31 Aralık 2013 Salı

Suriyeli “devrimciler” nereye gittiler öyleyse?

   
           
Thierry Meyssan

Cenevre-II Konferansının arifesinde Birleşik Devletli organizatörlerin ellerinde Suriyeli "devrimcilerin" rolünü oynamak için hiç kuklaları kalmadı. Özgür Suriye ordusunun birdenbire ortadan kaybolması ona inananlara bir kurgudan başka bir şey olmadığını gösterdi. Suriye’de hiçbir zaman bir halk devrimi olmadı, olan sadece paralı askerlerle ve milyar dolarlarla yabancı saldırganlığıydı.

Cenevre barış konferansının düzenleyicileri Suriye ordusu karşıtlığı için acilen bir temsilci arıyorlar. Sonuçta Batılılara göre çatışma korkunç bir diktatörlüğü kendi halkının karşısına koyar. Bu arada Suriye’yi yakıp yıkan silahlı gruplar –İslamcı Cephe’den El Kaide’ye- her ne kadar öncelikle Suriyelilerden oluşmayı öngörseler de yabancı savaşçılara resmi çağrı yapıyorlar. Onları davet etmek Suriye’de devrimin hiçbir zaman olmadığını sadece bir yabancı saldırganlığı olduğunu kabul etmek olacaktı.

Nihayetinde birkaç hafta önceye kadar bize 40.000 adamı olduğu söylenen Özgür Suriye Ordusu ortadan kayboldu. Başka paralı askerlerce genel bölgesi saldırıya uğradıktan ve savunma araçları yağmalandıktan sonra tarihi önderleri General Selim İdris Türkiye tarafından kaçırıldı ve Katar’a sığındı. Oysaki Albay Riad el-Assad Hollanda’ya sığındı.

Kendi yapılanması dışında 29 Temmuz 2011’de Özgür Suriye Ordusu tek bir amaca kilitlenmişti: Başkan Başer el-Asad’ın devrilmesi. ÖSO asla laik bir rejim veya İslamcı bir rejim için mücadele ettiğine dair açıklama getirmedi. Hiçbir zaman, ÖSO’nun Hukuk, Eğitim, Kültür, Ekonomi, Çalışma Hayatı, Çevre …vb konularda siyasi bir duruşu olmadı. Hiçbir zaman bir siyasi program taslağı bile oluşturmadı.

ÖSO’nun Suriyeli Arap ordusundan kopmuş askerlerinden oluşmuş olduğu bize söyleniyordu. 2011 yılının ikinci yarısında gerçekten kopuşlar oldu ancak sayıları hiçbir zaman %4’ü geçmedi ki bu da tüm ülke çapında önemsenecek bir durum değil.

Hayır, ÖSO’nun bir siyasi programa ihtiyacı yoktu; çünkü bir bayrağı zaten vardı, Fransız sömürge bayrağı. Suriye üzerindeki Fransız mandası süresince yürürlükte olan ve sözde bağımsızlığın ilk yılları boyunca elde tutulan, Sykes-Picot anlaşmasının simgesiydi: Suriye rahatça budanmış ve etnik-inançsal olarak devletlere bölünmüştü. Üç yıldızı Durzi devletini, Alevi devletini ve Hıristiyan devletini temsil ediyor. Bu uğursuz bayrağı tüm Suriyeliler tanırlar üstelik sadece ünlü bir televizyon dizisindeki Fransız işgalcinin Suriyeli işbirlikçisinin bürosundan değil.

İlk önder Albay Riad el-Asad tarihin zindanlarında kayboldu gitti. Arapçada farklı şekilde yazılan ancak başkan Başar el-Asad’ın ismi gibi Avrupa dillerinde de benzer biçimde telaffuz edilen isminden ötürü seçilmişti. Bu iki adam arasındaki tek fark Körfez’in monarşileri bakış açısından Riad el-Asad Sünni, Başar el-Asad Aleviydi.

Gerçekte, Özgür Suriye Ordusu bir Fransız-İngiliz tasarımıdır, tıpkı Libya’daki “Bingazi devrimcileri”nin olduğu gibi (onlar da bayrak olarak İngiliz işgalcilerinin işbirlikçisi Kral 1. İdris’in bayrağını “seçmişlerdi”).

Başkanlık sarayını almayı amaçlayan NATO’nun silahlı kolu ÖSO, Atlantik ittifakı ülkeyi bombaladığında Körfez işbirliği Konseyinin ve Batılıların ardıl planları ve ardıl başarısızlıkları ile sarsılmıştı. İkinci olarak, sürgündeki siyasi konseyin silahlı kolu olarak tanıtılan ÖSO ona hiçbir yetki tanımıyordu ve sadece Fransız-İngiliz işverenlerine boyun eğiyordu. Sonuçta ÖSO, Ulusal Suriye Koalisyonunun siyasi kolu olduğu gizli servislerinin silahlı kollarıydı. Kısacası ÖSO, Türk ordusunun onu kendi üslerinde barındırdığı koşullarda NATO’nun doğrudan yardımı olmaksızın başarı kaydedemez.

Dördüncü kuşak bir savaşın çerçevesinde yaratılan ÖSO, Suriye’nin Nikaragua tipi ikinci savaşına uyum sağlamayı başaramadı. İlk savaş (Şubat 2011’de Kaire’deki NATO’nun toplantısından Haziran 2012’de Cenevre’deki konferansa ) NATO’nun ellerine olgun bir meyve gibi düşmesi için iktidarın meşruiyetini kaybettirmeyi hedefleyerek hazırlanan medyatik bir düzendi. Emirlerini doğrudan İttifaktan alan belirli üç-beş kişi tarafından askeri eylemler yapılıyordu. Her şeyden önce söz konusu olan medyatik yalanlara itibar sağlamak ve yaygın bir ayaklanma görüntüsü vermekti. William Lind ve Martin Van Creveld’in kuramlarına uyumlu olarak ÖSO tüm bu grupları adlandırmak için bir etiketten başka bir şey değildi, ancak uygun bir hiyerarşik yapısı da yoktu. Tam tersine, ikinci savaş (Temmuz 2012’de Paris’teki “Suriye’nin Dostları” toplantısından Ocak 2014’deki Cenevre-2 Konferansına kadar) ülke teslim olana kadar “kanını akıtma”yı hedefleyen yıpratma savaşıydı. Rolünü oynamak için ÖSO’nun hiçbir zaman beceremediği hiyerarşisiyle, disipliniyle gerçek bir orduya dönüşmesi gerekiyordu.

Türk-İran yakınlaşmasından beri yaklaşan sonunu sezinleyerek, ÖSO gerçekçi olmayan şartlarını ortaya koyarak Cenevre-2’ye olası katılımını ilan etmişti. Ancak artık çok geçti. Suudi Arabistan tarafından tutulan paralı askerler NATO’nun kurgusunun üstesinden geldiler. Bundan böyle her biri tüm çıplaklığı ile gerçeği görebilirler: Suriye’de hiçbir zaman devrim olmadı.

Fransızcadan çeviren: Seçkin KAZAK

Kaynak: Özgür Üniversite


30 Aralık 2013 Pazartesi

Yeni yıl ...






“Umut  dolu bir yeni yıl dileklerimle…” Fikret Başkaya

Patrona Halil isyanı...


Dr.İsmet Turanlı
Patrona  Halil (Fethullah) isyanı:  Hipnotizma.
Patrona Halil (Koramiral-kaptanı derya(!))18 inci asırda, Lale devrine isyan eden çapulcunun biridir. O devrin safahatı halkın mağduruiyetine ters düştüğü için, halkı devrin iktidarına karşı ayaklandırabilmişti. Topkapı sarayına hempaları ile dayanıp sadram İbrahim paşanın azlini, nihayet idamını istemişler ve padişahta onun isteğine boyun eğmiş ve sadramı boğdurmuştu. Tıpkı Enver Paşanın Babıaliyi bir manga askerle basarak sadrazamı katledip idareyi ele geçirmesi gibi. Şeriat istiyoruz diyorlardı. Ardından Padişah 3 üncü Ahmet’in tahtan indirilmesini ve MahmutII’nin culusunu sağlamıştır. O isyanda şair Nedimde katledilmişti ve lale devri sona ermişti. Yeni padişahta bir müddet Patronaya biat etmiş ve isteklerini yerine geçirmişti. Patrona’yı hizaya getirmek için etrafı ile saraya çağırtmış ,onu ve atrafını boğdurmuş ve duruma hakim olmuştu. Daha sonra onbinlerce Yeniçeriyi katlettirmiş ve Nizamı Cedit adında yeni bir askeri teşkilat kurdurmuş, kıyafet inkılabı yapmış.
Yüzlerce sene sonra Türkiye de Atatürk islamiyetin devlet idaresine zararlarını farketmiş ve Laikliği kabul etmiştir. Erbakanla başlayan dinin yeniden devlet idaresine nufuzunu Erdoğan, dini siyaset yapmayacağız demesine rağmen Cemeatın faaliyetlerine yardımcı olmuş, nihayet onmdan yollarını ayırmak istemiştir. Fakat iş işten geçmiş Hoca Yargıda, bürokraside çöreklenmiş bir ağ kurmuştur. Hoca Erdoğanın zaafiyetini anlamış, ona dini yönden nufuz etmeğe başlamıştı. Demekki Atatürk’ün vizyonunu anlayamamıştı. Şimdi o kendi büyütüğü canavarın sarmaşından kurtulmağa çalışıyor.
Dini siyasete alet etmiyeceğim derken, Türbanı (dini hiç bir gerekliliği olmamasına rağmen ) adeta inancın bir zorunluluğunu iddia ederek 11 sene enerjisini harcamıştır. Şimdi Kılıçdaroğlunun kurnaz politikası ile Türban problem olmaktan çıkıverdi. Erdoğanın mağduriyet edebiyatı elinden alındı.
Erdoğanın tek adam olma ihtirasının Türkiye için eninde sonunda tehlike arz edeceğini defalarca yazdım. Tek adam idaresi frenini kaybetmiş bir arabaya benzer. Onun keyfi idaresini durdurmak imkansızlaşır.
PKKnın teröristik faaliyetleri Öcalan’nın siyasi manevrası ile son bulmağa başlayınca ona uymak zorunda kalmıştır. Zira komşu devletlerle Davutoğlunun derin strateji politikası kısa bir müddet sonra düşmanlık stratejisine dönüşünce sarılacağı orta doğuda bir devlet kalmamıştı. Şimdi tek dayanağı Barzani ve Öcalan oldu. Çözüm sürecini sanki kendisi başlatmış gibi bir intiba yaratmağa başlamış. Fakat Kürt sorununda oyalama taktiği uygulamakla Kürtlerin desteğini Çıvan Perverle, İbrahim Tatlısesle şov yapmasına rağmen, kaybetmeğe başlamıştır.
Kılıçdaroğlu ise ‘’ Biz Mezheplere körüz’’ diyerek kendisi Alevi olduğu halde devekuşu politikası izlemiştir. ‘’Etnisite politikamız yok’’ derken kendisi Kürt olmasına rağmen, problemin çözümüne öneriler getireceğine oradada devekuşu politikasını tercih etmişsede Ulusalcı gurubu tatmin edememiştir.
Her iki liderde ayni politikayı sürdürdüklerini beyan etselerde Alevilerin ve Kürtlerin sorunlarına ciddi politikalar üretememişlerdir.
Şimdi herkes Hocanın Türkiyenin altını kazdığının farkına varmışlarsada, yargı vasıtasıyle terör estirdiğini anlamışlarsada, siyasi partiler bir araya gelip ona karşı yasal çareler bulmaktan uzak duruyorlar. Bu arada Ekonomi deprem geçirsede umurlarında değil. Çünkü muhalefet yapmağı Ak partiye, Erdoğana düşmanlık yapmak zannediyorlar. Erdoğanda onları vatan haini ilan etmekten çekinmiyor. Hatta, bilmem kimlere karşı ‘’İstiklal savaşı başlattığını’’ söylüyor.
Kimse Türkiyenin intiharının farkında değil, hatta o yangına herkes benzin dökmekten çekinmiyor. Türkiye karanlıklara gömülmekte ve halkın dahada mağdurlaşmasına aldırış etmiyor.
Erdoğan tıptaki Hipnotizma ( uyutma) tekniğini kullanmağa başladı. Hipnotizmada ayni kelimeler ve cümleler birisine tekrar tekrar söylenince temcit pilavı gibi, o insan uyuklamağa başlar. Erdoğanda günde bir kaç kere, heryerde, noktası virgülü ile aynisini tekrarlıyor. Şunu bilemiyor ki yapılan hizmetler etrafının siyasi gücü kullanarak yaptıkları istismarları afettiremez. Birilerinin, Abdullah Gül’ün, yahutta eşi Emine hanımın bu hipnotizma gayretinden vazgeçmesini hatırlatması aciliyet kesbetmiştir. Düne kadar bakanlık mevkiine getirdikleri, etik olmadan, bakanlıktan uzaklaşınca Erdoğana karşı isyan ettiklerini söylüyorlar.
Kılıçdaroğlu yolsuzluğu lanetlerken, partisinin yolsuzluktan dolayı ihraç ettiği bir şahsiyeti belki bir kaç oy kazandıracağı ümidiyle yerel seçimlerde aday göstermekten çekinmiyor. Politikacıların ilkesel davranması halk tarafından beklendiğinin farkında değil. Hatta cemeatlede temas etmesinin CHP ye gönülden bağlı kimseleri küstürmekten çekinmiyor.
 MHP başkanı her seçimde halkın iktidara osmanlı tokatı atacağını beklerken, kendisin her seferinde osmanlı tokatı yediğinden gocunmuyor. Dayağa doymayan bir boksör gibi. Millet onun Başbuğunun kaç kere lanetlendiğini unutuyor. Önce Irkçılık, Tutrancılıktan tabutluklarda tırnakları çekilmişti. Sonra 27 Mayısta bir numaralı pozisyonda idi. Menderesin ve arkadaşlarının idamına sebep olmuştu. 27 mayısın açtığı yaralar hala kapanmamıştır. 12 Eylülden öncede Ülkücü tayfası ile 5 bin solcu gençlerin katliamını gerçekleştirdiler. Şimdide Kürtlere düşmanlık yaptığından Kürdistana gidemiyor. Böylece bölünmeği dahada kışkırtıyor. Kürtler ‘’ Biz kardeşiz, ayrılmak isyemiyoruz’’ deselerde ayrılmak istemedikleri Kürdistandır. Gün geçtikçe diğer ülkelerde özgürleşen Kürtlerle kardeş olduklarını vurguluyorlar. Elbette Kürtler Araplarla, Acemlerle, Türklerle kardeş değiller. Fakat Kürdistanın öteki bölgelerindeki Kürtlerle öz kardeştirler. Zaman zaman aralarında alınganlık olmuş olabilir. Bu bir mendilin islaklığı gibidir ve kısa zamanda mendil kurumuş olur. Hakiki kardeşlerle alınganlık böyle bir şeydir. 
Benim son senelerde Diyarbakıra (Amed) e yaptığım ziyaretlerde gördümkü Fıratın ötesindeki halk duygusal olarak, diğer yaşam tarzları ile Türklerden DEFACTO ayrılmışlar. Bunu görmek için sosyolok olmağa hacet yok. Kürdistanın dört bölgeside özerkleşince birleşmeleri kaderin cilvesi değidir. Sonra Türkiye ile AB tarzı bir komşuluğa giderler mi onu zaman gösterir.
 Sayın başbakan Atatürk’ün dediği gibi Türkiye Cemeatler devleti değildir. Bunu ciddiye almalısınız. Bu yasaklama kanunu halen yürürlüktedir. Hipnotizmalarla vakit geçireceğinize devlet adamı olmağa, meclisi aktive etmeğe gayret edin yoksa Patrona Halil sizide Silivriye göndermekten imtina etmez. AB nin bizden beklediği reformları biran evvel oyalamadan gerçekleştirin.
Muhalefetinde Erdoğana laf yetiştirmekten, laf ebeliği yapmaktan ziyade Türkiyenin karne kırıklarını düzeltecek öneriler üzerinde çalışarak, Cari açığı nasıl kapatacağız, kadın katliamına nasıl son vereceğiz, enflasyonu AB normlarına (%2) indirmek için neler yapmak gerektiğine dair öneriler üzerine çalışması, ROBOSKİ cinayetinin katili kimlerdir? Komşularla husule gelen düşmanlıkları nasıl ortadan kaldıracağız politikalarını teklif etmeye öncelik vermesi beklentilerimiz olduğunu idrak edin. Parti içi kavgalarada barış gelinceye kadar son verin. Şayet aklınız yetiyorsa. İşsizliği nasıl ortadan kaldıracaksınız?
Azeriler diyorki: Biz bir millet, iki devletiz. Kürtlerse iki millet tek devlet(!) olması için iki milletinde eşit haklara sahip olması gerekir.  

 Köln, 29.12.13..

29 Aralık 2013 Pazar

AKP-Cemaat Çatışmasında Kürtlerin Tavrı Üzerine…






Cemil Gündoğan


Şu sıralar güncel siyasetin temel sorularından biri Hükümetle Fetullah Gülen cemaati arasındaki çatışmada Kürt hareketinin tavrının ne olması gerektiğidir. Kürt hareketinin tavrıyla ilgili olarak mümkün üç cevabın söz konusu olabileceğini söyleyebiliriz:

1) Cemaatten yana tavır takınmak,

2) AKP’den yana tavır takınmak, ve

3) Çatışan güçler karşısında bağımsız bir çizgide yürümek.

Kürt hareketi saflarında bu çatışmada Cemaatçileri destekleyelim diyen yok gibi. En azından ben bu yönlü ifade ve tutumlara henüz rastlamadım. Bu, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Çünkü Fetullah Cemaati, AKP’yle Ordu arasındaki mutabakatın görece dışında bırakılmış Türkiye’deki iki büyük güçten biridir. (Bu mutabakatla neyi kastettiğimi merak edenler, Vate Yayınları arasında çıkan Dönemeç Yazıları adlı kitabımdaki “Bir Restorasyon Operasyonu Olarak Ergenekon Davası” başlıklı yazıya bakabilirler. Üç yıl evvel yazılmış olan bu makalede Fetullahçıların mutabakata dahil edilmediklerini de tespit etmiştim.) Diğeri Kürtlerdir. Elbette dışlanmışlık düzeyleri farklıdır, ama sonuçta, dışlanmışlardır. İki dışlanmışın, böyle kritik bir çatışma anında birbirlerine bu ölçüde karşıt pozisyonlarda duruyor olmaları veya buna mecbur kalmaları, üzerinde özel olarak düşünülmesi gereken bir husustur. Ama şimdiki asıl konumuz bu değil.

Üçüncü şıkta dile getirilen bağımsız siyaset seçeneği ise hareketin hemen her kesimi arasında taraftara sahiptir. PKK’lier, BDP’liler, Avrupa’daki Kürt muhalifler, Barzaniciler, bağımsızlıkçılar, sosyalistler, İslamcılar, liberaller vs. arasında bu düşüncede insanlar bulabilirsiniz. Ancak bunların bağımsız tavırdan aynı şeyi anladıklarını söylemek zor. Bu da başka bir yazının konusu.

Kürt hareketi saflarındaki sesi en fazla duyulan tavır ise mevcut çatışmada AKP’nin desteklenmesini öneren tavırdır. Siyasal çıkışlarını Barzani’nin parasıyla ve onun AKP’yle flörtünün açacağını umdukları siyasal ve ideolojik alan üzerine kurmayı uman Kürtler, İslamcı eğilimde bir Kürt hareketi inşa etme çabasındaki Kürtlerin önemli bir bölümü; hedeflerinden, siyasal farklılıklarından ve ideolojik renklerinden ziyade PKK’ye karşıtlıklarıyla karakterize olan Kürtler, PKK’yi eleştiren ama ona özel bir düşmanlık göstermeyen Kürtler, PKK’ye yakın legal hareketin saflarındaki Kürtler ve kısmen de PKKli Kürtler arasında bu tavrın epeyce destekçisi var. Bunlara, Kürtlerin söz konusu çatışmada Hükümetten yana tavır takınmasını öğütleyen bazı Türk liberalleriyle İslamcılarını da eklemek gerekiyor.

***

 Öncelikle belirtmek gerekir ki AKP’ye yakın bir tavır takınılması gerektiği düşüncesindeki kişi ve çevrelerin bu tavırdan anladıkları şey birbirinden kısmen farklıdır. Gerekçeleri de öyle. En azından söylem düzeyinde. Örnek olarak aşağıdaki dört ifadeye bakınız:

1) AKP dışındaki bütün partiler Kemalisttir ve Kemalizm Kürtlerin baş düşmanıdır. Kürtlerin bu kavgada Kemalistlere destek vermeleri yolunu şaşırmak anlamına gelir.

2) AKP eski statükoyu yerle bir etti. Ona karşı mücadele edenler ise eski statükoyu geri getirmek istiyorlar. Dolayısıyla Kürtlerin bunları desteklemesi düşünülemez.

3) Ergenekon ölmemiştir, geri gelebilmek için Gezi’de çevre duyarlılığı, bugün de yolsuzluk gibi kimsenin açıkça karşı çıkamayacağı noktalardan saldırarak AKP’yi devirmeye çalışmaktadır. Eğer galip gelirse Kürt sorununun çözümünü unutalım gitsin.

4) Liderimiz tarihte ilk kez bir Türk hükümetiyle müzakere masasına oturmuş durumdadır. Yapılıp edilen her şey, bu masayı devirmeye yöneliktir. Biz bu oyunu göremeyecek kadar apolitik miyiz?

 Örnekler arttırılabilir. Tümünün değişik noktalardan kalkarak ifade ettikleri ortak düşünce, AKP çökerse barış sürecinin de çökeceği, dolayısıyla AKP’yi çökertmek isteyen güçlerle aynı saflarda yer almamak gerektiğidir.

Kanımca bu tespit, hem olgularla hem de siyasetin temel kurallarıyla çelişkilidir. Önce olgularla ilgili yanına bakalım.

 I: AKP Çökerse “masa” devrilir mi: Olgular Yönünden?

Söz konusu tespitin olgularla çelişkisi, statükonun bir süreden beridir gerçek sahibi olan AKP’nin hâlâ statükoya karşı bir güç olarak tasvir edilmesiyle ilgilidir. Bir diğer deyişle, bu değerlendirmeyi yapanlar, eğer kişisel veya grupsal çıkarları öyle gerektirdiği için gerçeği bile bile çarpıtmıyorlarsa, bugünün olgularını dünün terimleriyle anlamlandırmaya çalıştıkları için yanlış yapıyorlar. Çünkü 2010 tarihli referanduma kadar belli bir anlam ifade eden “statükocu Ergenekon”, “statüko karşıtı Erdoğan” lafları, o tarihten sonra anakronizm dışında bir şey ifade etmemektedir.

İnsan düşüncesi böyledir, toplumsal değişmeyi genellikle geriden takip eder. Örneğin, Kürt hareketini oluşturan sosyolojik zemin 1950’lerde ve 60’larda oluşup gelişmeye başlamıştı, ama Kürt solcularının Kemalist Türk soluyla zihinsel bağlarını koparmaları 1970’lerin sonlarını buldu. Keza Kürtler, toplum olarak 1990’ların başlarından beri Türklerden kopmaktadırlar, ama Kürt İslamcıları hâlâ Türk İslamcılarıyla zihinsel bağlarını koparmakta zorlanıyorlar. AKP’nin anti-statükocu olduğu tezi de benzer nitelikte bir gecikmenin ürünüdür. AKP bir süredir statükonun temsilcisi durumundadır, ama bazıları ona hâlâ Erbakan dönemindeki Milli Görüş muamelesi yapıyor veya yapmayı tercih ediyor. Oysa Milli Görüş on beş yıla yakın bir süredir iktidardadır ve artık sistemin sahibidir. O kadar ki artık kendi yol arkadaşlarını temizlemeye başlamıştır. Rahat anlaşılsın diye bir benzetme yapmak gerekirse, Ekim Devrimi günlerini değil, Stalin’in 1930 yargılamalarıyla Troçki ve Buharin kliklerini tasfiye ettiği günleri yaşıyoruz. Stalin 1930’larda Sovyetler Birliği’nde ne kadar statükonun karşısında bir lider idiyse Erdoğan da bugün o kadar statükonun karşısında bir liderdir.

Kısacası, bu tezin gerçeklerle bir ilgisi yoktur. Gerçekte, Erdoğan, bugün statükonun cisimleşmiş halidir. Kafa karıştıran şey, bugünkü statükonun dünkü statükodan farklı olmasıdır. Tıpkı 1930’larda Sovyetler’deki statükonun Çarlık dönemi statükosundan farklı olması gibi. Bazıları bugünkü statükonun dünküne benzememesinden kalkarak yeni statükonun anti-statüko olduğunu sanıyorlar veya bilerek öyle lanse etmeyi tercih ediyorlar.

***

 Bu tezin olgularla çelişen boyutlarından biri de Kürt sorununu çözmek ve Türk milliyetçiliğine karşıtlık noktasında AKP’ye özcü bir nitelik atfetmesidir. “AKP giderse Kürt sorununun çözümünü unutun,” iddiası bunun ifadesidir ve olgularla çelişmektedir.

Daha evvel yazdığım için kısa geçiyorum: Kürt hareketi, bir süreden beridir Türk siyasal denkleminin önemli bileşenlerinden birine dönüşmüştür. Bu, Kürt hareketinin soykırım gibi olağandışı yöntemler kullanılmadıkça bastırılamayacak güçte bir sosyal ve siyasal dinamik haline gelmesiyle ilgili bir sonuçtur, doğrudan onun (iş)birlikçi veya bağımsızlıkçı olmasıyla ilgili değil. Bu gelişmenin konumuz bakımında anlamı şudur:

Türkiye’de iktidar savaşı veren hiçbir güç artık Kürt hareketi yokmuş gibi davranamaz veya onu denklemin dışına atamaz; tersine onu kendi iktidar mücadelesi oyununda bir yere yerleştirmek zorundadır ve bu yer sabit bir yer değildir, zamana ve koşula bağlı olarak sürekli değişir. İktidar Kürt hareketiyle yakınlaşırsa muhalefet Türk milliyetçiliğini körükleyerek Kürt hareketine düşmanlık politikasına yönelecektir; muhalefet Kürt hareketiyle yakınlaşırsa bu kez iktidar milliyetçiliği kışkırtma politikasına sarılacaktır. Ya da bir durumda “masa”ya karşı esip gürleyen bir güç, başka bir durumda “masa”nın en sıkı savunucusu olacaktır. Bir diğer deyişle Türk milliyetçiliğine oynamak, özsel, yani tek tek partilerin, kurumların vs. özlerinden gelen bir nitelik değil, durumsal bir niteliktir. Oyunun kuralı artık böyle işlemektedir ve bu oyuna, değişik kesimlerce Kürtlerin en keskin düşmanı olduğu ileri sürülen ordu, MHP, CHP ve Cemaat de dahildir. Bu durum, Türk milliyetçiliği propagandası Türk halkı nezdinde ciddi bir siyaset kartı olmaktan çıkıncaya kadar böyle devam edecektir.

“AKP giderse kimse Kürt sorununu çözmez,” tezi, bu gerçeği göremeyen bir bakış açısının ürünüdür. AKP giderse onun yerine gelenler de pekala masaya oturabilirler. Böyle olup olmayacağı koşullara bağlıdır. Mevcut iç ve dış koşullarda ise MHP’nin bile masayı kolay kolay terk etmeyeceğini söylemek mümkündür.

Bunu nereden çıkarıyorum?

Başka şeylerin yanı sıra, 28 Şubat tarihinden bu yana ordu da dahil iktidar ve muhalefet güçlerinin Kürt hareketiyle ilişkilenme biçimlerinin izlediği seyirden.

Neydi 28 Şubat?

İslamcıların bizlere ezberletmeye çalıştığı cevaba göre, ordunun müminleri ezmek için tertiplediği bir darbeydi.

Bir darbe olup olmadığı tartışması bir yana, 28 Şubatı bu şekilde tanımlamak, o gün yaşanan süreci eksik ve yanlış anlamak olur. Doğrudur, 28 Şubatın İslamcılara karşı mücadele diye bir boyutu vardı. Ama ordunun bu hamlesinin Kürtlerle ilgili bir boyutu daha vardı. İşin bu tarafına bakmadan konuştuğunuz zaman süreci anlama imkânı kalmaz.

28 Şubatın Kürtlerle ilgili boyutu şuydu ki, ordu içindeki bazı etkili mihraklar Kürt hareketiyle masaya oturmaya karar vermişti. Yani bugün Erdoğan’ı ve onun partisini bazı Kürtlerin gözünde anti-statükocu bir kahramana dönüştüren şeyi yapmaya!...

Demek ki Kürtlerin en özsel olarak en büyük düşmanı gibi görünen güç, aynı zamanda PKK ile masaya oturmaya karar veren ilk güçtür de. Bu işler özsel işler değildir derken kastedilen budur.

Peki, ordu buna karar verdi diye o dönemde anti-statükocu pozisyona mı geçmiş oluyordu?

Hayır, sadece artık sürdürülemez olan eski statükonun yerine yeni bir tanesini kurmaya çalışıyordu. Bugün biliyoruz ki o statüko, onların hesapladığı biçimde, onların istediği yerde ve onların istediği zamanda kurulamadı; İslamcıların da dahil edildiği bir şekilde, yerde ve zamanda kuruldu.

Bunun nasıl mümkün olduğunu daha önce uzunca yazmıştım: Ordu, PKK’yle savaşında tıkanmış, kendi içinde çeteleşmiş ve toplumsal ve siyasal hayat üzerindeki hegemonyacı fonksiyonunu eskisi gibi ifa edemez hale gelmişti. Dahası, ordunun gerilemesinden istifade eden İslamcı hareketler toplumsal dokuyu fethetmeye başlamıştı. Dolayısıyla ordunun iktidarını sürdürebilmek için İslamcı hareketle kapışması kaçınılmaz hale gelmişti. Fakat PKK ile savaş sürüyorken ikinci bir savaş cephesi açmak ikisinde de kaybetmek anlamına gelirdi. 28 Şubatçı mihraklar, işte bu nedenle PKK ile olan savaşı soğutmaya kararı verdiler. Savaşı bitirmek demiyorum, soğutmak diyorum, ya da şoförlük terimleriyle söylersek rölantiye almak. Hal böyle olduğu içindir ki Genelkurmayın ön kapısından 28 Şubat kararlarını aldırmak için MGK toplantısına giden generaller çıkarken, arka kapısından da PKK ile görüşmeleri başlatmak için Brüksel yolunu tutan bir albay çıkmıştı.

Demek ki “AKP dışında kimse Kürtlerle oturmaz” demek, olgularla bağdaşmamaktadır. Kürtlerin en azılı düşmanı olduğunda şüphe bulunmayan generaller, AKP’den çok önce PKK ile masaya oturmuşlardı. Dahası, generallerin çözüm için o gün öngördükleri program da bugün AKP’nin çözüm diye önümüze sürdüğü şeyin anasıydı!

Bu da nereden çıktı demeyin, on beş yıl evvel yazmıştım, tekrar edeyim; PKK ile oturmaya karar veren generallerin kafasında üç ayaklı bir çözüm vardı: 1) Karşılıklı ateşkes, 2) PKK’nin ileri düzeyde ulusal haklardan vazgeçmesi, buna karşılık Kürtçenin kullanım alanlarının genişletilmesine dayalı bazı kültürel açılımların önünün açılması, 3) Yerel yönetimler yasası marifetiyle Kürtlerin kendilerini yönetmeleri noktasında bazı esnemeler (İller idaresi yasa tasarısının ana hatları 28 Şubat döneminde hazır hale getirilmişti, bekletiliyordu). PKK veya Genelkurmay bir gün o görüşmelerin tutanaklarını yayımlarsa üç madde halinde özetlediğim bu hususları daha çıplak olarak göreceğiz.

Peki, anti-statükocu bir kahraman olduğu söylenen Erdoğan ve AKP’nin bugüne kadar bu üç madde dışında Kürt sorununun çözümü için önermiş olduğu veya gerçekleştirdiği yeni bir şey var mı?

Hayır yok. İslamcıların ve liberal çevrelerin Kürtleri kafalamak amacıyla yaptıkları köpürtmelere bakmayınız. Bugün, yani yaklaşık yirmi yıl sonra hala, generallerin koyduğu o çerçevede dönüp duruyoruz: Newroz’da ateşkes ilan edildi, PKK ulusal hedeflerden vazgeçtiğini bir kere daha beyan etti, karşılığında Kürtçenin kullanım alanları biraz genişletildi; bunun dışında, Avrupa yerel yönetimler şartına konulan şerhin kaldırılmasıyla çerçevelendirilmiş bir yerel yönetimler yasası tartışılıyor. Var mı MİT-Öcalan mutabakatında Kürt haklarıyla ilgili olarak bunun dışında bir gelişme?

Haklarla ilgili olarak yok. Var olan farklılıklar daha çok Abdullah Öcalan’ın kişisel konumunun iyileştirilmesiyle ve Suriye’yle ilgilidir. Bunlardan birincisinde belli bir iyileşme olacak gibi görünüyor. İkincisine gelince, Öcalan’la MİT’in konuyla ilgili muhabbetleri, Amerika’yla Rusya’nın Suriye konusunda anlaşmaya varmasıyla gargaraya dönüşmüş durumda. En azından şimdilik.

Durum, özetle böyledir. Ama nasıl oluyorsa, dün bu işin çerçevesini koyan generalleri dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağı olarak tanıyıp tanıtırken, bu generallerin çizdiği çerçeveye sadık bir programı yarım-yamalak ve anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirecek tarzda gerçekleştirmeye çalışan Erdoğan’ı bir anti-statüko kahramanı olarak lanse ediyoruz. Sizce de bu işte bir terslik yok mu?

Sanırım mesele yeterince aydınlanmıştır: PKK ile masaya oturan ilk Türk politik gücü AKP olmadığı gibi, Öcalan-MİT mutabakatında üzerinde anlaşmaya varıldığı söylenen hususlar da -Kürtlere tanınan haklar bakımından- generallerin çizdiği çerçevenin ötesine geçmiş değildir. AKP-PKK flörtü, bir zamanlar gerçekleşen Çiller-PKK flörtünün, Erbakan-PKK flörtünün veya Mesut Yılmaz-PKK flörtünün yeni koşullardaki bir benzeridir. O flörtler de, Kürt hareketinin Türk siyasal sistemi içinde edinmiş olduğu yeni pozisyonun dayattığı durumsal politikaların ifadesiydi, bugünkü de. Aralarındaki fark, esas olarak, Ortadoğu’da, Türkiye’de ve Kürdistan’da değişen güç dengeleriyle ilgilidir. Kürt hareketinin bu gerçeği görme vakti gelmiştir. Değilse, AKP’ye olmadık özsel nitelikler atfeden bütün değerlendirmeler, sadece Kürt hareketinin AKP karşısındaki manevra alanını daraltmakla sonuçlanır, o kadar.

II: AKP Çökerse “masa” devrilir mi: Siyasetin Kuralları Yönünden?

Böylece konunun siyasal taktiklerle ilgili boyutuna gelmiş oluyoruz. Fakat bu arada yazı da epeyce uzadı. Maddeler halinde ilerlersek:

1- Sistemin asıl sahibi Fetullah cemaati değil, Erdoğandır ve iki güç arasında Erdoğan lehine büyük bir güç dengesizliği vardır. Dolayısıyla bu kavgada güçlü olana destek vermek, sadece onu daha fazla güçlendirmek anlamına gelir. Unutmayın, güçlendireceğiniz adam masada karşınızda oturan veya oturacak olan adamdır.

2- “Erdoğan giderse masa tehlikeye girer” endişesi, yukarıda belirttiğim nedenlere ilaveten Kürt sorunu artık çözümü ertelenemeyecek bir noktaya dayandığı için de gerçeklerle bağdaşmıyor. Türkiye ya Kürt sorununu çözer, ya da çok kanlı hesaplaşmalardan geçen bir bölünmeye konu olur. Yugoslavya veya Suriye türü bir süreç yani. Bunun ortası kalmamıştır. Hem PKK, hem devlet, hem de konuyla ilişkili diğer bölgesel ve küresel güçler bu gerçeğin farkındadırlar. Dolayısıyla Erdoğan gitse de kalsa da devlet “masa”yı korumaya çalışacaktır. “Masa”yı yıkmak, hem PKK açısından hem de devlet açısından Erdoğan’a endekslenecek bir şey değildir. Erdoğan, Gezi olaylarıyla birlikte tarihsel dönüş noktasına girmiştir. En az bir dönem daha iktidarda kalması yüksek olasılık olmakla birlikte, özellikle ekonomide yaşanacak koşullara bağlı olarak kısa sürede yıkılması da mümkündür. “Masa”nın bu tür hareketli faktörlere uyarlı olarak kurulmuş olduğunu sanmıyorum. “Barış” sürecinin, dünkü Ergenekon-Hükümet çatışmasının görece dışında kalmış bir aktör olan MİT eliyle yürütülmesi ve ordu tarafından desteklenmesi bunun ifadesi olarak anlaşılabilir.

3- Devletin sözde barış sürecindeki en büyük kozu, PKK’yi ve kitlesini yeniden Öcalan’ın arkasına toplama operasyonunu başarıyla tamamlamış olmasıdır. Cezaevleri direnişleri ve Sakine Cansız cinayeti üzerinden gerçekleştirilen bu operasyonu mümkün kılan ana faktör, PKK’nin dağ kadrosunun basiretsizliği olmuştur. Onlar 1999’da yaptıkları hatayı 2013’te bir kere daha tekrarlamış ve kafalarını kendi elleriyle cezaevine hapsetmişlerdir. Bu basiretsizliğin de katkısıyla devlet, düşmanının iradesini kendi avucundaki bir tutsak dolayımıyla eline almayı başarmıştır. Bu nedenle Cemil Bayık “barış süreci” konusunda iyi kükreyen, ama elinden fazla bir şey gelmeyen bir yönetici konumuna düşmüştür. Bunu devlet de, PKK de, bölgedeki diğer aktörler de iyi biliyorlar ve bizzat bu durumun kendisi PKK’nin elini kolunu bağlayan bir siyaset faktörüne dönüşmüş durumdadır.

Şimdi soru şudur: Devlet, kolay kolay ele geçmeyecek böylesine avantajlı bir durumu, sadece Erdoğan gitti, Erdoğan yara aldı veya Erdoğan’ın yerine başkası geldi diye sabote eder mi? Bu soruya evet cevabı vermek, Makyavelli’nin Prens’inden bu yana yazılmış siyaset bilimleriyle ilgili bütün temel metinleri tersyüz etmeden mümkün değildir. PKK, bugün söz gelişi “Öcalan’ı tanımıyoruz” diye bir açıklama yapsa, devletin masayı devirmesi ihtimali vardır, ama sadece Erdoğan gitti veya yara aldı diye, yani sadece o nedenle masayı devirme ihtimali hesaba katmaya değmeyecek kadar küçüktür.

Olaya bu noktadan bakıldığında da AKP’nin gitmesinin veya kalmasının masanın durumunu kökten etkilemeyeceği sonucu çıkar. Siyasette hiç bir şey mutlaklık terimleriyle ifade edilemez; ama durum bugün esas itibarıyla böyledir.

Hal böyle olunca, Kürtler açısından sorun şuna dönüşmektedir: Mevcut “masa”da karşınızda güçlü bir muhatap mı görmek istiyorsunuz, yoksa en yakın müttefikleriyle bile dalaşan, morali bozulmuş, zemin kaybetmiş, ayakta kalsa dahi kolu kanadı kırılmış bir muhatap mı? Sanırım, Hükümet-Cemaat çatışmasında Kürtlerin tavrı ne olmalı sorusunun cevabı, mevcut konjonktürde büyük ölçüde bu sorunun cevabından kalkılarak verilebilir.

Bu koşullar altında tavır ne olmalıdır?

Cemaate destek vermeyebilirsiniz. Kanımca bunu yaptığınız için çok büyük bir kaybınız olmaz.

Cemaate destek verebilirsiniz. Bu durumda kaybınız olabilir ama hayati bir nitelik taşımaz.

Ama AKP’ye destek verirseniz baltayı kendi ayağınıza vurmuş olursunuz.

Yapılamayacakları böyle sıralayınca yapılabilecek kendiliğinden ortaya çıkar: çatışmanın doğrudan tarafı olmayan üçüncü bir çizgide yürümek.

Fakat bu üçüncü çizgi, pek çoklarının anladığı gibi “karışmayın, yesinler birbirlerini” tavrı demek değildir. Böylesi, apolitik bir tavır olacaktır. Tersine, Kürt hareketi bu işe karışmalıdır. Ama “masa”da bugün oturan veya yarın oturacak olan kişinin daha fazla zayıflaması için ne yapılması gerekiyorsa onu gerçekleştirmek çerçevesinde karışmalıdır. Bir diğer deyişle, üçüncü yol çizgisi pasif bir seyircilik politikası değildir, duruma göre tavır alan pro-aktif bir politikadır. Hatırlayanlar olacaktır, Referandum döneminde de böyle bir tutumu formüle etmiş ve adına hareketli bir üçüncü çizgi/pozisyon adını vermiştim. Benzer bir politika bugünkü koşullarda da doğru görünüyor: üçüncü bir pozisyon, ama hareketli bir üçüncü pozisyon.

Bu tavır, mevcut konjonktürde denklemin başka boyutlarını etkileyebilecek en etkili araçlardan biri olduğu için de tercih edilmelidir. Şöyle ki:

Erdoğan devlet içinde mutlak otorite durumunda olduğu için Öcalan’ın Erdoğan’a karşı manevra yapma imkânı çok sınırlıdır. Öcalan’ın mevcut tutsaklık koşullarında yapabileceği en “muazzam politika”, devletin değişik kliklerinden -eğer Aydınlık gazetesinde bugünlerde yayımlanmakta olan kendi ifadelerindeki deyimi kullanırsak- “taşeron”luk talebinde bulunmakla sınırlı kalmaktadır. Bu da bir politikadır, ancak PKK’nin gövdesinin sığmayacağı darlıkta bir politika. Barış adı verilen sürecin en sorunlu noktalarından birisi buradaki tersliktir.

Ama geldiğimiz gün itibarıyla, PKK açısından burada tartışılacak bir şey kalmamıştır. PKK yönetimi, Newroz’da, hiçbir sınır çizme gereği görmeden Öcalan’a itaat edeceğini söylemiş, deli gömleğini kendi elleriyle kendi sırtına geçirmiştir (Hatırlayanlar olacaktır, Newroz dönemi yazılarımda barış masasına evet demenin doğru olduğunu, ancak bu işi Öcalan’ın muhataplarına Öcalan’ın sınırlarını göstererek yapmak gerektiğini yazmıştım). Siyasetin kuralları noktasından bakıldığında, böyle bir açmaz içinde kıvranıyorken izleyebileceğiniz mümkün politikalardan biri, Öcalan’ın manevra alanını genişletici sonuçlar doğurabilecek bir politika olabilir. Bunun, başarıyla gerçekleştirilse dahi derde deva olup olmayacağı ayrı bir konudur. Sorun bu değil. Sorun, bunun şu anda PKK açısından neredeyse tek seçenek durumuna gelmiş olmasıdır. Çünkü PKK “irademiz Öcalan’dır” demiştir ve Öcalan savaştıkları gücün elinde tutsaktır. Açmaz bu kadar açık ve sadedir.

Bu açmaz sürdüğü ve iktidarın kontrolü Erdoğan’ın elinde kaldığı müddetçe, Öcalan görece AKP’ye yakın bir çizgide yürümek zorunda kalacaktır. PKK’nin Gezi’deki tavrı bunun ifadesiydi. Ama merkezde sözü edilen türden değişiklikler gerçekleşirse, yani iktidar içi çatışmalar ve kaymalar yaşanırsa durum bir ölçüde değişebilir. Bunun ne demek olduğunu anlamak için Öcalan’ın bir zamanlar “Ergenekon”la iş tutarken merkezdeki çatışma ve iktidar kaymalarından sonra Erdoğan’la iş tutmaya başlamasına bakılabilir. Buradan, mevcut çatışmada AKP’ye destek vermeyip merkezdeki çatışma ve çekişmeleri derinleştirmeyi hedefleyecek bir siyaset izlemenin (hareketli üçüncü yol çizgisi) Öcalan’ın politika yapma alanını genişletmek ve dolayısıyla PKK’yi biraz daha rahatlatmak bakımından da yararlı ve gerekli olduğu sonucu çıkar.

Ancak bunun kolay bir iş olmadığını belirtmek lazım. Çünkü bu iş, bir dereceye kadar Öcalan’a karşı yapılmak durumundadır. Öcalan’ın AKP-Cemaat çatışmasıyla ilgili neler söylediğini veya önerdiğini henüz bilmiyorum. Ama Gezi’de olduğu gibi, PKK’yi görece AKP’ye yakın bir çizgide tutan bir politika telkin edeceğini tahmin ediyorum. Elbette büyük çeşitlilik gösteren taraftarlarının meseleyi kendilerine göre yorumlamasına imkân tanıyan yuvarlak laflarla süsleyerek (peygamberler, herkesin kendisini içinde bulabileceği yuvarlak laflarla konuşmaya mahkumdur). Ama hangi söylemi kullanarak yaparsa yapsın, böyle bir politika, PKK’yi, baltayı kendi ayağına vurmaya zorlaması anlamına gelecektir. Bahsedilen zorluk bu ilişkiden kaynaklanmaktadır.

Öte yandan özel olarak PKK, genel olarak Kürt hareketi uzunca bir süredir sahip olmadığı bir uluslararası pozisyonu yakalamaya doğru ilerlemektedir. PKK yöneticilerinin andığım basiretsizliğinden kaynaklanan açmaz, onu bu pozisyonun avantajlarını kullanmaktan da bir ölçüde alıkoymaktadır. Amerika ile Avrupa Birliği’nin büyük ülkeleri başta olmak üzere bazı uluslararası güçlerin Türk devletiyle ilk kez açık çelişkiler ve çatışmalar içine girmelerinden söz ediyorum. Çok yavaş ve bu nedenle fark edilmesi kolay olmayan bir şekilde ilerleyen bir süreç olarak böyle bir çatışma gelişmektedir. Erdoğan-Cemaat çatışmasının bile bu süreçle bağlantısı vardır (özellikle de Halk Bankası halkasında).

Eskiden NATO’nun sadık müttefiki bir Türkiye söz konusuydu. Dolayısıyla onula çatışma halindeki Kürt hareketi Batılı emperyalist güçlerin karşısında konumlanmaya mecbur kalıyordu. Nitekim PKK, otuz yıldır NATO karşıtı uluslararası güçlere mahkum olarak yaşadı ve savaştı. PKK’nin bu konumlanışının sadece PKK’nin ideolojik tercihleriyle veya Abdullah Öcalan’ın korkaklığıyla veya “ajan”lığıyla ilgili bir şey olduğunu sanmak, siyasetin en temel kurallarından habersiz konuşmak olur. Türkiye bir NATO ülkesiydi ve Kürt hareketi bunun doğurduğu yapısal sorunlarla boğuşmadan, bunların dikte ettiği konumlanışların zorunlu kıldığı ekstra bedelleri ödemeden kendine bir politik alan açma şansına sahip değildi. Nitekim PKK, bu bedelleri canımızdan ve kanımızdan ödedi ve böyle bir alan açmayı başardı.

Fakat bir süreden beridir Kürt hareketine ekstra bedel ödeten bu yapısal terslik değişme sinyalleri veriyor. İlk kez PKK ile bazı büyük güçlerin menfaatleri kısmen ve yavaş bir şekilde üst üste düşmeye başlıyor. Suriye’de yaşananlar bu dönüşümü gözleyebileceğimiz bir laboratuvar niteliğinde. El Qaide türü yapıların Ortadoğu’daki tehditleri de bu dönüşümü hızlandıran bir rol oynuyor. Peki, tam böyle bir süreçte Kürt hareketi veya PKK hangi politik rasyonalite gereği uluslararası güçlerin yavaş yavaş didiklemeye başladığı Erdoğan ve AKP’nin muhafızlığını yapmaya kalkışacaktır? Çünkü AKP-Cemaat çatışmasında Erdoğan’a yapışmanın anlamı tam da budur.

Sağa sola çekiştirilebilecek bir durum yok: PKK’nin bu çatışmada Erdoğan’ı sahiplenmesi, Erdoğan’la uğraşan bazı Batılı güçler nezdinde, PKK’nin 1990’ların ortalarında Almanya’da otoyolları işgal edip yakmasına benzer bir anlama gelecektir. Hem de PKK ile bazı Batılı güçlerin çıkarları arasındaki çelişkilerin önemini yitirmeye başladığı bir dönemde! Kürt hareketi otuz yıldır kendi elinde olmayan yapısal faktörler nedeniyle ekstra bedeller ödedi. Bu kez de “Ne yapalım, liderimiz Erdoğan’ın elinde tutsak,” diyerek mi ödeyecektir aynı bedelleri? PKK ve Kürt hareketi bu soru üzerinde ciddi biçimde düşünmek zorundadır.

***

Toparlarsam: 1) Kürt hareketinin kurulu “masa”daki pozisyonunu görece güçlendirmek, 2) Öcalan’ın manevra alanını genişleterek PKK’nin sırtına geçirilmiş deli gömleğini birazcık olsun gevşetebilmek ve 3) uluslararası denklemde olumluya doğru dönen bazı göstergelerin zarar görmesini engellemek noktalarından kalkılarak yapılacak bir analiz, AKP-Cemaat çatışmasında en yanlış tavrın Erdoğan’ı desteklemek olacağını gösteriyor.

Aslında buradaki analizin bir ayağı daha var. Bu çatışmanın Kürt hareketinin iç dengeleriyle olan bağlantılarıyla ilgili bir ayak. Fakat bu ayağı bilerek yazıya dahil etmedim. İlk olarak o konuyla ilgili yazacağım birkaç paragrafın yazıdaki bütün tezlerin üzerini kapatacak kör bir tartışmaya yol açması ihtimalinin varlığı nedeniyle. İkinci olarak da yazacaklarımın Kürt hareketinin iç ilişkilerini olumsuz etkilemek amacıyla kullanılması ihtimalinin varlığını düşünerek. Gerçi ben onları yazmasam da o faktörler öylece durduğu müddetçe hükümlerini icra ederler. Böyle olmakla birlikte, yukarıda sunulan analiz, kör bir tartışmaya kurban gitmesin diye ben o bölümü kurban etmeyi yeğledim. Varsın bu seferlik de böyle olsun. Okurun anlayışla karşılamasını ummaktan ve bu tür sıkıntılar yaşamadan fikir üretebileceğimiz koşullara bir an evvel kavuşma dileğini tekrarlamaktan başka yapılacak bir şey yok.

Kaynak: Özgür Üniversite


AKP’NİN SOYGUNCULARI….




Kutbettin Özer

Ben çocuk iken bulunduğum küçük bir kasaba (Varto) da doğup büyüdüm. 5. nüfuzu vardı, şimdi 26 bin nüfusa sahiptir, gittiğimde tabela öyle yazıyordu. Bunun dışında Nahiye ve Köyleriyle birlikte 99 Köyü var. Ben bu köyleri karış karış gezdim.


Karna arabayla, atın üzerinde ve yaya yürüyerek Alevi ve suni Köylerini dolaşıverdim. Kaç yaşında olduğumu soracak olursanız; Altı yaşında babam Abdulhekim Özer ve Ağabeyim Mirzeddin Orhan Özer ile Öküz arabası ile Ot çekmeye, ağaç kesip kışlık ihtiyacını gidermek için birçok (Varto-Gmgım) Köylerini görmeye fırsatım oldu. Bunun dışında Ağabeyim Selahattin Sami Özer de o zaman İstanbul Edebiyat- Türkoloji Bölümünü okuyordu. Babama yük olmaması için Gımgım Köylerinde Çökelik (TORAQ) toplamaya giderdik. Varto ve Köy yerleşim Alevi ve Sünni kesimi Ailemizi sevdiklerinden dolayı herkes Toraq toplamaya yardım ederlerdi.

17 ila 20 yaşlarında şöyle veya böyle genç, dinamik hayalci, ütopik tipik bir sıradan Komünizmin nasibini kulakla, başkaların anlatımlarıyla ve sonradan okuyarak inancım devrimci, Demokrat sınıfında Kardeşim Dr. Bayram ile birlikte yer aldık. Merakım; öncelikle Varto (Gımgım) köylerini, sosyal konumunu, yerini, yurdunu ve coğrafyasını ve de Köy ahalisinin genel durumunu öğrenmeye çalıştım.

Köyde yaşayanların sosyal durumuna baktığımda hayvanlar ve hayvan gübreleri iç içe çamur veya toz-toprak içinde yaşamını devam ediyorlardı. Bu yaşamaya rağmen mutlu olduklarını görüyor ve hissediyordum. Suni ve Alevi köylerin araları birkaç kilometre bazıları da bağırsan Köy ahalisi duyardı.

Her kasabada ve Köyde hırsız vardı, kim kimin malını kapabildiyse. En büyük hırsızlık Alevi-lerle Suni-lerin arasında mal hırsızlığı olurdu. Suni veya Alevi çaldığı malı kavurma veya ızgara yaptığında mal sahibini yemeye davet eder ve birlikte eti afiyetle yerlerdi.

Suni veya Alevi, Ye, ye (Bûxe bûxe) kardeş malın gibi ye, helal maldır. Mal sahibi bu yediği et kendisinin olduğunu hissettiğini ve bildiği halde, gülerek, eğlenerek karnını doyurdu. Ertesi günü bu sefer Alevi, Suni komşunun malını çalardı. Bu hayat devam ederek son zamanlara kadar devam etti. Ayrıca, Türk devleti Suni’yi Alevi’ye, Alevi’yi de Suni’ye kışkırtıp kırdırıyordu. Biz o dönemin kuşağı, demokratları büyüdükten sonra bu tatsızlığı ortadan kaldırdık. Maşallah Gımgım’ın devrimci gençleri adam gibi adamlardı.

Varto ve diğer Kürtlerin hukuku bu şekilde devam ediyordu. Çalan da memnun, yiyen de memnundu.

Eh, şimdi gelelim Türk devletin devlet içindeki çapulcu ve soygunculara.


 Bütün devletlerde (Ülkelerde) hırsızlık var, hayır, yok diyemeyiz. Hıristiyan olan ülkelerde de hırsızlık var, 
zuhur ediyor. Ne yazık ki İslam olup İslam ülkelerinde hırsızlık yapmak oldukça yoğundur. İslami radikal olanlar en büyük suç işleyenlerdir. İslamcı kesimlerden ne kadar uzak durulursa insan o kadar rahat eder. Çünkü Yalancılık, dolandırıcılık, zina işlemek, katliam ve soygunculuk ve insani unsurlardan uzak olanlar İslami kesimlerdir. İslamcılığın ahkâmı kesilmek ve İslamcılığı, dini, Mezhebi, nasıl kullanıp ve alet ettiklerini iyi bilenlerdenim. İslam kisvesinde haram yemeyi ekmek su gibi sever, hırsızlığı yemin billâh ederek kendisini kurtarır, Camide namaz kılmaya gider ve orada herkes beni görsün diye. Hacca gider rekabeti artsın diye ve eve döndüğünde ikinci bir kadın evde görünsün ve köle gibi kullansın diye. Hacı özleminde; daha kurnaz ve bağnaz olur. Tüccarlıkta rantın (kazan-gelir) en alasını alır ve en kötü malı satar, et kasap şirketlerinde eşek, at etini karıştırarak helal ettir diye halkına yutturur. Yağını domuz yağını margarin yağına karıştırarak satmaya çalışır. Ben bunları gittiğim mahkemelerde hepsini gördüm.

Din, mezhep, ırk, cins tanımadan herkesi taciz eder ve ırz düşmanı olur, Suriye’de / Rojava’da besmeleyi çekerek çoluk çocuğun ırzına geçerek zina eder ve Allahu Ekber belsemsiyle haykırıyor ve her yaştaki insanı öldürür ve bunların katli helaldir der. Bunlara destek veren T.C devleti ve Mekanizma yuvası destekleyicisi olan AK Parti iktidarı da bu katliamlara lojistik ve ulaşım yollardan Al Kaide ve Al Nursa terörist örgütlere yardımcı olur. Kimin parasıyla? Elbette çaldığı paralarla… Dini şartlarına göre medeni hukuka ve Adalet uymayan kadınları Meclise ve üniversite taşımak ve bunun arkasında akşam nikâh, sabah boşanmak gibi tecavüzleri tekrarlamak hangi insani mantık kabul eder? Hıristiyanlar âleminde bu münafıklık hiçbir zaman tekerrür ettiğini görmedim ve etmez de.

Önce savaş, Cemaat (Fetullah Gülen)nin fetvalarıyla başladı sonrada çorap söküğü gibi AK Partinin soyguncuları su yüzüne çıkmış oldu.

İstanbul Belediyelerden biri, Fen işleri Bölümünde çalışan güvenir ve bilirkişi ile Üsküdar’ı gezip altüst ettik. Sıra Erdoğan’ın surlarla çevrili çiftliğini gördüm, bir ucu var diğer ucu yok kadar büyük. Bunun yanında bir de Erdoğan’a ait olan Almanya hastanesini gördüm, çok modern yapılı bir bina. Görerek şahit oldum.

Mustafa Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçe da birden bire mal sahibi oldu hem de hektarlarca. Demek ki devletin başı isterse istediğine mal-mülk verir ve dağıtır, istemediğini de aşlıktan, sefaletten öldürür, arkasına bakmaz. Sabiha Gökçe’nin mal varlığı; Türkiye’de ilk savaş pilotu idi. İsmet İnönü ve Mustafa Kemal önderlikleri tarafından komuta verilerek Dersimi yerle bir ettiğinde, iyi bir Türk uyruklu Ermeni ırklı katili Türk kahramanı ilan ederek ödüllendirildi. Bugünkü Sabiha Gökçe Hava Alanıdır. Bobroski Katliamı hala açığa çıkarılmadı, sanırsam Emir veren Asker katile de ödül vererek ya emekliye ayırtıldı veya iyi bir rütbe ile en iyi yere tayin edildi. Bu sırı bölgenin Asker ile T.C Başbakanı R. T. Erdoğan’a sormak lazım.

Derler ya gülme komşuna bir gün de gelir, bela olur başına. AKP’ın Bakanları iyi arpalandı, iyice de köşeyi döndüler. Bu hırsızlar yarın da ya MHP’de veyahut ta CHP’de yer alırlar. Geni bozuk soyguncu ve hırsızlar gittiği yerde de devam edeceklerine eminim.

Fetullah Gülen Amerika’da ve Amerika tarafından her şeyi finanse ediyor. Dünyanın birçok yerlerinde de sosyal konutlar yaptı ve devam ediyor. Bilmemişler gibi çakal ‘’Ortaklar’’ bu paracıkları nereden yumurtladığını bilmezler mi, hem de bal gibi bilirler. F. Gülen bir beddua edip üfleyerek AK Partiyi altüst etti. Sanki Erdoğan partisinin içinde olan biteni bilmez miydi, hem de bal gibi her şeyden haberi vardı ve haberdardı da. Siyasetçi olmak gaddar olmanın en insafsız sürecini yaşamak demektir. Zamanı gelince ayakta durması için anasını-babasını da beller, geçer. Candan en yakın siyasi kader yoldaşını bile yok etmeye çalışır. Bu siyaset karakterini alan bir tek Erdoğan değil her siyasetçi bu formülün kamuflâjında saklanır. Şayet bunu yapmazsa ayakta kalamaz. Siyaset ve siyasetçilik sahnede ömrüm geçti, birçok cendereden geçtim, hiç kimseye güvenmedim, sizlerde güvenmeyiniz. İyi bir siyasetçi dönek, kalleş ve iyi manevra yapan bir artist oyuncudur.

İyi ki ben bu siyasetçilerden değilim. Kalleş Siyaseti Benimsemiş olsaydım ruhumdaki insan Sevgisini çöpe atar ben de onlardan biri olurdum. Ayağıma dolaşanlar çok oldu ve bu kirliliğin hiç birini kabul etmedim. Bana gelen davetiyeler üzerinde başkaları gibi dört kez Türk Meclisi’nde yer almıştım. İyi ki olmadım, mutluyum ve onurumla, gururumla yaşıyorum. Bu makalemi okuyan beni hatırlasın ve Ankara’ya gelmememin ne kadar haklı olduğuma dair hak versin.

Varto ( Gımgım)’daki hırsızlık bir keçi bir koyun, T.C devlet İktidarın soygunculuğu ise; rüşvet almaya tecavüz etmek, silahları teröristlere transfer etmek, eroin satmak için çıkarları için insanları kiralamakla meşguldürler. Bu şifrenin delinmesi Bakan’dan başlar. Bu yetmemiş gibi bir de Türk Generalleri kaçak yönden insan tacirliğini yaparak fakir fukara gençlerini kandırıp Avrupa’ya taşımaktır.

Deste, deste uluslar arası paracıklar ve sandık, sandık banknotlar. Pekiyi Türk,-Halk Bankası- nda döner sermayelerde nelerin döndüğünü merak ediyor musunuz?

Sevgi ve Saygılarımla.

Kutbettin özer
Uluslararası Gazeteci ve Yazar
KutbettinO@t-online.de

------------
Kurdistana Bakur

28 Aralık 2013 Cumartesi

Yolsuzluk Operasyonları ve Kürt Sorunu…




Ahmet DERE 

2002 yılında AKP kurulduğunda Fettulah Gülen Cemaatinin aktif desteğini aldığını, siyasetle biraz da olsa alakadar olan herkes biliyor. 11 yıldır AKP ile Cemaat ortaklaşa Türkiye’yi yönetiler. Yer yer sorun yaşamış olsalar da genelde bir uzlaşı içerisinde günümüze kadar geldiler.

AKP iktidara gelir gelmez yavaş yavaş kendini kurumlaştırmaya gayret gösteri. İlk yıllarda Cemaate farkettirmeden ondan bağımsız bir güç olmaya çalıştı. Bir taraftan ABD’de yaşayan lideri Gülen’e tekmil verirken, diğer taraftan da onun gücünden faydalanarak kendi has gücünü örgütlemeye çalıştı. Bir yandan Cemaatin siyasi yaklaşımını esas alırken diğer taraftan da Türkiye toplumunun ihtiyaçlarını gözeterek pragmatist politikaları yürürlüğe koydu. Cemaatin de yaklaşımına çok ters düşmeyen bir çizgiyi gözeterek bir taraftan milliyetçilere yaklaşırken diğer taraftan da Kürt Sorunu ile ilgili adımları atmaya çalıştı.

Cemaatin de bu noktada farklı bir yaklaşımı olmamıştır. Bir taraftan AKP’ye güven veren bir yaklaşım sergilerken diğer taraftan da AKP’den gelebilecek tehlikelere karşı devlet içinde örgütlülüğünü pekiştirdi. Kendi çıkarlarına ters düşen konularda AKP’yi dizginlemeye gayret gösterdi.

AKP ile Cemaat arasındaki gizli güvensizlik durumu 2013 yılında yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başladı. AKP yeterince güçlenmiş olduğunu, Cemaate rağmen iktidarda kalabileceğini düşünerek ona ve Philadelphia’daki liderine itaat etmeyeceğinin işaretlerini vermeye başladı. Temel ideolojik konularda Cemaate tars düşmeyen AKP taktiksel noktalarda onun çıkarlarına pek uygun olmayan adımları atmaya başladı. Kürt Sorunu ile ilgili bazı adımlar, örneğin Oslo ve İmralı görüşmeleri, genel olarak ‘Demokratikleşme ve Çözüm Süreci’ işte 17 Aralık operasyonlarına kadar götüren adımların önünü açmıştır.

AKP ile Cemaat arasında yaşanan çatışmaların temel nedeninin Kürt Sorunu ile birebir alakalı olduğunu bellirtmekte yarar görüyorum. Kamuoyuna açık bir şekilde yaşanan tartışmalı çatışma süreci dershanelerle başlamış gibi görülse de esas nedenin Kürt Sorunu olmuştur.

2014 yılında yapılacak olan yerel seçimler ve 2015 yılında da Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimler AKP’nin Cemaate karşı üstünlüğünü ilan etmede önemli aşamalar olarak görülmüştür. Bu seçimlerde hem miliyetçi çevrelerden ve hemde Kürtlerden oy almak için AKP liderliği özel bir konsept oluşturmuştur. BDP yetkililerinin İmralı’ya gitmelerine izin verilmesi ve Mesut Barzani ile Şıvan’ın Amed’e çağırılması da bu konseptin birer parçasıdır. Bunlar yapılırken Cemaat tarafından bir karşı hamlenin yapılacağı AKP tarafından biliniyor olmaması mümkün değildir.

Burada esas olarak üzerinde durmak istediğim husus şudur;  17 Aralık’ta başlayan sürecin esas hedefi Kürt Sorununa çözüm bulma arayışlarını engelemeye dönüktür. Bu durum hem AKP ve hem de Cemaatin işine gelmektedir. Mevcut durumuyle her iki güç arasında bir çatışma vardır ancak Kürt Sorunu ile alakalı olarak bu süreç her ikisinin de işine geldiğini bilmemiz lazım. Zira ne AKP ne de Cemaat kanayan bu yarayı tedavi etme arzusunda değildirler. Dolayısıyla yine olması amaçlanan Kürtlerin zararıdır.

AKP yetkilileri şimdiden “Yapılan operasyonlar Oslo ve Çözüm Sürecidir” diyerek Kürtlere seçim mesajlarını vermektedirler. Yani şu demek isteniyor; eğer Kürtler bize oy vermeseler o zaman Çözüm Süreci geliştirilemez. Kürtlerin kendi partilerine değil de AKP’ye oy vermeleri Cemaatin de işine geldiğini biliyoruz. Bu noktada AKP ve Cemaat ayırımı yapılmamalıdır.

Yaşanan bu süreç karşısında Kürtlerin, özellikle de BDP’nin çok dikkatli ve politik davranması elzemdir. Ne Cemaate ne de AKP’ye karşı veya yana bir duruşun yanlış olacağını ve sonucun ağır olacağını bellirtmek istiyorum. Fakat böylesi bir süreçte hiç birşeyin yapılmaması ve ‘bekleyip görelim’ gibi yaklaşımların da yerinde olmayacağını bilmek lazım. Dolayısıyla en fazla aktif siyaset yapılması gereken bir dönemdeyiz.

2013 yılı için ‘son yılların en ‘sakin’ bir yılıni geride bıraktık’ derken çok çetin geçeceğe benzer bir 2014’e giriyoruz. Buna rağmen yine de içimden herkesin yeni yılını kutlamak geliyor.

Sersala we pîroz be.  26. 12. 2013

27 Aralık 2013 Cuma

GÜNEŞİN DOĞUŞU…



”Özgürce yaşamak tanımaz kader
Güneşin doğuşu yakın ha yakın!..”

Fezali / Haci Cirik

Sanal olan ışık söndü sönecek
Güneşin doğuşu yakın ha yakın
Yelkendi emekci onu görecek
Güneşin doğuşu yakın ha yakın

Karanlık sistemi aydınlık yıkar
Sel olur damlalar deryaya akar
Özgürlük insanlık sonuna kadar
Güneşin doğuşu yakın ha yakın

İnsanları kıran savaşın sonu
Soydular aldılar gömleği donu
Üreten işciler fark etti onu
Güneşin doğuşu yakıın ha yakın

Temeli sömürü olan sistemler
Yıkılıp bitecek hep birer birer
Özgürce yaşamak tanımaz kader
Güneşin doğuşu yakın ha yakın

Fezali hedefin hakça bir sistem
Baskıcı yönetim daha istemem
Halkların sistemi kurulsun hemen
Güneşin doğuşu yakın ha yakın

25 Aralık 2013 Çarşamba

Asıl suçlu paradır…




Dr.İsmet Turanlı

Asıl suçlu PARA (Şeytan)’dır.

Muhalefetin keyfine diyecek yok. 27 Mayıs gecesi Ulus meydanına çıkıp çiftetelli oynayan Ecevitin tavrını untanlar, bugünde ayni zilleri parmaklarına takıp oynamağa başladılar. Hukümet yanlılarınında inkar yerine zalimleri, iftiracıları Allaha havale ettiklerini söylüyorlar. Allaha havale etmek demek zanlıları uzun tutukluluğa maruz bırakıp savcıların pervasızca işkencesine terk etmiş olmaları Türkiyenin antidemokratik bir ülke olduğunun fotoğrafı olabilir.

Bütün bu yüzeysel görüntülerin gerisinde, senelerdir söylediğim, yazdığım bir gerçek vardır ki bugün bu hususu izah etmeğe çalışacağım.

Alışverişte, ticarette ZEYTİN taneleri kullanılırdı Anadoluda da ilk çağda. LİKYA’lılar ilk defa altın ve gümüş sikkeler kullanmağa başladılar. Ardından Çinliler kağıt para , İngilizler, banka çeki, USA’da dolar, ve nihayet kredi kartları kullanılmağa başladı. Son olarakta parmak izleri devreye gireceğe benziyor, yeni teknolojik imkanlardan istifade edilerek. Bana kalırsa PARA denen nesne ŞEYTAN’IN yeni formasyonudur. Şeytanın ta kendisidir. Kimki bu şeytana uyarsa hata işler.

Benim teolojik bilgilerim kıttır. Ama şu sualide sormaktan kendimi alamıyorum. Tanrı Şeytanı neden yaratmış ve sonrada Cennetten kovmuştur. İmanıma dokunuyor bu sual. Bugün Para insanların dini imanı olmuş durumda. Herşey paraya göre değerlendiriliyor. Bu tarifimede kimseler itiraz etmiyor. Bütün cinayetlerin, rüşvetlerin, korruptionların para ile ilişkisi olduğunu kabullenmeyen var mı? Bu son operasyonda asıl mevzu altın ve dolarlar değil mi?

İnsanların icat ettiği kötü bir enstrümanda SİLAH’tır. ‘’ Yurtta barış, Cihan da barış’’ demenin utopik bir söylem olduğunu unutursak silahların işlev gördüğü katliamlara tarihtede, halende hiç ara verilmemiş. Bu silah denen melun icadın gerisindede Para vardır. Geçen sene silaha yapılan yatırım 400 milyar dolardır. Silah yapımcıları dünyanın bir köşesinde barış olunca bir başka köşesinde yeni bir kışkırtma, savaş senaryoyu devreye sokuyorlar.

Ademin oğlu Kabil kardeşi Abil’i Suriyede 8 bin sene önce katlediyor. Bu katliam Suriyede devam ediyor. Kardeş kardeşi katlediyor. 100 binlercesi katledildiği gibi, milyonlarcası sürgünde, komşu ülkelere kaçmış.Uçaklar şehirleri bombalıyor fakat insan haklarına sahip çıkan ülkeler ses çıkarmıyorlar, Anlaşılan ölümler kafi gelmediği, şehirlerdeki tahribat kafi gelmedi. Sonrada imar edip rant sağlayacakları düşüncesi ile.

Tanrının şeytanı yaratmasını anlamadığım gibi, Araplara bu derece üstünlük sağlamasınıda anlamış değilim. Tevrattan, İncilden intihallerle Kuran Arapça vahiy olmuş. Hac farzı Araplar için en zenginleşme turizm öngörüsü olduğu gibi birde Petrolu, doğalgazı onların memleketlerine bağışlamış.

Nasrettin hocaya vefat etmiş olan bir babanın evlatları gelip mirasın tevziinde yardımcı olmasını rica etmişler. Oda sormuş ‘’ Allaha göre mi, Kula göre mi paylaştırayım?’’ Oğulları hiç tereddüt etmeden Allahın adaletinden şüphemiz olmaz demişler. Hocada babalarının bütün servetini bir oğlana vermiş. Kadınların hisse miktarı islamiyette belli. Oğullar bu adil olmayan paylaştırmaya itiraz etmişler. Hocada demişki: Şayet siz kul hakkını gözetmemi isteseydiniz herbirinize eşit dağıtırdım. Etrafınıza bir bakın. Allah kimine zenginlikler bağışlarken. Diğerlerinede fakirlik, yoksulluğu ön görmüş.

Operasyonlara tabi olanlar cahil, cühela insanlar değil. Onlar Şeytana uymuş, Paranın şehvetine kapılmış olabilirler. Peki komplo ise, iddiaları hakim kararı imiş gibi gösterip yaygara çıkaranlar nereye saklanacaklar, kurbağalar gibi yağmur mu yağıyor diyecekler?

Birde akıl almaz, devlet içinde devlet kurmuş, dünyanın 140 devletinde okullar açmış, konuşmasının her cümlesinde Türkiye de yeni neslin anlamayacağı arapça bir kelime bulunan bir zat USA’dan fetvalar veriyor. Demek ki Atatürk haklı imiş İslamı Türkiye de devletten uzak tutmakla. Erdoğan dini siyaset yapmayız derken, 11 sene enerjisini TÜRBAN ile harcamış, İmam hatip liselerine yeni haklar kazandırmış, okullarda Kuran kursları açmak, peygamberin hayatını öğretmeği, her köşeye yeni bir cami dikmeyi prensip edinirken Fethullahın hizmet cemaatının bütün isteklerini almalarına önayak olmuş. Şimdi klinç içinde hoca ile. Hoca buna karşı dershane kısıtlanmasını bahane ederek iktidarı sallamağa başladı. Yapılan bir hatalı davranışın kendisinede değineceğini hiç düşünmemişti.Manidar ve komik olan ikinci bir durumda hocaya zamanında lanet okuyanlar onu desteklemeğe başladılar. Cumhuriyet gazetesinin cemeat hakkındaki yayınları unuttuğumuzu kimse sanmasın.Türkiyeye zararı olsada yeterki Ak parti yaralansın, Türkiyeyi sel götürsede yeterki Erdoğanıda götürsün gayretleri içindeler. Maalesef Türkiyede akıllı adam kalmamış. Ya aleyhte, yahutta lehte yazıyorlar köşe yazarları. Hakiki aydın insan taraf tutmaz, eğriye eğri, doğruya doğru yorum yaparlar. Hiçbir liderin papağanlığını yapmaz, kendi, şahsi fikirlerini beyan ederler. İktidar icraatlarını övebilir, muhalefetinde vazifesi Türkiyenin karne kırıklarını çözüm önerileri ile dile getirirler. Gündemi tayin eden Erdoğanın sözlerine karşı laf ebeliği yapmaları halkın sağduyusunu etkilemiyor.

Türk tarihindede Dantonlar, Robespierreler olmadı değil.

Karl Marx Komunizmle parayı ortadan kaldırmak istedi, Hazreti Muhammed Fitre ve Zekat ile parada adalet sağlamak istedi isede Şeytanı(Parayı) yok etmek kimseye, dogmatik inançlara başarı bahşetmedi.

Bir zamanlar insanlar çok dejenere olmuştu. Nuh nebinin tufanından sonra temizlik olur diye düşünülmüş. Fakat Nuh’un gemisine binen merkebin kuyruğuna asılarak binen Şeytandan insanlar kurtulamamış. Şimdide PARA formunda insanların ahlakını bozmakta devam ediyor. Asıl problem işte bu musibetten insanları kurtarmak. Yoksa Erdoğandan kurtulmak, Mübarekten, Gaddafiden kurtulmak gibi bir senaryo ortaya çıkar. Dünyada ki liderler Şeytanın ve silah tüccarlarının birer figuranlarıdır.. Asıl suçlu, hakiki sosyal VİRUS PARADIR. Globalleşme, AVM lerin yaygınlaşması,  konsum fetişizmi ,ahlaki çöküntüyü önleyemez. Ne kapitalizmden, nede komunizmden insanlar hayır gördü. Yeni fikirlere, sistemlere ihtiyaç olduğu aşikar. USA’da başlamış olan ekonomik krizin ahlaki bir kriz olduğundan ekonomistler hemfikir. Hortumlayanların doymayan açlıklarının sebebi Paradır. Düşünürlerin bu hastalığa çare bulamamaları  halinde insan sevgisi melekemiz dahada atrofiye uğrayacaktır. Rousseau insanların, çocukların innocent (suçsuz,bigünah) olduğunu söyler. 3 yaşından sonra mahalle baskısı, aile baskısı, milliyetçi baskılar insanları dejenere etmeğe devam edecektir. İnsanlığı ya yeni bir tufan yahutta diğer seyyarelere göç kurtaracaktır. Görüyorsunuz ki benim aklımda aciz kalıyor selahatı bulmaya, ama hiç olmassa melanetin müsebbibini teşhis ve itiraf ediyorum.

Köln, 21.12.13

23 Aralık 2013 Pazartesi

“Her ölümlü cezaevini tadacaktır!” Denmiş üst perdeden...



Sait Çetinoğlu

Yaşadığı coğrafyanın kültürüne, diline, tarihine coğrafyasına ve özgürlük mücadelesine Hodri Meydan Kulesi gibi dik durarak önemli katkılarda bulunan düşün insanı, yazar ve aktivist Sevan Nişanyan, devletin tepesindekilerin “birinci dereceden yakınlarının” baş aktör olduğu yolsuzluk skandallarının hengâmesi arasında sessiz sedasız demir parmaklıklar arkasına yollanıyor.

Sevan Nişanyan vakasına birkaç açıdan bakmak mümkün.

1.       İlk olarak DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ açısından bakmak gerekiyor. Özgür sesin düşüncelerinden dolayı cezalandırılması risklidir. Bir suç uydurup cezalandırmak en iyisidir. Vaka, bir düşün insanının ceza hukuku alet edilerek susturulması ve itibarsızlaştırılmaya çalışılmasıdır. Mesele MÜHÜR, mesele KAÇAK İNŞAAT meselesi değildir. Son günlerde artan oranda yazarlar, gazeteler, dergiler ve yayınevleri bu yöntemle cezalandırılmaktadır. Yüklü tazminat davaları da aynı eğilimin göstergesidirler. Sevan Nişanyan olayı, hukukun siyasi amaca alet edilmesinin aşikâr bir örneğidir.

2.       Vakaya Ermeni mallarının yağması açısından bakalım. İttihatçı çetenin Ermenilerin mallarına sistemli olarak el koyma harekâtının son noktalarından biri, Anayasa Mahkemesinin 1963 yılında Ermenilerin mülkünü devletin malı sayan kararıdır. Bu zihniyet yüzünden Sevan’ın mülküne Emval-i Metruke muamelesi yapıldı, Sevan’ın kendi mülkü üzerine yaptığı güzelliklere düşman olundu, Sevan’ı korkutup yıldırarak bunlar ele geçirilmeye çalışıldı. Sevan bu mülkleri Nesin Vakfına bağışladığında ancak kısa bir süre için kendini tartışmanın dışına çekebildi. Bağışlarken “Mademki Ermeni’yim istenmeden vermeliyim!” sözleriyle muktedirleri dalgaya alması, anıt mezarın açılışında ortaparmağıyla dik durması unutulmayarak, ortam kotarıldığında artık kendi mülkü olmayan tek göz oda köy evi nedeniyle 4 yıl hapis cezası onandı.

3.       Vakaya yolsuzluk açısında bakalım. Yolsuzluk suçlarının cezası son 4. Yargı paketi ile neredeyse kabahat düzeyine indirilmiş, dünyanın gözü önünde imparatorluğun başkenti İstanbul rant çevrelerine peşkeş çekilmiş, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ortaklığıyla betona boğulmuş, ve bunu yapan insanlara dokunulmamıştır. Öte yanda Şirince’de, çok kısıtlı imkânlarla ve alın teriyle yaratılmış bir dünya cenneti söz konusudur. Hangi köyde tek göz oda köy evi yüzünden insanlara dört yıl hapis cezası verildiği görülmüştür?

4.       Vakaya Ermenilik açısından bakalım: Bir Ermeni’nin dik durmasına tahammül edilmemiştir. Devletin muktedirlerinin gözünde, Sevan İslami mitolojiye aykırı söz etti diye bakkala ekmek almaya gitmekten utanan Ermeniler makbuldür.  Gazetelerde her gün Hıristiyanlık aleyhine sütunlar doldurulurken, Malatya’da “misyonerlik” faaliyeti yapıyorlar diyerek gerçekleştirilen katliamın üzerine gidilmez iken, İslam mitolojisine söylediği iki satırlık söz üzerine Ermeni olduğundan Sevan Nişanyan’a 13,5 ay hapis cezası kesilmiştir.
5.       Vakaya Soykırımın 100. yılını idrak ettiğimiz 2015 perspektifinden bakalım: Sevan Nişanyan bu coğrafyada sözünü esirgemeyen çok az sayıdaki Ermeni kardeşimizden biridir. Devletin her koldan 2015’e hazırlandığı günümüzde, en önemli ve en etkin kişilerden birinin susturulması gerekiyordu. Bu yöntemle mensubu olduğu halkına gözdağı verildiği gibi, Soykırımın yüzüncü yılında Ermeni halkının adalet arayışında yanında duranlara da bir gözdağı verilmiştir.

İçinde yaşadığımız coğrafyadan geçen yüzyılda bir buçuk milyon Ermeninin kökü kazındı. Hala katilinin rütbesini söylemekten aciz olduğumuz, kardeşimiz Hrant’ın katli nasıl 1.500.000+1 ise, er Sevag Balıkçı’nın askerlik görevini yaptığı kışlada bir 24 Nisan günü “şaka ile” öldürülmesi nasıl 1.500.000+2 ise, Sevan Nişanyan’ın uyduruk bir gerekçeyle dört yıla mahkûm edilmesi 1.500.000+3’tür. İlk ikisindeki adalet arayışındaki gibi sınıfta kalmadan üçüncüsüne dikkat etmemiz, bu adaletsizliğe karşı – Hrant’ın cenazesinin arkasındaki kalabalığın arasında kaybolarak vicdanımızı temizlediğimizi sanmadan – sesimizi yükseltmemiz gerekir.

Mesele 1.500.000+3’tür. Mesele MÜHÜR, mesele KAÇAK İNŞAAT meselesi değildir. Suskun kalmamak, dik durmak ve Soykırımın 100. Yılında adalet arayan Ermeni halkının yanında durmak gerekir ki, 1.500.000+3’e artık yeni ilaveler olmasın!
Hukukun zulme alet edilmesine hayır! diyoruz. Adaletsizliğin baş müsebbibine, Sevan’ın sözü ile Her başbakan istifayı tadacaktır! diyerek cevap veriyoruz.

“Her ölümlü cezaevini tadacaktır!” demiş muktedirler. Hukuku ve insanlığı hiçe sayan bu çirkin istihzaya “ARTIK YETER” diyoruz.