31 Ağustos 2013 Cumartesi

Suriye’yi neden çökertmek istiyorlar?





Fikret Başkaya

“ Gaz kullanımıyla ilgili tereddütleri anlamakta güçlük çekiyorum. Oysa biz Barış Konferansında gazı sürekli bir savaş yöntemi olarak kesin karara bağladık. Şahsen uygar olmayan halklara karşı zehirli gaz kullanılmasına açıkça taraftarım.”
                                                                                       Winston Churchill, War Office Minute, 12 Mayıs 1919

Burjuva uygarlığı yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinde yol alıyor. Bu alandaki aşırılığın ve hoyratlığın ortalama insanı isyan ettirmemesi mümkün değil. Görünen o ki, isyan edenler çoğunluk değil... Aslınla insanlığın nasıl da sefil, rezil ve kepaze duruma düşürüldüğünü görmek için derin “bilimsel açılımlar”, rafine sosyo-psikolojik tahliller, gerekmiyor. “Yüzünü Suriye’ye çevir anlarsın” denecektir. Elbette yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart burjuva uygarlığının bir keşfi değildi. İnsan toplumunun sınıflara ayrıldığı günden beri varolan bir şey... Zira egemenlik [iktidar] gizlemekle mümkün ve gizlemek aldatmak için gerekli. Bu yüzden gizlemesini bilmeyen yönetmesini de bilemez denmiştir. Kimbilir, belki bilinen tarihin hiç bir döneminde böylesi bir kepazelik yaşanmamıştır... İletişim alanındaki devasa gelişme, yalan cephesinine büyük imkânlar sunuyor. Artık yalanı büyütmek ve yaymak çok kolay...  

Suriye halkı Tam 28 aydır NATO’cu emperyalist cephenin, Siyonist İsrail ve Türkiye başta olmak üzere bölgedeki gerici/Amerikancı, pro-emperyalist, pro-Siyonist devletlerin saldırısına karşı kahramanca direniyor. Otuz düvelle birden savaşıyor. Sadece otuz düvelle de savaşmıyor, bir de devasa bir küresel medya ordusuyla savaşıyor. Gerçek durum bu ama insanlara başka hikaye anlatılıyor, başka fotoğraf gösteriliyor. Vicdan sahibi –eğer hâlâ vicdan diye bir şey kalmışsa- bir insanın bu utanmaz duruma itiraz etmesi gerekmiyor mu? Peki neden itiraz etmiyor/ edemiyor veya itirazın neden reel bir karşılığı yok? Bunun iki nedeni var: Birincisi yeteri kadar durumun bilincine varamamak ve ikincisi de örgütsüzlük. Örgüt yoksa bilinç pek işe yaramıyor...

Suriye’ye saldırının gerekçesi, “halkı diktatörden kurtarmak, oraya demokrasi götürmek”... Eğer “uygar dünya” veya emperyalist kamp, böylesi yüksek insânî kaygılar taşıyor olsaydı, geride kalan yaklaşık 60 yılda sayısız darbeler peydahlamazlar onca kanlı diktatörü sonuna kadar desteklemezlerdi. Dünyanın bu tarafında diktatörlükler her zaman emperyalist Batı’nın en çok tercih ettiği rejimler oldu. Zira, emperyalizmin varlığı demokrasinin engellenmesine bağlıdır. Demokrasi sosyal eşitliği varsaydığı için... Gerçek durum böyledir ama söylem farklıdır. Tabii diktatör emperyalist çıkarlara hizmet etmek kaydıyla... Eğer artık emperyalist çıkarlarına hizmet etmiyorsa, kontrolden çıkmışsa veya çıkma potansiyeli seziliyorsa, anında kanlı diktatör, zalim, halk düşmanı, dünya barışı için tehlikeli, çıban başı, vb. ilan edilir ve artık katli vaciptir. Hemen bir şeytanlaştırma kampanyası başlatılır. Medya devreye sokulur... Panama’da Noriega’nın başına gelen, söylemek istediğime tipik bir örnektir... Kendi çıkarlarına hizmet ettikleri sürece diktatörlere diktatör demezler. Birbirlerini karşılıklı hediyelere boğarlar, barış ödülleri alıp-verirler... Diktatörün “bölge ve dünya barışına değerli katkılarından, “tarihi dostluktan” söz edilir. Demokratik, kendi halklarının çıkarlarına sahip çıkan, kendi ayakları ütünde durabilen, kolonyalist/emperyalist sömürü, yağma ve talana izin vermeyen, beşeri ve doğal kaynaklarını kendi halkının yararı ve refahı için kullanan rejimlerin varlığı, emperyalistlerin korkulu rüyasıdır. Kendisiyle ilgili kararları kendi veren, ulusal bilince sahip bir halk emperyalist sömürüye izin verir mi, itilip-kakılmaya razı olur mu? Netice itibariyle emperyalistlerin ağzına insan hakları, barış, demokrasi gibi kavramlar yakışmaz. 

Şimdilerde Suriye’de İngiliz asıllı Siyonist tarihçi, “Modern Türkiye’nin Doğuşu” adlı kitabın da yazarı Bernard Lewis’in peydahladığı kurucu kaos stratejisi uygulanıyor. Lewis’in tezinin özeti şu: Müslüman Orta Doğu rejimlerini-halklarını öyle bir çökerteceksin, un-ufak edeceksin, toplumsal dokusunu harab edeceksin, Taş Devrine’ geri götüreceksin ki, bir daha on yılllarca başlarını kaldıramasınlar. Etnik, din, mezhep kavgaları içinde boğulsunlar, sürekli birbirleriyle boğazlaşsınlar, savaşsınlar, birbirlerini yesinler. Kaos ve yıkım ortamana itilmiş bir Orta-Doğu, Siyonist İsrail’in ve emperyalist Batı’nın orada istediği gibi at oynatmasını mümkün hale getirir. Böylece, kapitalist dünya için vazgeçilmez olan Petrol ve doğal gaz başta olma üzere, bölge zenginliğinin yağmalanması güvence altına alınır. Başka ülkere [Rusya, Çin, vb.] saldırı için bölgenin stratejik bir militer üs haline getirilmesi sağlanır...

İşte Suriye bu stratejiye taş koyduğu için, emperyalist hesaplara ve planlara karşı direndiği için  cezalandırılmak, çökertilmek isteniyor. Eğer Suriye çökertilirse, zincirin diğer halkaları olan İran, Lübnan, Irak ve Filistin direnişini kırmak kolaylaşacak. [Zaten ‘Müslamün Kardeş’ Hamas örgütü, Katar tarafından satın alınmış durumda...] Böylece İsrail’in yayılmasınının önündeki engel bertaraf edilmiş, İsrail’in varlığı ve güvenliği garantiye alınmış olacak. Kapitalizmin kanı olan petrol ve doğal gaza el koymak daha da kolaylaşacak. Dikkat edilirse, Türkiye’den Joponya’ya kadar uzanan bölgede Amerikan üssü bulunmayan, topu topu üç ülke var: Suriye, İran, Lübnan. Dolayısıyla, Suriye, İran, Lübnan ve Irak zincirin eksik halkalarını oluşturuyorlar. Eğer önce Suriye, ardından İran ve Lübnan Hizbullahı etikisizleştirilirse, başta ABD olmak üzere emperyalist kampın Rusya’yı ve Çin’i kuşatması tamam olacak... Zira kapitalizimin krizi derinleşiyor, Batı emperyalizmi inişe geçerken, Rusya, Çin ve diğerleri yükseliyor. İşte Suriye’ye ABD, AB, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, vb. tarafından kurulan komplonun ve suikastın asıl nedeni bu... Yüksek insânî kaygılar ve değerlerle uzaktan yakından bir ilgisi yok, olması da mümkün değildir...  

Gazın kokusu neden şimdi çıktı?
Suriye’de olup-bitenler bildik, tipik bir ‘iç savaş’ değil. Omurgası emperyalist destekli ve ekseri dışardan  [29 ülkeden] sokulan yabancı paralı askerlerle ulusal ğüçlerin savaşı. Dolayısıyla ona iç savaş deyip geçmek, sorunun esasını anlamamaktır. ABD ve bir bütün olarak NATO’cu Cephe, Afganistan, Irak ve Libya’dan farklı olarak, ülkeyi çökertmek için bir hava bombardımanın ardından kara ordusuyla işgal yöntemi olan şok stratejisi yerine, ülkeyi azar, azar içerden çökertecek bir kaos stratejisi uygulamayı tercih etti. Neden böyle strateji değişikliğine gidildiğine burada girmiyorum. Bu amaçla “direnişçi” denilen paralı askerler, ülkeye sokuldu, maaşa bağlandı, silahlandırıldı, akıl almaz bir medya desteği sağlandı. Bu amaçla İngiliz istihbarat örgütleri tarafından Londra’da Suriye İnsan Hakları Gözlemevi adı altında bir kurum bile oluşturuldu. Bu sözde örgüt ölü, yaralı ve mültecilerle ilgili yalan rakam üretmeye memur edildi. Dolayısıyla ölü ve yaralılarla ilgili rakamlar güvenilir değildir... Böylece çöküş zamana yayılacaktı. Bunun daha ucuz, daha az sorunlu bir yöntem olduğunu düşünüldü. Lâkin hesaba katılmayan bir şey vardı. Birincisi, Suriye öyle kolay yutulur bir lokma değil. Güçlü bir ordusu, rejime önemli bir halk desteği ve sağlam müttefikleri var. Yarım yüzyıldan fazla bir zamandan beri Siyonist İsrail’le her an savaşa hazır durumda bulunuyor. Böyle bir tablo söz konusuyken, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Katar, yakın zamana kadar da Mısır tafafından desteklenen paralı askerler, fanatik dinciler, El-Kaideciler, El- Nusracılar, Selefi ve Tekfirist unsurların bu savaşı kazanması mümkün değildi. Bunun farkında olanların başında TC’nin AKP hükümeti geliyordu ve baştan itibaren NATO’nun bir an önce saldırması için çırpındı durdu. Ve çırpınmaya devam ediyor...

Bu dünya’da paralı askerlerin savaş kazandığı görülmemiştir. Zira vatanı savunanla para için öldüren aynı düzlemde değildir. Kaldı ki, savaşın kazanılması da isteniyor değil. Amaç kaos stratejisini sonuna kadar sürdürmek, çöküşü zamana yaymak. Orada Suriye Devleti dışında kimse savaşın bitmesini istemiyor. Fakat savaşın bitmesi ihtimali belirdi. Zira hükümet güçleri Haziran’dan beri ülkeyi saldıganlardan temizlemeyi sürdürüyor. Her geçen gün Suriye Arap Ordusu pozisyonunu sağlamlaştırıyor. Bu durum NATO’cu kampı kaygılandırdı. İşte Sarin gazının kokusu da tam o zaman çıktı. Barış Ödülü sahibi başkan Barack Obama nasılsa geçen yaz sarfettiği bir cümleyi aniden hatırladı: “Kimyasal silah kullanımı ve taşınması bizim kırmızı çizgimizdir..” Böyle bir kırmızı çizgi olduktan sonra saldırmaya ne var. En fazla kullanmasan da taşıdın dersin ve aksini kimse iddia edemez... Taşıyıcı bulmaktan kolay ne var! Al sana saldırmak için muazzam bir insânî gerekçe... Eğer bu dünyada yalan bunca geçer akçe olmasaydı, bu kadar kolay ideolojik manipülasyon yapılabilir miydi? Daha “Şam’ın doğsunda Sarin gazı kullanıldı” haberi yayılır yayılmaz ortalık hareketlendi. Ve bunun failinin Esad olduğu söylendi. O Beşşar Esad ki, gelip inceleme yapsınlar diye Birleşmiş Milletler silah denetcilerini ülkeye davet etmişti ve sarin gazı atıldığı söylenen yere bir kaç kilometre mesafede bulunuyorlardı. Yoksa Suriye Devlet Başkanı bu gazı: Birleşmiş Milletler uzmanlarının işini kolaylaştırmak çin mi atmıştı? “Yorulmayın, işte aradığınız gaz burada” demek mi istemişti... Gazın kokusu çıktı çünkü, paralı askerler güruhu hızla zemin kaybediyordu, ABD ve bir bütün olarak emperyalist kamp, dinci fanatikler dışında savaşacak [ katliam yapacak] paralı asker bulmakta zorlanıyordu. Sözde Özgür Suriye Ordusu [¨ÖSO] denilen ama asıl fanatik dincilerden oluşan unsurların gerisindeki bölgesel ittifak, Mısırdaki halk hareketi ve ordunun darbesinin ardından çatırdamıştı... Aynı şekilde Gezi Parkı Direnişiyle AKP de şahin tavrı bırakmak zorunda kalmış, içerde polis devletini takviye etmek için dışarıya demokrasi ihraç etme işini yavaşlatmıştı. Mısırda ortaya çıkan yeni durumdan sonra en şahinlerden olan Katar’ın da morali bozulmuştu. İşte o zaman sarin gazının kokusu çıkabilirdi ve çıktı...

Tabi bu vesileyle siyasetçiler dünyasının ve medyanın sefaleti de bir kere daha ortaya serildi. Burjuva politikacılarının ne kadar da kirlenmiş olduğu, medyanın nasıl iflah olmaz, utanmaz bir yalan makinasına dönüştüğü tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Artık öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, söylendiği ve duyulduğu anda yalan gerçek oluyor. Onca gazete, onca tevevizyondan bir tanesi bile olup bitenle ilgili bir sonuca varmak için Birleşmiş Milletler denetçilerinin raporunun sonucunu beklemedi. Anında Esad rejimini suçladı. Zira Sarin gazı bahane, doğal gaz ve petrol şahaneydi... Velhasıl asıl amaç başkaydı... Oysa daha önce defalarca yalan uydurup-yaymışlardı... Ve o yalanlar asla ‘masum yalanlar’ değildi. Yalanların sonucu yüzbinlerce ölü  ve yaralıydı... Kimbilir herhalde insanlar yalana doymuyor. Oysa şüphe etmek için sayısız neden vardı. Nitekim Thierry Meysan’ın yazdığına göre, Sarin gazına maruz kaldığı söylenen çocukların yan yana dizilmiş görüntüleri daha gaz atılmadan bir kaç saat önce sosyal medya’da, Youtube” da vb. yayınlanmıştı bile...  Önce suçlayıp sonra delil peydahlamak emperyalizmin vazgeçilmez kuralıdır.

Kitle imha silahı kullanıldığı gerekçesiyle yapılması düşünülen “sınırlı müdahale” asla savaşı bitirmek için yapılmayacak. Eğer öyle olsaydı bir an önce II. Cenevre Konferansı’nı toplamak üzere harekete geçilir, taraflar masaya oturtulurdu. Tam tersine amaç savaşı ve tabii kaos tablosunu devam ettirmek, Suriye’yi daha da zayıflatmak, içten içe çökmesini sağlamak. Bunun da yolu Hükümet cephesini biraz zayıflatmaktan, saldırı cephesini de biraz güçlendirmekten geçiyor. Yapılmak istenenin özeti böyle. Tabii hepsi bu kadar değil, bu vesileyle yeni silahların denenmesi için bir imkân da doğmuş oluyor... Tabii silah satışlarının artması da cabası... Ekonomik durgunluk ortamında silah sektörü birazcık da olsa canlandırılırsa ne âlâ...

Şımarık, küstah emperyalistler, vasalleri ve uşakları savaşı çocuk oyuncağı sanıyorlar. Savaş çocuk oyuncağı değildir. Sınırlı bir saldırıya karşı bile Arap halklarının ve bir bütün olarak bölge halklarının nasıl tepki vereceğini kim tahmin edebilir? Bölge halklarının emperyalist saldırıya ‘hoş geldin, safalar getirdin’ diyeceğine dair bir garanti var mı? Son bir şey: Yangını başlatanlar onu her zaman söndüremeyebiliyor. Ruhları çağıranların her zaman geri gönderemedikleri gibi... Emperyalist saldırının çıkardığı yangının önce bölgeye, sonra da tüm dünyaya sirayet etmesi riski neden akıllara gelmiyor? Haysiyet sahibi insanların yapabileceği yegane şey, ‘uygarlık timsali” olarak bilinen emperayalist haydutların karşısına dikilmektir... Ellerimiz daha ne zamana kadar armut toplamaya devam edecek?



27 Ağustos 2013 Salı

Suriye, çökmez!



Demir Bilgin

Emperyalist ülkelerin dillendirdiği, Suriye’yi hava yoluyla vurma, ikaz etme ya da göz dağı verme seneryoları boştur. Suriye halkı, emperyalizmi yenecek güçtedir. Bağımsızlık ve yurtseverlik ülküsüyle dokunan ve yükselen Suriyeliler, her türlü muamareyi ( oyunu ) yenecek güçtedir!

Emperyalizm, iki buçuk yıldır, Suriy’ye karşı çok vahşice saldırıyor. Suriye Arab Cumhuriyeti’ni çökertmek için, dünyanın tüm vahşi ve kiralık katillerini Suriye’ye gönderdi. Kelle kesen, insan kalplerini çiğ çiğ yiyen, çoluk çocuk demeden, ”Amerikan Allahı” adına katleden bu vahşiler, Suriye’de bir adım ileri gitmedi. 83 ülkeden Suriye’ye gönderilen bu kiralık barbarlar; örgütlü ve ülkelerine sadık aydın Suriyeliler tarafından ber-taraf edildi. Suriye halkı, emperyalizmin kiralık katillerini yok etti. Zaferden zafere koşan Suriye, havadan bombalamakla çökmez. Yurtseverlik ve bağımsızlık  duygusuyla harmanlaşan, Suriye çökmez. Çökemez!

Suriye çökmez, çökemez.

Doğru, Suriye, emperyalizmin silahlarıyla darmadağan edilebilir. Suriye halkı, topyekûn, emperyalizmin güçlü silahlarıyla kanla bulanabilir. Ama Suriye çökmez, çökemez!

Açıktır, barbar emperyalist sistem, Suriye Arab Cumhuriyeti’ni düşürmek için,  her türlü yolu deneyebilir, deneyecektir. Ama, “kimyasal silah” kullanıldı palavrası artık tutmaz, tutamaz.

Biliniyor; emperyalist sistem, kendi  halklarını kandırmak için ileri sürdüğü  bu “kimyasal silah” palavrası, kendileri gibi palavradır. Bunu zaten biliyorlar. Bu palavradan kalkarak, emperyalist sistem, Suriye’yi bombalarla darmadağan edilebilir. Ama Suriye, yine çökmez, çökemeyecektir.

Barbarlık sistemi emperyalizm, Suriye’yi de  işgal edebilir. Bu da doğrudur, ama silahlarıyla, atom bombalarıyla güçlü olan emperyalizm, Suriye’yi ancak ve ancak Suriyelilerin kanlarıyla sulanmış bir ülkeyi işgal edebilirler. Bu da çökmek değildir. Bu, Suriyeli insan olarak, bağımsızlık ve yurtseverlik sevgisiyle ölümsüzleşmek demektir. Bu anlamda, Suriye, çökmez, çökemeyecektir.

Suriye, budur.

Suriye, bu anlamda, Orta-doğuda, emperyalizmin hak ve hukuk tanımıyan insanlık düşmanı sisteme karşı bir direniş ve yükseliş merkezidir.

Kimse hayellere kapılmasın; Ortadoğu’da,  emperyalizme yardakçılık yapan ülkelere bakarak, Suriye çökecek, çökerteceğiz gibi palavralara kimse kanmasın. Suriye, çökmez ve emperyalizmi yenecek güçtedir.

Bu notu, “teselli” olsun diye yazmıyorum. Suriye halkını tanıyor ve çok moralliyiz.

Moralımız,  doğruda durmaktır.

Moralımız, doğru ve yanlışı ayırt edebilmektir.

Moralimiz, Suriye Arab Cumhuriyeti’ni koruyacak durumdadır.

Bu bağlamda, kimse şüpheye kapılmasın. Suriye, çökmez, çökemeyecektir.

Bağımsızlık ve yurtseverlik değerleri ile büyüyen Suriye, çökmez, çökemeyecektir!


14 Ağustos 2013 Çarşamba

Müdahale doğrudur!



Demir Bilgin

Mısır güvenlik güçleri,  bu sabah (14 Ağustos 2013)  şeriat yanlısı Müslüman Kardeşler’e yönelik yapmış olduğu müdahele yerinde ve doğrudur. Mursi taraftarları, 2. Mısır devrimini engellemek için tam 1 aydır Al-Adaviyye Meydanı ile Al-Nahda Meydan’ını ”cihat kampları” haline çevirmişlerdi.  ” Şeriat illa şeriat” şiarı altında 35 ile 40 milyon Mısırlıya meydan okuyorlardı. Tüm çağrılara, ”le le,  illa şeria!..”  (Hayır, hayır illa şeria ) diyerek 2. Mısır devrimini ve yeni oluşacak siyasal yapılanmayı, ”cihad” adı altında ”canları” ve ” kanları” ile engelleyeceklerini sürekli tekrarlıyorlardı. Milyonların 2. Mısır devrimine meydan okuyan, Mursi taraftarı şeriat yanlısı ”cihad” kampları, bu sabah,  temizlendi. Yerinde bir eylem ve doğru bir müdahaledir. Destekliyorum.

Dünyada yapılan tüm devrimlerde insanlar ölüyor,  ölmüştür. Devrimin doğru olup olmadığını ölen insan sayısına bakılarak saptanamaz. Devrimin doğru olup olmadığı akan kanlara bakılarak açıklanamaz. Keşke hiç bir insan kayıbı olmadan devrimler olsa! Ama olmuyor. Kansız devrim olmuyor, bu bir.

İkincisi, Müslüman Kardeşler hareketi ölüme inanmayan, ”cihad” uğruna düşen insanların bir ”islami şehid”olduklarını ve direkt ”cennete” gidecekleri inancı ile ”şeriat” yanlısı bir sistemi savunuyorlar. Ceplerinde, bazı müftülerin icat ettiği,  ”cennet pasaportları” vardır.

Üç: 30 Haziran 2013 ,  2. Mısır devrimi, Mohammed Mursi’nin yerleştirmeye çalıştığı şeriata karşı gençlerin başrol oynadığı ”temerrüd hareketi” /  ’isyan harekti’ nin bir eseridir. Müslüman Kardeşler ve Mursi’nin yerleştirmeye çalıştığı,  ilkel şeriat sistemine karşı olduğu için de ilericidir.

Dört: Mısır’da bu sabah, güvenlik güçlerinin haklı ve yerinde müdahalesini eleştirenler ya da karşı çıkanlar, siyasal tarihten ve bilimden hiç bir şey anlamayan ahmaklardır. Şu an ki dönem, ahmaklarla tartışma dönemi değildir ve bunları ciddiye almıyorum!

Beş: 30 Haziran 2013 gençlerin devrimini siyasal ve toplumsal yaşama geçirmek için, güvenlik güçlerinin, bu sabahki,  haklı müdahalesine karşı çıkanlar, Recep Tayyip gibi ya da gizliden Recep Tayyib’i destekleyenlerdir! Bunlar zaten kaybeden insanlardır!.. Bunlar, Suriye’de El-Nüsra isimli vahşi cepheyi destekleyenlerdir. Bunlar,  benim mühatabım değildir! Sözüm bunlara değildir. ..

Özetçe; devrimci olmak, yapılan niteliksel sıçramaların taşıdığı siyasi ihtiyaya ”devrimci perpektifle” bakmakla belirleniyor. Ne islami faşizmi ne de başka  tür altındaki faşizmi,  kan ya da şiddet tek başına belirlemiyor. Kan dökülmeden de faşizmin kurulacağını, artık, öğrenmek gerekiyor. Bunun tersi de doğrudur: Kan dökülen ülkelerde de hem devrim yapılır, hem de yapılan devrimler de savunulur.

Evet…Mısır halkı milyonlar ile, 30  Haziran 2013’te gereken mesajı vermiştir.

Mısır halkı, kendi devrimine kanlar dökülse de,  sahip çıkacaktır.

Mısır halkı, 2. devrimlerini, topyekün bir şekilde korumaya azimlidir.

Bu sabah yapılan haklı müdahale bunun bir örneğidir.


Bu siyasi perspektifte, Mısır’da yapılan ”müdahale” doğrudur ve destekliyorum.

8 Ağustos 2013 Perşembe

KÜRT KERBELASI...


Mahmut Alınak
alinakmahmut@hotmail.com
         Barbarlığın bu derece yere göğe sığmaz hale geldiğini bilmiyordum, seyredince donup kaldım. O vahşeti görmediyseniz, Google'da ANHA Haberi tıklayın. Gördükleriniz karşısında küçük dilinizi yutacaksınız. Din maskesi arkasına saklanan El Nusracı yamyamlar, Rojava Kürdistan'da üstüne benzin döktükleri Kürt gençlerini "Allahûekber," naraları arasında ateşe atıp cayır cayır yakıyorlar. Boyunlarına ip geçirerek bir duvarın üzerine dizdikleri küçücük çocukları aşağı itip boşlukta sallandırarak boğuyorlar. Çocuklar çırpına çırpına can verirken o vampirler, "Allah Allah" naraları ile onların can çekişini seyrediyorlar.
            Erkeklik organlarını kestikleri erkekleri boğazlarına sopalar sokarak kan deryaları içinde bağırta bağırta öldürüyorlar. Kelimelerin anlatmakta kifayetsiz kaldığı o canlı görüntüleri dişleriniz kenetlenerek, gözyaşları ile sarsılarak seyrederken o kan gölünün sizi içine çekip boğduğunu hissederseniz. Vahşi baskınlardan kaçan köylüleri arazide silahla tarayıp katlediyorlar. Öldürülenlerin çoğu kadın ve çocuk; koca düzlük bir ceset tarlasına dönüşüyor, yakınları cesetlerin başında feryat feryada  dövünüyor, saçlarını yoluyor.
            Bu canavarlığı hiçbir hayvan yapmaz, yapamaz. Çünkü böyle bir potansiyelleri yok. Ancak vampirleşmiş insanlar gerçekleştirebilir bu vahşeti. Timsahlar şerefli kalır bu insanlık düşmanı yaratıkların yanında. Tayyip Erdoğan'ın hışmından korkan Türk medyası bu görüntüleri vermiyor, veremiyor. Bazı medya mensupları da şoven duygulara esir düştükleri için ilgisiz kalıyorlar. Enternasyonal Türk çevreler de ne yazık ki seslerini duyuramıyorlar.  
            Dünya kör ve sağır bu Kürt Kerbelası'na. Orada katledilenler AKP'ye yakın insanlar olsaydı -boş bardağı dolu göstermede epey maharetli olan- Tayyip Erdoğan acaba yine böyle mezar taşı gibi sessiz mi kalacaktı? Onlar Kürt değil de İngiliz, Fransız, Alman, Rus ya da Türk olsalardı acaba dünya şimdiki gibi umursamaz mı davranacaktı? Yeryüzünde böyle talihsiz kaç halk var, bileniniz var mı?
            Gün gibi açıktır ki, El Nusra adlı bu insanlık düşmanı tetikçiler, AKP'nin de içinde olduğu uluslar arası gericilik tarafından destekleniyor, besleniyor ve insanların üzerine salınıyor. İçinde Kürt ve Türk Hizbullahçıları, Afgan, Arap ve Çeçen gibi her halktan ruh hastası maşalar var.
            AKP'nin biricik müttefiki Mesut Barzani'nin katliama uğrayan bu insanlara sınırı kapatıp ambargo uygulaması apaçık cinayet yandaşlığıdır. Milliyetçiliğin -Kürt milliyetçiliği de öyle- egemenlerin ideolojisi olduğu Barzani'nin bu korkunç tavrı ile bir kez daha gün ışığına çıkıyor.
            Polisin gaz bombaları ile saldırdığı sokak protestoları AKP'nin faşist politikalarını geriletmeye yetmiyor.
            Yeni bir yol ve yeni yöntemler bulunmalı. AKP'nin soluğunu kesecek ve onu geriletecek yeni sivil projelere ihtiyaç var. Bu projeler AKP'nin canına okumak için hevesle bizi bekliyor.


Fikret Başkaya ile söyleşi...



Sürdürülemezlik, savaşlar devrimler ve direnişlere dair...

M. Emrah Kuyucaklı*

Emrah Kuyucaklı: Son dönemde sürdürülemezlik kavramını çok kullanıyorsunuz. Sürdürülemezlik ne anlama geliyor?
Fikret Başkaya: Sürdürülemezlik artık mevcut rotada ilerleminin sorunlu olduğu anlamına geliyor. Sanayi devrimi sonrası dönemde geçerli olan paradigmanın bir duvara dayandığı, sürecin bu minval üzere devam etmesinin artık zorlaştığı anlamına geliyor. Zira sistem çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor. İnsani, toplumsal ve ekolojik sorunları azdırmadan yol alamıyor. Artık ortalama insan çocuğunun kendinden daha iyi yaşayacağı inancına ve beklentisine sahip değil. Bu da işte “büyüme”, “ilerleme”, “kalkınma” denilene inancın sarsılması demek.

EK: Bu Avusturya asıllı Amerikalı iktisatçı Joseph Schumpeter’in “Yaratıcı yıkıcılık” veya “yıkıcı üretim” dediğinin artık işlemediği anlamına mı geliyor?
FB: Aslında Shumpeter, ‘kapitalizm yıkıcılıkla yol alıyor, üretmek için yok ediyor ama sonuçta yıktığından daha çoğunu yapan, yok ettiğinden daha çoğunu yaratan bir dinamiğe sahiptir’ demek istiyordu. Bu gün ulaşılan düzey ortadayken, bu tezin yalanlandığını söyleyebiliriz. Zira yıkıcılık yapıcılığın önüne geçmiş durumda. Her ileri adımda işler daha çok sarpa sarıyor. Aslında ‘kapitalizm kendi kendini yok edici dinamiğe sahip olan bir sistemdir’ demek daha doğru. Her geçen gün sistemin ortaya çıkardığı insânî ve toplumsal kötülükler, ekolojik riskler büyüyor. Artık küreselleşmiş kapitalizm yıkıcı/yok edici bir canavara dönüşmüş durumda... Bu da bizzat yaşamın temelinin aşındırılması demektir. Böyle vahim bir tablo ortaya çıkmışken “işler yolunda”, “ilerde daha da iyi olacak” demenin bir karşılığı yok.

EK: O halde ekonomi büyürse sorunların çözüleceği beklentisi boşuna mı?
FB: Neyin, nasıl, ne pahasına büyüdüğü sorun edilirse, büyümenin dökümü yapılırsa, durum farklı görünecektir. Bir de tabii büyüme sonuçlarının nasıl bölüşüldüğünü de tahlile dahil etmek gerekiyor. Gelir dağılımı son derecede dengesizse, büyüme sosyal eşitsizliği daha da derinleştiriyorsa, işler yolunda denebilir mi? Böyle bir durum, ortak yaşamın temelinin aşındığı anlamına gelir...
Meksikalı Carlos Slim Helu’nun 73 milyar dolar serveti var. Dünyanın en zengin 10 kişisinin 452 milyar dolar serveti var. Bu rakamları başka rakamlarla yan yana getirirseniz, insanlığın içinde bulunduğu utanç verici durum görünür hale gelir. Peki bu 10 kişinin 452 milyar dolar şahsi servete sahip olması nasıl mümkün oluyor? 1 milyardan fazla insanın günde 1 dolardan az gelirle “yaşaması” sayesinde... 2.8 milyar insanın günde 2 dolardan az gelirle “yaşaması” sayesinde... 1 milyardan fazla insanın sağlığa uygun içme suyundan mahrum olması sayesinde... Dünya nüfusunun %20’sinin dünya zenginliğinin %90’ına el koyduğu bir dünyada, huzur, refah, barış olur mu? Bu dünyanın artık yaşanabilir bir yer olmaktan çıktığı anlamına gelmez mi? Durum böyleyken,  “nurlu ufuklardan” dem vurmanın hâlâ bir kıymet-i harbiyesi var mıdır? Herkese ait olması ve ortakça kullanılması gerekenin dar bir azınlık tarafından sahiplenildiği, özel mülk haline getirildiği bir dünya, yaşanabilir bir dünya mıdır? Bu sürdürülebilir bir durum mudur?
Yapılan üretim [büyüme] suyu, havayı, toprağı kirletiyorsa, atmosferin dengesini bozuyorsa, işçiyi insanlıktan çıkarıyorsa, genel bir anlam kaybı durumu yaratıyorsa, demek ki, kirletmeden, yok etmeden, işin tadını kaçırmadan üretmek ve yaşamak mümkün değil. Üretim artışı, ekonomik büyüme [GSYH artışı] ortaya çıkardığı olumsuz sonuçlardan bağımsız olarak ele alınırsa, büyümeyi matah bir şeymiş gibi sunmak mümkün olur ama bu onun reel bir karşılığı olduğu anlamına gelmez... Günde 500 bin arabanın geçtiği  yolun kenarındaki evde yaşayan birinin sağlıklı olması mümkün müdür? Böyle birinin gelirinin artması, dolayısıyla  tüketiminin artması  bir başına ne kadar önemlidir? Artık kimse ne yediğini bilmiyor. Kısa ve/veya uzun vadede yediği şey onu zehirleyebilir, hasta edebilir, öldürebilir... İşin garibi tedavi için yapılan harcamalar da ekonomik büyüme oranını yükseltiyor, dolayısıyla bir refah artışı olarak sunulabiliyor... Bu hesapta bir yanlış yok mu? Dolayısıyla, büyüme fetişizminden ve saplantısından vakitlice kurtulmak gerekiyor. Zira, yanlış şeyler, zararlı şeyler yanlış bir biçimde üretiliyor ve üretilen zenginliğe de oligarşi cephesi el koyuyor. İkincisi, insan refahının, gönencinin, mutluluğunun daha çok tüketimden geçtiği saplantısından da kurtulmak gerekiyor...

EK: Böyle bir sürdürelemezlik tablosunun ortaya çıkmasının  temel nedeni gereksiz şeylerin yanlış üretimi ve eşitsiz bölüşülmesi mi?
FB: Aslında tüm kötülükler, olumsuzluklar, kapitalizmde mündemiç [ içkin] bir sapmadan kaynaklanıyor. Kapitalizmde üretimle ihtiyaçlar arasındaki bağ kopmuş durumda. Başka türlü söylersek, kapitalizmde üretim doğrudan ihtiyaçları karşılamak için yapılmıyor. Üretim pazarda satmak, kâr etmek amacıyla yapılıyor. Fakat üretim yıkıcı, vahşi bir rekabet ortamında yapıldığı için, her kapitalist her seferinde daha çok üretmek zorunda. Toplam artı-değerden daha büyük pay kapmak zorunda... Aksi halde yok olması kaçınılmazdır. Böyle bir mantık ve dinamik geçerliyken ihtiyaçtan çok ve gereksiz, hatta zararlı şeyler üretmek de kaçınılmazdır. İşte krizlerin gerisindeki lânetli dinamik budur. Tabii ekseri gözden kaçan, sorun edilmeyen bir şey daha var. Rekabetçi olabilmenin yolu rakiplerden daha düşük maliyetle üretmekle mümkün. Üretim maliyetini düşürmenin en etkin ve kestirme yolu da ücretleri bastırmaktan geçiyor. Sömürü oranını yükseltmekten geçiyor. Bu da geniş emekçi kitlelerin satın alma gücünün küçülmesi demektir. Üretilen malların satılmasının sorunlu hale gelmesi demektir. İşte sana kriz... Kapitalizm öncesi dönemde sorun yeteri kadar üretememekten, doğal afetlerin, kuraklığın, vs sonucu olan kıtlıktan kaynaklanırdı, kapitalizmde yeterinden çok üretmekten kaynaklanıyor ve bir de burjuva iktisatçıları kapitalizmin gelmiş geçmiş en rasyonel sistem olduğunu söylüyorlar. Vakitlice bu sapmanın aşılması, değişim değeri değil kullanım değeri üretmeyi, sosyal eşitliği, dayanışmayı, paylaşmayı, ortak sahiplenmeyi esas alan bir rotaya girilmesi gerekiyor...  

EK: XXI’inci yüzyılın ilk on yıllarındayız ve emperyalist savaşlar büyük yıkımlara neden oluyor. ABD’nin başını çektiği emperyalist cephe saldırılarını bu dönemde neden artırdı?
FB: Birincisi, stratejik öneme sahip madenler, enerji kaynakları ve biyolojik çeşitlilik azalmakta. Şimdilerde Güney denilen dünyanın bu tarafındaki ülkelerden bazıları “biz de varız” diyorlar, sofraya dahil olmak istiyorlar. Oysa emperyalist/kolonyalist Batı’nın geride kalan yaklaşık 500 yıllık saltanatı, ayrıcalıklı statüsü, dünyanın geri kalanının [ Asya, Afrika, Latin Amerika] doğal kaynaklarını ve emeğininin sömürüsüne, yağma ve talanına dayandı. Hem kaynakların kıtlaşması ve hem de “yeni yetmelerin” [ yükselen ülkeler] sahneye çıkması , emperyalizmin varlığı ve bekası bakımından sorun yaratıyor. O zaman yeni yetmelerin engellenmesi gerekiyor ki, yağma ve talan devam edebilsin. Savaşların asıl nedeni bu. Bu amaçla ABD dünyayı militarize ediyor, savaşlar peydahlıyor, toplumları akıl almaz bir kaos ortamına sokuyor.  

EK: Madenlerin ve enerji kaynaklarının kıtlaştığından söz ediyorsunuz ama devamlı yeni rezervlerin keşfedildiğine dair haberler yayılıyor...?
FB. Bir maden cevherini 200 metreden çıkarmakla 2000 metreden çıkarmak aynı şey değildir. Mesela 100 varil petrol üretmek için bundan 30 yıl önce kaç varil petrol harcamak gerekiyordu, bu gün kaç varil harcamak gerekiyor? Bir ton maden cevheri çıkarmak için 40 yıl evvel ne kadar enerji harcanıyordu, bu gün ne kadar harcanıyor, bu önemsiz bir şey mi? Dolayısıyla her seferinde ister madenler, ister enerji kaynakları olsun, ulaşma zorluğu dolayısıyla maliyet büyüyor. İkincisi son tahlilde bu sonlu bir dünya, kaynaklar sınırlı, bu tempoda kullanım devam ederse bunlar çok uzak olmayan bir gelecekte bitecektir. Dolayısıyla işin şakaya gelir tarafı yok. Tabii sorun sadece yerin altındaki kaynaklarla ilgili değil, yerin üstündekilerle ilgili sorun da büyüyor. Biyolojik çeşitlilik, canlı türleri hızlı bir tempoyla yok oluyor...

EK: O zaman acilen geçerli üretim, tüketim, dolayısıyla yaşam tarzımızın değişmesi gerekiyor diyorsunuz?
FB: Evet, geçerli mantığın dışına çıkmaktan başka çıkar yol yok. Üstelik bunu da vakitlice yapmak kaydıyla. Mesela atmosferin ısınması bir tevatür değil. Durumun vehametini görmek için yetkin uzman olmak gerekmiyor.

EK: İster istemez savaşlarla ilgili akla gelen bir soru da, son dönemde savaşların özellikle Orta Doğu denilen bölgede yoğunlaşması. Bu savaşlar bölgenin sahip olduğu enerji kaynakları revervini denetleme amacı mı taşıyor?
FB: Birinci amaç elbette söylediğiniz ama Ortadoğu dünyanın merkezi sayılır. Geostratejik ve jeopolitik önemi her zaman büyüktü şimdilerde de öyle. Bu savaşlar [Afganistan, Irak, Libya, Suriye, vb.] bölge halklarını ayakları üstünde durmalarını engellemek için yapılıyor. Buna ne demekse “kurucu kaos” diyorlar... Amaç onların sahip oldukları kaynakları kendi refahları için kullanmalarını engellemek. Bir de emperyalizmin bölgedeki uzantısı olan Siyonist Israil’in varlığını güvence altına almak için. Zaten Siyonist rejim, başlangıçta, bölge halklarının kendi ayakları üstünde durmasını engellemek için peydahlanmıştı ve tamamiyle “yapay” bir devlettir. Savaşlar ve saldırılar bölgeyi daha sıkı denetim altına almak, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin enerjiye ve madenlere, vb. ulaşmalarını engellemek, değilse zorlaştırmak amacıyla peydahlanıyor. Mesela Libya’yı çökerttiler sadece petrolüne el koymak için değil, emperyalizme tam itaat etmeyen bir devleti etkizleştirmek ve Çin’in Afrikadaki etkinliğini kırmak için. Dikkat edilirse etnik, din, mezhep kökenli bir boğazlaşma ve yıkım bölgeyi sarmış durumda. Bölge adım adım bir yıkıma sürükleniyor. Cayır cayır yanıyor ne yazık ki... Şimdilerde Suriye’de olup-bitenler söylemek istediğime tipik bir örnektir. Artık ülkede işlerin normale dönmesi iyice zorlaşmış bulunuyor...

EK: Herhalde yegane aktör emperyalistler değil, bölge halklarının iradesi bir şey ifade etmiyor mu?
FB: Bu yerinde bir soru. Elbette sadece saldırı cephesi yok, bir de karşı-saldırı cephesi var. 2010’dan beri bölgedeki devrimler/direnişler, emperyalist saldırıya karşı hareketler. Dolayısıyla sonucu belirleyecek olan bu iki cephe arasındaki mücadelenin seyri olacak. Ve bu mücadele de doğası gereği anti-kapitalist, anti-emperyalist bir mücadele. Nitekim, başta Mısır ve Tunus’daki devrimler olmak üzere bölgenin başka yerlerindeki [Yemen, Bahrein, vb.]  halk isyanları, daha şimdiden emperyalist hesapları bozmuş sayılır.

EK: Libya’daki ve Suriye’deki durum ortadayken ve Mısırda da askeri bir darbe gerçekleşmişken, ibrenin ezilen bölge halkları lehine döndüğünü söylemek mümkün mü?  
FB: Bir hususa açıklık getirmek gerekiyor. Devrim denilen tek perdelik bir tiyatro oyunu değil, bir süreç. Sabah başlayıp akşam bitecek bir şey değil. Eğer öyle olsaydı işler çok kolay olurdu. Önümüzdeki on yıllar devrimci güçlerin kapitalizme/emperyalizme karşı mücadelesinin derinleşerek, yaygınlaşarak devam edeceği bir dönem olacak. Elbette Libya’da durum iç açıcı değil ama Mısır’da halk isyanı büyüyerek devam ediyor. Ordunun müdahalesiyle hiç bir şeyin değişme/iyileşme şansı yok. İşler daha da sarpa sarmaya, insanlar da itiraz etmeye, isyan etmeye, ayaklanmaya devam edecektir. Zira oradaki emperyalizm uydusu komprador rejimin Mısır halkına daha çok işşizlik, daha çok yoksulluk, daha çok baskı ve aşağılanma, daha çok geleceksizlik... dışında teklif edebileceği bir şey yok. İnsanlar yarının bu günden daha kötü olacağını seziyorlar, yaşadıklarından öğreniyorlar. Dolayısıyla onlar için ufukta isyan etmekten başka bir seçenek görünmüyor.

EK: Öyle bir projenin taşıyıcısı hangi sınıf veya sınıflar olabilir. Artık işçi sınıfı eski işçi sınıfı olmadığına göre?
FB: İşçi sınıfının yapısında geride kalan yaklaşık son 30-35 yılda, neoliberal kureselleşme döneminde büyük değişiklikler ortaya çıktı. Eskiden büyük iş yerlerinde bir tümen veya tugay kadar işçinin bir arada çalıştığı merkezler artık yok. Mesela ABD’nin Detroit ve İtalya’nın Türin kentleri bundan 40-50 yıl öncesi gibi değil. İşçi sınıfı parçalanmış durumda. Bunun da en belirgin nedeni emperyalist ülkelerdeki üretimin parçalanarak daha önceleri Üçüncü Dünya denilen çevre ülkelere kaydırılması. Bunun sonucunda Avrupa ve ABD’deki sanayi kentleri birer çöle dönüştü. Küreselleşmeyle birlikte her bir ülkede işçi sınıfı mücadelesi büyük zaafa uğradı. Diyelim Almanya’da bir fabrikada çalışan işçiler ücret artışı, çalışma koşullarıyla ilgili bir talepte bulunduğunda, patron “o zaman ben de işletmeyi Türkiye’ye, Vietnama... taşıyorum” diyor. Bu da tabii mücadeleyi olumsuz etkiliyor, sendikaları işlevsizleştiriyor. Mücadelenin zeminini kaydırıyor. Tabii küreselleşme ulusal hükümetleri de iğdişleştirdi. Mesela bir hükümet zenginlerden daha çok vergi alma, gelir dağılımı dengesizliğini hafifletmek için bir hamle yaptığında, sermaye pılısını-pırtısını toplayıp başka yere, “vergi cenneti” denilen yerlere kaçıyor. Tabii bu o hükümet için bir mazeret olamaz. Sen hem neoliberalizme iman edeceksin, hem de ezilen-sömürülen çoğunluk lelihe bir şeyler becereksin, bu saçma ve seyirciyi oyalamaya yönelik ideolojik bir manipülasyon...
Sadede gelirsek, artık kapitalizme karşı mücadelenin yegane aktörü eskiden olduğu işçi sınıfı değil. Elbette işçi sınıfı hâlâ merkezde ve öyle olmaya da devam edecek ama sınıfın kompozisyonu farklılaştı. Artık kapitalist saldırıdan ve yıkımdan zarar gören tüm halk sınıflarının, işçiler, işsizler, iğreti işlerde çalışanlar, geleceklerinin karartıldığını gören gençler, çokuluslu agro-endüstri tekelleri tarafından rehin alınmış durumda olan köylüler/çiftçiler, yaşadıkları alanların bir rant aracına dönüştüğünü gören kent sakinleri, çevre tahribatından muzdarip olanlar, çevre duyarlılığı olanlar, sanatın ve bilimin metalaşmasına itiraz eden bilim ve sanat insanları, vb. ortak mücadelesini gerektiren bir durum söz konusu. Dikkat edilirse bu, toplumun ezici çoğunluğu demek. Ezici çoğunluğun dar bir oligarşiyle kapışması demek... Bu bir ezilenler/sömürülenler cephesi oluşturmanın hem mümkün ve hem de gerekli olduğu anlamına gelir...

EK: Kapitalizm gününü doldurdu diyorsunuz. Karşı taraf kendine düşeni yapacak durumda mı?Meydan okumayı göğüsleme potansiyeline sahip mi?
FB: Eksik olan mücadele değil, tepki değil, itiraz değil, isyan değil. Bu kadar kapsamlı bir saldırıya maruz kalan insanların hiç bir şey yokmuş gibi davranmaları mümkün değildir. Gezi Parkı’na, Tahrir Meydanı’na, Rio de Janerio’nun sokaklarına, Madrid’in meydanlarına... devasa kitle ayaklanmarına bakmak yeterli. Farklı yoğunluklarda da olsa, her yerde mücadele kapsamı ve yoğunluğu artarak devam ediyor ve edecek, çünkü başka türlüsü mümkün değil. Bu konuda iki sorun var: Birincisi yerel dezeyde, her ulus devlet dahilinde yürütülen bölük pörçük, birbirinden kopuk muhalefet odaklarının kavuşması gerekiyor. Bu kopukluk, parçalılık aşılmadıkça egemen sınıf için bir tehdit oluşturma şansı olmaz. İkincisi, her ülke düzeyindeki mücadelenin başka ülkelerdekiyle kavuşması gerekiyor. Zira saldırı her yerde, Bu da enternasyonalizm kavramının içini doldurmayı gerektiriyor. Hem lokal, yerel, ulusal düzeyde ve hem de dünya ölçeğinde etkin bir örgütlülük olmadan küresel kapitalizmin saldırısının püskürtülmesi, yeni bir uygarlığın yolunu açacak bir sürecin başlatılması mümkün olmaz... Küresel plandaki saldırıya ancak küresel planda karşı konabilir...

EK:  Ortada alternatif bir toplum projesi yok iken kapitalizmin aşılması nasıl mümkün olacak?Bir de bu gün itibariyle alternatif bir toplum projesi oluşturacak entellektüel birikim yeterli mi? Bu alandaki eleştirel entelleküel birikim bu meydan okumaya cevap verebilir mi?
FB: Şahsen o konuda bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Alternatif bir toplum projesini formüle edecek zengin bir eleştirel düşünce birikimi var. Kaldı ki, sıfırdan başlanıyor da değil. Sorun mevcut potansiyel birikimin nasıl realize edileceğiyle ilgili. Bir tarafta kapsamı ve yoğunluğu giderek büyüyen itirazlar, eylemler, mücadeleler, isyanlar var, diğer yanda yüksek düzeyde bir eleştirel birikim var ama bu ikisi arasında da kopukluk var. İşte kritik sorun bu kopukluğun nasıl aşılacağıyla ilgili. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Bu boşluk nasıl doldurulabilir? Bu ikisinin kavuşması için galiba mücadele içinde olan pratik entellektüellerin, üst düzeydeki teorik/entellektüel üretimle/birikimle pratik mücadele arasındaki bağı kurmasıyla aşılabilir. Zira entellektüeli olmayan bir sosyal/politik hareketin başarı şansı yoktur. Malûm, ideali, ütopyayı üretip formüle edenler entellektüellerdir. Mücadeleler olgunlaştıkça, bu kopukluğun aşılabileceğini umut edebiliriz...
EK: Bu söyleşi için teşekkür ediyorum.

FB: Ben de...
----------

* İktisatcı. 

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Hani İslam, Barış Dini İdi!


Dr.İsmet Turanlı

Dinlerin birinci görevi insanları ahlaki yaşama yönlendirmesidir. Musa’dan, İsa’ya ve nihayet son peygamber Hazreti Muhammed’e kadar etik bir İLKE ‘’ On EMİR ‘’ duyurulmuştur. ÖLDÜRMEYECEKSİN, Zina işlemeyeceksin, Çalmayacaksın, Yalan söylemeyeceksin v.s. Bugün insanlar , maalesef bu emirlerin hiçbirine itaat etmiyorlar. Sosyo-psikolojik yönden düşünecek olursak şu suale cevap bulmamız icap ediyor. SEBEP:
1.       Dinler mi kifayetsiz ? Allahın yarattığı ŞEYTAN mı asıl suçlu?
2.       İnsanların genlerindeki patolojik yapımı? İnsan beyninin tekamülünü tamamlamamış olmasından mı?
İslamiyetin diğer dinlerden farkı Hazreti Muhammedin devlet adamı, Allahın dini yönden elçisi, İslam ordularının başkomutanı olması. İslamiyette CİHAT buyruğunun mevcudiyeti. Gerçi İsa’da öldürmeyeceksin demesine rağmen Hiristiyan ülkelerin 30 senelik, 100 senelik savaşları olduğu gibi, 11 defa Haçlı seferleri olmuş , çok insan katledilmiş, son olarakta İrlanda da mezhepler arsı katliam olmuştur.
İsalmiyetin başlangıcında Ebubekirden sonraki Halifeler halkdan adamları tarafından katledilmişlerdir. Türklerin ve Kürtlerin islamlaşması da çok kanlı olmuş. Abbasiler, Emeviler, daha sonra Osmanlıda islamı yayarken KILIÇ kullanılmıştır.
Erdoğan diyor ki:: ‘’Bugün Suriye de, Irak’ta, Mısır da insanlar Müslümanlıklarını mı unttular?’’. Oradaki yöneticilerin, kumandanların Amnezi ( Hafıza kaybı)’ lerinden mi yoksa Müslümanlığın mı katliamları önleyemediğini iddia edebiliriz.
Bugün Müslüman olan milletler de kardeş katliamı bir nevi insanların cinnet içinde olduğunu gösteriyor. Psikiyatırlar nasıl değerlendiriyorlar bilemiyorum. Şu Ramazan ayında TV.lerde ilahiyatcıların devamlı yorumlar yaptıklarını görüyoruz. Acaba bugün kü katliamları İslamıiyetle nasıl bağdaştırıyorlar. Çok merak ediyorum.
 Ehil hayvanlar hemcinslerini katletmiyorlar. Sade vahşi hayvanlar , onlar bile yaşamlarını sürdürmek için daha zayıf hayvan cinslerine saldırıyorlar.
Bana göre İnsanlar vahşi hayvanlardanda çok vahşet içindeler. Bu katliamların sebebi elbetteki dini inançları olamaz. O halde hergün yüzlerce insanın, kendi vatandaşlarını, kardeşlerini katletmelerinin sebebi ne olabilir?. Devlet adamları, BM ne düşünürler, ne konuşurlar, merak ediyorum.
 Adenauer ve Schumann bir araya gelip AB nin temelini attılar ve artık savaşlar olmasın dediler. Şimdi Türkiye de de Öcalan ve Erdoğan kan akmasına son veren bir çözüm sürecine girdi.
2500 sene M.Ö. komşuları ile devamlı savaş içinde olan LİKYA’lılar Güneş tutulduğu bir günde Allahın gazabına geldik diye korkmuşlar ve savaşa son vermişler, insanlar bir birleri ile kan kardeşi olmuşlar, aralarında evlenmeler olmuş. Ayni tarihte matematik filozofu THALESise güneşin tutulacağı günü ve saati ilmen tesbit etmiş. Dinler maalesef daima ilme karşı olmuştur. Bu durumun tarihteki ve hatta bugün bile Vatikanın kararlarında görmekteyiz.
Atatürk Müslüman milletlerin, ve Osmanlının muasır medeniyetin gerisinde olmasını İslamiyetin varlığına inanmıştır. ‘’ Hakiki mürşit ilimdir’’ demiş ve Cumhuriyeti kurduktan sonra islami eğitime son vermiştir. Bu sebeple benim bulunduğum nesil ATEİST yetişmiş, mevcut din adamları softalaşmıştı.
Erdoğan çok sayıda başarılı hizmetlerine rağmen, eğitimini islami cematte yaptığı için İslami vecibelerin yerine getirilmesinin milletin hayrına olacağına inanmaktadır. Anketlere göre de daha ziyade eğitimsizlerden oy almaktadır.
GEZİ de ki gençlerin Erdoğan’a itirazı bence islamcı davranışları ve söylemleridir. Orada her türlü düşüncenin insanları vardı demek safiyene bir yorumdur. Vandalistlerin şiddete baş vurmaları Arap baharını Türkiye de başlatmak arzusundandı. Polisin gaddarca davranışı batıda Türkiyenin imajını çok kötü etkiledi. Hele hele 5 gencin bu şekavette ölümü, onlarca gencin gözlerinin kör olması, yaralanmaları çok üzücü olmuştur. İki tarafta medeni yöntemlere baş vurmadı. Asıl kavganın temelinde demokratik yapılanmanın islamla uyum sağlamada zorluk çekmesi idi. Bugün Suriye de, Mısır da, Irak tada ayni uyumsuzluk gerçek müsebbibtir.
Acaba sorunu bu yönde düşünüpte çözüm çareleri üretilebilir mi? Mısır da yeni seçimlerin yapılması meseleyi haleder mi? Suriye de Esad’ın gitmesi, Irak ta Şiilerin mezhepsel duygulardan arınarak demokrasi ile idare etmeye gayret etmeleri katliamları önleyebilir mi?
Dünya bugünlerde akıllı yöneticilerden mahrum olduğu için, müslümanların KUDUZ hastalığına tutulmuş gibi davranmaları, bitaraf düşünme yeteneği olan aydın insanları üzmektedir.
 Köln, 04.08.13     
     

2 Ağustos 2013 Cuma

Receb’in iki korkusu!





Demir Bilgin

Rojewa Kürtleri, Recep Tayyib ve AKP Hükümetini fena halde korkutmuştur! Receb’in korkusu özde ikidir. Birincisi, Rojewa mukavemeti ve yeni oluşum, ikincisi, ilerde “Uluslararası Ceza Mahkemesi’de yargılanacağı korkusudur.

Bir: Korkak Recep, genelde Suriye’de, özelde Rojewa’(Batı-Kürdistan – Suriye ) da  oluşacak, “İleri Demokratik Suriye – İleri demokratik Rojewa”  oluşumunu engellemek için, son kozunu kullanıyor. Son kozu, El-Nüsra adını alan vahşi yaratıkları, Rojewa Kürtleri üzerine sürmek oluyor. Suriye’nin tüm cephelerde askeri üstünlük sağlaması ve oraları kaybetmesinin vermiş olduğu korkuyla, Rojewa’da oluşacak yeni  siyasal ve toplumsal yapılanmayı engellemek için, El-Nüsra isimli vahşi yaratıkları, Rojewa Kürtlerine karşı,  toplu katliam yapmak için sürüyor.  Toplu katliamlarla, güneşin balçıkla sıvınacağını sanıyor! Unutuyor: Korkunun, ecele faydası yoktur!

Açıktır: Rojewa Kürtlerinin son mukavemetleri, Recep Tayyib ve iktidarını korkutmakla kalmamış, sallamıştır. Sallanan Recep, Rojewa’da zayıf halkada kırılacak ve düşecektir.

Bunun farkında olan Recep, gözlerine kan bürümüş, halklara karşı toplu katliamlar yapıyor. Gözlerine kan bürünen Recep,  bir gün, Uluslararası Ceza Mahkemesi’de yargılanacağını unutuyor!

İki: Recep Tayyip Erdoğan yargılanmalıdır. Recep Tayyip, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde, bir savaş suçlusu olarak, halklara karşı toplu katliam yapmaktan yagılanmalıdır!

Recep Tayyip; Roboski katliamı; Reyhanlı Katliamı;  Han el Asal’da 150’den fazla sivil ve askerin toplu olarak katledilmesi; Halepte iki Kürt Köyüne baskın yapılarak 200’den fazla sivilin kaçırılması ve öldürulmeye başlanması  gibi insanlık suçlarındandan yargılanmalıdır!

İlkel bir savaş suçlusu olan Recep Tayyip, yargılanmalıdır.!

Recep Tayyip, El Nüsra isimli kiralık katiller eliyle- elbirliği ile,  Suriye’de, Rojewa’da, Liva İskenderun / Reyhanlı ve  daha önceleri Güney Kurdistan’da, Roboski köylülerine girişilen toplu katliamlardan dolayı, Hollanda / Lahey’de halklara karşı toplu katliam yapmaktan yargılanmalıdır!

Recep Tayyip, yukardaki tüm katliamların birinci dereceden sorumlusudur. Yargılanmalıdır!

Evet, Receb’in iki korkusu budur…

Ne diyelim; kork  Recep kork! Rojewa Kürtlerinden kork!

Kork, Recep kork, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden kork!

Ama yok, korkunun ecele faydası yok!