayları aynı kadere ortak olarak, toplu halde yaşamış" olan tüm insanların geleceklerinden de korkmaları -fobiaları-, belleklerinden izleri silinemeyen yaşanmış acı olayların mağduriyetiyle felaketzadelere dönüşmeleri sonrası beliren "kimlik arayışı, aidiyet boşluğu" gibi sendromların oluşmasını getiriyormuş. "Ömür boyu taşınacak kambur" türü bu oluşum ise, nesilden nesile genetik olarak taşınan bilgilere benzeyen henüz bilimsel açıklaması yapılamayan özelliğiyle, bir nevî bilinçaltı fenomeni olarak varlığını sürdürebiliyor ve insanları olumsuz olarak etkiliyormuş. İnsanı hayvandan ayıran en önemli özellik hafızasıdır. Bellek, hatırlanarak kaydedilen tüm olayların toplanıp, saklandığı bir depodur ve hatırlanan şeyler insan doğasının gereği bireyseldir. Ermeni insanlarında hafıza, soykırım katastrofu yüzünden doğasını değiştirmiş, bireysel olma özelliğini yitirerek, toplumsal hafızaya özgü dönüşümlere uğramış olduğundan fenomenal nitelikteymiş. Ermenilerin toplumsal hafızası ulusal kimliklerinin en belirgin bileşenidir ve bu olgu da hiç kuşkusuz ortak olarak yaşadıkları soykırıma endekslidir. Asimilasyon sonucu kimlik kaybına uğrandığı halde, ortak hatıralar onlar için geçmişi değil, bugünü anlatan karakteristik öğelere dönüşüyorlar.
Bir zamanlar "yontulmamış Türk Solu" içinde pek aktif olarak yer almış, sosyalist bir Ermeni aydını olan Zaven BİBERYAN, "Her şeyi kaybedeceksin; ama unutma ki, hatıralarını kaybedemezsin. Onlar canına okuyacak" sözleriyle bu konuda var olabilecek tüm tartışmalara NOKTA koymuştur. Onuru, ömründen uzun bu aydınımızın dile getirdiği gerçeklik, yani Ermenilerin "canına okuyan" bu ruh hali, bugün artık toplumsal bir sorun olarak Ermeni olmayanların da kapısına çöken deve olmuştur.

***
Bu nedenle de, BEN BİR İNSANIM diyen herkesi kendi vicdanıyla yapmak zorunda olduğu acımasız bir hesaplaşma beklemektedir ve bu kez bu hesaplaşmada temel teşkil edecek olan tek doğru, katil bir devletin onlara yutturduğu yalanlar değil, "Ermeni nenelerin anlattığı GERÇEK masallar" olmalıdır. Komşusu tarafından haince arkadan hançerlenerek katledilmiş bir Ermeni'nin evinde, toprağında oturmayı bir vicdan ve ahlâk sorunu olarak görmeyen hiç kimsenin, ne eşitlik, kardeşlik, özgürlük, demokrasi, barış vs. peşinde koşabileceğine, ne de o söylemlerle "geçinen"lerin yüreğinde Ermeni "hemcinsine" yapılan adaletsizliği lanetleme ve acısını paylaşma gibi sadece adil insanlara yaraşır, asil bir duruşun samimi olduğuna bizi kim inandırabilir ki?
***
Yıllar önce Yerevan'ı ziyaretinde, "Varlık Vergisi" adlı bir kitap çalışmasına imza atan bir Türk aydınıyla tanıştığımda, "çok değerli bulduğum çalışmanız yerine, eğer bedelsiz istimlak edilmiş bir Ermeni evinde oturan ve çevresinde namuslu aydın, dürüst bir demokrat olarak bilinen herhangi bir insanı bulup da, onun 'tapusu cebimde ama bir Ermeniye ait olduğunu öğrendiğim evi, her şeyi yağmalanmış, anayurdundan zorla koparılarak sökülüp-atılmış herhangi bir Ermeni'ye noter aracılığıyla resmen devretmek ve bundan böyle vicdanı rahat bir insan olarak yaşamak istiyorum' diye herhangi bir gazeteye kısa bir ilan vermesini becerseydiniz, elle tutulur bir iş yapmış olduğunuzu kabul eden tam 10 milyon Ermeni'nin yüreğindeki acıyı hafifletirdiniz" demiştim de, muhatabımın duyduğunu sindirebilme kültürüne henüz sahip olamadığını görüp üzülmüştüm.

Bu beyin şimdi, CNN-Türk TV kanalında program yaptığını duydum, yıllar önce ona yaptığım öneriyi, sorumlusu olduğu program saatinde "Namuslu insanlar aranıyor" mesajıyla bir çırpıda milyonlarca insana iletebilse ne iyi olurdu diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Böylece, şimdi artık "Hepimiz Ermeniyiz" diyenlerin de bulunduğu bir "coğrafyada", hem samimi insanların gerçek sayısını anlamış, hem de suçlu bir geçmişle gerçekten hesaplaşmaya hazır olan temiz insanlarla tanışabilme şerefine nail olurduk. Yazımın, CNN-Türk TV kanalında çalışan o, Ermeni dostu beye açık bir hatırlatma olarak ulaşmasını arzuladığımı özellikle vurgulasam da, onu okuyanlar içinde "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" halk sözünü hatırlayanlar keşke çok olsalar diye içimden geçirdiğimi de itiraf ediyorum ! "Geçmiş"in muhasebesini yapmaktan hep kaçmış, ama bedavadan "yaşasın halkların kardeşliği" şiarcılığının arkasına saklanarak "insan içine çıkma" ardniyetli bir köylü kurnazlığı seviyesinde kalakalmış bir tribün amigoculuğuyla karşı karşıya değilsek eğer, önerilen yöntemin çok denenmiş "güven ama kontrol et" sistemini içerdiğinin kabul görmesi gerekir. Bu yöntem sayesinde "Ermenilerden özür diliyoruz" türü imza kampanyaları da anlam ve içerik kazanmış olur diye düşünüyorum.
Bu gerçeğe paralel olarak, Nâzım Hikmet'in "Memleketimden İnsan Manzaraları" adlı uzun şiirinde yeralan birkaç satırını hatırlıyor, acımızın anlaşılması ve paylaşılması umuduyla, o dizelerin 'uzun sözün kısası' olma özelliğinden dolayı da herkese hatırlatıyorum.
"Bakkal Garabet'in ışıkları yanmış,
Affetmedi bu Ermeni vatandaş Kürt dağlarında babasının kesilmesini,
Fakat seviyor seni,
çünkü sen de affetmedin bu karayı sürenleri Türk halkının alnına"
Tabii ki "Affetmedi bu Ermeni vatandaş"...
Çünkü affedilmek için kimler ne yaptı da haberimiz olmadı, Bakkal Garabet'in ışıkları yanıyor hâlâ, kapısı da tam 96 senedir sonuna kadar açık ve sizleri bekliyor ama içeri girip özür dileyerek bu Ermeni vatandaşla barışmak isteyenler ortalıkta görünmüyor nedense ! Yoksa yanılıyoruz da, bize mi öyle geliyor? Konuşsanıza be kardeşim, ses çıkarsanıza!

***
1915 şehitlerimizden, Osmanlı Meclisi mebusu, hukukçu-yazar Krikor ZOHRAB "Fakat cinayet, tartışma ve itiraz kabul eden suçlardan değildir. Cinayet kaba, hoyrat, aşikâr bir şeydir: bir ceset ve işte cinayet !" diye saptamada bulunmuş. Ardından bir ulusun 1,5 milyon insanı cinayete kurban gitmiş, sonra... Çok yıllar sonra aynı halkın evlatlarından biri daha...
"Hrant 4 yıldır yok" ve cinayetin asıl katili olan devletin yargılanmadığı mahkeme kapılarında toplanan bir avuç insan, "Hrant için, Adalet için" diye İNSANLIK ADINA ve İNSANLIK İÇİN verildiğine inandığım bir mücadeleyi sürdürüyor. Bu temiz yürekli, dürüst insanların varlığı tabii ki her Ermeni insanının yüreğini okşuyor ve "bu sefer yalnız değiliz" gibi bir duygu hissetmemizi de sağlıyor. Ancak, Hrant'sız geçen son dört yılda, cinayetin işlendiği mekân ve zamanı paylaşan insanlarda ne yazık ki "ağaca bakmaktan ormanı görememe" hali gözlemlenmektedir. Ermenilerin kaygıyla izlediği bu durumla ilgili, soykırım sorununun "T.C." vatandaşı statüsündeki tüm toplumların ilerici, demokrat, aydın çevreleri tarafından çok boyutlu tartışmalar yaratması ve Ermeni halkıyla barışın sağlanabilmesi yönünde halklar arası ilişkilerin geliştirilmesi için ciddi adımlar beklenirken, sadece kısır döngüyü andıran, içeriksiz ve suni bir atmosferden başka birşeyin varlığından söz edemeyiz.

Ermeni sorununun hangi çevreleri nasıl, ne kadar "rahatsız edeceğini veya uygunsuz durumda bırakacağını" çok iyi bildiğim halde, aynı Hrant'ın yaptığı gibi, PUTLARI da, TABULARI da bilinçli olarak YIKABİLMEK için, kesilen bir AĞAÇ yerine yok edilen bir ORMAN hakkında konuşma zamanının çoktan gelmiş olduğunu düşünüyorum.

HRANT'I ANMAK da her şeyden önce onun halkına karşı saygılı davranma anlamını taşımalı diye düşündüğümden, geçmiş zannedilen geleceğimiz hakkında tartışma zorunluluğumuzu ertelenmez bir gereklilik buluyorum.

(*)Sarkis HATSPANIAN
Politik tutuklu
"Vardaşen" mahpusanesi,
ERMENİSTAN
Ocak - 2011

(*) Anadolu geleneğinde pusunun, arkadan vurmanın kalleşçe olduğu söylenir. Kalleşin arkasında durulmaz dışlanır, düşman’la yüz yüze gelmek esastır, Anadolu delikanlısı bunu yapar derler. Hrant bu bakımdan da kalleşçe katledilmiştir. Kalleşin arkasında duranlar bir değer yitiminin farkında olmalıdırlar. Meğer delikanlılık sözde, kalleşlik esasmış. Gerçi bu değeri 1915'te yitirmişlerdi. Tehleryan, Ermeni halkını kalleşçe yok eden Soykırım mimarı Talat’ı vurduğunda önce Talat’a seslenmiş ve göz göze geldiğinde tetiği çekmiştir. Talat’ın kendisini bir Ermeni’nin vurduğunu bilmesini istemiştir.

(**) Ağparik, Ermenice ağabey anlamındadır.

(*** ) Armenak BAKIRCIYAN'ın katledildiği Oğhu (şimdi Karakoçan) ve vasiyeti üzere gömülü olduğu Dersim'in Medzgerd (şimdi Mazgirt) ilçesi Faraç köyü Ermeni yerleşim yerleri olmuşlardır.