29 Eylül 2009 Salı

Kapitalizmi ‘krizden’ kurtarmak değil, kapitalizmden kurtulmak...



Fikret Başkaya

Geride kalan haftalarda sel onlarca insanı alıp-götürdü, evler, köprüler yıkıldı, işyerleri tahrip oldu, ekili alanlar ve mahsuller zarar gördü, suya zehirli kimyasallar karıştı... Doğal âfet dendi, ihmal dendi, dere yatağına ev mi yapılır, bu ‘derenin intikamıdır’ dendi, sorumlular hesap versin dendi, ‘muhalif’ olduğu sanılan siyasetçiler hükümeti suçladı, bu arada kendi etiğine ve varlık nedenine külliyen yabancılaşmış, felaketi sansasyona çevirmeyi marifet sayan medyaya da iş çıktı... Elbette her zaman olduğu gibi ‘konunun uzmanları’ da konuştular-yazdılar ama konuşmalarda-yazılarda kapitalizm kelimesi geçmedi... Kimse ‘bu sosyal bir felakettir, gerisinde kapitalist sömürü, yağma ve talan var’ demedi... Eğer öyle diyecek olsalar ‘konunun uzmanı’ sayılıp, ‘değerli görüşlerini’ sizinle paylaşmaları mümkün olur muydu? Rahatsız edici bir şey de, bunun sanki bir ilkmiş gibi sunulmasıydı... Eğer sorunun kaynağına inilmiş, gerektiği gibi tartışılmış, vaktiyle adıyla çağrılmış olsaydı, bu felaketin öncekilerin daha büyük ölçekte tekrarı olduğu anlaşılırdı. Yedi emekçi kadın ‘tek kapılı’ servis aracında can verdi. Daha önce başka kadınlar da çalıştıkları fabrika’da, işyerlerinde diri diri yanmışlar, ekmek parası kazanırken hayatlarından olmuşlardı... Son dönemde sayıları ve kapsamları hızla artan ‘felâketlerin’ gerisinde iklim değişikliği, atmosferin ısınması denilen var. İklim değişikliğinin gerisinde de kapitalizm var. Aslında söz konusu olan ‘doğal felâket’ değil, sosyal felâket... Sel, su baskınları, fırtına, kasırga, kuraklık, vb. elbette doğal nedenlere dayanıyor. Her zaman vardı ve olmaya devam edecek ama kapitalizmin tarih sahnesine çıkıp herşeyi kendi mantığına bağımlı hale getirip dejenere ettiği dönemde, özellikle de son 50 – 60 yılda doğal felâketler de artık doğal felâket olmaktan çıktı... Şimdilerde söz konusu olanın gerisinde kapitalizm ve onun kör mantığı yatıyor. İnsanları 15 milyonluk kentlerde toplayan da, dere yataklarına ev ve fabrika kurduran da, işçileri diri diri yakan da kapitalizm. Velhasıl kapitalizm öldürüyor...

Kapitalizm başka türlü yapamaz

Kapitalizm koşullarında üretim, insan ihtiyaçlarını karşılamak için değil kâr etmek, kârı büyütmek için yapılıyor. İnsan ihtiyaçlarının tahmin edilmesi, kâr etmenin bir türevidir sadece. Her kapitalist daha çok kâr etmek ve her seferinde daha çok üretmek, elde ettiği artı-değeri [kârı] yeniden yatırmak, sermayeye dönüştürmek, sermayesini büyütmek, ileriye doğru kaçmak zorundadır. Canlı olanı ölü şeyler, nesneler haline getirmek zorundadır... Her bir tekil kapitalistin ayakta kalabilmek için vahşi rekâbet ortamında daha ucuza üretmesi gerekiyor. Artı değeri yaratan da canlı emek [işçi] olduğuna göre, işçiyi daha çok sömürmesi, doğal çevreyi daha çok yağmalaması gerekiyor. Kapitalistin gözünde insan üretim sürecine sokulan diğer araçlar [makina, bina, ham ve ara-malı, vb.] gibi bir şeydir... Onu insan olarak görmez, görmesi mümkün değildir. Görseydi kapitalist olmazdı... Kapitalizmin bir başka özelliği de ahlak dışı [amoral] oluşudur. Daha fazla üretmek, daha ucuza üretmek de, ancak daha fazla tüketildiğinde mümkündür ve daha fazla üretim, daha fazla tüketim de, daha fazla tahrip etmek, kirletmek, yok etmek demektir. Oysa doğanın kaynakları da her şey gibi sonludur. Doğadan alınan ve atık olarak doğaya dönen belirli bir sınırı geçtiğinde, doğanın kendini yenilemesi imkânsız hale geliyor. Doğanın dengesi bozuluyor ve belirli bir eşik aşıldığında doğal ve sosyal sorunlar birbirini besler- azdırır hale geliyor. Nitekim 1960 yılında insanlık doğanın biyolojik kapasitesinin yarısını kullanırken, 2003 yılında artık söz konusu kapasitenin %20 fazlasını [1.2’sini] kullanıyordu. Bunun anlamı, insanlığın gezegenin ürettiği ekolojik kaynaklardan fazlasını tükettiğidir. Doğanın kendini yenilemesine zaman bırakmamak demektir. Aslında iklim değişikliği, atmosferin ısınması, ekosistemin kirlenmesinden-bozulmasından ve biyolojik çeşitliğin hızla yok olmasından bağımsız değil. Atmosfere atılan ve sera etkisi yaratan gazlarının %20’si ormansızlaşmadan kaynaklanıyor. İşte şimdilerde ortaya çıkan insanlık krizi, kapitalizmin bu kör mantığının ve işleyişinin sonucu. Velhasıl doğal ile sosyal [‘insânî ] kökenli sorunlar her seferinde daha büyük ölçekte tezahür ediyor. Kapitalist büyüme ki, sermayenin büyümesi denmesi gerekirken ekonomik büyüme deniyor, sorunları giderek büyütüyor ama sorunların daha çok ekonomik büyümeyle aşılacağına dair de sefil bir anlayış hâkim. Bir ulusal ekonomi yılda ortalama %3 oranında büyürse, GSMH denilen 23 yılda ikiye katlanıyor, yılda ortalama %5 oranında büyürse 14 yılda ikiye katlanıyor... Sadece büyümeye, daha çok büyümeye endekslenmiş bir gidişat nereye çıkar ve ne anlama gelir?.. Emperyalist ülkelerin [ABD, Almanya, İngiltere, Japonya, Fransa...] hâlâ büyümeye ihtiyaçları var mı? Şimdilerde Güney denilen ‘Üçüncü Dünya Ülkeleri’ de onları taklit etmeli mi? Taklit edebilirler mi, eğer edebilirlerse nasıl bir manzara ortaya çıkar? Ormansızlaşma, çölleşme, sera gazı emisyonu, her tarafın otoyola çevrilip - astvaltlanması, her tarafı otomobillerin kaplaması, türlerin yok olması, çevrenin kirlenmesi... daha nereye kadar? Kapitalist yaptığının insânî, sosyal ve ekolojik sonuçlarıyla ilgili değildir. İlgilenmesi mümkün değildir, aksı halde kapitalist olmazdı... Kapitalist, doğayı sınırsız yağmalanır, insanı sınırsız sömürülür birer kaynak olarak görür, görmek zorundadır... Bu vesileyle ünlü Akreple Kurbağa masalını hatırlamak yaralı olabilir: Akrep, Kurbağa’ya sırtında nehri geçirmesini ister. Kurbağa önce reddeder. ‘seni sırtıma alayım sonra da beni sok... yok öyle şey...’ der. Fakat, akrebin ısrarı karşısında dayanamayıp sonunda kabul eder. Akrebi sırtına bindirip nehre dalar. Tam nehrin ortasına vardıklarında akrep kurbağayı sokar. Kurbağa başını çevirip, “niye yaptın, ikimizi birden niye öldürüyorsun” dediğinde, akrep, ‘başka türlü yapamazdım, bu benim tabiatım’ der. Aslında kapitalizm de başka türlü yapamaz...

Geçtiğimiz Haziran [2009] ayında BM’nin ‘felaketler riskinin azaltılmasına’ dair raporu, çevre bozulması, atmosferin ısınması, anarşik kentleşmenin dünyanın bazı bölgelerinde felâket riskinin nasıl artırmakta olduğuna dair fikir veriyor: 1975-2008 aralığında 8866 doğal felâket sonucu 2 milyon 284 bin insan hayatını kaybetmiş. Son 30 yılda fırtına ve su baskınlarından zarar gören insan sayısı da 740 milyondan 2.5 milyara yükselmiş. Sadece geçen yıl 300 doğal felakette 236 bin insan hayatını kaybetmiş, 200 milyon insan da doğrudan etkilenmiş... Ölenlerin ve zarar görenlerin daha çok yoksul ülkelerin yoksulları olduğunu söylemeye herhalde gerek yoktur... İklim değişikliğinin ortaya çıkardığı ekolojik ve ekonomik sorunlar yüzünden ölenlerin sayısı hızla artıyor. Dünya’da doğal felaket denilenin sonucu daha şimdiden yılda 300 bin insan hayatını kaybediyor ve bunun yarıdan fazlası açlıktan ve ‘kötü beslenmeden’, kaynaklanıyor. İklim değişikliği, atmosferin ısınması, hastalıkların yayılmasını hızlandırıyor. Halen 10 milyon yeni sıtma vakası tespit edildiği, bunların 3 milyonunun bir yılda öldüğü bildiriliyor. İklim değişikliği sonucu hava sıcaklığının artması, tarımsal üretimi, suya erişimi zorlaştırıyor ve açlığı, yoksulluğu ve sefaleti derinleştiriyor. Fırtına, kasırga ve sel doğrudan 325 milyon insanı etkiliyor ki, bu dünya nüfusunun yirmide biri demek. Bu yazı yazılırken Filipinleri vuran Ketsana tropik fırtınasında 100 den fazla insanın öldüğü, onlarcasının ‘kaybolduğu’ ve yüz binlercesinin etkilendiği bildiriliyordu... Sorunun asıl kaynağında emperyalist ülkelerin aşırı üretimi, şımarık tüketimi var ve asıl felaket kapitalizmin kendisi ama onlar suçu ‘Üçüncü Dünya’nın yoksullarına atıyor. Emperyalist dünya’da kişi başına kullanılan ortalama enerji, Üçüncü Dünya’dakinin 11 katı olduğu bilindiği halde... Doğaya karışan karbon gazlarının %24’i ABD’den %10’u da AB’den kaynaklandığı halde...

Şimdilerde yağma ve talanı ‘görünmez’ kılmak için kapitalizmi yeşile boyama modası gündemde. Sürdürülebilir Kalkınma söylemi ahmakları aldatmak için peydahlandı. Eski olanı yeniymiş gibi sunma işlevi görüyor. Kalkınma diye bir şey mi var da, önüne sürdürülebilir sıfatı ekleniyor? Kapitalizm kâr etmek için kirletiyor, bozuyor, yok ediyor. Sonra sıra kâr etmek için temizlemeye geliyor. Kural kirletirken de temizlerken de, bozarken de tamir ederken de hep aynı: kâr etmek. Kapitalist patron şehrin içme suyunu kâr etmek için kirletir, aksi halde ilave harcamalar yapması gerekir ki, bu kâr oranını düşürür. Sonra da şehrin içme suyunu ‘temizleyerek’ kâr eder. Sürdürülebilir kalkınma söylemi en iyi koşullarda: “ilerde daha fazla kirletmek için şimdi biraz az kirlet” demeye gelebilir ama bu mümkün değil. Küresel plütokrasinin sloganı şöyle: kapitalizmi kurtarmak için gezegeni ve insanlığı feda et... Doğrusu, insanlığı ve gezegeni kurtarmak için kapitalizmi öldür... olabilir. ‘Bu terazi bu sikleti çekmez, üretim kısılmalı, üretimin kompozisyonu değişmeli, tüketim çılgınlığına son verilmeli’ dediğinizde, cevap: ‘tam tersine bu sorunlar üretimi artırarak aşılabilir... oluyor. Karşınıza hemen bilim ve teknoloji taifesiyle, bu dünyanın gerçekliğine külliyen yabancılaşmış, bilimi kendinden menkûl, yangına körükle gitmeyi adet edinmiş ‘ekonomi bilimi’ ulemasını çıkarıyorlar.
Sakızcı, simitçi, oyuncakçı, çiçekçi...

Kapitalist krizden çıkmak için ‘dahiyane’ kampanyalar geliştiriyorlar. Önce “Kriz varsa çaresi de var” kampanyası, şimdilerde de ‘alın verin ekonomiye can verin’ kampanyası... Doğrusu şu reklâmcıların muhayyile gücüne ve yaratıcılığına hayran olmamak mümkün değil... İnsanın, ‘bu kadar yaratıcılık ancak reklâmcıda olur’ diyesi geliyor. Tabii buradan bir şey daha öğreniyoruz: meğer krizden çıkışın yolu reklâmcıdan geçiyormuş... Reklamcılar ‘ekonomi aleminin’ duayenlerini aktör ve aktris olarak kullanmış. Biri ekonomi profesörü ve sakız satıyor: “ Bu sakız her türlü ekonomik krizi sakinleştirir” diyor. Nobel ödül jürisine duyurulur... İkincisi, emekli bankacı, simit satıyor: “Sıcacık paranın dolaştığı canlı bir ekonomi için sıcacık bir simit alın” diyor; Üçüncüsü de emekli bankacı, oyuncak satıyor: “Bu oyuncak sadece çocukları değil, ekonomiyi de sevindirir” diyor; nihayet, dördüncüsü ekonomi yorumcusu bir bayan gazeteci, çiçek satıyor: “ Gül gibi bir ekonomi için siz de çiçek alın” diyor. Her biri satış işlemi gerçekleştikten sonra neler olabileceğini, ileriye ve geriye doğru doğru [en amont et en aval] nasıl kümülatif bir genişleme ortaya çıkacağını da ‘veciz’ bir şekilde anlatıyorlar... İşte ‘uzman’ böyle zamanlar için gerekli... Lâkin sadece Türkiye kapitalizmini krizden çıkarmak yetmez, bu kampanyanın küreselleştirilmesi pek faydalı olur... Ulusal egoizmin âlemi yok... Reklâmın dilinde dikkat çeken bir husus da, ‘ekonominin’ irade sahibi bir varlık olarak görülmesi... Öyle bir ekonomi ki, seviniyor, sakinleşiyor... Kapitalizmle çiçek arasında ilişki kurmak gibi bir garâbet de var tabii... Bu durum entellektüel düzey hakkında da bir fikir vermiyor mu? Kapitalizmle çiçeğin yan yana getirilmesi abes değil mi? 
Sadede gelirsek, sakızcıya, simitçiye, oyuncakçıya, çiçekçiye bakarak, ekonomi bilimi denilip üniversitelerde okutulanın sefil halleri hakkında fikir edine bilirsiniz... Kapitalizm krizde olmadığı zamanda da yoksulluk ve sefalet üreten bir makinadır. Başka türlü yapamaz... Kriz dönemlerinde durum daha da kötüleşir. Fakat bizim sakızcı, simitçi, oyuncakçı ve çiçekçi esnafı hesabı yanlış yapıyor: sanıyorlar ki, hitabettikleri kitle harcamaktan kaçıyor. Eskilerin deyimiyle iddihar ediyor...Kimbilir, belki yaklaşık dört kişiden birinin işsiz olduğu, milyonlarca insanın asgari ücretin altında, ekseri sigortasız ve işgüvenliğinin mevzubahis olmadığı koşullarda çalıştığı, her an işini de kaybetme korkusuyla ‘yaşadığı’, gelir dağılımının ancak skandal kelimesiyle ifade edilebilir olduğu bir ülkede yaşadıklarından habersizdirler... Bu ‘esnaf taifesi’ insanlarla alay etmiyorsa ne yapmak istiyor? Eğer tutarlı olmak istiyorlarsa, kime hitap edeceklerini de bilmeleri gerekirdi. Simit, oyuncak ve sakız müşterilerine değil de, lüks otomobil, yat, helikopter, cip, havuzlu 550 metre kare ev, mücevher, yurt dışı gezileri, v.b... satın alabilir durumda olanlara hitap etmeleri akla daha uygundur ama onlar nasıl hareket edeceklerini, neyi, ne zaman satın alacaklarını çok iyi bilirler. Reklâmcıların tavsiyelerine ihtiyaçları yoktur. O hâlda büyük sermayenin bu çığırtkanlarının yaptıkları ne anlama geliyor? Neden bu zahmete katlanıyorlar? Acaba bu reklam karşılığında aldıkları parayı hemen harcayarak, sözünü ettikleri kümülatif genişlemeyi yaratabilirler mi dersiniz? Belli ki ortada harcanması gereken ve harcanmasında hepsinin çıkarı olan bir para var ve reklâm o amaç için kurgulanmış... Aksi halde yaptıklarının hiçbir, mantıkî, etik, pratik değeri ve gerçek dünyada reel bir karşılığı yok... Şeyleri adıyla çağırmadığınız zaman yalan söylemiş olursunuz ve insanların yalandan başka şeylere ihtiyacı var. Sorun rica ile çözülür mahiyette değil, doğrudan sınıfsal çıkarları, kapitalizmin mantığını angaje ediyor. Kaldı ki krizden çıkmak da çözüm değil... Bu insanların ‘krizsiz kapitalizme’ razı oldukları anlamına gelir ve kapitalizmin krizlisiyle krizsizi arasında kayda değer bir fark yoktur... Bunu düşünme yeteneği dumura uğramış burjuva iktisatçıları bilmez ama kapitalist sömürüye maruz işçiler, işsizler, dışlanmışlar ve yeryüzünün lânetlileri bilir...

Kapitalizmden çıkmak...

Ekonomik, sosyal, ekolojik, etik velhasıl insanlık krizi bu rotada devam ederse, vakitlice aracın yönü değiştirilmezse, insanlığın da bir geleceği olmayabilir. Kapitalizmin beş yüzyıllık tarihi insanlığı uçurumun eşiğine getirmiş durumda. İlerlemeci, modernleşmeci, kalkınmacı paradigma iflas etmiş bulunuyor. Bu aşamadan sonra ölüyü, giydirip-kuşandırıp koltuğa oturtarak diriymiş gibi göstermenin bir âlemi ve kıymet-i harbiyesi yok. Dünyanın yoksullarına, yeryüzünün lânetlilerine gösterilen yolun sonu yok. Dünyanın geri kalanının da emperyalist ülkeler gibi ‘zengin’ olması mümkün değil. Kaldı ki, insanlığın yeni bir zenginlik tanımına, daha doğrusu zenginlik diye bir kelimenin sözlüklerde yer almadığı bir dünya yaratmaya ihtiyacı var. Sürekli toplumsal sorunlar yaratan, doğa tahribatını derinleştiren, yaşamı anlamsızlaştıran kapitalist barbarlığın artık ‘büyük insanlığa’ teklif edeceği bir şeyi yok. Öyleyse ve vakitlice aracı, aracın direksiyonundakini ve aracın istikametini değiştirmekten başka seçenek yok ve bu imkânsız değil... Velhasıl sorun kapitalizmi kurtarmakla değil, kapitalizmden kurtulmakla ilgili...

28 Eylül 2009 Pazartesi

Her Ne Pahasına Birlik, Değil!

"...sınıflardan ayrı, devletler üstü bir ”bağımsızlık” ve ”demokrasi” proğramı yoktur..."

Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com


Türkiye’de ”Kürt Açılımı” tartışmaları yanında, ”solda birlik” ve ”solda yeni parti” kurma tartışmaları da hızlanmış durumda. Kürt açılımı bir yana, yeni parti kurma girişimcileri ”bağımsızlık” ve ”demokrasi” proğramı etrafında birleşelim diyor. ”Bağımsızlık” ve ”demokrasiyi” savunanların sesi olacak bir yayın çıkaralım diyor.

Öncelikle şunu belirteyim; bağımsızlık, demokrasi ve anti emperyalizmden yana olan güçlerin birlik oluşturmaları ya da birlikte ”kapitalizme ve emperyalizme” karşı saflaşmaları doğrudur. Bu Anadolu halklarının çıkarlarına da uygundur. Dolayısıyle bu yönde atılan adımlar yapılan çağrı, sarfedilen çabalar önemlidir.

Ama iş bununla bitmiyor, bitmez. Hele hele ne olduğu belli olmayan, ”bağımsızlık” , ”demokrasi” gibi mücadeleyi temel alan bir proğramla da hiç olmaz. Olmaz zira, sınıflardan ayrı, devletler üstü bir ”bağımsızlık” ve ”demokrasi” proğramı yoktur. Yaşadığımız bu emperyalist küresel çağda, böylesi bir proğramla çıkmak, ya yaşadığımız dönemden bütünüyle habersiz(!) olmak, ya da bu konuda düpe-düz demegoji yapmak demektir!

Gerçekten Türkiye’de sık sık tartışma konusu olan ”bağımsızlık” ve ”demokrasi” sorununun hâlâ doğru bir şekilde anlaşılmaması acı vericidir.

Parentez açıyorum.
Bir internet sitesinde okudum; ÖDP’den ayrılan Ufuk Uras’ta böylesi bir parti kurma girişimlerini başlatmış durumda. Dağıttıkları metinde, kuracakları parti proğramında ”emperyalizm” ve ”sosyalizm” sözcüklerinin yer almayacağı ama ”demokratik” bir parti olacağını vaaz ediyor. Yeni parti kurma girişimcileri, Ufuk Uras’la birlikte, Umur Coşkun, Çağatay Anadol gibi eski ”tövbekâr” isimlerden oluşuyor. Ne diyelim: Tüm Türkiye tövbekârları, Türkiye Tövbekârlar Partsini Kurmak İçin Birleşiniz!

Parentezi kapatıyor ve devam ediyorum: Sosyalizmin ABC’si olacak ama artık öğrenmek gerekiyor:

Bir: Yaşadığımız bu kapitalist / emperyalist dönemde, sınıflardan kopuk bir ”demokrasi” ve ”bağımsızlık” mücadelesi yoktur. Olmaz. Yaşadığımız dönem, serbest rekabetçi dönem değildir. Emperyalist bir çağda yaşıyoruz. Bu çağın en önemli özelliği, ”emperyalist dünya sistemin” ortaya çıkmış olmasıdır. Bu şu demek oluyor: dünya kapitalist ekonomisi oluşmuş; emperyalist sistem dışında kalan tek tek ülkeler de bu sistemin halkaları haline gelmiştir. Bu şu demek oluyor: yaşadığmız bu dönemde, ”bağımsızlık” ve ”demokrasi” mücadelesi, doğal olarak değişikliğe uğramış ve artık ”sınıflardan ayrı, genel geçer bir ”bağımsızlık” ve ”demokrasi” mücadelesi kalmamıştır. Örnek olsun, emperyalizme karşı savaşı, ülkedeki egemen sınıflara karşı verilen savaştan ayıramayız. Bu, sınıf savaşıyla, bağımsızlık savaşının iç-içe geçtiğini gösteriyor.

İki:
Demokrasi mücadelesi için de aynı durum söz konusu. Nasıl sınıflardan ayrı bir anti-emperyalist mücadele olamıyorsa, sınıflardan kopuk bir demokrasi mücadelesi de olmuyor. Zira ”genel olarak demokrasi” yoktur. Demokrasi, bir devlet biçimidir. Devlet, bir sınıfın devleti, politik örgütü oluyor. Bu yüzden, demokrasi savaşımı da emek – sermaye çelişkisi dışında, sınıflar savaşımı dışında değildir. Bu nedenle, demokrasi için mücadele, anti-kapitalist mücadeleden ayrı değildir, diyorum.

Buraya kadar noktalar açıktır: Bir, sınıflardan bağımsız, devletler üstü bir ”bağımsızlık” ve ”demokrasi” mücadelsi yoktur.

İki: Bağımsızlık ve demokrasi savaşımı, kapitalizme karşı verilen savaştan ayrılmaz.

Üç: Demokrasi, sınıfların ve devletin ortaya çıkmasıyla tarih sahnesinde yerini almış; sınıfların ve devletin ortadan kalkmasıyla da sönüp gidecektir. Bu da ”sosyalizmden komünizme” geçişte ancak mümkün olacaktır…
Evet, Türkiye solu, gerçekten, vakit kaybetmeksizin, birlikte iş yapmaya ve birleşmeye ihtiyacı vardır. Ama bu, tövbekâr bir kaç kişinin bizlere sunduğu bir ”bağımsızlık” ve ”demokrasi” proğramı temelinde bir birleşme olmayacaktır. Bizler, anti-emperyalist, anti-kapitalist bir proğramla birleşmenin ve birlikte iş yapmanın yollarını arayacak ve bu perspektifle, ”Sosyalist Anadolu Cumhuriyeti”ni kurma hedefine yürüyeceğiz.

Yazımı rahmetli Behice Boran’ın sözü ile bitiriyorum: ”Birlik, evet! Ama her ne pahasına olursa olsun değil!”

24 Eylül 2009 Perşembe

Solda Diyalog Yanlışı


Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com

Soldaki diyalog yanlışlığına son vermek için, diyalog sözcüğü üzerine fikirlerimi yazmak istiyorum. Bu konu üzerine durmamın iki özelliği vardır. Birincisi, çok kullanılan ama anlamı yanlış olarak bilinen bir diyalog sözcüğü var. İkincisi, diyalog sözcüğünün, yine, son derece yanlış bir biçimde, ”tartışma” sözcüğü ile eş anlamda kullanılıyor olmasıdır.

Bu kavram karmaşasına son vermek ve bunları kullanılır hale getirmek için en çok biz, aydınlara görevler düşmektedir. Zamanıdır. Artık zamanıdır; kavram karmaşıklığına son vermenin; doğru olarak kullanılmayan bazı kavramları tersine çevirip, onları doğru tanımlamanın zamanıdır. Bu yolda yalnız olmadığımı görüyorum. Örnek olsun değerli Yener Orkunoğlu’da uzun süredir kavramlar üzerine kafa yoruyor; ulus, ulusçuluk, devlet, demokrasi gibi kavramları tekrar masaya yatırıp onları yeniden sorguluyor, tarif ediyor. Orkunoğlu’nun tüm analiz ve tariflerine katılmazsam dahi, yaptığı aydınca ve sorumluca çalışmalardır. Aydın olmak, devrimci aydın olmak bence budur. İşte bir örnek:

Yener Orkunoğlu, ”İrrsayonel Politika”(*) başlıklı yazısının bir yerinde, ”diyalog” ile ”çatışma” sözcükleri üzerine durup; diyalog sözcüğünün anlamına dair kısa ipuçlarını da veriyor: ”Diyalog, birlikte düşünme ve birlikte gerçeği aramayı gerektirir. Birbirini gerçekten seven iki insanın arasında diyalog vardır. Diyalog özgürlük bilincinin ve erdemliğin ürünüdür. Diyalog sevgi işidir. Siyasal yaşamda da diyalogun anlamı aynıdır: Çıkarları ortak olanların birlikte düşünme ve birlikte gerçeği aramaları diyalogu gerektirir.” diyor. Gerçekten katılmamak mümkün değil. Türkiye’de, Türkiye sosyalistleri arasında uzun süredir devam eden bir diyalog eksikliği vardır. Buna diyalog yanlışlığı demek daha doğru olur. Yanlışlık, aslında, diyalog sözcüğünün yanlış anlaşılmasından kaynaklanıyor. Kavramlar da yanlış anlaşılınca; çok renkli ve dilli Anadolu coğrafyasında, ”eşitlik” ve ”dayanışmayı” sağlayacak, geliştirici bir konuşma modeli yani diyalogu yaratılamıyor.

Yanlışlık devam ediyor; solda diyalog yanlışlığı devam ediyor…Devam ediyor ama sosyalizmi savunanlar, eşitlik, ortaklık ve özgürlük uğruna mücadele edenler, var olan ”diyalog” yanlışından bir an önce kurtulmanın metod ve yollarını da bulmaları gerekir. İşte üzerinde durulması gereken can alıcı nokta budur. Birinci noktadır. İkinci noktaya devam edeceğim ama devam etmeden önce, izniniz ile, bir parentez açmak istiyorum:

Ben, sosyalizmi savunuyorum. Sosyalist Anadolu Cumhuriyetler Birliği’nden yanayım. Yıllardır bunun için uğraş veriyorum. Açıkçası bunun için yaşıyorum. Bu yolda yaşamanın ve yürümenin, “yaşamların en güzeli” olduğuna inanıyorum. Ama bu yolda yürüyen yalnız ben değilim; başka yoldaşların da olduğunu kabûl etmek gerekiyor. Onların da “eşitlik, ortaklık ve özgürlük” için yürüdüklerini hesaba katmak gerekiyor. Direkt yazıyorum; onları hesaba katmadan ve onlarla kalıcı bir diyaloga geçmeden, hedefe ulaşmanın zorluğunu da biliyorum.

Devam ediyorum. İkinci nokta, çok renkliliğin coğrafyasında – Anadolu’da – devrim için yürüyüş, çeşitlilik arzedecektir. Bu, Anadolu halkları için bir zenginliktir! Bu zengin yürüyüşte; kapitalizme, tekellere, emperyalizme, sömürgeciliğe, ırkçılığa, şovenizme...karşı mücadele edenlerle açık ve kalıcı bir diyalog gerektiriyor. Bu, zorunludur. Zira hedefe ulaşmanın yolu bizlerden başka yoldaşların da olduğunu ve olacağını kabûl etmekten geçiyor. Bu bir. İkincisi, kabûl etmek olumludur ama yeterli değildir. Önemli olan soldaki diyalog eksikliğini ve yanlışlığını gidermek için uğraş vermek ve buna aracı olacak konuşma modelini bulmaktır.

Yukarda da yazıldı: Türkiye’de diyalog sözcüğü hep yanlış anlaşılmıştır. Büyük bir kesim diyalogun ya “geçici bir günlük konuşma” olduğunu sanıyor; ya da “ölüm” veya “anma günlerinde” bir arada olmak olarak algılıyor / algılanıyor. Doğru değildir. Diyalog, başka bir şeydir; diyalogun daha sonuç verici bir anlam ve işlevi vardır.

Diyalog, belirli bir hedef ve amaç için “süreklileşen” bir konuşmadır. Bu bağlamda diyalog, konuşmanın konuşması oluyor. Bu bağlamda diyalog, birlikte iş yapmanın iletişim aracı oluyor.

Hatırlatmakta yarar var, diyalog (dialogos), Sokrates ve Platon döneminde pedagojik ve felsefik olarak geliştirilen bir kavramdır. Bu kavram, karşılıklı bir iletişimi ve anlayışı yaratmanın metodu olarak kullanılmıştır.

Ama Türkiye’de, nedense, bu kavram hep yanlış anlaşıldı, yanlış anlaşılıyor. Zamanıdır, var olan diyalog eksikliğini ve yanlışlığını gidermenin zamanıdır. Birinci noktadır.

İkincisi, Türkiye’de diyalog sözcüğü “tartışma” sözcüğü ile karıştırılmış ve ne yazık ki, iki farklı kavram birbirinin yerini almıştır.Bu da doğal olarak karşılıklı konuşmanın yolu, daha baştan ”tartışma” sözcüğü ile tıkanmış oluyor. Bunu da düzeltmek gerekiyor.

Diyalog, insanlar, örgütler arasında eşitlik ve dayanışmayı sağlaması gereken bir komünikasyon türüdür. Burada amaç, belirli bir hedefe varmak için karşılıklı bir anlayış ve iletişim tarzını yaratmaktır. Oysa ki, tartışma ayrıdır. Ayrı bir konudur.

Diyalog, tartışma değildir. Diyalog, birlikte iş yapmanın yolunu sağlayan ve bunu süreklileştiren bir konuşma modeli oluyor. Bu konuşma modelinin değerleri vardır: Karşılıklı olarak birbirinin bağımsızlığına saygı gösterme, birbirlerinin deneyimlerinden yararlanma, güven, dayanışma, eşitlik, saygı, bir arada olma yeteneğine sahip olma, duygudaşlık (empati) ve geleceği kurmanın merakı gibi değerler, diyaloğun değerleri arasına giriyor. Bu değerleri içeren bir konuşma modeli, birlikte iş yapmanın ve kurmanın yolu ve yol pusulası oluyor.

Amacımız bellidir: Eşitlik, ortaklık ve özgürlük yoluna hizmet veren, bir diyalog tarzı ve anlayışı yaratmaktır.

Kavramları yeniden sorgulamamızın nedeni budur.

Amacımız, soldaki diyalog yanlışlığına son vermektir.

Amacımız, Sosyalist Anadolu Cumhuriyeti’ni kurmak için doğru bir diyalog anlayışı başlatmaktır.
---------------------

(*) Yener Orkunoğlu: İr-rasyonal Politika. Ortakça sitesi. 16 Eylül 2009
link: http://ortaklikicin.blogspot.com/2009/09/irrasyonal-politika.html

Web adres: http://www.ortaklikicin.blogspot.com/

DÖNÜŞÜM ve DİRENENLER


Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com


Türkiye’deki baskıcı oligarşik sistemin dönüşümünü zorunlu hale getiren iki neden vardır. 1. Dış koşullar; 2. İç koşullar.

Dış koşulların etkisi ikilidir: Birincisi, 1990’lı yıllardan sonra dünyada çok şeyler değişti. Sermayenin küreselleşmesi son 10 yılda daha da hızlandı. Bu durum, küresel sermayenin ihtiyaçlarına göre devletlerin iç siyasal ve toplumsal yeniden örgütlenmelerini zorunlu kılmaktadır; İkincisi, Iraktan çekilmeyi planlayan ABD yönetimi, Ortadoğu’da Türkiye’ye taşaronluk görevi vermeyi amaçlıyor. Ama bunun için Türkiye’nin kendi içindeki sorunları halletmesini ‘istemektedir’.

İç koşullar hakkında ise söylenecek çok şeyler var. Ancak bir kaç noktaya değinmekle yetineceğim.

Devlet ile PKK arasında yaklaşık 30 yıl süren bir savaş var. Çözüme götürmeyen savaşın acı sonuçları gözler önünde. T.C devleti PKK’yi yok edebilmek için her yolu denedi ve hala denemektedir. Öyle bir durum yaşanıyor ki, hem yönetenler hem de yönetilenler durumdan hoşnut değiller.

Dönüşümün zorunluluğu artık yaygın bir kabul görüyor. Faşizan eğilimleri olan ve gücünü kısmen kooperatizmden alan sistem artık herkesin gözlerinin önünde fiilen çözülmüştür. Tutucu liberaller dahi dönüşümü kabul etmenin , Kürt sorununu çözmenin zorunluluğunu görmektedirler.

Ancak Türkiye’de demokratik dönüşümün olmasına direnenler var. 1930’lu yılların kafasında olan bu kesim son zamanlarda umutsuzca da olsa direnişini daha da artırmıştır ve artıracaktır.
***
Demokratik dönüşüme direneceklerin başında, askeri bürokrasi gelmektedir. Bu savaşta 400 milyar dolar harcanmış ve 30 binden fazla insan yaşamını kaybetmiştir. Kendi imtiyazlarını kaybetme korkusuyla yaşana askeri bürokrasi, ‘irrasyonal politikası’ nedeniyle bu durumu görebilecek durumda değildir. İmtiyazları kaybetme korkusu, rasyonal politikayı devre dışı bırakmış gözükmektedir. Askeri bürokrasi, ancak kendi imtiyazlarına dokunmayan bir ‘değişimden’ yana olabilir.

Türkiye devletinin en büyük sorunu, kendini irrasyonalizmden kurtaramamış olmasıdır. Bu nedenle rasyonal bir analiz yapmaktan yoksundur. Bu nedenle PKK’yi gerçekten analiz etmekten yoksundur. PKK, ‘terörist’ örgüt, PKK gerillalar ıda ‘aldatılmış gençler’ olarak değerlendirilmektedir. Sorun böçyle yaklaşan bir mantığın açılımının nasıl olabileceğine artık siz karar verin.

30 yıldır süren bir sorunun, bir kaç ayda çözülebileceğini umut etmek, kendini aldatmaktır. Siyasal dönüşüm sorunu, güç sorunudur. Türkiye’de deverimci ve demokrat güçler, örgütlü olarak aktiv bir şekilde toplumun demokratikleşmesini gerçekleştirmedikçe, kısa vadade çözüm beklenilmemelidir.

Demokratik bilinç ve demokratik kurumlar öyle birden bire oluşmuyor. Avrupa bunun için yüzyıllarını verdi. Ama tarihde öyle dönemler vardır ki, bir yıl içinde on yıllar boyunca elde edilemeyen gelişme ve başarılar olabilir. Ama böyle bir durum, bir tarafta hedefte ve amaçlarda net olmayı, diğer tarafta düşünsel, politik ve örgütsel hazırlığı gerektirmektedir. Türkiye’de devrimci ve demokratik güçleri büyük sorumluluklar beklemektedir.

16 Eylül 2009 Çarşamba

İRRASYONAL POLİTİKA



Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com


İrrasyonal(akıldışı) kelimesini ilk defa kimin kullandığını bilmiyorum. İrrasyonel felsefeyi ilk savunan Alman filozofu Schopnehaur ise, dünyada en uzun irrasyonel politika anlayışı sürdüren ilk örnek devlet ise T.C’dir herhalde.

T. C devletinin politikasındaa irrasyonalizmi doğuran nedir?

İrrasyonalizmi doğuran en önemli olgu korku olayıdır. Korku boğuntusu insanın doğal düşünce akışını değiştirir. Korku aklın işleyişini etkiler ve insan düşünemez olur. Korkunun olduğu yerde akıl akıl olmaktan çıkar. Lenin, ‘uçurumun kenarındaki bir insanın akıl yürütemez’ demişti.

Toplumların ve insanların yaşamlarında öyle anlar vardır ki, irrasyonal davranışlar gündeme gelebilir. Ne var ki, anlık irrasyonalite yerini on yılları kapsayan uzun bir sürece bırakmışsa, orada büyük bir sorun var demektir.

T.C’nin kuruluş temellerinden biri korku olmuştur. Bu korkuyu gündemde tutarak Türkiye’de irrasyonal bir devlet ve politika anlayışı yaratılmıştır. 80 yıldır sürdürülen bu irrasyonel politika, son 30 yılda Kürt halkına karşı yürütülen akıldışı savaşla doruğuna ulaştı.

Kürt halkının ve Kürt dilinin varlığını inkar üzerine kurulmuş irrasyonal toplum ve politikain aşılması için Kürtler silaha sarılmak zorunda kalmışlardı. İsmini hatırlayamadığım, yanılmıyorsam ünlü bir kralın söylediği güzel bir söz var. ‘Karşı tarafı silaha sarılmaya zorlayanının kendisi saldırgandır’

Türkiye’deki irrasyonal politikaya dayanan irrasyonal savaşın bedeli 30 binden fazla ölü ve 400 milyar dolar savaş gideri olmuştur. İrrasyonel bir Türkçülük adına sürdürülen anlamsız savaş, devleti ve toplumu çürütmüştür.

Korku azaldıkça aydınlık görülmeye ve doğru düşünmeye başlanır, irrasyonal politika yerini daha rasyonal politikaya bırakır. Ancak genlerine ‘iç ve dış düşmanlar’ paranoyası işlemiş bir devletin kısa süreli ‘rasyonal’ politikasına ve yasalarına umut bağlayanlar, irrasyonal politikaların yeni bir biçimiyle karşılaşırlarsa hiç şaşırmasınlar.

Bu düşüncenin politikaya uygulanması şudur: Devletin anti-demokratik bürokratik yapılanması değişmeden aynı kaldığı taktirde, Kürtlerin varlığını tanıyan sözler kağıt üzerinde kalır.

Korku cumhuriyetinde irrasyonal politikanın egemenliği nispeteden anlaşılalabilir. Ama irrrasyonal politikalar ‘solcuları’ etkilemişse, sol hareket büyük bir sorunla karşı karşıya demektir. Devrimci politikayı, 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasına indirgeyen bir anlayış kendini hala 12 Eylül travmasından kurtaramamış demektir. Clara Zetkin (1857-1933), ‘Faşizm proleter devrimi başaramayan işçi sınıfının ödemek zorunda olduğu bedeldir’ demişti. Türkiye’de sol hareket 12 Eylül konusunda kendi hatalarını tartışıtsa daha faydalı bir şey yapmış olur.
***
Gerek siyasal yaşamda gerekse insan yaşamının diğer alanlarında iki tür ilişki ve tartışma biçimi vardır: Diyalog ve Çatışma.

Diyalog, birlikte düşünme ve birlikte gerçeği aramayı gerektirir. Birbirini gerçekten seven iki insanın arasında diyalog vardır. Diyalog özgürlük bilincinin ve erdemliğin ürünüdür. Diyalog sevgi işidir. Siyasal yaşamda da diyalogun anlamı aynıdır: Çıkarları ortak olanların birlikte düşünme ve birlikte gerçeği aramaları diyalogu gerektirir.

Çatışmada birlikte düşünme yoktur. Birbirlerine üstünlük kazanma savaşı vardır. Diyalog sevgi işiyse, çatışma nefret işidir.

Politika hem diyalogu hem de çatışmayı gerektirir. Politika hem sevgi hem nefret işidir. Aslında politika dost güçlerle diyalog yürütme, karşı güçlerle çatışmayı göze alma sanatıdır. Sadece çatışma sanatını bilmek yetmez, aynı zamanda diyalog sanatını başarıyla yürütmeyi de gerektirir.

‘Küçük’ bir hedefe, büyük güçlerle yönelmek, emekçiler arasında geniş ittifaklar yaratmak ve egemenler arasında çatlaklıklar yaratmak, politika sanatının görevidir. Bu sanatı öğrenmeden emekçilerin anti-demokratik bürokratik devleti dönüştürmeleri mümkün değildir.

15 Eylül 2009 Salı

Irak’lı Gazeteci Muntazar El-Zaidi Serbest!


Haber: Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com

Geçen yıl, ” artık ülkemizden defol köpek!” diye bağırarak, eski ABD Başkanı George Bush’a ayakkabısını fırlatan ve üç yıla mahkûm olan onurlu gazeteci Muntazar El-Zaidi bugün tahliye oldu. Zaidi çıkışında, ”ben şimdi hürüm, ama ülkem değil. Ülkem hâlâ cezaevi gibidir. Ülkem hâlâ Amerikan çizmeleri altnda” dedi.

Cezaevi çıkışında, davul, zurna , zılgıtlarla… ve kahraman gibi karşılanan El-Zaidi, bizlere; artık böylesi ve daha ötesi eylemlerin yapılmasını; Amerikan ve işbirlikçilerine karşı yorulmak bilmez bir ”kahramanlık savaşı” vermenin zamanı geldiğini söylüyordu.

Muntazar El-Zaidi yapmış olduğu basın açıklamasında;

”Bugün ben hür’üm, ama ülkem değil,” ve devamla, ” bana en kötü bir şekilde, elektrik kabloları ile işkence yapıldı… Beni, demir çubuklarla dövdüler ve daha değişik işkence metodlarını kullandılar…” dedi.

Evet, kahraman gibi karşılanan Irak’lı gazeteci Mintazar El-zaidi’nin özgürlüğü ve direngenliğini bizler de kutluyoruz.

Artık bizler de, Irak’ta ve tüm Ortadoğu bölgesinde El-Zaidi gibi ve ötesi tepkilerin zamanı gelmiştir diyoruz.

Zamanıdır: Ortadoğu’da El-Zaidi’ler çoğalsın!

12 Eylül 2009 Cumartesi

Seksen öncesi / seksen sonrası veya rejimin niteliği

Karaburun Bilim Kongresinde 4 Eylül 2009'da Sunulan Bildiri

Fikret Başkaya

1980 sadece Türkiye’nin değil, kapitalist dünya sisteminin tarihinde de bir kırılma noktasıdır. Genel bir çerçevede 1970’li yılların sonu, 1980’lerin başı, II. emperyalist savaş sonrasında geçerli paradigmaların da sonuydu. Savaş sonrasında sömürülen sınıflar ve ezilen halklar lehine oluşan güç dengesinin yön değiştirmesi anlamına geliyordu. Başka türlü söylersek, emperyalist sistem savaş sonrasında kaybettiği mevzileri geri almak üzere kapsamlı bir saldırıya geçmişti ve saldırının adı ‘neoliberalizmdi’.

1945 sonrasında emperyalist sistem üç odak [Üçüncü Dünya halkları, Sovyet sistemi ve emperyalist ülkelerdeki işçi hareketi ve sol muhalefet] tarafından sıkıştırılmakta ve tavizler vermek zorunda kalmaktaydı...Koloniyalizm statüsüne baş kaldıran sömürge halkları, kapitalizmin tarihinde ilk defa 1955 yılında Endonezya’nın Bandung kentinde toplanan ünlü Bandung Konferansıyla bir aktör olarak dünya sahnesine çıkmışlar ve dünya siyasetinin belirleyicilerinden biri olma niyetini ilân etmişlerdi.

Sovyet sistemi emperyalist savaştan etkinlik alanını ve prestijini artırarak çıkmış, hem yeryüzünün lânetlilerinin, hem de emperyalist ülkelerdeki işçi sınıflarının gözünde bir çekim merkezi haline gelmişti. Nihayet emperyalist metropollerde savaşın yoksulluk ve sefalete mahkûm ettiği işçi sınıfı kapitalist sistemi ödün vermeye zorluyordu. Bazı ülkelerde [Fransa, İtalya...] komünist partileri iktidarı ele geçirip rotayı değiştirme potansiyeli taşıyorlardı. Velhasıl kapitalizmin yaklaşık 450 yıllık tarihinde ilk defa ezilen halklar ve sömürülen sınıflar lehine göreli bir güç dengesi durumu ortaya çıkmıştı. Böyle bir güçler dengesi demek, kapitalist sistemin baronları için tehlike çanlarının çalması demekti.

Emperyalist sermaye güç dengesini lehe çevirmek için biri ideolojik planda [neoliberal tezlerin oluşturulup-yayılması veya ideolojik savaş], diğeri de jeostratejik, jeopolitik planda [ komünizmi çökertme ve Üçüncü Dünya rejimlerini yeniden kompradorlaştırma, emperyalist ülkelerdeki ‘sosyal devlet’ veya ‘refah devleti’ denilen modeli aşındırma] olmak üzere ikili saldırıya geçti. 1970’li yılların sonuna gelindiğinde artık güçler dengesi emperyalist cephe lehine döndürülmüştü. Sovyet sisteminde aşınma derinleşmiş, Üçüncü Dünya’da ‘ulusal kalkınmacı’ paradigma iflas etmiş, Bandung Konferansıyla kabaran dalga sönmüş, emperyalist ülkelerde geçerli ‘refah devleti modeli’ aşınma sürecine girmişti. İdeolojik planda da neolibiralizm tek düşünce mertebesine yükseltilip alternatifsiz ilân edilmişti.

Türkiye’de seksen ve sonrasında neler oldu, neden oldu, olanlar kimin için ne anlama geliyordu sorusuna cevap arama iddiasında olan biri, Türkiye’nin bir parçası olduğu kapitalist dünya sistemindeki eğilimleri, kırılmaları, dönüşümleri, hegemonik gücün jeopolitik, jeostratejik stratejisini dikkate almak zorundadır. Böyle bir şey, bilimsel yöntemin de bir gereğidir. Zira, parçayı bütünden soyutlayarak tahlil etmek uygun değildir. Bütünle parça arasındaki karşılıklı belirleyicilik ilişkisini dikkate almayan bir tahlil fotoğrafın tamamını kapsamaz. Aslında kapitalizmin karşı saldırısı, 1970’lerin ortasından itibaren genelleşen yapısal krizden çıkmanın da bir aracı olarak gündeme gelmişti. Başka türlü ifade etmek istersek, kapitalizmin krizden çıkması, güç dengelerini yeniden kendi lehine çevirmesiyle mümkündü ki, bu da dünyanın her yerinde emekçi kitlelerin sömürüsünün derinleştirilmesi, çevreden merkeze değer transferinin yoğunlaştırılması velhasıl işçi sınıfının ve yeryüzünün lânetlilerinin bulundukları mevizelerin gerisine püskürtülmesini gerektiriyordu...

Fakat hegemonik güç olan ABD’nin Türkiye’ye ve Türkiye’nin içinde yer aldığı bölgeye “ilgisini“ artıran başka nedenler ve gelişmeler de söz konusuydu. OPEC petrol üzerindeki denetimi ele geçirmiş, peşpeşe önemli oranlarda zamlar yapmıştı. Petrol kartelinin bu tür bir etkinlik sağlaması, benzer oluşumları teşvik edebilir, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelere ucuz enerji, maden ve tarım ürünleri akışını problemli hale getirebilirdi. 1970’lerin ortalarından itibaren Üçüncü Dünya Ülkeleri ‘yeni bir uluslararası ekonomik düzen’ talebini gündeme getirmişlerdi ki, bu tür girişimler, söz konusu ülkelerin ‘eşitsiz ticareti’, eşitsizlik temeli üzerine kurulmuş ekonomik ve politik ilişkiler bütünün sorun eder hale gelmeleri demekti.

Emperyalizmin en güvenilir “müttefiki” olan İran’daki Şah Rıza Pehlevi rejimi düşmüş [1979], yerini İmam Humeyni önderliğindeki ‘İslam Cumhuriyeti’ almıştı. Bu durum ABD’nin bölgedeki üç kalesinden birinin düşmesi demekti [diğerleri Siyonist İsrail ve Türkiye]. Sovyetler Birliği Afganistan’a girmişti [1979]...

Bir başka gelişme başta Müslüman Ortadoğusunda olmak üzere, İslam Fundementalizmi de denilen ‘politik islamın’ bölge halklarının gözünde bir çekim merkezi haline gelmesiydi. Elbette ‘Politik İslam’ denilen başta bizzat ABD tarafından peydahlanmış, komünizmi kuşatma stratejisinin bir aracı olarak gündeme gelen ‘güdümlü’ bir hareketti ama güdümlü hareketler her zaman güdümlü olmaktan çıkma potansiyeline sahiptirler... Bütün bunlar emperyalizmin ‘enerji çeşmesi’ Ortadoğu denilen bölgedeki konumunu sarsıcı gelişmelerdi ve ‘Kollektif emperyalizmin’ lideri olan ABD’nin bu gelişmelerden kaygılanmaması mümkün değildi...

Bölgeyi ‘istikrara kavuşturmak gerekiyordu ama bölgede ‘istikrar unsuru’ olması gereken ve Emperyalizmin bölgedeki iki kalesinden bir olan Türkiye de istikrarsızlık istenmeyen bir istikâmete yönelirse, emperyalizmin bölgedeki uzantısı ya da ‘bölgedeki emperyalizmden‘ başka birşey olmayan Siyonist İsrail’in güvenliği de tehlikeye girebilirdi... Fakat, Türkiye’deki ‘istikrarsızlık durumunun’ nüanse edilmeye [eşelenmeye] ihtiyacı vardır. Türkiye’de 1960’lı yıllarda kabaran sol dalga 12 Mart 1971 askerî müdahalesiyle söndürülmek istenmişse de tam başarılamamıştı. Sol hareketin üstüne devlet destekli faşist milisler sürülüp, katliamlar ve devlet cinayetleri tırmandırıldı, Türkiye tam bir kaos ve şiddet sarmalına sokularak, halk bezdirildi. Bir tür ‘iç savaş’ ortamı yaratılmıştı. Bu yüzden 12 Eylül darbesiyle çatışma ve şiddet ortamı arasındaki ilişkinin yönü ve mahiyeti farklıydı. Darbeyi ‘gerekçelendirip’, mümkün hale getirmek için kaos ve şiddet tırmandırılıyordu. Dolayısıyla darbenin gerekçesi olan ‘Türkiye’nin bölünmenin ve parçalanmanın eşiğine gelmişti’ söylemi gerçek durumu ifade etmiyordu. Hem emperyalizmin, hem de onun uzantısı olan Türkiye’nin komprador egemen sınıflarının çıkarına uygun bir ‘tanzimatın’ yapılabilmesi için şiddet ve terör ‘bilinçli olarak’ tırmandırılmıştı. Nitekim 11 Eylülde devam eden şiddet ve terör eylemlerinin 12 Eylülde bıçak gibi kesilmesi, ilişki tersliğinin kanıtıdır. Askerî darbe terör ve şiddeti önlemek için yapılmadı, askerî darbeyi ‘gerekli’ kılmak için terör ve şiddet tırmandırıldı. Aslında askerî darbe kapsamlı bir projenin sadece bir bileşeniydi ve söz konusu projenin ‘başarısı’ için gerekliydi. Bilinçli ve sistematik olarak yaratılan terör ve şiddet sarmalı, devlet terör rejimini yerleştirmek içindi...

Netice itibarıyla 12 Eylül darbesi bilinen anlamda bir askerî müdahale değildi. Kapsamlı bir modelin dayatılmasıydı ki, söz konusu model, Türkiye’nin komprador egemen sınıf ittifakının ve emperyalizmin çıkarını güvence altına alan bir düzenlemeler, tanzimatlar bütünü olacaktı. İkinci emperyalist savaş sonrasında geçerli paradigmanın yerine yenisini ikâme etmek anlamına geliyordu. Başka türlü ifade etmek istersek, belirli aralıklarla [20-30 yıl] yapılan ve her seferinde farklı adlar alan düzerlemelerden, tanzimatlardan, ıslahatlardan, reformlardan biriydi. Bir tür ‘genel tekrardı...”
“Yenilikçilik’ döneminde Türkiye’de yapılan bu tür düzenlemelerin birbirine bağımlı ve birbirini tamamlayan başlıca iki işlevi vardı: egemen sınıfın iktidarını pekiştirip iktidarın temelini takviye etmek ve emperyalizmle uyumlanmak... Tam bir uyum-takviye operasyonu... Türkiye’de egemen sınıflar ittifakının varlık nedeni emperyalizmle uyumlanmaktan geçiyor. Dolayısıyla egemen ittifakın iktidarının varlığı ve kalıcılığı, onun emperyalizmle uyumlanma yeteneğine bağlıdır...
12 Eylül, emperyalizmin yeni stratejisiyle uyumlanmayı, egemen sınıf ittifakını restore- takviye etmeyi amaçlıyordu ve restorasyon rejimin tüm veçhelerini kapsayacaktı. Bu niteliğinden ötürü de önceki iki darbeden [27 Mayıs ve 12 Mart] hem amaç hem de kapsam itibariyle farklıydı. Nitekim 12 Eylül öncesinin iki darbesi de [ 27 Mayıs 1960, 12 mart 1971] iktidarın temelini güçlendirici düzenlemeleri dayatsa da bir paradigma değişikliğini amaçlamıyordu. Darbeden 30 yıl sonra 12 Eylül rejiminin sarsılmadan yola devam ediyor oluşunun nedenlerinden biri ve başlıcası, sadece yapılan düzenlemelerin derinliği değil, geçerli paradigmayı yenisiyle ikâme etmesinden, rotayı değiştirmesindendir...

“Ulusal kalkınmacı” paradigmadan yeniden kompradorlaşmaya giden yol: 24 Ocak-12 Eylül 1980...

Politik ve akademik literatürde açıkça dillendirilmese de İkinci emperyalist savaş sonrasında Türkiye’de adı konmamış bir ‘ulusal kalkınmacılık’ geçerliydi. Aslında bu Türkiye’ye özgü bir şey de değildi. Global planda sınıfsal güç dengelerinin bir sonucu olarak, Türkiye’nin de içinde yer aldığı Üçüncü Dünya’da geçerli model ulusal kalkınmacılıktı. Bu modelin mahiyeti, çelişkileri ve sınırlarına dair başka yerde yeterince yazdığım için burada bu soruna girmeyeceğim ama geçerken şu kadarını hatırlatmak uygun olabilir. Çoğu koloniyalizmden yeni kurtulmuş Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki ‘genç devletlerin’ yönetici sınıfları, kapitalizmden kopmadan, karşılıklı bağımlılık ilişkileri dahilinde sanayileşebileceklerini, kalkınabileceklerini, yüzyıllardır uzak tutuldukları sofraya dahil olabileceklerini, velhasıl yakalamanın mümkün olduğunu düşünüyorlardı. Bir taraftan kapitalizmin içine girdiği genişleme trendi, diğer taraftan koruyucu ve düzenleyici ‘milli politikaların’ bu yöndeki beklentileri teyit eder mahiyette sonuçlar doğuruyor gibi görünmesi, ‘ulusal kalkınmacı’ denilen modele haklılık ve prestij kazandırıyordu. Fakat içe dönük, ithal ikâmeci büyüme modeli, yüksek oranda ithalata bağımlı bir modeldir. Yüksek ithal girdi oranıyla üretim yapar ama ürettiğini iç pazarda sattığı için kendi ihtiyacı olan dövizi kendisi sağlayamaz. Ve belirli bir eşikten sonra ödemeler dengesi krizi kaçınılmaz olarak gündeme gelir.
Türkiye’de de 1970’li yılların sonuna gelindiğinde ithal ikâmeci model tıkanmış, Türkiye dış [emperyalist] müdahalelere daha da açık hale gelmişti. Emperyalist finans kurumlarının ‘yardımı’ olmadan yola devam etmesi artık mümkün değildi ama söz konusu emperyalist kurumların “yardım etmesi” için ‘yapısal uyum’ gerekiyordu ve ‘yapısal uyumun’ içeriği de en ince detaylarına varıncaya kadar söz konusu finans kurumları tarafından belirleniyordu...

Uyum startı Turgut Özal’ın başbakanlık ve DPT müsteşarı olduğu dönemde 24 Ocak Kararlarıyla [1980] verildi. Lâkin verili ideolojik-kurumsal yapı ve işleyiş ve geçerli sınıfsal güç dengeleri, uyum için uygun değildi. En ufak kırıntıları da dahil, sınırlı demokrasiye dair ne varsa tasfiye edilmesi gerekiyordu... Ekonomik planda ‘uyumun’ sağlanabilmesi, sosyal, politik, ideolojik ve kültürel, kurumsal planda ‘uyumlanmayı’ gerektiriyordu ki, bunu geçerli ‘parlamenter’ sistem içinde gerçekleştirmek mümkün değildi. Ekonomi dışı alanlarda köklü tanzimatlar yapılmadan ekonomiye istikrar getirmek, velhasıl paradigmayı değiştirmek imkânsız gibiydi. Dolayısıyla 12 Eylül cuntası söz konusu paradigma değişikliği için “gerekliydi“. Tam bir kompradorlaşma programı demek olan yeni paradigma, ancak devlet terör rejimiyle dayatılabilir, kabullendirilebilir, kalıcılaştırılabilirdi. 24 Kararlarının ‘yerli mimarı’ [aslında asıl mimarlar Washington’daydı] Turgut Özal, 12 Eylül darbesiyle birlikte başbakanlığa terfi ettirilmişti. Ama başbakanlık ve DPT müsteşarı olmadan önce MESS [ Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası] başkanı olduğunu hatırlamak gereksiz bir ayrıntı değildir. Bu, 12 Eylül askerî cuntasının gerisindeki ‘asıl iç mimarlar’ hakkında fikir verecektir.

12 Eylülle birlikte ekonominin direksiyonuna geçirilen Turgut Özal, 1983 Kasım başında ‘demokrasiye’ geçildiğindeyse artık “sivil” başbakandır... Daha sonra da ‘sivil cumhurbaşkanı’ olarak ünlenecekti... Siyasi kültürün bu kadar geri, kavram kargaşasının bu kadar yaygın olduğu bir ülkede ‘sivil’ kavramıyla ilgili kafa karışıklığı da anlaşılır bir şeydir. Cuntanın Başbakan yardımcısı üç yıl sonra ‘sivil başbakan’ olarak arz-ı endam ediyor ve insanlar ‘sivil” bir seçim yaptığını sanıyordu... Özal “tabu yıkıcı”, “ufuk açıcı”, “kalıp parçalayıcı” olarak sunulacaktı ama ufuğun nereye açıldığı, parçalanan kalıbın aslında ne olduğu hiçbir zaman gerektiği gibi tartışılmadı. Bu vesileyle bir gerçeği hatırlamamak olmaz: Özal ‘işbitiriciliğin’ tartışmasız timsâliydi. Bilindiği gibi işbitiricilik iki tarafı varsayar: işi bitiren ve işi bitirilen...

Velhasıl Özallın seksenli yıllar boyunca, başbakan yardımcısı, başbakan ve cumhurbaşkanı olarak sahnede kalması, sermaye sınıfının rövanşıydı... Ekonomik sistemi yerli komprador oligarşinin ve emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirmek üzere saldırıya geçildi. İşçi hakları askıya alındı, sendikaların yasaklanıp- yöneticileri hapse atılmayanının [Türk İş Konfederasyonu] genel sekreteri cunta hükümetinin çalışma bakanıydı... Aslında bu durum Türkiye’deki sendikal geleneğin niteliği hakkında fikir vermeye yeterdi... Sadece işçi ücretleri bastırılmadı. Tarım sektörü de baskı altına alınarak ihraç edilebilir bir mal stoku oluşturuldu. 24 Ocak-12 Eylülle dayatılan ekonomik modelin başlıca amaçlarından biri, dış borçların ödenmesini güvence altına almaktı. Bunun için de 1950’li yılların sonundan beri geçerli içe dönük [ithal ikâmeci] model yerine ‘dışa dönük’, ihracat öncülüğünde büyüme modeli denilen, yeni bir sermaye birikimi modeli dayatılıyordu. Dışa açılma, dışa dönük model denilen, ekonomiyi sonuna kadar dış sömürüye açmak demekti. Bilindiği gibi emperyalist finans örgütleri [IMF, Dünya Bankası, [WB], Dünya Ticaret Örgütü [WTO], OECD, vb.] tarafından Türkiye ve benzer gelişmişlik düzeyindeki ülkelere önerilen, bilimsel literatürde ‘ihracat öncülüğünde büyüme’ denilen dışa açık model, yeniden kompradorlaşmanın hizmetinde tam bir sömürü-yağma ve talan modeliydi. Çokuluslu şirketlerin etkinlik alanını genişletip, kâr marjlarını yükseltmeyi, azgelişmiş ülkelerin ihracat ürün fiyatlarını çökertmeyi, bankaların [finans sermayesi densin] yayılmasının önünü açmayı ve dış borçların düzenli ödenmesini sağlamayı amaçlıyordu. Elbette asıl amaç söz konusu ülkeleri koloniyalizm dönemindeki statüye benzer bir duruma zorlayan bir ‘düzeltme operasyonu, kapsamlı bir yoksullaştırma saldırısıydı ve kapitalizm koşullarında yoksulluk sefalet demekti.

1983 Kasımında seçimlerle demokrasiye geçildiği söylendi. Buna inanmak isteyenler inandı ve maalesef inananlar çoğunluktaydı... Aslında 1982 anayasasının kabulü demek [kabul ettirilmesi], askerî darbenin dayattığı devlet terör rejiminin kurumsallaşıp-kalıcılaştırılmasıydı. “Zira, yeni rejimin çatısını oluşturan anayasa, darbe rejiminin fiilî kıldığı düzeni hukuksal bir çerçeveye yerleştirip ülkenin kalıcı ve olağan rejimi olarak meşrûlaştırmaktan başka bir şey yapıyor değildir. Oysa darbe düzeni hiç değilse adı üstünde, darbe düzenidir; yani demokratiklik iddiası olmayan olağanüstü bir ara rejimdir.” Söz konusu olan, devlet terör rejimini ‘görünmez’ kılan bir dizi kurumsal düzenleme ve ideolojik bir manipülasyondan ibaretti... Kadir Cangızbayın da ifade ettiği gibi, 1982 anayasası, askerî rejimi yasal hale getirip-kurumsallaştırmak, kalıcılaştırmak demekti. Yapılan ve yapılmak istenen politikanın yasaklanmasıydı ama sisteme yamanan siyasî parti-seçim-temsil-meclis-hükümet oyunu, gerçek durumu gizliyordu. Kaldı ki, siyasetin yasak olduğu bir ortamda en bıktırıcı bir şekilde ‘demokrasinin vazgeçilmezi’ denilen siyasi partiler siyasi partiye benzer, ne de seçimlerin ve parlamentonun bir kıymet-i harbiyesi olurdu... Siyasi partiler ve seçimler kendi varlık nedeninin ve misyonunun tersini gerçekleştirmek için sahnedeydi. Amaç askerî rejimi görünmez kılmaktı. 12 Eylül modelinin dayatılması demek, zaten yasak olan siyasetin üzerini betonlamak gibi bir şeydi. Askerin sahneden çekilmesi bir yanılsamaydı. Zira değişiklik biçimle, görüntüyle ilgiliydi. Cunta döneminin ‘Milli Güvenlik Konseyi’, sadece MGK’ya [Milli Güvenlik Kurulu] taşınmakla kalmamış, cunta kültürü devlet aygıtına ve devletin ideolojik aygıtı denilenlere de derinlemesine sinmiş, toplum vicdanı kirletilmişti... Bu arada ideolojik planda da resmi ideoloji olan Atatürkçülüğün Türk-İslam sentezi denilen yeni bir versiyonu üretilmişti. Yeni Atatürkçülük versiyonu sadece TC egemenlerinin hizmetinde değildi. Komünizmi çökertmenin ve Üçüncü Dünya Rejimlerini kompradorlaştırmanın hizmetindeki ABD’nin Yeşil Kuşak Doktriniyle de uyumlanmak anlamına geliyordu...

O halde bu durum nasıl açıklanmalı-anlaşılmadır. Neden moderniteye, modernliğe onca gönderme yapıldığı halde devlet hâlâ kutsal sayılıyor. Neden böylesine köşeli, böylesine bağnaz bir resmi ideoloji geçerli? Neden rejimin bir sürü tabusu var? Neden parlamento parlamentoya, siyaset siyasete, siyasi partiler siyasi partiye, yargı yargıya, üniversite üniversiteye, medya medyaya... benzemiyor ama hepsi gibi... Neden insanlar bir türlü ‘yurttaş’ olamıyor ve sanki ortalama insanın taşıdığı bilinç bir tür misafir, mülteci, sığıntı bilincinin ortalaması? Neden askerî darbeler rejimin ‘olağan’ halidir? Neden 12 Eylülde üretilen makina aradan üç onyıl geçtiği halde hâlâ yerinde duruyor ve çalışmaya devam ediyor. Neden siyaset bir türlü adına lâyık olamıyor. Neden aradan geçen otuz yılda parlamento defalarca ‘yenilendiği’, defalarca mahalli seçimler yapıldığı halde ‘siyaset erbabı’ 12 Eylül’ün dayattığı kurumsal, yasal, ideolojik yapıyı sorun etmiyor, hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yokmuş gibi davranabiliyor? Sadece siyaset erbabına değil topluma da sirayet etmiş ‘omerta kültürü’ nasıl açıklanabilir? Neden bu ülkede devlet tarafından yapılan katliamlara ‘faili meçhul cinayetler’ deniyor? Neden farklı düşünen hain muhalif düşman sayılıyor, özgür düşünceden ve sınırlı demokratik açılımlardan bu ölçüde korkuluyor? Neden Kürt sorunu onca zamanda bir türlü çözülemiyor? Neden hesap sorma-hesap verme diye bir gelenek yok. Neden yargı ikiliği var ve o kadar zamandan sonra ‘suçun kişiselliği’ ilkesine bile itibar edilmiyor? Neden rejim ‘kendi’ çocuklarını terörist ilan edebiliyor? Soruları çoğaltmak mümkün... Bu ve benzer sorularla ilgili verimli bir tartışma yürütmenin koşulu, TC’ye dair yaratılmış efsanelerden, resmi tarih, resmi ideoloji ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın tahribatından kurtulmadan mümkün değildir. Aksi halde ekseri yapıldığı gibi sorunları tartışıyormuş gibi yapanların safına savrulmak kaçınılmazdır...

TC’nin modernite ve aydınlanmayla imtihanı veya rejimin niteliğini tartışabilmek...
Herhangi bir toplumsal olayı veya süreci açıklamak için bir dizi neden sıralamak adettendir ve aslında bu gereklidir de. Zira, inceleme konusu yapılan toplumsal olay, olgu veya süreç farklı nedenlerin, kertelerin, belirleyiciliklerin diyalektik bir bütünlüğü olarak tezahür eder. Lâkin, bir dizi nedeni sıralamak, toplumsal gerçekliğe nüfûz edip bilince çıkarmak için yeterli değildir. Sorunu yetkin bir tarzda ele alıp- netleştirmenin, gerçekliği ortaya çıkarmanın yolu, asıl nedeni tespit edip, nedenler hiyerarşisinin tepesine yerleştirmeyi gerektirir. Nedenler ‘bütünü’ içinde asıl nedeni seçip-ortaya çıkarmak son derecede önemlidir. Aksi halde sorun tahlil ediliyormuş gibi yapılsa da gerçeği yakalamak pek mümkün olmaz. Böyle bir durumda ideolojik- entellektüel etkinlik zaafa uğrar ve asıl amaca yabancılaşır, başka amaçlara hizmet eder hâle gelir... Dolayısıyla, araştırmacının, tarihçinin, ‘bilim insanı’ denilenin, sosyal düşünce alanında etkin olma iddiası olanın yöntem ‘üstünlüğüne’ sahip olması gerekir ama bir başına yöntem üstünlüğü gerçeği yakalamanın güvencesi değildir. Yöntem üstünlüğü araştırmacıyı sadece avantajlı duruma getirir. Kendisinden beklenen yüksekliğe de çıkabilmelidir. Türkiye’deki rejimin niteliği tartışılırken, yukarıda sorduğumuz sorulara cevap aranırken, nedensellik hiyerarşisinin tespiti büyük önem taşıyor...

Öyleyse sorun nasıl ele alınıp-tartışılabilir? Kritik olan, belirleyici olan nedir veya ne ile ilgilidir? Tartışmayı, Türkiye sosyal formasyonunun yakın tarihinde yaşananların ne anlama geldiğiyle başlatabiliriz. İmparatorluğunun ‘yenilikçilik’ denilen döneminde yapılanların tarihsel anlamı ne idi? Yenilikçilik [teceddüt] denilenler aslında neyin hizmetindeydi? Osmanlı sosyal formasyonu hem kendi iç çelişkilerinin hem de ilk defa tarih sahnesine çıkan, orijinal bir üretim tarzı olan kapitalizmin aşındırmasına maruz kaldığında, bürokratik yönetici elit [nomenklatura] başa dönerek, başlardaki gücü ve ihtişamı ihya ederek ‘krizi’ aşmanın mümkün olduğunu sandı. Aslında bu ister birey isterse toplum olsun, yeni bir durumla karşılaşanların olağan tepkisidir: geriye bakmak, çözümü geride aramak. Fakat tarihte geriye dönüş hem mümkün değildir hem de arzulanır bir şey olmaması gerekir. Zira, bugünün sorunlarını düne ait yöntem ve araçlarla çözmek mümkün değildir. Osmanlı yönetici eliti katında selâtini maziye denilen bir ‘altın çağ’ yaşandığına inanırlardı ve geçmişteki altın çağı ihyâ ederek içine sürüklendikleri durumdan çıkabileceklerini umuyorlardı. Bunun imkânsızlığı anlaşılınca, durumu kurtarmak için Batı Avrupa’dan [koloniyalist-emperyalist Avrupa] bazı kurum, kural, teknoloji, üslûp, vb. ithal ederek, oraya benzeyerek, kutsal devletlerini koruyacaklarını düşündüler. Amaçları yeni ve farklı bir şey yapmak değil, mevcut durumu, status quo’yu koruyup-sürdürmekti. Dolayısıyla yenilikler, kapitalist-emperyalist-koloniyalist Batı’dan ithal ettikleri şeyler, yeniyi yaratmanın değil, eskiyi koruyup-yaşatmanın hizmetindeydi. Bunun anlamı, bu topraklarda bir modernite devriminin hiçbir zaman yaşanmamış olmasıdır. Yenilikçilerin asıl amacı Eski Rejimi yıkıp, yeniyi ikâme etmek değildi. Eksiyi Batı’dan ithal ettikleri şeylerle koruma yoluna girmişlerdi. Oysa, kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte artık ‘klasik’ iktibas yolu kapanmıştı... Önceki dönemlerde iktibas yolu açıktı ve bir uygarlığın ‘ilerlemesi’ diğerinin ilerlemesini mümkün kılıyordu. Kapitalizmin tarih sahnesine çıkıp egemen üretim tarzı haline geldiği dönemde iktibas demek, kapitalizmin etki alanına girmek, kapitalizm tarafından biçimlendirilmek- biçimsizleştirilmek, velhasıl sömürgeleşmek demekti. Osmanlı İmparatorluğu söz konusu olduğundaysa bu yarı-sömürgeleşme biçiminde tezâhür edecekti.

Koloniyalist-emperyalist Batı’dan ithal edilen şeyler [düşünce, kurum-kural, teknoloji, militer yöntem ve araçlar, yaşam üslûbu, giyim-kuşam tarzı...] ve oluşturulan ‘yeni kurumlar’, umulanın aksine ve çelişik olarak, yönetici bürokratik elitin iktidarını sürdürmesine imkân vermekle birlikte, imparatorluğun sosyal dokusundaki aşınma daha da derinleşti. Batıyla uyumlanmak üzere yapılanlar, neoliberal küreselleşme çağında Üçüncü Dünya Ülkelerine önerilen- dayatılan yapısal uyum programlarının bir versiyonuydu. Osmanlı imparatorluğunda XIX’uncu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan muhalefet de rejimin bir iç muhalefeti olması itibariyle farklı bir zihinsel-entellektüel-politik paradigmayı veya perspektifi temsil etmiyordu. Yönetici elit katında kimsenin yeni ve farklı bir şey yapmak, Eski Rejimle hesaplaşmak, onu aşmak gibi bir sorunu yoktu. Bu tür kaygılara ve hedeflere onların zihinsel dünyasında yer yoktu... Bürokrasinin her çeşidi mutlaka tutucudur, bu durum onun sınıfsal yapısının [karekterinin densin] bir gereğidir. Bürokrasinin yegane kaygısı varolanı koruyup-sürdürmektir. Oysa sosyal süreç sürekli değişen, yenilenen, dinamik bir süreçtir. Yenilik denilen kurumsal düzenlemelere ve onlara eşlik eden söylemlere zihinsel, düşünsel, entellektüel bir devrim öncelik etmiyordu.

Osmanlı egemen elitinin zihinsel dünyasında gelenekle hesaplaşmak diye bir şey söz konusu değildi. Böylesi koşullarda yenilikler Eski yapıya yama yapmak anlamına geliyordu. Oysa modernite radikal bir zihinsel-entellektüel devrimdi ve Eski Rejimi hedef almıştı. Eski Rejimin [ Ancién Régime] üç dayanağı olan prens [hükümdar], kilise [din] ve gelenek üçlüsüyle tarihsel bir hesaplaşmaydı. Osmanlı yenilikçileriyse [mütecedditler] Eski Rejimi yıkmak, ona cepheden savaş açmak bir yana, onu nasıl yaşatırız sorusuna cevap aramakla meşguldüler... Padişah’ın da, ona muhalif olduğu sanılanların da [ki, gerçek bir muhalefet söz konusu değildi, zaten mümkün de değildi] ortak kaygısı, kendi varlık nedenlerini, statülerini, her şeyleri olan kutsal devletlerini koruyup-yaşatmaktı. Yeniliklerin mimarı olan Osmanlı egemen eliti, politik bir felsefe ve aynı zamanda ekonomik bir doktrin olan liberalizmden de habersizdi. Bilindiği gibi politik bir felsefe olarak liberalizm insanı esas alan, insan özgürlüğüne vurgu yapan, insanların eşit ve özgür olduğunu, olması gerektiğini ilân eden bir düşünce akımıydı. Osmanlı İmparatorluğunda sadece pratik politika alanında değil, düşünsel-entellektüel, estetik alanda da yeni ve özgün bir muhalif akım hiçbir zaman ortaya çıkmadı...

Dolayısıyla Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vuran ‘yenilikçiliğin’, ‘modernleşmenin’, modernleşmeye yapılan aşırı vurgunun mahiyeti ve misyonu hakkındaki yanılsama ve kafa karışıklığından kurtulmadan, rejimin niteliği ve yaşananların anlamına dair bilinç açıklığına ulaşmak mümkün değildir. Türkiye’nin tarihinde ve o tarihin hiçbir döneminde bir modernite devrimi ve aydınlanma söz konusu olmadı. Söylem [retorik] gerçeğin kendisi sanıldı. Bunun anlamı Eski Rejimden kopuşun hiçbir zaman gerçekleşmemesidir. Dolayısıyla Cumhuriyet aydınlanması denilen tam bir safsatadır ve bu dünyada reel bir karşılığı da yoktur. Bu kritik sorun gözden kaçtığı, dikkate alınmadığı sürece, bu yöndeki kafa karışıklığını aşmak da mümkün olmayacaktır.
Türkiye’de modernleşme ve modernite kavramları arasındaki önemli fark hep gözden kaçtı. Kapitalistleşmenin sonuçları ve/veya kapitalist üretim tarzının işlerliği için gerekli kurumsal yapıların ve görüntülerin varlığı ve/veya kapitalist teknolojinin ürünlerine sahip olmak modernite değildir. Modernite zihinsel, düşünsel, entellektüel bir devrim, aydınlanma da uzun insanlık tarihinin en önemli kırılma anlarından biriydi. İnsanlığın önünü açan, perspektifi, devlet - toplum ilişkisinin yönünü ve mahiyetinin değiştiren bir devrimdi. Zira modernite, insanlar tarihlerini yaparlar, yapabilirler, yapmalıdırlar demekti. Elbette, teker teker bireyler olarak değil, örgütlü bir topluluk, sınıfsal, etnik bir zatiyet olarak, vb.... Orada devlet de dahil kutsallıklara yer yoktur. İnsanlık tarihinde moderniteyle birlikte ilk defa gerçek anlamda politika da ete kemiğe bürünmüş, gerçek bir anlam ve içerik kazanmıştır.

Bilindiği gibi politika alternatiflerin imkân dahilinde olması demektir... Kimilerinin modernleşme, çağdaşlaşma, muasır medeniyet seviyesini yakalama, vb. dedikleri yenilikçiliğin modernite ve aydınlanmayla gerçek bir ilgisi hiçbir zaman söz konusu olmadı... Yegane kaygıları Eskiyi korumak, kutsal devleti yaşatmak olanların kullandıkları kimi ‘modern’ kavram ve söylemlerin anlamına ve işlevine dair yanılsamaya kapılmamak gerekir.

Anlaşılabilir nedenlerden ötürü Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsanırdı. Devlet her şeydi... Boşuna devlet başa kuzgun leşe denmemiştir. Yenilikçilik dönemindeki Tanzimat, Islahat, Meşrutiyetler ve Cumhuriyet rejiminin süreklilik arzeden ortak misyonu, devleti kurtarmak, yaşatmak, güçlendirmekti...

Dolayısıyla resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından yaratılan efsaneye itibar edilmezse, son tahlilde bir darbeyle ‘kurulan’ Cumhuriyet rejiminde de devlet, kutsal devlet olmaya devam etti. Bunun anlamı devlet-toplum ilişkisinin yönünün ve mahiyetinin değişmediğidir. 1945 sonrasında ‘çok partili sisteme’ geçildiğinde de durumda kayda değer bir değişiklik ortaya çıkmadı. Zira söz konusu olan tam bir muvazaa idi. 1820’li yıllardan beri yapılanlar gibi bir ‘yamaydı’. Buna rağmen merkez [ asıl devlet partisi densin] kitlelerin sürece sınırlı katılımını bile kendi statüsüne ve varlık nedenine bir tehdit saydığı için 27 Mayıs 1960’da bir darbeyle ‘durumu düzeltme’, raydan çıktığını düşündüğü aracı raya sokma girişiminde bulundu. Onu 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 darbeleri... izleyecekti. Türkiye’de geçerli rejim, oldum olası halkı, ayak takımını işe karıştırmama temel yaklaşımına dayandı, dayanıyor. Ama halk işe karışıyor, karıştırılıyor izlenimi ve yanılsaması yaratmak üzere bir dizi ‘modern’ kurum, ‘kural’ mekanizma ve söylem devreye sokulmuş durumda... Türkiye’de teorik olarak modernitenin kurum ve mekanizmaları gibi görünen şeyler aslında varlık nedenlerinin ve normal misyonlarının tersini gerçekleştirmenin hizmetindedir... Bu durum, Türkiye’de siyasetin önünün kapalı olması demektir. Başta 12 Eylül askerî darbesi olmak üzere, 29 Ekim 1923 deki Cumhuriyet darbesi de dahil tüm darbeler ve darbelerle oluşturulan kurumsal-ideolojik-hukukî çerçevenin asıl işlevi siyasetin önünü kapatmaktır. Bu terslik anlaşılıp, aşılmadan şeylerin yerli yerine oturması mümkün değildir. Böyle bir rejimin moderniteyle, aydınlanmayla ilgisi tartışılıp netleştirmeyi gerektirmiyor mu? Devlet kutsal devlet olarak kaldıkça, devlet-toplum ilişkisinin yönü ve mahiyeti değişmedikçe, hiçbir şeyin olması gerektiği olması da mümkün olmazdı ve olmadı. İşte bu yüzden rejimin niteliğini tartışabilmek hayâti önem taşıyor...

Söylediklerimize açıklık getirmek için geriye doğru bir hatırlatma uygun olabilir. Tanzimat Fermanı [1839], Islahat Fermanı [1856], Birinci Meşrutiyet [1876] demokrasi güçlerinin, demokrasiye ve özgürlüğe ihtiyacı olan ezilen-sömürülen sınıfların ve/veya Eski Rejimi tasfiye edip kendi sınıfsal çıkarlarını gerçekleştirmek isteyen bir burjuva sınıfının marifeti değildi. Kadim Osmanlı egemen bürokratik elitinin eseriydi ve daha önce ifade ettiğimiz gibi, amaç yeni ve farklı bir şey yapmak, devlet/ toplum ilişkisinin yönünü ve mahiyetini sınırlı da olsa değiştirmek değildi. İlk modern parlamento sayılması gereken, Heyet-i âyan ve heyet-i meb’usan’dan oluşan Meşrutiyet Meclisi [1876] merkez dışı halk sınıflarının kazandığı bir mevzi değildi. Merkezî bürokrasinin manevra alanını genişletmek, emperyalizmle uyumlanmak üzere bizzat egemen merkez tarafından gündeme sokulmuştu.

Bilindiği gibi, devletin konjonktürel bir ihtiyacına cevap vermek üzere açılan imparatorluk Meşrutiyet Meclisi, açıldıktan bir yıl kadar sonra [14 şubat 1877] yine devletin ihtiyacı gerekçesiyle kapatılacaktı. Aslında Türkiye’de meclis kapatma bir gelenektir ama asıl önemli olan böyle bir geleneğin neden yerleştiğine açıklık getirmektir... 1908'de İttihatçı harbesiyle Kanun-i Esâsî raftan indirildi, Meşrutiyet Meclisi yeniden açıldı ama 1913 sonrasında artık bir kıymet-i harbiyesi kalmamıştı.

Milli Mücadele dönemindeki Büyük Millet Meclisi başlarda az-çok bir burjuva parlamentosu görüntüsü verse de, Mustafa Kemal’in iktidarını güçlendirdiği Saltanatın tasfiyesi sonrası dönemde artık ortada parlamento tanımına uygun bir şey kalmamıştı. Değişiklik devlet- toplum ilişkisiyle ilgili değil, yönetici bürokratik elitin ‘geleneksel’ kanadının tasfiye edilmesiyle ilgiliydi.
Aslında Cumhuriyet rejimi halkı değil, devleti angaje eden bürokratik bir düzenlemeler bütününden, bir hükümet darbesinden [coup d‘état] ibaretti. Devlet- toplum yabancılaşması İmparatorluğun son dönemindekinden farklı değildi. Bilindiği gibi, imparatorluk mantığının bir gereği olarak, Osmanlı’da keskin bir devlet-halk yabancılaşması söz konusuydu. Cumhuriyet bu durumu değiştirmedi, durumun değişmesi için sosyal-entellektüel bir dönüşüm olması, kitlelerin sınırlı da olsa sosyal-politik sürece dahil olması, politikanın mümkün hâle gelmesi gerekirdi. Cumhuriyetle birlikte devlet-halk yabancılaşması kaldığı yerden devam etti ama bir farkla: ‘modern’ cumhuriyet rejimi halkı adam etmek istiyordu. Bir dizi ‘inkılap’ bu amaçla gündeme gelmişti... Bilindiği gibi halkı adam etme koloniyalizme özgü bir misyondur...

Sanıyorum Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın tahribatına neden dikkat çektiğim açıklığa kavuşmuş olmalıdır. Eğer realiteyi anlamak istiyorsak, resmi tarih ve resmi ideolojiden, Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan, bir de zihnimizi esir alan ‘ölü bilgilerin’ tahribatından kurtulmamız gerekiyor. Eğer söz konusu tahribatlardan kurtulmayı başaramazsak, aradan otuz yıl geçmesine rağmen neden hâlâ 12 Eylül rejiminde yaşadığımızı bilince çıkarmak mümkün olmayacak...
-----------------
1 - Kadir Cangızbay, Komprador Rejimin Anatomisi, s. 65, Özgür Üniversite Kitaplığı 02, Genişletilmiş 2. Baskı. Ankara 2000.

2 - Okuyucu, Kanun-i Esâsînin ilanının özel ve genel nedenleriyle ilgili olarak, YEDİYÜZ, Osmanlı Beyliğinden 28 Şubata: Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi adlı kitabıma bakabilir.

10 Eylül 2009 Perşembe

BAHÇELİ'YE HAİNCE SUALLER !


"Kürtlere hainlik edenlerin saygınlığı olamaz. Onun için size sayın diyemiyorum."


Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

1. Başbuğ’un Türkeş’in dediği gibi ‚’Kürd’ü sevmeyen Türk , Türk’ü sevmeyen Kürd değildir sözü doğru mudur? Doğruysa siz Kürd’lerin kardeşi misiniz,? Kürtleri seviyor musunuz?

2. Bulgaristana gidip Bulgarlara Türklere Türkçe eğitim verilmesine müsaade etmeyin, partilerini kapatın, yoksa sizi bölerler der misiniz?

3. Almanya’ya gidipte ‚’Sakın Türkçe anadillerinde eğitimi yasaklayın. Yayın yasağı koyun .Yoksa bunlar Almanya’yı bölerler ikazında bulunur musunuz?

4. Kıbrıs - Rum yönetimine Türkler’le federasyon yapmayın.Sizi bölerler tavsiyesinde bulunur musunuz.?

5.
Irak’a gidip Talaban’iyi başınızdan atın.Barzani’yi hapse atın diyebilir misiniz?

6.
USA’ya gidip İspanyolca’yı yasaklayın.Yoksa bölünürsünüz diyebilir misiniz?

7. AB parlamentosuna Avrupa devletlerindeki azınlıklara kendi demokratik haklarını ön gören demokratik prensiplerinizden vazgeçin. Yoksa Avrupa devletlerinde bölünme olur. Hainliklere müsamaaha etirmeyin der misiniz?

8. İsrail devletine bu Filistinli’lere özerklik vermeyin, devletiniz parçalanır öğütünü verir misiniz?

9. Hindistan’a gidip Keşmir’deki müslümanlara demokratik haklarını vermeyin. Bunlar hain, bölücüler der misiniz?

10. Yunanistan hükumetine, Türkler’e azınlık hakları tanımayın.

11.
Kazakistan’da 3 anadilde eğitim yaptırmayın.

12. Belçika da Flamancayı yasaklayın.Eğitime müsaade etmeyin. Sizi bölmek istiyorlar der misiniz?

13. İsviçre’lilere, sizler 4 anadilde eğitime müsaade etmekle günün birinde dörde bölüneceğinizin farkında olmadıklarını söyler misiniz?

14. İngiliz’lere, aklınızı mı kaybettiniz de İskoçya’ya yeniden parlamento kurdurdunuz?

15. Baverya serbest devletinin varlığından Almanya’nın bölüneceği kehanetinizi Almanlara duyurur musunuz?

16.
Fransanın bir çok bölgede ana dillerinde eğitime müsaade edilmesinin haince bir tatbikat olduğunu anlatır mısınız?

17. Fransa da Le Pen’in Türkler’i Fransa’dan kovmaları teklifini destekler misiniz?

18. Kosova da ki 50 bin Türk azınlık için anayasal güvence verilmesine karşı çıkmaz mısınız?

19. Siz başbakan olsanız muhalefetin PKK hakkında görüşme yapmamasını saygınlık alameti mi sayarsınız? .PKK’nın Mehmetcikleri şehit etmesine devam etmesini istediğinizi söyler misiniz?

20. Kürtlerin yoğun yaşadıkları bölgelerde partinizin şube açmaması , oralarda bulunmamanızı Kürtleri sevdiğinizi mi, yoksa cesaretiniz olmadığını mı gösterir?

Dünyanın neresinde Türk azınlıklar varsa onlara demokratik hak tanınmasının haince, bölücülüğü teşvik eden adımlar olduğunu alenen beyan eder misiniz? Türk milletinin hakiki sahibi sizin olduğunuzu, sizden daha akıllı kimselerin olmadığını, avazınızın çıktığı kadar bağırarak ilan eder misiniz?..

Kürtlere hainlik edenlerin saygınlığı olamaz. Onun için size sayın diyemiyorum.

Yukardaki sorulara evet diyerek kendinizi gülünç duruma sokacağınızı, cehaletinizi açığa vuracağınızı , bugün ki dünyadan ne kadar geri olduğunuzu sizlere kimse söylemedi mi?

Köln, 08.09.09

7 Eylül 2009 Pazartesi

Yalçın Küçük ve Falsifikasyon (*)


Demir Bilgin
demir.bilgin@yahoo.dk

Son yıllarda, Yalçın Küçük deyince, aklıma falsifikasyon kavramı geliyor. Falsifikasyon, gerçeği yalanla tahrif etmek demektir. Şu an Türkiye’de Yalçın Küçük’ün yaptığı budur. İşi gücü kavramların özünü boşltmak ve tahrif etmektir. Bunu yaparken, Yalçın Küçük, kendince, devrimci marksizme ”yeni kavramlar” katıyor, bunlardan birisi de ”intikam” sözcüğü! Keza, ”gerilla” sözcüğünü de yeniden tanımlayıp; ”Gerilla sözcüğü ile terör sözcüğü arasında fark yok.” diyor.

Falsifikasyoncu Küçük, bu incileri, sky türk kanalında, ”kalemler ve kılıçlar” programlarında dile getirdi, getiriyor. ”Çubuğu tersine bükmekle” tanınan Yalçın Küçük, gerçekten bunu hakkıyla yapıyor!

Seçimler öncesinde, Yaşar Kemal, barış deklarasyonuna ilişkin söylediği, ”gerilla” ile ”terör” sözcüğünü birbirinden ayırmak gerekir.” sözlerine Küçük, yine bir ”kalemler ve kılıçlar” proğramında şöyle yanıt veriyor: ”Yaşar Kemal, hiç birşey bilmez… Gerilla sözcüğü ile terör arasında hiç bir fark yoktur.” deyip, Yaşar Kemal’a, sözümona gereken dersi(!) veriyor. Yazık, çok yazık. Eskiden sosyalist çizgide yer alan Küçük’ün böylesi hallere düşmesi, gerçekten çok yazık! Oysa ki, azıcık siyasetle ilgilenenler, ”gerilla” ile ”terör” sözcükleri arasındaki farkı bilir, biliyor. Ama kendini ”bilen” bir kişi olarak tanıtan Yalçın Küçük’e, gerilla kavramının anlamını ”hatırlatmakta” yarar görüyorum.

Gerilla, ispanyolcadan ”guerilla” dan gelme ve ”küçük savaş” demektir. Bu bağlamda, gerilla savaşı, bir ülkedeki ”ulusal ezgiye” ya da bir ülkenin bir başka ülke tarafından işgal ve ilhak edilmesine karşı verilen haklı silahlı mücadeledir. Küçük birliklerle başlar, büyür, sonunda halk ordusuna dönüşür. Günümüzde gerilla sözcüğü, ”halk savaşı” , ”partizan savaşı” kavramlarıyla da aynı anlamda kullanılmaktadır. Ama yazdığım gibi, gerilla sözcüğü, ispanyolcadan geliyor ve 1808 – 1814 yıllarında ispanyol gerillalarının fransızlara karşı giriştiği savaşta bu kavram ortaya çıktı. Fakat gerilla bir savaş biçimi olarak, çok daha eskilere dayandığını söylemek zorundayım. Bu savaş biçimi, Kuzey Latin Amerika ïlkelerinin, 1170’lerde Biritanya işgalcilerine karşı giriştikleri savaş türüne kadar dayanmaktadır.

Keza, 2. dünya savaşında, Doğu Avrupa’da Nazi işgalcileri ve oradaki faşist iktidarlara karşı verilen savaş / savaşlar gerilla savaşlarıydı. Yine tarihsel olarak vereyim (şuan hatırlayabildiyim kadarı ile) gerilla savaşları, Vietnam’da (1946 – 1974), Cezayir’de (1954 – 1959), Küba’da (1956 – 1959), Filistin Kurtuluş Örgütü ( 1965- ) ve Türkiye’de başlayan, THKP-C, THKO, TKP-ML… ve en son olarak, Kürtlerin 1984’te Eruh ve Şemdinli Eylemleriyle başlayan ve hâlâ devam eden gerilla savaşları.

Gerçekler bu iken, ”gerilla” sözcüğünü ”terör” sözcüğü ile özdeş tutmak ve aynı olduğunu söylemek, hangi aydın namusu ile bağdaşır?

Yalnız bu kadar değil, dahası var. Falsifikasyoncu Küçük, 22 Temmuz seçimlerden hemen sonra yayınladığı seçim savlarında şöyle bir cümle eklemiş ve başa almış:

”Pazar günü, aşağılandım, tezler ile aşağılayanları aşağıladım.Gerçeklerden intikam aldım. İntikam, yol’dur.” diyor.

Yalçın Küçük’ün 22 Temmuz seçimlerinde, ”aşağılandığı” açıktır. Bu seçimlere ilişkin takındığı tavır, gerçekten de utanç vericidir. Bunlar üzerinde durmaya değmez. Ama ilginç olan, seçimler öncesinde ve sonrasında söylediği ve yazdığı herşin ”yanlış” çıktığı ortadayken, bizlere, hangi gerçeklerden, nasıl ve kimden intikam aldığını izah etmemesi. Bunu ondan bekliyoruz. Bu, bir. İkincisi de intikam gibi ilkel bir sözcüğü kullanması.

Gerçekten ne ilkellik! Bir bilim adamı, nasıl, ”göze göz, dişe diş” bir ilkellikle ”intikam aldım, intikam, yol’dur.” diyebiliyor.

Davamız ve kavgamız intikam almaksa, sınıf mücadelesine ne gerek var?

Eyy Yalçın Küçük, hâlâ marksizmi savunuyorsan, intikam sözcüğü hangi marksizmde geçiyor?

İntikam gibi ilkel bir duyguyla, ”intikam yol’dur demek” bilimle, sınıf bakışıyla ne ilgisi var?

Bu soruların yanıtlarını da elbette bekliyoruz.

Evet; falsifikasyoncu Küçük, yıllar öncesinde, bir yerde, ”Yalnız sular değil, topraklar da akıyor” diye yazmıştı. Gerçekten doğrudur. Gerçekten de yalnız sular değil, topraklar da akıyor, ama ne yazık ki, akan topraklar arasında Yalçın Küçük’te var!

------------

(*) Demir Bilgin’nin, 28.09.2007’de yazmış olduğu bu makale gelen yoğun istekler üzerine ve Demir Bilgin’in izni ile tekrar yayımlıyoruz.

Affenkomödie yahut Affentheater




”MHP nin başına geçmek isteyen ırkçı bir şahıs ve Prof.Mümtaz Sosyal Kürtlerin Iraktaki Kürdistana tehcir edilmelerini tavsiye ediyorlar. Kıbrısın ve Azerilerin Türkiyeye bağlanmalarını. 3 bin senedenberi Kürdistanın yerli halkına vatanını terk et diyorlar. Hiçbir savcı onlar hakkında bölücülük suçundan soruşturma başlatmıyor, tutuklamıyor. Bu şahıslar Kürt olsalardı o bölücü fikirlere karşı nasıl davranırlardı? Düşünelim ki Bahçeli kendini biran için bir Kürdün yerine koyup düşünse böyle haince laflar eder miydi?..”

Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Çocukken Guliverin seyahatları adlı kitabın özetini okumuştuk. Zamanının parlamentolarını kıyağa alıyordu. Bizim genelkurmayın siyasilere karşı davranışlarına bakıyorumda Guliver’in seyehatları tarzında yazmağa hevesleniyorum.

Kendini büyük devlet ilan eden bir memlektte, daha yeni demokrasiye kavuşmuş bir Afrika devletinde değil, Genelkurmay başkanı orgeneral TBMM sinde Kürt mebusları var diye meclisi protesto için meclis toplantılarına katılmıyor. 30.ağustos zafer bayramına halkın oyları ile seçilmiş , anayasaya uygun bir partinin mebuslarını davet etmiyor. Onlar kalkıpta Ordumuza küsemezler. Orduyu protesto edemezler. Onların halini az çok anlıyorum da Cumhurbaşkanının, Başbakanın eşlerini Türbanlarından ötürü davet etmemelerini anlamakta güçlük çekiyorum. Orgeneralin hususi bir daveti değil. Öyle 6 bin kişiyi bir orgeneralin bütçesi müsaade etmez özel davet etmeye. Halkın ödediği vergilerden toplanan paralarla şahsi arzusuna dayanarak davetlileri seçmesi doğrumudur?.Türbanlı eşleri ve Kürt asıllı milletvekillerini davet etmemesi, AK parti ve DTP ye oy verenler tarafından, 30 -40 milyon Türkiye vatandaşı tarafından bölücü bir davranış olarak algılanmaz mı? Cumhurbaşkanının ve Başbakanın bu durumu içlerine sindirmeleri de vatandaşı üzmez mi?

30 Ağustos kutlamasında ordunun bir gövde gösterisinde bulunmasının bir manası vardır. Bu gibi gösteriler Kuzey Kore de, diktatörlükle idare edilen memleketlerde müşahede edilir.Almanya da, USA da, İngiltere de böyle tankların, denizaltıların, hava kuvvetlerinin gövde gösterisi herhalde Rusyaya, komşu devletlere, Yunanistana karşı yapılmadı. Demokratik açılım süreci devam ederken Kürtlere göz dağı vermek için yapılmış olabilir. Güçlü Ordu’nun Güçlü devleti sağlayabileceği gibi birde slogan atıldı. 5 000 PKK’lıya güçlü ordu ile gözdağı vermenin şu günlerde demokratik açılım sürecinde bir faydası olduğu kanaatınde değilim. Ordunun bu davranışlarını bir Alman dostuma anlatınca bana makalemin başlığında yazdığım gibi ‚ Almanca’Affentheater’’(Maymunlar tiyatrosu) sözcüğünü kullandı.Bütün bu olanlar Türkiye’nin demokratik görünüşüne gölge düşürüyor. Gönül österdiki ordu yöneticileri bu antidemokratik uygulamalara heves etmez, daha ciddi uygulamaları gündeme getirirdi. Bu memlekette Kürtlerinde, Türbanlı kadınlarında ordusu olduğunu vurgulardı. Hele hele MHP nin dağa çıkıp, vatanı yeniden kurtarabiliriz deyimini şiddetle protesto etmeleri gerekirdi. Kürtlerde, Türbanlılarda bu vatanın sahibidir. MHP nin bu söylemleri çok çirkin ve orduyada hakaret sayılır. Doğuda parti temsilciliği dahi açamazken dağa çıkacakları söylemi kabadayılığın en yersiz göstergesidir. Güya bölücülüğü kınarken Türk halkını bölücülüğe sürüklediklerinin farkında değiller. Partilerine oy kazandıracaklarını sanmalarıda naif bir düşüncedir

MHP nin başına geçmek isteyen ırkçı bir şahıs ve Prof.Mümtaz Sosyal Kürtlerin Iraktaki Kürdistana tehcir edilmelerini tavsiye ediyorlar. Kıbrısın ve Azerilerin Türkiyeye bağlanmalarını. 3 bin senedenberi Kürdistanın yerli halkına vatanını terk et diyorlar. Hiçbir savcı onlar hakkında bölücülük suçundan soruşturma başlatmıyor, tutuklamıyor. Bu şahıslar Kürt olsalardı o bölücü fikirlere karşı nasıl davranırlardı? Düşünelim ki Bahçeli kendini biran için bir Kürdün yerine koyup düşünse böyle haince laflar edermi idi?Türkiye de şovenistler vatanın bölüneceğinden korkuyorlar. Onlar için kıymetli olan toprak bütünlüğü, ve sadece damarlarında asil kann taşıyan Türkler. Kürt Milletinin zamanında Ingilizler tarafından dörde bölündüğü, millet olarak bütünlükleri ehemmiyet arzetmez. Çünkü onlar ikinci sınıf insanlar Türklüklerini kabul etmedikleri müddetçe. Demekki birileri ‚’Toprak bütünlüğünü’’ savunurken, Kürtler ise ‚’Millet bütünlüğünü ‚’ savunmaları gerekirken takkiye yapıp ‚’ Tek bayrağa, tek vatana ‚’ itirazları yok. Beşik’çi en azından ferasyondan bahsediyor. Her iki bölünme korkularına karşı en iyi alternatif Almanyadaki ferderatif sistem. Almanya da Baveryalılar ayni ırktan gelmelerine, Almanca konuşmalarına rağmen statüleri icabı ‚’Serbest Baverya Devleti’dir. Kendi bayrakları var, kendi devletinin hükumeti var. Kendi partisi ( CSU ) var. Alman federatif devletinde bir eyaleti.

Almanlar 60 milyon insanın (Çoğu Yahudi ) ölümüne sebep olduktan sonra Demokrasiye geçişlerinde Atatürk’ün ‚’ Asrın önüne geçme’’, Yurt’ta sulh, Cihan’da sulh deyimini yakaldılar, İki meclisli, bizimkine kıyasla daha demokratik bir seçim sistemleri var. Bir ayıpları burada yaşayan Türklerden Almanca konuşmayı bilmeleri mecburiyetini getirmeleri. Gerçi yapılan dil sınavında % 98 başarı sağlanmış. Türkiye de ise Türkçe bilmeyen, yahut az bilen milyonlarca Kürt var.

30 bin PKK lı şehidin annesi değil, aslında şehit mehmetciklerin anneleri af isteminde bulunmalı ve bundan böyle silahların susmasını, kanın akmasının durdurulmasını istemeleri gerekirdi. Ordunun PKK lıları yok edebileceklerine inanmamaları gerekir. 25 senelik tecrübe kafi.

Türk siyasileri Kıbrıs’ta, Irak’ta ,Türkiye de Uniter devlet yapısının bozulmamasını isterken , Kürtler dört devlete bölük yaşayan Kürtlerin Üniter bir yapı içine girmelerini şimdilik istemiyorlar.

Birde Yogoslavyalaşma, Kafkasyalaşma korkusu körükleniyor. Bunu söyleyenler Yogoslavyadaki milletlerin , mesela Kosovanın özgürleşmesini, Kafkasya da Özbeklerin, Azerilerin v.s. özgürleşmelerini istamiyorlarmı? Anket neticelerine göre batıda yaşayan Türklerin % 78 i Kürtlerin bölücülük istediklerine inanıyorlarmış. Son yerel seçimlerde Kürtlerin yoğun yaşadıkları bölgelerde külliyen DTP oy verdiklerini görünce bu eğilimin Kimlik bilinçlenmesi sonucu olduğu anlamış olmaları beklenirdi. Dünyanın başka yerlerinde bölünmek isteyenler zengin bölgelerin halkları. Bizde ise Kürtler aksine fakir bölgede yaşıyanlar.

PKK silahları bıraksın diyorlar. 30 bin gencini kaybetmiş, hemen hemen hiç bir istekleri kabul görmemişken , teslim olmağa, hapse girmeğe, kendilerini Türk adaletine terketmeleri istemi bana çocukca geliyor. Bunca sene dağlarda her türlü meşakkate katlanıp, evinden , anasında, çocuklarından uzak yaşamış, bu kadar evladını kaybettikten sonra kuzu kuzu gelip kendilerini adalete teslim edebilirler mi? Bir çocuğun elinden bile kolay kolay oyuncak silahını alamıyoruz. Onları hala cani, hala beyinleri yıkanmış cahiller zannetmekten vaz geçilmesi lazım. 30-40 bin PKK lı Kürt gencinin inançları gereği ölüme atıldıkları bilinmelidir. Onlar kendilerini özgürlük fedaisi addediyorlar. Yanlız bizde değil dünyanın her tarafında terrörist diye adlandırdığınız gençler kendilerini , belkide tarih önünde gerilla, özgürlük savaşcısı, Che Guevera kabul ediyorlar.

Afganistandaki Talibanın gençleride, Irakta USA nın askerlerine direnen arap gençliğide, PKK lı gençlerde ayni motivasyonla canlarını ölüme atmaktan çekinmiyorlar. Birilerinin durumu daha iyi tahlil etmesi için Freuden sofasına yatması gerekiyor. Bu hareketin bir toplum hareketi olduğunu idrak etmek gerekmezmi? Bunlar münferit olaylar değil.Yazık oluyor mayınlarda can veren gençlere. Avazım çıktığı kadar YETER demek geliyor. Savaşanların realiteyi kavrama kifayetsizliği içinde olduklarını görmemek mümkün değil. En üstteki yöneticelerin dahi bu durumun vehametini düşüneceklerine Fener-Galatasaray maçına kafa yorduklarını görüyorum, onların entellektüel insan olabilecekleri şüphesine düşüyorum.

Bahçeli denen zat evlenme iktidarına sahip olamadığı ve evlat sahibi olup, evlat acısının ne olduğunu idrak edememiş olması, dolayısıyle bu kifayetsizliğini kompanse etmek için ülkücüleri dağa çıkarıp ,memleketi yeniden işgal etmek istediğini deklare etmiş ve buna hükumet temsilcileri ,hatta özgürlüğü, demokrasiyi savunan liberaller anlayış gösterilmesini , onlarında açılıma kazanılmasını tavsiye etmişlerdir. Ülkücü gençlerin solcu gençleri nasıl boğduklarını, kuşunladıklarını unutmuş. Bu kabadayı adama ‚’Sen bırak ülkücüleri , kendin gidiver, çık Kürdistan dağlarına, şaşı bakan gözlerinle anyayı, konyayı gör bakalım.’’ Öyle çöplüğünde ötüp durma.

Anket araştırmaları benimde gözlemdiğim gibi, bilhassa gençlerin ve kadınların Kürtlük kimliklerine bilinçlendikleri neticesine varmış. İstikbalde gençlerdedir. İstanbulda kaç sene önce Modern sanat müzesinin dışındaki nargileli kahvede otururken bana hizmet eden gence nereli olduğunu sordum. ‚’Kürdistandan’’ dedi. Kürdistanın Ağrı şehrindenim dedi. Antalya da sahilde plajda çalışan gence sordum. Nerelisin? Kürdistanlıyım. Mardinliyim dedi. Batmana yaptığım ziyarette gördüm ki 14 mart Tipp bayramı balosunda dans eden hekimler eşleri ile kürtçe türkülerle halay çektiler. Artık durum etnik bir problemden çıkıp Kürt milleti birlikteliği problemine dönüşmüş. Siyasilerden, köşe yazarlarından ricam size samimi olamıyacak, korkan üst tabaka ile değil, alt tabaka ile, gençlerle görüşün. Fikirlerinizin ne kadar afaki olduğunu göreceksiniz.

Bu açılım alanında Erdoğan’ın ‚Tek millet, tek vatan, tek dil’’ dayatması, CHP’nin Kürt kimliğini ikinci kata indirmesi, Kürtçe eğitimini ‚’Kırmızı çizgi’’ ilan etmesi ile evvelce ilan ettiği Kürt sorununa çözümler tasarsına ters düşmesiyle, hatta Erdoğan’ın görüşme talebine kapıları kapatması ile, MHP nin kaale alınamıyacak Kürtlere karşı haince davranışları ile, açılım çabalarının aldatmacı, ufak tefek eylemler ile Kürtlerde hayal kırıklığı yarattığı, hatta Kürt milletinin kendi uniter yapılanmasını düşünecekleri çağrılarını zorlamıştır. Eski bir AK parti bakanı PKK’yı şerefsizlikle vasıflandırıcı hakareti kendi tenzili rütbeye tabi tutulmasının FRUST’unun (Öfkesinin) kompensasyon ifadesi olduğu aşikar. İnsanın bu gibi hezeyanları yapanlara, MHP nin dağa çıkıp, memleketi yeniden istila ederiz demelerine ‚ Kürtlerin’HODRİ MEYDAN’ ,Dadaloğlunun dediği gibi Ferman padişahın ,dağlar bizimdir!!!’ diyeceklerini duyar gibiyim.

Başlangıçta söylediğim gibi NAİF yorumlar yapacaklarına aklı başında olanlar bu sorunun başlangıç noktası İngilizlerin yaptığı yanlıştan başlayıp, sorunun ENTERNASYONAL olduğunu düşünmelerini tavsiye ederim. Sorunu Güneydoğuya hapsetmeninde, palyatif bir metot olduğuna inanıyorum. İlmi seviyede, sosyolojik, tarihsel gerçeklerden kaynaklanan fikirlerin bulunmayışı beyinlerdeki kifayetsizlikten gelmektedir. Aslında aklın yolu birdir demek mecburiyetindeyim. Bu benim daha akıllı olduğumdan değil, yahut akıllı fikirler serdetmemin sebebi gerçeklerin eklatan bir durum arzetmesindendir.

Lozan’da kayabedilenlerin Sevr kararlarıyle % 80 örtüştüğü gerçeğini söyleyemeyenlerin kendi kendilerini aldattıkları, kendi kendini tatmin yöntemi uyguladıklarını görünce, normal seks yapamıyanların bu kendi kendini tatmin yöntemine başvurdukları, yani modern seks deviasyonu olarak algılanabilir.

Açılım teşebbüsü okadar çok çıkmaz sokaklara sürüklendiki, der demez ‚’ARAP SAÇI’ına çeviriyorsunuz demekten insan kendini alamıyor.

Köln.

5 Eylül 2009 Cumartesi

AMCAMIN DRAMI



”Karakterim icabı zorluklarda bile pozitif fikirler üretmeğe çalışırım. İşte bu çileden de bir ders çıkarmak mümkündü. O senelerde kasabada, köylerde çıplak ayakla gezen çok çocuk ve genç vardı. Onlara enpati yapmam imkanı doğdu. O zamana kadar hiçte umurumda değildi o fakir insanların bu durumu…”

Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Bir akşam amcam iki kadeh fazla kaçırmış olmalı ki, evvela iki eşini de palaska ile dövmüş, sonra konağın, ahırlarının üstündeki dama yürümüş, oradan 50 haneli köyün sakinlerine küfürler savurmuş… revolverini çıkarıp bir şarjör boşaltmıştı. Deli, dolu tarafı köylülerce bilindiği için kimse evinden çıkıp karşılık vermemişti. Feodal yapının gereği köyün bütün tarlaları, bağları, bahçeleri amcamın mülkiyetinde idi. Bir iki evin löküs, yahutta gaz lambası sönünce, köy gecenin karanlığına gömülmüştü. Yengelerimde önce sesli, sonra inleyerek ağlamış, YETER, YETER!.. diyerek amcama yalvarmışlardı. Alkolün etkisinden, daha sonra dayak seromonisinden, küfürlü naralarından sonra yorgun düşen amcam damdaki karyolasında sızıp kalmıştı.

Ertesi sabah köye gelen çerçiden eşlerine kumaşlar, hediyeler almış, eşlerinden bir nevi özür dilemek istemişti. Fakat yengelerde odalarının kapılarını kilitlemiş, küskünlüklerini dile getirmişlerdi. Ama asıl olan bana olmuştu. Zira o gün kasabaya dönmem için ön görülen atını bana müsaade etmemişti. Benimse beklemeğe tahammülüm yoktu. Birkaç gün sonra açılacak olan okuluma yetişmem gerekiyordu. Küçük heybeme çamaşırlarımı koyup yola düştüm. Ağustos'un son günleri idi ve güneşte sıcaklık elli dereceyi geçiyordu. Kasabaya 4 saatte ancak varabilirdim. Ayrıca iki akarsudanda geçmem icap ediyordu. Kasabaya bir saat kala ayakkabım parçalanmış ve benim yalınayak yola devam etmem icap etmişti.

Patika şeklindeki yolda çakıl taşları, dikenli otlar vardı. Alışık değildim bu tarzda yürüyüşe. Tabanımda ufak tefek kanamalar oluyor, yahut dikenler batıyordu. Bir müddet sonra alışmıştım bu zahnmete. Hintli fakirlerin çivili yerlere uzanıp yatabildikleri, yahut bazı meczupların ateş üstünde yürümeleri gibi. Karakterim icabı zorluklarda bile pozitif fikirler üretmeğe çalışırım. İşte bu çileden de bir ders çıkarmak mümkündü. O senelerde kasabada, köylerde çıplak ayakla gezen çok çocuk ve genç vardı. Onlara enpati yapmam imkanı doğdu. O zamana kadar hiçte umurumda değildi o fakir insanların bu durumu. Nasrettin hocanın ’Bana damdan düşen birini getirin’ demesini anlamağa başladım. Ayni çileyi çekmeyenlerden anlayış beklemeniz mümkün değildir.

CHP nin tek parti, jakobence sürdürdüğü hükumet devrinde yol vergisi veremiyen köylülerin haftalarca yol yapımında kullanıldığı günlerdi. Senelik yol vergisinin miktarı 10 lira idi. Bunu dahi ödeyemeyenler 50 derece güneş altında haftalarca, belkide yalınayak kazma kürek sallamalarına şahit olduğum için onların haleti ruhiyelerini, isyankar hislerini kavramaya başladım. Onlara merhamet duygumdan ziyade bende sosyal düşüncenin bilinçlenmesini pozitif algılıyordum.

Soğuk, karlı bir kış gününde ameliyathanede görevli Ali efendinin bıyıklarının buzlanmış halini görünce üstümdeki paltomu ona vermem ancak sozial düşüncemin tezahürü olsa idi.

Çıkınımdaki börek ve köfteleri, sadece yufka, soğan ve su ile akşam yemeğini katıklayan katırcılara vermem yine o empatimden ileri gelmişti diye düşünüyorum.

Aradan seneler geçmiş amcam siroz hastalığından ihtisas yaptığım hastanede tedavi ediliyordu. Ölümü yaklaştığı tesbit edildiği için onu memlekete götürmemi hocalarım tavsiye etmişlerdi. Yemekborusundaki varisler kanamağa başlamıştı. Ambulansla hava alanına götürürken, daha sonra uçakta ona defalarca kan transfusionu yapmış, ölmeden önce memelekete kavuşturmuştum. Üç gün daha kan vererek onu yaşatmış, morfin yaparakta şuurunun açılmasını önlemiştim. Zira gözlerini açıp bir tarafında 15 yaşındaki oğlunu, öteki tarafında 70 in üzerindeki dedemi gördükçe gözlerinden yaşlar akıyor, yanı başında kuran okunduğunu duyunca ölümünün yaklaştığını anlıyor ve üzülüyordu.

Şimdi geriye bakıp düşündüğümde bana atını vermekten imtina eden amcamın son günlerinde nasıl gece gündüz demeden, günlerce, şefkatle. bir kaç gün olsa da yaşamına hizmet etmemi, ne kadar üzüldüğümü unutmuyorum.

Köln, 04.09.09