29 Kasım 2009 Pazar

TÜRKÜM DOĞRUYUM (!)


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

İzah edemediğim bir fenomen. Daha ilk okula başladığımda, ne “Türküm doğruyum” andını, ne de Pazartesi günleri okulda “İstiklal marşını” söylemedim. İçimden gelmedi. O küçücük beynim itiraz ediyordu. İki yaşında babamı kaybettiğim içinde babamın Kürt olduğunu dahi bilmiyordum.

Doğan Avcıoğlu, Kürt sorunun doğuda Feodalitenin yok olması ile halledileceğini iddia etmiş. Bugün de hâlâ ayni fikirde olanlar mevcut. Sanki Kürtlerin varlığına sadece feodal yapıda olanlar sahip çıkıyorlar. Aslında Kürtlerin varlığını kabul edemiyorlar.
Feodalite yüzlerce senedenberi oluşmuş sosyal bir yapılanmadır. Elbette ekonomik sebepleri vardır. Onun etkilediği siyasi hakimiyetide mümkündür. Onu toprak reformu ile yok etmek te mümkün değildir. Geçmişte büyük arazi sahiplerinin mirascılarına şimdi ancak cuzi miktarı intikal etmiştir. Çünkü ağaların bir kaç eşi olduğu gibi, onlarında doğurganlıkları had sınırda , aile planlaması olmadığı için, çok sayıda torunları olmuştur. Bugün ekonomik yapılanma, topraktan ziyade sermaye sahibi tüccarların, fabrikatörlerin siyasi feodalitesine dönüşmüştür.

Şırnağın köyündeki okullara bilgisaray ve internet girmiş olmasına rağmen, Köy enstitüleri için ağlamanın bir faydası olmayacağı gibi, Kürt sorununada hâlâ feodaliter yapının suçlanması, hele ,hele feodal aileleri Dersim ve benzerlerinde olduğu gibi katledip, sürgünlere göndermenin Kürtler arasında ne gibi acılara sebep olduğunu , tıpkı Ermenilere tehcir yapılması ile onların uslandıramayacaklarını tarih yazmaktadır. Düşünen, sosyolojiden anlayanlar tarafından açıklık kazandırılmışdır. Traktörün gelmesi feoadiliteyi kuvvetlendirmişsede, demokrasinin gereği oy sandığının yürürlüğe girmesi siyasi etkinliğini ortadan kaldırmıştır. Öcalan’da evvela feodaliteyi yıkmak için silahı vasıta olarak kullanmışsada , bugün özgürlüğün, ancak özgür düşünenlerin, demokratik yapılanması ile mümkün olacağı anlaşılmıştır. Bizde % 70 halkın köyde yaşadığı devirlerde İsveçte, diğer batı ülkelerinde ancak % 15 köyde yaşamakta idi. Bugün Türkiye’de de artık köyde ikamet edenlerin sayısı % 38 e düştüğü, köylü vatandaşların şehirlerdeki fabrikalara yönlendiği bilinmektedir. AK parti hükumetleri bu ihmal edilmiş, ilkel yaşamda olan köylü vatandaşlara ideolojik değilde pragmatik bir yaklaşımla hizmet verdiği için oy sayısını artırmayı bilmiştir. Onlara karnını kaşıyan, küp kafalı gibi tanımlarla muhalefetin yaklaşımı hem insancıl olmadığı gibi, hemde onları muhalefete mahpus kılmıştır.

Doğan Avcıoğlu’nun askerlerle birlikte feodal yapıyı yıkarak, toprak reformu yaparak, cebren sosyal bünyeyi değiştirebileceği fikri jakoben bir anlayıştır. Köyde yaşayan halkı tanımadan, teorikman, masa başında, jakoben fikirler üretmek sağlıklı olmamıştır. Değişimin eğitimle, interenet aracılığı ile olabileceğine inanıyorum. %90’ nı yeşil kartlı olan, analfabet kadınların sağlık problemlerine hizmet ettiğim zaman benim vardığım analitik fikirler bu istikamettedir.

Antilaik sözleri muhtevi istiklal marşını ezberletmek, okutmakla, arapça ve farsça kelimelerin çoğunlukta olduğu , Atatürk’ün gençliğe hitabesini ezberletmekle şekil itibari ile faşistik bir görüntü verdiğimizi düşünüyorum. Yasin’i ezberlettiren Fethullahcı zihniyetle, Türküm doğruyum andını söyletmenin bir farkı olmadığı kanaatındeyim. Eğitimde birinci prensibin özgür düşünmeyi sağlayan bir reformun olması gerekmekdir. Bugün milli eğitimin müfredatında Kürt kelimesi yok. Edebiyatta, tarihte ,müzikte Kürt yok. Devlet hâlâ Kürdü yok saymakta. Batılılar Türkiye’yi sevmediklerinden değil, yani duygusal bir nedenle değil, Türkiye’de hâlâ insanların testere ile başlarının kesildiği için, Tuvaletlerinin hâlâ alaturka olduğu, gayri müslimlere gavur dendiğinden, Azınlıkların dillerine, kültürlerine nefes aldırılmadığından dolayı Türkleri, insanlarının % 80 ninin yalan söylediği için, Türkiye’yi asrın gerisinde buldukları için istemiyorlar. Atatürk’ün doğrularından ileri gitme çabası olmadığı gibi, yanlışlarının söylenmesinin kanunlarca yasaklanmış olması, adeta bir iftihar vesilesidir.

İnançlara saygı anti laik bir davranış, Atatürk ilkelerine ihanet olarak kabullenilmesi demokratikleşmenin önünü kesmektedir. Hele hele askeri vesayette israr edilmesi, “her Türk asker doğar”, “bir Türk dünyaya bedeldir”, “Türkün Türkten başka dostu yoktur” gibi hamasi sloganların yaygınlaştırılması demokratikleşmenin önünü tıkamaktadır.

Alevileri dinsiz, Kürtleri potansiel bölücü, terörist, gayri müslim azınlığa yabancı muamelesi yapan zihniyette olan Türklerin Mevlanın torunu olmasını hakketmedikleri, insani duygulardan azat mahluklar olarak görmekteyim. Geriliğimizin asıl sebebinin, terörizmin başlıca müsebbibi saymam humanist olmamdan dolayıdır.

Bin senedenberi kardeşiz diyenler Kürtlere üvey kardeş muamelesi yaptıklarının farkında olmasalar gerek. Eşitler arasında üstünlük. Türk kelimesinin bir milletin, Kürt kelimesinin ise etnik bir tanımlama olduğu yutturmacasının artık kabul görmediği, böyle düşünenlerin kendi kendilerini tatmin uygulaması içinde olduklarını söylemem inşallah suç sayılmaz.

Atatürk’ü kanunlarla koruma ihtiyacı utandırıcı bir uygulamadır. Onun yerine tüm vatandaşların insani haklarını koruyucu kanunların tatbikata konulması gerekir. Kürt sorunu yoktur, Kürt yoktur diyenler Türk olma vasfınıda ibraz edemezler. Cahilliklerine verme hoşgörüsüde normal aklı selime sahiplenenlerin kârı değildir. Hürriyet gazetesinin ‘ Türkiye Türklerindir’ sloganını baş köşeye oturtması utanç vericidir. Türkiye bütün meskunlarınındır. İşte bölücü olanlar “Türkün Türkten başka dostu yoktur” diyenlerdir. Damarlarındada asil bir kan olduğuna inananlardır. Bundan daha ırkçı bir söylem olabilir mi?

Kürtlere bir çakıltaşı dahi vermeyeceklere son seçimlerde ortaya çıkan bir gerçek adeta bir referandum neticesi olarak algılanmalıdır. Doğuda ve güneydoğuda yani Kürdistan’da sadece Kürt kökenli adaylar kazanmıştır. Ohalde o bölgede yaşayanlar oranın sahibidir. Kürtlerin yarısı batıda yaşadığına göre Kürtler bütün Türkiyenin sahiblerindendir.

Bir taraftan gençlerin dağa çıkmasını önleyemediğinden Başbuğ itiraf ederken, demokratik açılımla dağda olanları indirme inancına karşı bazı şovenistlerin dağa çıkacaklarını, 20 bin gönüllü Türkle onları yok edebileceklerini, yani dağa çıkıp eşkıyalık yapabileceklerini söyleyenlerin beyinlerinde arıza olduğunu düşünüyorum.

Türkiyenin her tarafında silahlarının fışkırdığı cuntacıların varlığını inkar edip, onlara sahip çıkanların yarın mahkemeler sonunda şayet doğruluğu katileşirse hicap duyup duymacaklarını merak ediyorum

Yakında demokratikleşme ile bu yazdıklarımın maziye ait serzenişler olarak kalmasını ümit ediyorum.

Antalya, 29.11.09

28 Kasım 2009 Cumartesi

Bir Yeni Kitap: ”AŞK GÜNAH MI?”


Ortakça yazarlarından, Dr. İsmet Turanlı’dan bir yeni kitap: ”AŞK GÜNAH MI?” (Berfin Verlag – Kasım 2009, Köln).

Değişik yazı, şiir ve anılardan oluşan kitap 176 sayfadır.


Dr. İsmet Turanlı, 1930 Malatya’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirince Ankara Üniversitesi’ned kadın hastalıkları ve doğum bölümünde ihtisasa başladı.

1957’de Londra’da Hammersmith ve Stokholm’de Karolinska hastahanelerinde, Wuppertal’de Landesfraueklinik’te ihtisasını tamamladı. Bonn Üniversitesi’nde doçentlik çalışmalarını yaptıktan sonra Köln’de St. Hildegardis Hastahanesi başhekim muavinliği yaptı.

1965’de kendi kliniğini kurdu. 1985’de Türk – Alman tabibler, 1993’te Türk – Alman Jinekologlar Derneği’ni kurup Antalya’da iki senede bir kongrelere başladı.

Şimdi de Psikosomatik Jinekologi Derneği’ni kurmaktadır.

1997’de Alman ”Devlet Liyakat Ödülü” ile taltif edildi. Tüp bebek ve kısırlık mevzuunda bir Türkçe, bir de İngilizce kitapları yayımlandığı gibi 150’den fazla tıbbi, edebi, politik makaleleri ve kongre tebliğleri, ayrıca sekiz bestesi vardır. 10 seneden beri de Köln ve Antalya’da emeklilik yaşamını sürdürmektedir.

Yayınlanmış Eserleri:

1- STERİLİTE ve IVF (Tüpbebek) TEDAVİSİ
Dr. İsmet Turanlı – K.H. Broer
Önel – Verlag, 1991 – Köln

2- New Trends in Reproductive Medicine
Dr. İsmet Turanlı – K.H. Broer
Springer Verlag 1996

3- Serindi Benim Mavilerim
Dr. İsmet Turanlı
Berfin Verlag – 2009 - Köln


Dr. İsmet Turanlı, e-posta:
dr_ismetturanli@mynet.com

-------------

Dr. İsmet Turanlı’yı, ORTAKÇA sitesi olarak, bu ve diğer kitap çalışmaları vesilesi ile kutluyor, tebrik ediyoruz!

YÖNETİMİ VAR



Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Horlanan ezilen halklar görmeli
Patron ağa beyin yönetimi var
Çalışan üreten bunu bilmeli
Patron ağa beyin yönetimi var

Ateş düşer yanar halkın bağrına
Can veren yiğitler kimin uğruna
Bitmeyen düşmanlık kalır yarına
Patron ağa beyin yönetimi var

İnanmaz ölenler anlımda yazım
Barışa karşıdır zülmü yobazın
Üreten haklıya söylerim sözüm
Patron ağa beyin yönetimi var

Saldırır halklara Allah diyerek
Kayıptan emirler alıp uyarak
Niyet edip hakka namaz kılarak
Patron ağa beyin yönetimi var

Fezalim der haci doğrudur sözüm
Eşit paylaşım gerçek olan çözüm
Halkının gözü kulağıdır özüm
Patron ağa beyin yönetimi var

26 Kasım 2009 Perşembe

CHP, GERÇEKLİK ve SOL



Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com

’Alışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılamayacak kadar güçlü olurlar.’ Benjamin Dizraelli


Ahmet Hamdi Tanpınar’ın güzel bir sözü var: ‘Hayat şüphesiz, tüm cemiyetindir. Fakat mesuliyetleri yalnız münevverindir. Yükünü kaderin ve tesadüfün ayırdığı paya göre hep beraber taşırız. Fakat tarih karşısında hesabını münevver verir.‘(A. Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi)

Bu görüşe katılıyorum. Bu görüş Türkiye‘ye şöyle uygulanabilir: Türkiye’nin demokratik bir toplum haline gelememesinde, çapulcu burjuvazinin ve işçi sınıfının bilinç ve örgütlenmesinin yetersizliği önemli rol oynamıştır. Ama Türkiye’nin demokratikleşememesinin sorumlularından biri CHP, diğeri ise sol harekettir. Biz bu yazıda ‘Dersim Katliam’ı konusundaki tavrıyla CHP’yi değerlendireceğiz.

CHP, solcu, halkçı ve sosyal demokrat bir parti olarak biliniyor. Oysa CHP, geçmişte ne solcu, ne halkçı bir partiydi. Sosyal demokrat bir parti olduğu iddiası ise bir yanılsamaydı.

Burada bazı sorularla karşılaşıyoruz:

CHP solcu bir parti olmadığı halde neden solcu ve halkçı bir parti olduğu sanılıyor? Toplumda neden böyle bir yanılsama doğdu? Neden işçilerin, emekçilerin, aydınların bilincinde bir çarpıklık yaşandı?

Neden Türkiye’de bu kadar adaletsizliğe, yoksulluğa ve işsizliğie rağmen neden güçlü bir sol hareket yok?

Bu soruların cevapları geniş araştırmayı gerektiriyor. Biz burada sadece bazı noktalara dikkat çekeceğiz.

1. Türkiye, Avrupa’daki gibi geçmişte gerçek burjuva demokratik devrimi süreci yaşamadı. 17. ve 18. yüzyılda Avrupa ülkelerinde burjuva demokratik devrim sürecini belirleyen burjuvazi, işçiler ve köylülerdi. Türkiye’de ise modernleşme hareketi yukarıdan aşağıya oldu. Gerçek bir burjuva devriminin ve aydınlanmanın yaşanmaması nedeniyle, Türkiye’de demokratik ve özgürlükçü düşünce köklü olamamıştır. Dolayısıyla Türkiye’de modernleşme hareketi, aydınlanmacı ve demokratik bir öze sahip değildir. Modernleşme, sivil ve askeri bürokrasinin, devletin ve ordunun modernleşmesi olarak algılanmıştır. Tepede askerlerin egemen olduğu devlet bürokrasisi aracılığıyla modenleşme gerçekleştirildi.

2. Osmanlı Aydınları ‘devleti kurtarma’ amacıyla hareket etmiştir. Cumhuriyet Aydınları de devletçi bir düşünceye sahip olmuştur. Yukarıdan modernleşme hareketi garip bir ittifakı ortaya çıkarmıştır: Bürokrasi ve Aydın ittifakı. Türkiye’de sol hareket üzerinde Kemalizmin etkisinin güçlü olmasının nedenlerinden biri işte bu ittifaktı. Bürokrasi ve aydınlar arasında böylesi bir ittifak Türkiye sol hareketi için büyük bir şanssızlıktı. Türkiye solunun gelişimini olumsuz etkiledi. Sol hareket için yıkıcı oldu. Çünkü sol ve ilerici hareket, bürokrasinin dümen suyuna girdi. Bu ittifak çeşitli dönemlerde farklı biçimlere büründü. ‘Ordu gençlik ele ele’ sloganı bunun bir ifadesiydi. ‘Devletçi solculuk’ anlayışı da yaygın hale geldi. ‘Ordu solculuğu’ ‘milliyetçi solculuk’ gibi kavramlar hep bu garip ittifaın ürünü olarak doğdular

3.
Türkiye’de sol hareket bundan nasibini almıştır. Devletçi düşünce kalıplarının dışına çıkamadı. 1960’lı yıllarda Türkiye sol hareketi devletçi ve ekonomik kalkınmacıdır. Türkiye sol hareketi geçmişte devletçiliği sosyalizm ile özdeşleştirmiştir. Ekonomik kalkınmacı anlayış, sendikları da devletçi bir anlayışa götürmüştür.

4. Türkiye’de sol hareketin geniş kesimleri açık veya kapalı bir şekilde devletçidir, ama demokrat ve özgürlükçü değildir.

5. Geçmişte Türkiye solunda, ABD emperyalizmin karşı mücadele solculuğu ve milliyetçilği birbiriner karıştırmıştır. ABD emperyalizmine karşı çıkmak, solculuk olarak anlaşılmıştır. Oysa solcu olmayan bir milliyeçi de ABD emperyalizmine karşı çıkabilir. Geçmişte Fransa’nın Nazi işgaline karşı hem solcular hem de milliyetçiler tavır aldılar.

Şimdi gelelim başka bir soruya: CHP neden kendisini ‘solcu’, ‘sosyal demokrat’ gibi göstermeye çalıştı? CHP’yi sol, halkçı ve ve devrimci maske kullanmaya iten neden neydi?

Tüm dünyadaki devrim tarihlerinin deneylerinden biliyoruz: Yükselen devrimci hareketler, egemen sınıfların partilerini ‘sol’ ve ‘devrimci’ maskesini takmaya zorlar. Her toplumda yükselen devrimci hareket, liberalleri, muhafazarları ‘solcu’ olmaya zorlar. Lenin Rus devrimi sırasında şunları söylemişti: ‘Yükselen devrim liberalleri de etkiliyor. Dünün liberalleri bugün devrim maskesi takmaya çalışıyorlar.’

1960’lı yıllarda Türkiye’de yükselen devrimci bir hareket vardı. Türkiye İşçi Partisi (TİP), toplumdaki tüm muhalif kesimlerin odak noktasıydı. İşçilerin, köylülerin, Alevilerin ve Kürtlerin buluştuğu bir örgütlenme olmuştu. Aydınlar yığın halinde TİP içinde yer alıyorlardı. TİP, toplumda muhalif hareketlerin çekim gücü haline gelmişti. CHP içindeki insanları da büyük ölçüde etkiliyordu. TİP, CHP için önemli bir rakip durumuna geliyordu. TİP’in oylarını çalmak için, İnönü 1965 yılında ‘Ortanın Solu’ kavramını attı. 1966’daki CHP’nin 18. Kurultay’ında İnönü şunları söyler:’Ortanın solunda olmak, sosyalist parti anlamına gelmez. CHP sosyalist değildir, sosyalist parti olmayacaktır’

CHP ‘solculuğu’, sola düşmanlıktır. CHP, devlet bürokrasisin partisi olarak, sahte halkçı ve sahte ilerici bir partidir. CHP, sosyal demokrat bir parti de değildir ve hiç olmamıştır. Tarihsel olarak incelendiğinde Avrupa’da sosyal demokrat partiler geniş yığınların içinden çıktılar. İşçi sınıfı hareketine dayandılar ve sosyalizmi benimsediler. CHP ise halk hareketine dayanan bir parti değil. Modernleşmeyi yukarıdan yürüten devlet bürokrasinin partisi olarak doğdu.

CHP, sol değildir ve sol bir parti değildir. Geniş kitleler nazarında CHP’nin gerçek yüzü hergün biraz daha açığa çıkmaktadır. Bu da iyi bir gelişmedir. Umarım gerçek sol bu gelişmeden yararlanmayı başarabilir.

22 Kasım 2009 Pazar

Perinçek: Kendisinin Komiği!(*)


Doğru düşünce olmadan, doğru davranış ta olmuyor! Olmayınca, insanlar, Perinçek misali, çirkin duraklara savruluyor. Sonuçta, komiklik ortaya çıkıyor. Perinçek, kendisinin komiği oluyor. Devrimcilik ise, Perinçek gibilerden uzak durmak oluyor.”

Faiz Cebiroğlu

Türkiye sol tarihinde, hem teorik, hem de pratik olarak, en çirkin duraklarda yer alan isim kimdir? Diye sorarsanız, hiç tereddütsüz, Doğu Perinçek derim. Doğu Perinçek, ”her alana el atan” ama ”hiç bir alanda dikiş tutturmayan” bir şahsiyettir. Komiktir!

Maoculuk ve köylü adına çıktı; tutmadı.

Alevilik adına çıktı; tutmadı.

Kürtler adına çıktı; tutmadı.

Ordu ve paşalar adına çıktı; tutmadı.

Ulusalcılık adına çıktı; tutmadı.

Şimdi ise, MHP tabanına yöneliyormuş!

Kendi kendisinin komiği olan Perinçek, diyor ki; ”MHP' nin tabanı yoksul bir tabandır. Onları dışlayarak solculuk yapamam…”
Gerçekten, hem komiklik, hem de cehalet!

Sınıf mücadelesinde, ister MHP, isterse bir başka burjuva partisi olsun, tabanlarında yer alan, ”işçi ve emekçileri” kazanmanın yolu, ideolojik sınıf mücadelesinden geçtiği, biliniyor. Bu, sosyalizmin ABC'sidir. Birinci, noktadır.

İkincisi şu: Sosyalizm adına çıkan, bir hareket, bir parti, devrimci sosyalist proğramıyla, fikirleriyle, burjuva ideolojisi ve onun temsilcileri olan partilere karşı, ödünsüz ideolojik mücadelesini verir. Bu yolla, işçi sınıfını, burjuvazinin ideolojik etkisinden kurtarmaya çalışır. Bu yolla, çeşitli burjuva partilerinin etkisi altında bulunan işçi ve emekçileri, kendi safına çekmeye çalışır. Bunun biricik yolu, yine, ”ideolojik ve siyasi bağımsızlıktır!”

Şu veya bu burjuva partisinin tabanı "iyidir" demek ayrı; onların peşlerine takılmak ise ap-ayrıdır!

Her ideoloji, bir sınıf mücadelesidir.

Burada amaç, kendi ideolojisini hem MHP, hem de diğer burjuva partilerine egemen kılmaktır.

Burada doğru davranış, sosyalist ideolojiyi kütlelere mal etmek ve burjuva ideolojisini geriletmek, yok etmektir.

Evet, düşünce ve davranış, iç-içedir; açıktır.

Ama açık olan bir başka nokta daha var: Doğru düşünce olmadan, doğru davranış ta olmuyor!

Olmayınca, insanlar, Perinçek misali, çirkin duraklara savruluyor.

Sonuçta, komiklik ortaya çıkıyor.

Perinçek, kendisinin komiği oluyor.

Devrimcilik ise, Perinçek gibilerden uzak durmak oluyor.

----------------

(*) ilk yazım tarihi: 3 Haziran 1986.

(**) Aynı yazı (2006), Özgür Haber Net sitesinde tekrar çıktı: 

21 Kasım 2009 Cumartesi

DÖNÜYOR ÇARKI...



Haci Cirik / Fezali
cirikh@mynet.com

Şu son zamanlarda kimler ekrana geçse mikrofonu görse,aman efendim geçmişimizden ders çıkarmalıyız diye söze başlıyor.(Doğru söze haci emmin nederki). Ulan senin geçmişindeki o Selçuklu, Osmanlı İmparatorlukları az mı insan kanı akıttılar?

O günlerde zindanlar aydınlarla dolmadı mı? Dar ağaçlarında halkın sevdalıları sallandırılmadı mı? İşte örnek dediğin şey bu gününde yaşayan örnek, o geçmiş dediğin daha hala hayatta yerini devlet içinde ve kurumlarında zaman zaman kendini göstermiyor mu? İnsanların ötekileştirilmesi, Polis copları meydanlarda,yoksulluk dizboyu,sağlık,eğitim.

Devletin hantal bürokrat yapısı,Devletin başından bütün kurumlarındaki derin devlet olmanın başka yapılaşması,yakın kayırımları daha sayabileceğim çok şeyler bu günde önce olduğu gibi yerini korumaktadır.

Her gün açılımlarla yatıp kalkar olduk bir arpa buyu yol alınmayan toplantılar çözümsüz çıkmaza saplanan sonuçlar duymaktan usandık. Parlamantoda yeterli güce sahip olan ikdidar kedinin (şeyle oynadığı gibi )açılımlarla halkı oyalamakta gün kazanmakta işine devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup bugüne kadar sorunları çözüm bulmayan vatandaşlar bir karara gelmeli ve devletten sorunlarının çözümü için samimi olmasını istemeliler. Bu günlerdeki sorunların çözümü Ankara meclis'idir. Bu sorunların tek çözümü meçlisten geçecek yasa ile olur. Yeterli güce sahip hükümet elindeki imkanı sorunları çözmek yerine günlük oyalama taktikleri yaratarak, halkın içinde bulunduğu sorunlardan halkın dikkatini başka alanlara çekmekte yeterli derecede uzmanlaştı.

Ergenekon denen dava ve irtica denen karanlık düşünce iki üst sınıfın kendi arasındaki kozlarını paylaşamadıkları işleridir. İşçi,esnaf, köylü,memur olan alt tabakadaki bizlerin esas meselesi yaşam mücadelesidir. Hükümetin istediği halktan iktidar karşısında boynumuz kıldan incedir beklentsidir.
Kadere razı ümmetçi ve nasip ne ise o olur deyimdir perişan haline razı olan halkın yaratılması içindir ki bu siyasetçiler gerçek sorunları çözmek yerine günlük yapay meseleler yaratarak nefeslerini harcamaktadırlar. Sorunu olan halktan insanlar şu alkışçılıktan vaz geçerlerde bu bey efendilere tepki ile kendilerini hatırlatırlarlsa ve sifil meslek örgütlerinde toplanarak güçlerini gösterirlerse işte o zaman kendileri için bir iş yapmış olurlar.

DÖNÜYOR ÇARKI

Cirik Haci / Fezali
cirikh@gmx.de

Selçuk Osmanlı mirası bu güne
Tas, hamamı aynı, dönüyor çarkı
O Cumhuriyet laiklik olsa bile
Tas,hamamı aynı, dönüyor çarkı

Yavuz öfke kinle tarihi yazdı
Kuyucu Murat da mezarı kazdı
Karada savaştı, denizde yüzdü
Tas, hamamı aynı dönüyor çarkı

Hani han sarayı hüküm verenler
Geçmişi aratmaz yerin alanlar
Zindanlar şahit bilir, sağ kalanlar
Tas, hamamı aynı dönüyor çarkı

Dar ağacı kuruldu kaç uluya
Feryadı yükseldi gökteki aya
Faili meçhul bitmez saya saya
Tas hamamı aynı dönüyor çarkı

İsmi başka cismi aynı düzende
Dolaşır karışır çomça kazanda
Marifet arar çöplükte yüzende
Tas hamamı aynı dönüyor çarkı

Fezalim der hacim çekeyim yayı
Ortadan kaldıram şu ağa beyi
Silip süpürem zalim Amarika’yı
Tas, hamamı aynı dönüyor çarkı

----------------

NİYETI BOZUK

Cirik Haci / Fezali
cirikh@gmx.de

Mesnetsiz sorumlu açılım demiş
Bir türlü açılmaz niyeti bozuk
Ucu acık tartışılır bir şeymiş
Bir türlü açılmaz niyeti bozuk

Yavaş ılımlı sindire sindire
Böyle inanmışdık sağıra kele
Okuyup üfürür kacıncı süre
Bir türlü açılmaz niyeti bozuk

Günleri oyalar alıp götüren
Beylerine haber verip yetiren
Devlet millet malın yeyip bitiren
Bir türlü açılmaz niyeti bozuk

Hilesi saklıdır dili altında
Ülama hesabı yüce katında
Rüyasın görüyor deniz yatında
Bir türlü açılmaz niyeti bozuk

Fezalim der hacim incitme canın
Sanma ki boş kalır sağınla solun
Aşk ile hizmet et solmasın gülün
Bir türlü açılmaz niyeti bozuk

20 Kasım 2009 Cuma

HAKSIZLIĞI SAVUNMAK ABESLE İŞTİGALDİR



”Rumları mübadele ile, 6-7 Eylül faciaları ile dışladılar, Yahudileri Varlık vergisi ile kaçırtdılar, Ermenileri katliamlarla, ikinci sınıf muamelesine tabi tutmakla ,damarlarında asil kan olan, Türküm demekle MUTLU olacak homogen , saf kan Türklerden Türk milleti yaratmağa muvaffak olduklarını sananlar şimdide Kürtleri Koçgiride, Dersim’de yaptıkları soykırımla temizleyemedikleri için hüsran içindeler…”


Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Abim 1957’de milletvekili seçilince sevincimi bildiren bir telgraf çekmiştim Londra’dan. Böyle ciddi bir sorumluluğu üstlendiği için. İlaveten de üzüldüğümü bildirmiştim. Zira Jakoben zihniyetin hakim olduğu, askeri vesayetin yaşandığı bir memlekette demokrasinin mevcut olamayacağı, hele hele haksız yere defalarca sürgüne gönderilmiş bir ailenin evladı olarak siyaset yapmanın akıntıya kürek çekmek olacağını bildirmiştim.

1959’da, dayım Hüseyin Fırat ile de günlerce münakaşa etmiş, Türkiye’de CHP nin kışkırtmaları ile demokrasinin sakatlandığı, 49 Kürd aydının zindanlara atıldığı bir devrede siyasi sorumluluk taşınamayacağını, meclisten çekilmesini söylemiştim. Avrupa’da yaşadığım için Türkiye’de ki gelişmelerden haberdar olmadığımı söylemişti. Çok geçmeden Abime ve dayıma söylediklerim su yüzüne çıkmış, 27 Mayıs ihtilali yapılmış, Yassıada mahkemeleri kurulmuş, Türk siyaseti en zalim darbeyi yemişti.

Bugün Türkiye’de bir değişim devri yaşanmakta. Şovenist, Jakoben zihniyette ki siyasiler ve bürokratlar bu değişimin farkında değiller. Bu sözde elit zümre direnmekte ve çok zor olan haksızlıkları savunmaktan vazgeçmemekteler. Problemler pragmatik yöntemlerle çözüldükçe, geçmiş tarihimiz ile yüzleşilmeğe başlandıkça, meşruuiyetlerini kaybedecekleri endişesi ile çılgın hezeyanlarını dile getirmektedirler.

Türkiye değişiyor. Alevilerden, Kürtlerden, Ermeni katliamından bahsetmekten artık aklı başında aydınlar korkmuyorlar. Hatta küp kafalılar(!), karnını kaşıyanlar(!), sağ duyularını, empatilerini çalıştırıp Dersim katliamında olduğu gibi, Koçgiride olduğu gibi, Kürtleri kökten ifna edelim, yahut Türkiye dışına sürelim, dağa çıkalım özel timlerden kuracağımız bir ordu ile Türk kanı taşımıyanları yok edelim çığırtkanlığı hezeyanından vazgeçmiyorlar.

Daha bir sene önce Kürtler hakkında yapılan zulumleri dile getirdiğim için ablam beni tehdit etmiş, yeniden hapishane kapılarında beklemek istemiyorum, seni hapishanede ziyarete gelmem diyordu. Bir bakıma haklıydı. 27 mayısta geçirdiği travmanın etkisinden kurtulamayışına saygılı idim.

Artık Atatürk’ün arkasına saklanmak fayda etmiyor. Zira Atatürk’ün Vatikan’daki Papa gibi hata yapmaz, OMNİ POTENZ, efsanesi yıkılmıştır. Onun Türkler için inkâr edilmeyecek hizmetleri vardır. Fakat artık hatalarını da dile getirip, geçmişimizle yüzleşmek lazımdır.

Resmi tarih kitaplarının, Atatürk’ün NUTUK hitabesinin gerçekleri tahrif ettiği tarihçilerimizle açığa çıkarılmıştır.

Türkiye halkı CHP nin ve MHP nin hatalı tutumları sayesinde ‘’de facto’’ bölünmüşlük arzediyor. Kürtleri, Alevileri, gayri müslümleri kucaklayacaklarına , onlar için yapılacak her türlü demokratik açılımlara karşı çıkmaları sayesinde Kürdistan’da oy potansiyelleri sıfıra inmiş durumdadır.

Rumları mübadele ile, 6-7 Eylül faciaları ile dışladılar, Yahudileri Varlık vergisi ile kaçırtdılar, Ermenileri katliamlarla, ikinci sınıf muamelesine tabi tutmakla ,damarlarında asil kan olan, Türküm demekle MUTLU olacak homogen , saf kan Türklerden Türk milleti yaratmağa muvaffak olduklarını sananlar şimdide Kürtleri Koçgiride, Dersim’de yaptıkları soykırımla temizleyemedikleri için hüsran içindeler. 30 sene zarfında 40 bin PKK lı Kürt genci öldürmelerine rağmen başarısız olduklarını genel kurmay başkanı BAŞBUĞ dahi itiraf etmektedir.

Trabzonda Santorinin , Malatya’da güya misyonerlerin hunhanrca katledilmeleri münferit hadise olarak algılanamaz. Daha dün bir genç kızı baba-oğul testere ile kestikleri açığa çıktı. Sivas, Maraş, v.s. katliamlarında hep ayni ilkel, barbarca davranışlar, nihayet Öymen’in itirafı ile dejenerasyonun, cerebral bir maluliyetin eseri olduğu anlaşıldı.

Bundan iki bin sene önce Sicilyali EMPEDOKLES insanları iyi ve kötü ruhlu olarak kategorize ettmiş. Yani bazı insanların Nuh Nebininde mani olamadığı İBLİS mikrobuna duçar olduklarını dile getirmiş. Kimlerin Mevlana’nın torunu olabileceğine halk seçimlerde kararını bildirmektedir. Demokrasinin güzelliğide beyinlerde olmasıdır. İster Türk, ister müfrit, eli silahlı Kürtlerin geçirdikleri travmalardan dolayı dejenerasyon alameti gösterdikleride aşikardır.

Gılgamış destanında bu yana, her türlü teknolojinin etkisine rağmen insanlarda SEVMEK kabiliyetinin de değişmediğine şahit oluyoruz. Bu münasebetle harplerin sona ereceğine, silahın geçersiz olacağına, günün birinde AŞK’ın varlığına inanılacağını düşünüyorum.

Antalya.20.11.09

19 Kasım 2009 Perşembe

PİYON KÖŞE YAZARLARI ve ANTİ-DEMOKRATİK MODERNLİK


Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com

Geçmişte burjuvazi feodalizmi yıkarken ilerici bir dünya görüşüne sahipti. Dinsel ideolojiye karşı savaş başlatarak, aklın özgürleşmesini savunmuştu. İlerleme fikrinden yanaydı. Gerçekliğin araştırılmasına önem veriyordu. Bireyin özgürlüğünü ilke edinmişti. Bireyin gelişmesine engel olan her şeye karşı savaş başlatmıştı. Burjuvazinin ilerici olduğu çağda birey, bugünkünden farklı anlaşılıyordu. O zamanlar birey, toplumsal gelişmeye kişisel yetenekleriyle katılan insan olarak tanımlanıyordu.

Burjuva düzeni Avrupa’daki 1848 Devrimlerinden sonra tüm çabasını sistemi korumaya yöneltmiştir. Macar filozofu Georg Lukacs’ın vurguladığı gibi, 1848 devrimlerinden sonra.burjuva felsefe tarihi akla ve ilerlemeye saldırının taridir. Marksist felsefe, burjuva felsefesinin akla ve ilerlemeye saldıran burjuva felsefelerine karşı duran felsefe olmuştur.

Eskiden akla güvenilirdi, şimdi akla güveni sarsarak imana, inanca ve dinsel düşünceye zemin hazırlanmaktadır. Burjuvazi, gençlik döneminde, insanı amaç olarak tanımlanıyordu. Şimdilerde yaşlanmış ve tarihsel olarak miladını dolduran burjuva düzeni, insan ‘küçültmüştür’. Burjuvazi insan ve birey konusunda eski düşüncelerinden uzaklaşmıştır. İnsan, bugün sermayenin ve devletin hizmetinde bir araç olarak görülmektedir.

Burjuva ideologları, bugün artık ilerleme kavramına ve “akla güven” düşüncesine karşı gelmektedir. Toplum bilimcilerinin, filozofların, ilerleme ve diyalektik kavramını hafızalardan silme çabası var. ‘Toplumsal ilerleme ve gelişme felsefesini en iyi nasıl çürütürüm’ alanında yarışıyorlar.

Muhafazakar ideologlar, sorunların kaynağını toplumsal yapılanmalarda değil, insanın kusurlarında arıyorlar. İnsan bilgisinin parçalı bir doğasının olduğunu iddia ediyorlar. Kusurlu olan ve bilınci parçalanmış olan insanın gerçeği kavrayamayacığını ileri sürüyorlar. İnsanın geleceği belirleme yeteneğinin olamayacağına işaret ediyorlar.

Hep vurgularım. Türkiye, moderleşen, ama gerçek bir aydınlanma sürecinden geçmeyen bir ülke. Bu açıdan Türkiye halkları talihsiz. Yetkisini ‘cumhuriyet kuruculuğundan’ alan askeri cumhuriyet rejiminde yaşamaktadırlar. ‘cumhuriyetin kurucusuyuz ve bekçisiyiz’ diyen otoriter bir zihniyetin altından posası çıkarıldı. İrtica ve bölücülük korkusunu yaymak, askeri bürokrasinin ülkeyi yönetmesine ‘meşruluk’ kazandırıyor.

Görünüşte Türkiye’de demokrasi var. Vitrine bakılırsa Türkiye’yi ‘seçilmişler siyasiler’ yönetiyor. Demokrasi vitrini, gerçekte ‘otoriter baskıcı’ düzeni gizliyor. Ülkede halk tarafından seçilmiş partiler var. ‘Seçilmişler’ hükümet kuruyor, ama gerçek iktidar olamıyorlar. Yetkisizler. Çünkü iktidar ‘atanmışların’ elinde. Seçilmişler, siyasal açıdan halka karşı sorumlular;ama karar yetkileri sınırlı. Askerlerin halka karşı siyasal sorumlulukları yok;ama sınırsız yetkiye sahipler. Atanmışlar yetkili, seçilmişler sorumlu. Bu olmaz.

Sözü, kendini TSK’nin psikoljik hareketinde piyon rölü üstelenen köşe yazarı, sinemacı vb. gibilere getirmek istiyorum. Kendini, sermayeye ve devlete araç olarak kullandıranlar ve ruhlarını kiralayan bu tipler, insanlığın yüz karasıdır. Bunlar hangi vicdanla yaşıyorlar?

Medya organları arasında görsel olan çok daha egemen bir konuma geçti. Çünkü insanın ‘görme organı’ olan göz diğer duyu organlarına (dil, kulak, deri, burun) nazaran sürekli ‘algı almaya’ hazırdır. Diğer duyu organları gözden farklıdır. Örneğin, kokuyu, koku olduğu zaman duyarız, acı veya tatlıyı ise yediğimiz zaman tadarız. Oysa göz sürekli algıya hazırdır, sürekli algılar. ‘Gösteri’ çağı, bir ölçüde gözün sürekli algıya hazır olma özelliğini kullanmaktadır

Medya etkisini üç alanda göstermektedir.

Birincisi, kamuoyuna genel bir ‘zihniyeti’ kabul ettirir. Bunu yaparken kültürü araç olarak kullanır. Bilim-Felsefe-Sanat üçgeni aracılığıyla aydınları sisteme integre eder. Eğlence yoluyla yeni bir kültür yaratmaya çalışır. Kültürel dönüşüm yoluyla apolitize etmeye çalışır.

İkincisi, kamuoyunu manipule etmek için dezinformasyona başvurur.

Üçüncüsü, ‘alternatif yoktur’ zihniyetini aşılamaya çalışır. Alternatif ‘zihniyetleri’ görmezlikten gelir.

Türkiye’nin demokratikleşmesi hem Genel Kurmayın egemenliğine son vermekten, hem de anti-demokratik basına karşı olmaktan geçer.

Sorumsuzların yetkili, sorumluların yetkisiz olduğu bir ülkede çatışma, karmaşa hiç bitmez...Demokratikleşme ve otoriter zihniyet arasındaki kavga sürecektir.

13 Kasım 2009 Cuma

Beşikçi: Öymen'in Amcası Tunceli Kanununu Alkışlayanlardandı


Dr. Beşikçi, Dersim katliamını savunan CHP'li Onur Öymen'in amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen'in de 1935 Tunceli Kanunu'nun onaylandığı, uygulandığı Dersim katliamının gerçekleştirildiği dönemde Meclis'teki mebuslardan biri olduğunu anımsatıyor.

"Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi" kitabının yazarı Dr. İsmail Beşikçi, Meclis'te Dersim katliamını savunan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) sözcüsü Onur Öymen'in amcasının da, katliamın zeminini hazırlayan "Tunceli Kanunu"nu onaylayan mebuslardan biri olduğunu anımsatıyor.

Beşikçi, Öymen'in sözleri ve bu durumla ilgili bianet'in sorusunu yanıtlarken şu yorumu yapıyor:

"Jenosidin bu kadar kolay ve rahat bir şekilde savunulabilmesini resmi ideolojide aramak gerekir. Tunceli Kanunu'nun yapıldığı (1935) ve uygulandığı, Dersim'de jenosidin gerçekleştirildiği dönemlerde, Onur Öymen'in amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen de TBMM'de mebustur.

"Prof. Hıfzırrahman Raşit Öymen, Münir Raşit Öymen (Onur Öymen'in babası) eğitimli kişilerdir. Almanya'da özellikle eğitim alanında eğitim görmüşlerdir. Ama bu eğitim, soykırımın yanında yer almaya engel olmuyor. Kürt varlığının ve Kürtçe'nin inkarı, imhası ve asimilasyonu yolunda politikalar ve uygulamalar her zaman, soykırım düşüncesi ve uygulamaları için elverişli bir ortam hazırlamıştır."

"Hukuk dışı yasayı oybirliğiyle onayladılar"

Beşikçi, "Hukuk dışı, çağ dışı, keyfi yönetimlere olanak veren bir yasa" diye nitelediği Tunceli Kanunu'nun Meclis'ten oybirliğiyle geçtiğini, o dönemde mebus olarak "tayin edilen" 60'a yakın profesör veya ordinaryüs profesörün hepsinin yasayı kabul ettiğini söylüyor.

Beşikçi, kitabında bu dönemi ve mebus profesörlerin tavrını şöyle anlatıyor:

Bu profesörlerin hiçbirisi, bu uygulamanın modern hukuk sistemlerine aykırı olduğunu söylemiyor, itiraz etmiyor. Üstelik onaylıyor, alkışlıyor.

Bu kanun Genel Müfettiş olan vali ve komutana, kişileri yakalamak, itham etmek, yargılamak, idam kararı vermek, idamları infaz etmek yetkilerini veriyor.

Genellikle Almanya'da, İtalya'da, Dolmabahçe Sarayı ve Çankaya Sofralarında "ilim" tedris eyleyen bu hukukçular bunun 1924 Anayasasına aykırı olduğunu söyleyemiyor, yargı ve icra görevlerinin bu derece bir tek kişinin uhdesine verilemeyeceğini belirtemiyor, sesini yükseltemiyor. Yükseltmiyor.

Üstelik, bu ulema takımı bunları onaylıyorlar, alkışlıyorlar, en münasibi budur, diyorlar. Şefe, resmi ideolojiye bol bol övgüler düzüyorlar.

Tunceli Kanunu'na göre getirilen yargılamada, sanığa iddianame verilmiyor, savunma hakkı verilmiyor. Mahkeme kararlarının kesin olup temyizinin mümkün olmadığı hükme bağlanıyor.

Ordinaryüs profesör ve profesör unvanlı "ulema"mn bunlara da itirazı yok. Bunları, yeri ve zamanına göre övgüler düzdükleri 1924 Anayasasına aykırı bulmuyorlar. En münasibi budur, diyorlar, alkışlıyorlar. Eşkıyalıkla, haydutlukla mücadele ediyoruz. Gericilikle, ağalarla mücadele ediyoruz, diye geniş kitleler sürgünlere gönderiliyor, kadınların kızların ırzına geçiliyor, gebe kadınların karnına kılıç sokuluyor, emzikteki bebeklerin başlan kesiliyor, kılıçlara takılıyor, iki-üç yaşındaki bebekler, başları taşlara vurula vurula öldürülüyor, tekmelenerek öldürülüyor, insanlar, mağaralara tıkılıp üzerlerine zehirli gazlar sıkılıyor, kadınlar, genç kızlar, çocuklar, ağzı betonlarla kapatılmış mağaralarda yakılıyor, "ilim" heyeti, bütün bunlan onaylıyor, alkışlıyor. En münasibi budur, diyor. Çünkü Şef böyle istiyor. Ve Şeflik düzenlerinde doğrunun ölçütü, olgular değil, Şefin dedikleri, tavır ve davranışlarıdır. (TK)

Beşikçi: Gerilla federasyon gücü olsun


Güneş Ünsal
İstanbul (DİHA)

"Türkiye'de Kürt sorununa ilişkin yazdığı 36 kitaptan 32'si yasaklanan Beşikçi, AKP hükümetinin açılıma yönelik girişimlerinin, diğer hükümetlere göre daha donanımlı ve ileri bir anlayışta olduğunun görüldüğünü, bu nedenle çözüme daha yakın bir tutum sergilediğini ifade etti."

Beşikçi: PKK'nin mücadelesi açılımın en önemli gerekçesidir

AKP hükümetinin açılıma yönelik girişimlerini diğer hükümetlere göre daha donanımlı ve ileri bir anlayışta olduğunun görüldüğünü ifade eden Sosyolog İsmail Beşikçi, bu nedenle çözüme daha yakın bir tutum sergilediğini belirtti. Açılımın en önemli gerekçelerinden birinin PKK'nin yıllarca süren kararlı mücadelesi olduğunu belirten Beşikçi, 'Eğer bugün bu tür konuları konuşabiliyorsak yoğun bir tartışma yaşanabiliyorsa, bunda PKK'nin yürüttüğü kararlı mücadelenin büyük bir rolü vardır' dedi.

Erzurum'da bulunan Atatürk Üniversitesi'nde sosyoloji asistanı olduğu süreçte bir Kürt aşireti hakkında hazırladığı tez sonrasında çalışmalarını Türkiye'deki Kürt sorunu üzerinde yoğunlaştıran ve konu ile ilgili yayınladığı kitap ve makalelerden dolayı 17 yılını cezaevinde geçiren 70 yaşındaki bilim insanı Sosyolog İsmail Beşikçi, Kürt açılımı ile ilgili görüşlerini belirtti. Beşikçi'ye göre hükümet, Kürt sorununun temelini oluşturan noktalara henüz değinmezken, Kürt tarafı da istemlerinde daha kapsayıcı olması gerekiyor. PKK'nin uzun yıllar devem eden kararlı mücadelesinin bu güne gelinmesinde büyük bir rolü olduğunu ifadede eden Beşikçi, Kürtlerin de gelinen süreçte federasyonu ve hatta HPG güçlerinin de Federal Kürdistan Bölgesi'nde güvenlik gücü olarak değerlendirilebilmesini savunabilmesi gerektiğini söyledi.

'Hükümetin tavrı dikkate değer'

Türkiye'de Kürt sorununa ilişkin yazdığı 36 kitaptan 32'si yasaklanan Beşikçi, AKP hükümetinin açılıma yönelik girişimlerinin, diğer hükümetlere göre daha donanımlı ve ileri bir anlayışta olduğunun görüldüğünü, bu nedenle çözüme daha yakın bir tutum sergilediğini ifade etti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün tutumlarının bu bakımdan dikkate değer olduğunu söyleyen Beşikçi, açılımın yavaş ilerlemesinde bir sakınca olmadığını, Temmuz ayı sonlarından bu yana Kürt sorunuyla ilgili yaşanan yoğun tartışmaların sürmesinin bile başlı başına bir açılım olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade etti.

'Hükümet hep olmayacakları söylüyor'

Devlet ve hükümetin şimdiye kadar hep olamayacak durumlardan söz ettiğini kaydeden Beşikçi, 'Anayasa değişikliği yok, af yok, anadilde eğitim yok. Olabileceklerden ise söz etmemiştir. Devletin ve hükümetin bireysel haklar çerçevesinde bir çözüm üzerinde durduğu söylenebilir. Ortaöğretimde anadilde seçimlik dersler, bazı üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılması, yer isimlerinin iadesi, çocuklara Kürtçe isimler verilebilmesi, X,W, Q, Ê harfleriyle ilgili sorunların giderilmesi, özel radyolara ve televizyonlara Kürtçe yayın izninin verilmesi, seçimlerdeki yüzde 10'luk barajın düşürülmesi vs' dedi. Kürtlerin de taleplerinde daha kapsayıcı olması gerektiğini dile getiren Beşikçi 20 milyonu aşkın bir halk olarak seçmeli derslerle tatmin olamayacağını, bu nedenle Kürtlerin anadilde eğitimi ısrarla istemeleri gerektiğinin altını çizerek, 'Kürtler federasyonu savunabilmelidir. Gerillanın federe bölgenin güvenlik gücü olarak değerlendirilebilmesini savunabilmelidir' diye konuştu.

Türkiye aydınları sınıfta kaldı

Açılıma yönelik Türkiye halkının ve aydınların tavırlarını da değerlendiren Beşikçi şöyle konuştu: 'Halkın bakışında temel sorun, devletin 80 yılı aşkın bir zamandır özellikle de son 25 yıldır Kürt aleyhtarı yoğun bir propaganda geliştirmiş olmasıdır. Bu propaganda sürecinde Batı illerinde oturan Türkler Kürt illerinde nelerin olup bittiğine dair sağlıklı bir bilgiye sahip değildir. Koruculuk, korucuların işledikleri suçlar, cinayetler, JİTEM'in cinayetleri, 'faili meçhul' cinayetler hakkında sağlıklı bilgiye sahip değildir. Yine Kürt aleyhtarı bu propaganda sürecinde Türk halkı devletin Kürtlerin lehine herhangi bir gelişmeye önayak olacağı kanısında değildir. Aydınlar da Türk aydınları da devletin bu anti-Kürt politikaları karşısında bu politikaları geriletmek için sağlıklı bir tutum sergilememiştir.'

'Sahte kardeşlik anlayışı terk edilmeli'

19 Ekim'de 8'i Kandil'den, 26'sı Mahmur'dan 34 kişinin Habur'da büyük Kürt kitleleri tarafından coşkuyla karşılanışının Türkiye'de karşılaştığı tepkilere de değinen Beşikçi, Türk yönetimine, Türklere ve basına egemen olan 'Acaba Kürtlerin lehine bir gelişme mi oluyor? Kürtler bu kadar sevindiklerine göre herhalde onların lehine bir gelişme oluyor' anlayışı ile endişelendiklerini, bu tür bir endişenin de resmi ideolojinin 'kederde kıvançta ortaklık' şeklindeki görüşüne aykırı olduğunu dile getirdi. Kürtlerin dille, kültürle, yönetimle ilgili talepler ileri sürdükleri zaman taleplerinin önünün 'bin yıldır beraber yaşıyoruz', 'bin yıldır birlikte ağladık, birlikte güldük, kederde kıvançta ortağız' sözleri ile engellendiğini ifade eden Beşikçi, 'Bu aslında yaşanan gerçeği, fiili durumu hiç aksettirmeyen bir sözdür. Habur'daki durumun Türk yönetimince, Türk halkınca yorumlanışı bunun çarpıcı bir örneğidir. 19 Ekim ve daha sonraki iki-üç gün Kürtlerin yaşadığı sevinç Türk yönetimince, Türk basınınca 'kara gün' olarak algılanmaktadır. Bu süreç sık sık dile getirilen 'kardeşlik' anlayışının da ne kadar sahte olduğunu göstermektedir' dedi.

'Türkler artık Kürtlere olanları anlamalıdır'

Türkiye vatandaşlarının Kürtlere ve Kürt sorununa yaklaşımı sorununun öncelikle Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarına kararlı bir şekilde sahip çıkmalarıyla çözülebileceğine dikkat çeken Beşikçi, aynı zamanda 25 yılı aşkın bir zamandır Kürt bölgelerinde olup bitenlerin Türk gruplarına sağlıklı bir şekilde anlatılabilmesi gerektiğini kaydetti. 30 yıldır süren çatışmalı ortamın Kürt halkına verdiği zararlara ve bu zararların tazminine yönelik yapılması gerekenlere ilişkin de Beşikçi şunları söyledi: 'Köylerin yakılması, yıkılması, ormanların yakılması, temel geçim kaynaklarının tahribi, yüz binlerce ailenin yerini yurdunu terke zorlanması, faili meçhul cinayetler. Yeni bir toplumsal dinamik olarak bu nüfus hareketi üzerinde dikkatle durulmalıdır. Köyleri, evleri yakılanların yıkılanların, yerlerini yurtlarını terke zorlananların bir kısmı Mersin, Adana, İstanbul gibi Türkiye'nin Batı yörelerine göçmüştür. Diyarbakır, Van, Batman gibi şehirlere göçenler de vardır. Bugün, Diyarbakır, Van, Batman, Hakkari, Siirt, Yüksekova, Kızıltepe, Nusaybin, Doğu Beyazıt, Silvan, Tatvan, Patnos, Viranşehir, Malazgirt gibi şehirlerde muhalif Kürt kitleleri oluşmuştur. Bunlar devlet ideolojine, devletin tutumuna muhalif olan bir kitledir. 1920'lerde, 1930'larda bu şehirlerde feodal kökenli eşraf otururdu ve bu eşrafın büyük bir kısmı her zaman devlet yanlısıydı. Ayaklananlara karşı devletle birlikte mücadele ediyordu. Günümüzdeki kitleler ise muhaliftir ve emekçi kitlelerdir. Bu yeni toplum dinamiği iyice irdelenmeli ve değerlendirilmelidir.'

Kürt milliyetçiliği, inkâr, inha ve asimilasyon politikalarına karşı gelişti

Kürt halkını ve mücadelesini milliyetçilik çerçevesinde değerlendiren çevrelere de yanıt veren Beşikçi, milliyetçiliğin Kürtlerin içinde bulunduğu durum açısından olumlu bir gelişme olduğunu ve Kürt milliyetçiliğinin, devletin inkar, imha ve asimilasyon politikalarına karşı Kürt değerlerinin kazanılması süreci olarak geliştiğini belirterek, bu durumun herhangi bir etnik gruba zararı olmadığını ve Kürtlerin yaşaması gereken temel bir süreç olduğunu dile getirdi. 'Eğer bugün bu tür konuları konuşabiliyorsak yoğun bir tartışma yaşanabiliyorsa, bunda PKK'nin yürüttüğü kararlı mücadelenin büyük bir rolü vardır' diye konuşan Beşikçi, PKK'nin sürece ilişkin yaklaşım ve taleplerini ise yetersiz buldu.

'Kürt kimliğini alt kimlik olarak tanımlamamak gerek'

PKK'nin gelen barış grupları aracılığı ile yaptığı öneri listesini yetersiz bulduğunu da dile getiren Beşikçi şöyle konuştu:

'Bu listede 8-9 madde sıralanmaktadır. Bunlardan üçüncüsünde 'demokratik Türkiye ulusundan' söz ediliyor. 'Demokratik Türkiye ulusunun bir parçası Kürt halk kimliğimiz temelinde ve anayasal güvenceye sahip olarak özgür, eşit ve birlikte yaşamak' ifadesi bulunuyor. Demokratik Türkiye ulusu, zorlama bir kavramdır. Bu kavramın toplumsal karşılı yoktur. Toplumsal olarak Türk halkı vardır, Kürt halkı vardır. Laz, Çerkez, Süryani vs. halklar vardır. Bu Türk kimliğinin bir parçası olarak yani alt kimlik olarak Kürt kimliğini savunmak demektir. Hâlbuki Kürt kimliğini bağımsız bir kimlik olarak savunmak gerekir. Türkiye'de alt kimlik üst kimlik tartışmaları tek bir koşulda anlamlı olabilir. Eğer Türk kimliği de Kürt, Çerkez, Laz, Ermeni vs. gibi bir alt kimlik olarak benimsenirse, bunun dışında bu konudaki tartışmalardan ciddi bir sonuç çıkmaz.'

4 Kasım 2009 Çarşamba

Beşikçi’ye Eleştiriler Üzerine…



”Eleştiri, özgür eleştiri düşün hayatının vazgeçilmez bir kategorisidir. Çok yararlı bir düşün yöntemidir. Eleştirilen kişinin yeniden, kendisini sorgulamasını sağlar. Fakat, Etyen Mahçupyan’ın, Beşikçi eleştirileri isabetli değildir. Bu konuda eleştirilmesi gereken temel konu, 1920’ler, Milletler Cemiyeti dönemidir. Bu dönemde, Kürtlerin ve Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Kürtlerin bağımsız devlet kurma haklarının gasbedilmesi, Kürtlere küçücük bir siyasal statü tanınmaması, gözlerden, dikkatlerden uzak tutulacak bir konu değildir. Etyen Mahçupyan’ın birinci planda bu emperyal politikaları, baskı politikalarını eleştirmesi gerekir…”


İsmail Beşikçi

7-8 Eylül 2009 tarihli Taraf Gazetelerinde, Neşe Düzel’in İsmail Beşikçi ile yaptığı bir röportaj yayımlanmıştı. Bu röportajda Beşikçi, Kürtlerin ve Kürdistan’ın, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, bölünmesine, parçalanmasına ve paylaşılmasına vurgu yapmış, Milletler Cemiyeti’ni, dönemin emperyal devletlerini eleştirmişti. Daha sonra, Cumhuriyet’le birlikte, Türkiye’de uygulanan inkar, imha ve asimilasyon politikalarını eleştirmişti. Daha sonra da, Ortadoğu’da Kürtlerin, Ortadoğu’da devlet kurmalarının doğal bir hak olduğunu söylemiş, Kürt sorununun, Kürdistan sorunun özünde toprak sorunun olduğunu vurgulamıştı.

Bu dönemin, bilimin, siyasetin ve diplomasinin kavramlarıyla incelenmesi, eleştirilmesi gereği üzerinde de durmuştu.

Beşikçi’nin bu görüşleri birçok yazar, basın mensubu ve sivil toplum çalışanı tarafından eleştirildi. Bu eleştirilerden biri de Etyen Mahçupyan’a ait. Etyen Mahçupyan, 11 Eylül 2009 tarihli Taraf Gazetesi’nde, Yargı Savunmada başlıklı yazısının ekinde, bu görüşleri eleştiriyor. 9 Eylül 2009 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayımlanan Milliyetçiliğin Cehaleti başlıklı yazısına atıf yaparak, “cehalet siyaset üretmeye devam ediyor” diyor.

Eleştiri, özgür eleştiri düşün hayatının vazgeçilmez bir kategorisidir. Çok yararlı bir düşün yöntemidir. Eleştirilen kişinin yeniden, kendisini sorgulamasını sağlar. Fakat, Etyen Mahçupyan’ın, Beşikçi eleştirileri isabetli değildir. Bu konuda eleştirilmesi gereken temel konu, 1920’ler, Milletler Cemiyeti dönemidir. Bu dönemde, Kürtlerin ve Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Kürtlerin bağımsız devlet kurma haklarının gasbedilmesi, Kürtlere küçücük bir siyasal statü tanınmaması, gözlerden, dikkatlerden uzak tutulacak bir konu değildir. Etyen Mahçupyan’ın birinci planda bu emperyal politikaları, baskı politikalarını eleştirmesi gerekir. Etyen Mahçupyan Milletler Cemiyeti politikalarına, Türkiye’nin politikalarına bir şey demiyor. Bunları eleştiren Beşikçi’yi eleştiriyor. Kürtlere, “Türklerle birlikte yaşamaktan, ama, Türk’e benzeyerek yaşamaktan başka şansınız yoktur” diyen Kemalist uygulamalara bir şey demiyor, bunları eleştiren ve “Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakları doğal bir haktır” diyen Beşikçi’yi “cehalet” kavramıyla anıyor.

Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, bir insanın iskeletinin parçalanması, beyninin dağılması gibi bir etki yaratmıştır. Bu, her şeyden önce, Kürt toplumunun iç dinamiklerini zayıflatmış, yok etmiştir. Kürtler, elektrikle yüklü dikenli tellerle, mayın tarlalarıyla, iz tarlalarıyla, gözetleme kuleleriyle, casus uçaklarıyla… birbirlerinden ayrılmışlardır. Bu ayrılmayı derinleştirmek yaygınlaştırmak ve devamlı kılmak için, her türlü önlem alınmıştır. Örneğin, Diyarbakır, Van, Urfa ve çevrelerinin, Süleymaniye, Kerkük, Mahabad, Halep, Kamışlı gibi şehirlerle, Kafkasya ile ticari bağları koparılmıştır. 1915 de Ermenilere, Süryanilere ve Ezidilere karşı yaşama geçirilen soykırım, insan ve araç-gereç kaybı, bölgenin sanayileşmesine büyük bir darbe indirmiştir. Hem bu süreç, hem ayaklanmalar sürecinde köylerin yakılması-yıkılması, temel geçim kaynaklarının tahribi, sürgünler, Kürt toplumunun, Kürdistan’ın iç dinamiklerini tamamen yok etmiştir. Bölgenin sürekli sıkıyönetimlerle yönetilmesi, bölgeyi, Bağdat, Tahran, İstanbul gibi büyük merkezlerden de koparmış, ticaretin ve sanayinin gelişmesi engellenmiştir. Bu, bölgede şu veya bu şekilde biriken sermayenin devamlı olarak Batı’ya kaymasını sağlamıştır. Bölgenin geri bırakılması böyle bir süreç içinde gerçekleşmiştir. Bölgenin geri kalması, geri bırakılması bu dinamiklerin dışında düşünülemez.

Etyen Mahçupyan’ı okuyan, izleyen bir kişiyim. Ne Milletler Cemiyeti uygulamalarının, ne de Türkiye’deki baskı politikalarının onaylanmadığını, onların yanında yer alınmadığını yakından biliyorum. Ama bu eleştirileri, “cehalet” kavramını başka türlü nasıl yorumlamak gerekir? Aydınlar, “milliyetçiliğin iyisi yoktur, her türlü milliyetçilik kötüdür” büyük ezberini sürdürdükleri sürece, bu tür yanlışlar yapmaları kaçınılmazdır.

Etyen Mahçupyan’ın eleştirilerinde önemli bir nokta daha var. “Beşikçi, Kürtlerin devlet sahibi olmasını istiyor. Bunu da Kürtlerin nüfusunun büyük olduğuna bağlıyor.” diyor. “Az sayıda olsalardı, asimilasyon meşru mu olacaktı?” diyor. “Madem sayı, o zaman, sayıyı azaltma da meşru olmalı” diyor.

Kürtlerin Ortadoğu’da devlet kurma hakları elbette meşru bir haktır, doğal bir haktır. Ama, Kürt nüfusunu azaltma çabaları meşru değildir. Herhangi bir etnik grup az bir nüfusa sahip olsa, o etnik grubu asimile etme çabaları da meşru değildir.

Birleşmiş Milletler sayılarına göre, 1970’lerin başından itibaren 30 yıl içinde, (1973-2003),

Kerkük’ten çoğu Arap çöllerine, 97 bin Kürt aile sürüldü. Bu bir nüfus azaltma yöntemidir. (bk.www. peyamner news agency, 26 Ekim 2009) Kürtlere Arap olma dayatıldı. Bu da nüfus azaltma yöntemidir. Bk. Av. Tarık Cambaz, Kerkük’te Kürt ve Türkmen Soykırımı, Arapça’dan çeviren, Geylan, Necmettin Altıparmak, Deng Yayınları, 2. bs. Temmuz 2009 s. 95, 119

1993 de, Barzanlar’a mensup 8 bin erkek bir baskınla evlerinden alındı. Bunlardan bir daha haber alınamadı. Topluca kurşuna dizilip toplu mezarlara konuldular. Bu da nüfus azaltma yöntemidir.

1980’lerin ortalarından itibaren, “hangi gaz daha zehirlidir, hangi gaz kitlesel bakımdan daha çok ölümler gerçekleştirir?” uygulamaları hep Kürtler üzerinde, Kürt köyleri ve Kürt mahkumlar üzerinde denendi. Batı ülkelerinde, fareler üzerinde yapılan denemeler, Kürdistan’da, Kürt köyleri üzerinde, Kürt mahkumlar üzerinde yapıldı. Bu denemeler sırasında, Halepçe’de, bir çırpıda öldürülenlerden daha çok Kürt öldürüldü. Bu da bir nüfus azaltma yöntemidir.

Okul yoluna, meralara, çöplüklere, oyuncak biçiminde, konserve kutusu biçiminde bombalar bırakırsınız. Bunları kurcalayan çocuklardan ikisi-üçü ölür, dördü-beşi yaralanır, sakat kalır. Bunlar da Kürt nüfusu azaltma yöntemidir.

Bir de “ayrılıkçılk”, “bölücülük” kavramları var. Kürtler, Doğu’da Farslarla yaşasınlar, Güney’de, Araplarla yaşasınlar, Kuzey’de Türklerle yaşasınlar…Kutsal statüko… Fars Devleti’nin birliği bütünlüğü, Irak Devleti’nin birliği bütünlüğü, Suriye Devleti’nin birliği bütünlüğü, Türk devleti’nin birliği bütünlüğü. Kutsal statüko bu… Bu statükoyu eleştirdiğiniz zaman “ayrılıkçı”,”bölücü” oluyorsunuz. Peki, 1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde Kürtlere, Kürdistan’a dayatılan politikalar ne? Klasik sömürgelerde böl-yönet politikaları uygulanır. Kürdistan sömürge bile değildir. Burada uygulanan politika ise, böl-yönet-yok et politikasıdır.

Bugün, bu kutsal statükoyu, bu kutsal statükoyu eleştirenleri, “ayrılıkçı”, “bölücü” diyerek eleştirmek, suçlamak, 1920’lerdeki, Milletler Cemiyeti dönemindeki emperyal politikaları, uygulamaları onaylamak anlamına gelmez mi?

“Kürtler devlet istemiyor”, “Biz Kürt milliyetçiliğine karşıyız”, “biz bölücü, ayrılıkçı değiliz” gibi sözler tarih bilincinden yoksun sözlerdir. Çünkü, bölünen, parçalanan, paylaşılan zaten Kürtlerdir, Kürdistan’dır. PKK’yi, Demokratik Toplum Partisi’ni bu tür söylemleri sık sık dile getirdikleri için onaylamak, övmek, doğru değildir, bilakis bu düşüncelerinden ve bu tutumlarından dolayı bunları eleştirmek gerekir.

Neşe Düzel’le yapılan bu röportajda ileri sürülen düşüncelerden dolayı Beşikçi’yi eleştiren başka yazarlar, basın mensupları da oldu. Onlar, Beşikçi’yi, “oluk oluk kan akar”, “ortalık kan deryasına döner” gibi tehdit içeren bir terminolojiyle eleştirdiler. Bu kesim konuşmalarında, yazılarında, “kardeşlik” sloganını da sık sık dile getiriyordu. “Bin yıldır bir arada yaşıyoruz”, “bin yıldır kardeşçe yaşıyoruz” “kardeşiz”, “İslam kardeşiyiz” vs. Hem “kardeşlik”ten, “bin yıldır bir arada yaşamaktan söz ediliyor”, hem de Kürtler, “kan deryası” ile, “oluk oluk kan” la tehdit ediliyor. Federasyondan veya bağımsızlıktan söz edildiğini veya bunların gerçekleşme yoluna girdiğini düşünelim. O zaman, nüfusun gönüllü yer değiştirmesi, bunun için elverişli bir politik ortamın yaratılması neden düşünülemiyor acaba? “Kardeşlik” ille de, “oluk oluk kan”ı mı gerektirir?

Kürdistan-Post
http://www.kurdistan-post.com/