29 Eylül 2010 Çarşamba

Üç Diktatörlük Türü...‏


Gün Zileli
zilelizileligun@hotmail.com


Günümüzde olsun, tarihte olsun, saf haliyle bilinen üç diktatörlük türü vardır: İdeolojik diktatörlük; siyasi diktatörlük; ekonomik diktatörlük. Gerçek hayatta bunları saf halleriyle de bulmak mümkündür ama karma biçimleri de bir haylidir: Yarı ideolojik-yarı siyasi diktatörlükler; yarı siyasi-yarı ekonomik diktatörlükler gibi.

İdeolojik diktatörlüklerde, ideolojik alan (ya da elit) siyasi ve ekonomik alanı güdümler; siyasi diktatörlüklerde, siyasi alan (ya da elit) ideolojik ve ekonomik alanı güdümler; ekonomik diktatörlüklerde ekonomik alan (ekonomik elit) ideolojik ve siyasi alanı güdümler.

Yirminci yüzyılda saf ideolojik diktatörlük olarak bilinen üç ülke vardı: Lenin’in kurduğu ve Stalin’in yürütücülüğünü yaptığı Sovyetler Birliği (Kruşçev’in iktidara gelmesiyle birlikte sistem saf ideolojik diktatörlükten yarı ideolojik-yarı siyasi diktatörlüğe doğru evrilmiştir); Nazi Almanya’sı; ve Mao zedung Çin’i (Mao’dan sonra da sistem yarı ideolojik-yarı siyasi bir diktatörlüğe evrilmiştir). Günümüzde ise, saf anlamıyla tek ideolojik diktatörlük kalmıştır: Kuzey Kore.

Siyasi diktatörlüklerin yirminci yüzyılda birçok örnekleri görülmüştür. Örneğin Portekiz’deki Salazar diktatörlüğü salt bir siyasi diktatörlüktü. Küba’daki Batista diktatörlüğü ve Şah’ın İran’ı da öyle. Ne var ki, geçmişte olsun, günümüzde olsun salt siyasi diktatörlüklerdense yarı ideolojik-yarı siyasi diktatörlüklere daha çok rastlanmaktadır. Bunun nedeni, siyasi alanın ideolojik alanı ya da tersine ideolojik alanın siyasi alanı kendine güçlü bir payanda yapma arzusudur. Örneğin Arap dünyasındaki Baas rejimleri, milliyetçi ideolojileriyle, Rusya ya da Almanya’daki gibi saf bir ideolojik diktatörlük kurmak istemişlerdir ama ideolojilerinin gücü buna yetmemiş, bu yüzden siyasi alanı kendilerine dayanak yapmak için diktatörlüklerini karma hale getirmek zorunda kalmışlardır. Keza bugün İran’daki diktatörlük de salt bir ideolojik diktatörlük olma arzusuna rağmen bunu başaramamış, ister istemez siyasi alanı bu diktatörlüğe ortak etmek zorunda kalmıştır. Bunun tersine, siyasi diktatörlük arzusu ağır bastığı halde yarı ideolojik-yarı siyasi nitelikli diktatörlükler de vardır. Örneğin Latin Amerika’da 1960’lı ve 1970’li yıllarda hüküm süren kimi askeri diktatörlükler böyledir. Bunlar esasen siyasi diktatörlük yönelimi içinde olmalarına rağmen, rejimlerine payanda olması için bir takım yarı-faşist ya da falanjist ideolojileri kendilerine payanda yapmış, böylece yarı ideolojik-yarı siyasi diktatörlük biçimlerine bürünebilmişlerdir.

Bir kısım diktatörlükler de, bugün Türkiye’de olduğu gibi yarı ekonomik-yarı siyasi diktatörlüklerdir. Bu tür diktatörlüklerde iktidar alanı siyasi güçlerle ekonomik güçler arasında paylaşılmış ve ortak yürütülen bir diktatörlük ortaya çıkmıştır. Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşundan 1940 yılına kadar yarı ideolojik-yarı siyasi bir diktatörlüktü. Milli şef yönetimiyle birlikte ideolojik alan üst belirleyici olmaktan çıktı. Böylece 1940-50 arası, Milli Şef yönetiminde bir siyasi diktatörlük olarak yürüdü. 1950’de diktatörlüğün niteliği bir kez daha değişti ve Türkiye’de o günden sonra bir siyasi-ekonomik diktatörlük hüküm sürdü, bugüne kadar. Elbette iktidar bu iki alan tarafından paylaşıldığından bazen birinin, bazen diğerinin ağır bastığı dönemler olmaktadır ama rejimin temeldeki karma karakteri değişmemektedir. Bugünkü Rusya da Türkiye gibi yarı siyasi-yarı ekonomik bir diktatörlük olarak görülebilir.

Salt ekonomik diktatörlükler esasen Avrupa’daki ülkelerde hüküm sürmektedir. Keza ABD de saf anlamıyla bir ekonomik diktatörlüktür. İdeolojik ve siyasi alan tamamen ekonomik alanın yönlendiriciliği altındadır. Ekonomik diktatörlüğün yönetim biçimi parlamenter “demokrasi”dir.

28 Eylül 2010 Salı

Kürtçe kurslar‏...




Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

ÖCALAN’ın silahına karşılık, ERDOĞAN Anadilini versin Kürtlerin !!!

Eski Yunan da Sophokles drama eserleri yazarken ARİSTOPHENES de mizahi eserler yazardı. Siyasileri, sanatkarları, aristokratları hicvederdi. ERDOĞAN ANADİLDE EĞİTİME karşı çıkarken benimde mizahi kritik yapmam zorunluğunu hissettim. Erdoğan’ın kültürel birikimi, ve mantık yapısındaki zaafiyet bu açıklamaya sebep oldu. Herhalde fazla düşünmeden konuştu.

Diyor ki Başbakan ‘’ Kürtçe eğitim dili olamaz, fakat Kürtler anadillerini kurslarda öğrenebilirler.’’ Lütfetmiş !!!.

Türklerinde çoğu kabul ediyor ki; PKK olmasaydı, 30 bin gencini kaybetmeseydi, 17500 faili meçhul katliam olmasaydı, 5 000 askerin şehadetinde en azından 2 000 Kürt kökenli olmasaydı KÜRT kelimesini kullanmak bile cezai müstelzim olarak kalacaktı. Ama artık Cemil Çiçeğin dediği gibi YETERİNCE kan aktı. Tövbe estefurullah kan akıtmanın YETERİNCESİ olurmu ?. Ağlamam geldi bu lafa.

Bundan böyle akıtılacak her damla kan, silaha harcanacak her kuruş insanlığımıza hıyanettir.

Kürtlerin de bir Fettuhlası olsada Türkiyenin her kasabasına Kürtçe kurslar açsa. Kürtçe eğitim milleti bölermiş, fakat kurslarda öğrenilen Kürtçe zarar vermezmiş Başbakana göre. Maazallah Erdoğan kurslarda Türkçe öğrenseydi Mitinglerde meramını anlatabilir mi idi?

On sene önce Almanya parlamentosu doktorlar için bir yasa çıkardı. 68 yaşından yukarı olanlar sigorta hastasına bakamazlar. Yasak geldi. Özel hastalaraınıza bakabilirsiniz dendi. Yasağın gerekçesi şöyle idi. 68 yaşın üstündeki hekimler fiziki olarak hata yapabilirler ve hastalara zararlı olabilirler. Bu kanunu oylayan milletvekilleri arasında 70 yaşını aşkınlarda vardı. Onların çıkaracakları siyasi kanunların vatandaşa bir zararı olamazdi!!!. Almanya da özel hasta miktarı % 10 geçmez. İşte o özel hastalara zarar vermelerinde bir mahzur yoktu. İşte Erdoğan’ın kurslarda Kürtçe öğrenilmesinin Türkiyeyi bölmeyeceği garantisi.

Şimdi benim teklifim: Öcalan silaha para harcayacağına her kasabaya Kürtçe kurslar açsın. Millet anadilini öğrensin. Erdoğan ne dedi Almanya da : ‘Anadilinin öğretilmemesi insanlık suçudur.’’ Halbuki Almanya da bir çok eyaletlerde ikinici dil Türkçe veya Kürtçe olması kanunlaşmıştır. Erdoğan’ın bundan haberi olmasa gerek. Kendisi hiç yabancı dil bilmediği için dünyanın gidişindende pek malumat sahibi olamıyor. Dialoğun, insanların birbirini anlamasının tek vasıtası DİL’dir. İşte Anadil’in önemini Erdoğan kavrayamıyor. Çünkü yabancı dil öğrenme yeteneği yok. Beyninde Rezaptörleri eksik. Vermezse Mabut, neylesin Mahmut. Onun birinci kimliği politika , ikinci ise Futbol. Klasik Müzikten zevk almakta öyledir. Beyinde alıcı merkezler olmazsa eğitiminde faydası olmaz.

Buna rağmen Fazıl Say’ın klasik müziği dinlemeyenlere hakaret etme hakkı olamaz. Çirkindir bu serzeniş. Elbette çok emek ister o müziğin ruhun gıdası olduğunu farketmek.

Referandumda Hayır diyen sahil mukimlerine , hele hele o aydın geçinenlere bir çift sözüm var. Platon (Eflatun) ve Aristoteles gerçi devleti yönetenlerin filozof olması gerektiğini söylerleseler de eğitlmemiş insanlarında SAĞDUYULARI ve MANTIKları olduğunu iddia ederler. Evet diyenler sağ duyularını ve mantıklarını kullanmışlardır. Halkın % 34 ü köyde yaşamaktadır. Ben aradabir onlarla haşır neşir olurum. Günde 50 yeşil kartlı hasta bakarım bu 80 yaşımda. Diyorlar ki: Köye gelen patika yerine şimdi asfalt yolumuz var. Köydeki tek çeşme yerine şimdi her eve su geldi. Çocuklarımızın kitap masrafını yapmak mecburiyetimiz yok. Özürlü çocuklarımızın annelerine ömür boyu 700 TL maaş bağlandı. Gelip köyden çocuklarımızı alıp, merkeze götürüp bakımları, eğitimleri yapılıyor. İstediğimiz doktora, hastaneye gidiyoruz. İstediğimiz eczaneye gidip ücret ödemeden ilacımızı alıyoruz. Hayvan ve ağaç üretimi için devlet çok cömert destek veriyor. Hatta hastalarımızın ayağına doktor geliyor. Universite tahsili için İstanbullara, Ankaralara gitmeye ihtiyaç yok. Burnumuzun dibinde Üniversitemiz var. Erdoğan ideolojik düşünmüyor. Pragmatik çözümlerin peşinde. Duble yollar sayesinde trafik kazaları olmuyor, ölümler azaldı. Sigara dumanı kalkalı passif nikotin zehirlenmesi kalktı. Bilhassa bu çok büyÜk bir başarıdır. Muhalefetin Laiklik öcüsü gerçekleşmedi. Fakat MHP nin bölünürüz vaveylası, askerin baskısı Erdoğan’ın bölünürüz paranoyası devam ediyor. Kürtler Erdoğandan daha cesur olmasını bekliyor. Kılıçdaroğlunun yoksulluk teraneside boşa çıktı. Köyde kalan vatandaşların ineği, tavuğu var, yağı, peyniri, yoğurdu var. Birde bir kaç dönüm tarlası olsa ekmeğini taşdan, tarladan çıkarır. HAZİNE’nin Türkiyedeki arazinin yarısına sahip olduğu gerçeğinden hareket ederek Toprak reformu yapıp , köylüyü tarla sahibi yapabilir. Feodalite çoktan yıkıldı. Şimdi fabrikatörler ağadır. Sakıp ağa feodal bir aileden gelmiyor. Albaylar, banka müdürleri ağadır artık. Eskiden kerpiçten olan evler çimentodan olmağa başlamış. Yurtdışındaki yahut kentlere göçen ikinci nesil köylerine mali yardımlar yapıyorlar.

Elbette kapitalist sistemin avamda yarattığı PAUPERİZM ( Sadakaya muhtaç kılma ) siyasiler tarafındanda anlaşılmağa başladı. USA daki ekonomik krizin para değilde kapitalizmin AHLAK krizi olduğu kabul edildi ekonomistlerce. Bankaların ve Tusiadcıların kriz devrindeki kazançlarının 30-40 milyar dolar olduğu açığa çıktı. Hortumcuların iştahları eksilmiyor. IMF den kırdi alıp bize verin demediler mi TUSİAD cılar.?

Anadil eğitiminden korkmasın ERDOĞAN. Kurslarla eğitim olmaz. Garson İngizcesi öğrenebilirsin kurslarda , ama İngilizce öğrenemessiniz. Kürtçe de Anadil kelimesinin karşılığı ( Zemane Zıkmaki yani anakarnındaki dil ) anlamındadır. İlmi araştırmalar göstermiştir ki insan anakarnında iken anasından duyduğu lisanı, türküyü hafızasına kaydeder, ancak iki yaşında onu kullanmağa başlar. Bunu yasaklayanlar zulum yaparlar. Anadilini öğrenmemiş bir Kürt nasıl olurda edebi eserler verir. Kültürünü geliştirir. Orhan Pamuk kurslarda Türkçe öğrense idi maazallah yazma yeteneği olabilir mi idi?

Ben anadilin önemini ta 40 sene önce kavramış. Kölnde 1970 de ilk anadilde eğitim yapan bir anaokulu açmıştım. Çocuklar Almanca ve Türkçe türküler söylüyorlardı. Anadilde eğitim her türlü özerklikten önemlidir. COSTA RİCA’da ordu lağvedildi ,o para eğitime ve sağlığa harcanınca anketlerde dünyanın en mutlu ülkesi oldu.

Komik bir müşahedemde ZABİT’lerin hala merasimlerde KILIÇ kuşanmış olmaları. Hatta generaller beyaz eldiven giyerler.

Her sabah Kürt, ermeni, yahudi çocuklarına Türküm ,doğruyum amentüsü söyletiliyor. En korkuncu da Milli eğitim bakanlığı mefrudatında, edebiyat, tarih ve muzik kitaplarında TEK KÜRT kelimesi geçmiyor. Nimet hanımcığın aklından geçmiyor Türkiyede Kürtlerinde olduğu, onlarında edebiyatı, tarihi, muziği olduğu. Gıpta ile dinliyorum klasik müziğimizide, türkülerimizide TV lerde. Kürtler nerde.? Kürtlere müsaade edilirse daha bir çok etnik gurup varmış, onlarda isterlermiş. 20 milyonu 3-beş yüz bin kişilerle mukayese edemezsiniz. Sonra onlar emigre olmuşlar, entegre olmuşlardır. Kürtler ise 3 bin senedenberi o Kürdistanda yaşarlar.

KÜRDİSTAN kelimesinden korkuyorlar. İrrasyonal bir korku. Shakeasper’in Romeo Julliyet eserinde şöyle der. ‘’ Gül’ün isminide değiştirseler kokusundan bir şey kaybeder mi?’ Kürdistanın yerine Güneydoğu diyince Kürtler yokmu sayılır. İşte kuzey Irak’ta Kürdistan yarı otonom bir devlet var. Bu millet ilelebet dörde bölük mü yaşayacak?. Türklerinde vijdanı olduğunu kabul edersek EMPATİ noksanlıklarını gidermeleri gerekir.

Kürtlerden ricam tasarruf edecekleri her kuruşu kurslar açmak için harcasınlar. Gerçi orada öğrenecekleri Kürtçe ile ERDOĞAN gibi nutuk çekemezler.

Erdoğan seçimlerde barajıda indirmez. CHP de ,MHP de istemez. Çünkü o zaman en azından Kürtlerin 70 milletvekilleri girer meclise. Şimdi bu milletvekilliklerini beleşce bu partiler paylaşıyorlar. Bu rezaleti Kürt halkı yutmuyor. Bu beleşcilikle istikrar sağlanıyor, fakat temsil imkanı kalkıyor, ondan utanç duyulmuyor.

Türkiye deki en gülünç TENAKUZ da ÇOĞUNLUK ve ÇOĞUNSALLIK üstünde. AK parti çoğunlukla karar veriyor, dayatıyor diyorlar. Halbuki UZLAŞMAK gerekirmiş. Kürtler mevzuunda ise bütün partiler ‘Türkiyede Türk milleti vardır, biz çoğunluktayız bizim dediğimiz olur’’. Onun için Türkiye Türklerindir( Hürriyet gazetesi ), tek Türk dili vardır.

Meclis başkanı okul boykotu için diyor ki bu insan haklarına aykırıdır. Peki anadilin eğitimini yasaklamak insan haklarına aykırı değilmi? Gandi usulü silahsız bir eylem sayılmaz mı? HABUR’a giden 750 bin Kürt silahın susması ümidiyle yaptıkları passif bir eylem değil mi idi ? İnsafsızca o heyecanı nasıl olurda HABUR rezaleti diyebildiniz?

Kürtler artık eski Kürtler değiller. Anadilde eğitim bir numaralı, onlar için en mühim, inkar edilemez bir istektir. O olmadan kan durmayacaktır.

Erdoğan’ın en büyük siyasi hatasıda kendisini çözümsüzlüğe şartlandırmasıdır. Kıbrıs’ta iki devlet olmadan çözüme evet demiyor, Karabağ problemi çözülmeden Ermeni açılımı yapmam diyor, PKK bitmeden Kürt açılımı olmaz diyor. Genelkurmay son PKK lıyı katletmeden af olmaz diyor. O katledilen her PKK lı Kürt gencinin beş kardeşi olduğunu düşünürsek PKK yı ömrübillah yenemiyeceğini düşünemiyorlar mı?. Başbuğ itiraf etti ‘’dağa çıkmayı önlemede başarı sağlayamadık.’’

Kürt sorununuda, Kıbrıs sorununuda, Ermeni sorununuda, Rumlarla sorunumuzuda şimdiye kadar başa geçen politikacılar 80 senedir çözemediler. Sorun çözmek beyin işidir, akıl işidir. ‘’Allgerie Français’’ diyorlardı. Yüz bin şehit verdi Cezayirliler. Ancak de Gaulle gibi muktedir politikacı çıkıpta generallere ‘’Sizi Concorde meydanında asarım ‘’ diyinceye kadar. Ondan sonra Cezayir özgürlüğüne kavuştu. Maaslesef Türkiye Cezayirin aleyhinde oy kullandı. Özal gidip onlardan özür dilemek zorunda kaldı.

Bana bu Kılıçdaroğlu’da , Bahçeli de Türk siyasetinde mizahi figurlar gibi geliyor. Yenilgilerinden yüzleri kızarmıyor. Maazallah bu ikisi bir koalisyon kursalar evvela Öcalan’ı asarlar. Türkiyeyi askeri vesayete sokarlar. Fakat o cahil denen halkın sağ duyusu buna müsaade etmez. Çare gene DEMOKRASİDEDİR.

Benim aklımda bukadara erdi. Daha güzel fikirleri olanlar gelsinler beriye.

Antalya. 26.09.10

23 Eylül 2010 Perşembe

Julius BORGES...



Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com



Julius BORGES’in Hayat felsefesi (Lebensweissheit) şiirine nazire, ( Arjantinli Nobel’li dünya yazarı).

- Bir daha yeniden dünyaya gelsem ne yapardım?

‘’YETER , YAŞADIM HAYATTA !’’ DİYORUM BEN DE.

Bu yaşa gelince insan;

Geriye geriye, yıllara bakınca,

‘’YETER, yaşadım hayatta!’’ diyorum ben de.

Bunu duyunca dostlarım Bedbinliğimi sorguluyorlar

Halbu ki ben;

Bu düşüncelerle ÖZGÜRLEŞTİM

Çünkü hiç bir ambisyonum yok artık.

Hiç bir beklentim, kimseden.

Diyarı küfrü gezdim.

Nice keşaneler gördüm virane.(Ziya paşa)

Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.(C.Sıtkı)

İster soğuk suyla yıkasınlar, ister sıcak.

Umurumda mı dünya ben öldükten sonra.

Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini (C.Sıtkı)

Bu aşk bende oldukça,

Güzelliğin on para etmez(Veysel).

Mal da yalan Mülk de yalan (Y.Emre)

Gel biraz da sen oyalan.
Özlemiyorum Cannes’daki yatımı,

Kanton’daki Chalet’mi,

Altımdaki Cadillac’ı.

Diojen gibi yaşamakta mümkündü fıçıda,

Gölgelerden ırak.

Yeter! diyorum yaşadığım, anasını satayım ,

Özgürleştim ya artık.


St’Michel de koyu verdi sakalı,

Bir elinde cımbız, bir elinde ayna,

Umurunda mı dünya?.(O.Veli)


İstersem nara atabilirim,

Dostlar kolunda ,

Yola uzanabilirim.(B.Rahmi)


Bir hür İsviçreli gibi,

Her istediğimi yapabilirim.

Hatta bu hakkımı bile ıskalarım.


Veysel’in sazını dinledim,

Beethoven’i,Bach’ı,Mozart’ı,

Itrı’nın Naat’ını.


Yedim içtim dünya nimetlerini,

Son damlasını içtim belki Moulaint a Vent şarabının.


Hayrandım bir zamanlar,

Nitzche’nin, Zarathustra’dan söylediklerine.

Müruru zamana mı uğradı?,

Marx, Freud ve Darvin’in içtihatları.

Sartre ile söyleşirim geceleri.


Gözüm ne para pulda, nede servette oldu.

Ama paranında, silahında düşmanı oldum.


Çöpe attım ehliyetimi,

Şahadetnamelerimi.

Çıplak ayakla dolaşıyorum kumsalları,

Yayacı oldum ne hoş.


Ne memur oldum,ne asker.

Ne siyasete bulaştım, nede ticarete.


Spor, ilim, san’at ile iştigal ettim yaşam boyunca.


Arılar gibi faydalı,

Karıncalar gibi çalışkan,

Kelebekler kadar zarif olmak istedim.(M.Ali)


Özgür yaşamak,

Her türlü STRESTEN masun,

Asi oldum bugüne dek,

HÜR düşünmek uğruna, inadına!!!


Köln. 20.09.10

18 Eylül 2010 Cumartesi

Bir Referandumun Ardından...



“...solun bir bölüğü otokrasinin uzantısı olan hayırcılar cephesine, bir bölüğü de fanatik neoliberalleşmeci evetciler cephesine dahil olarak büyük bir fırsatı heba ettiler... Oysa, yapılması gereken, söz konusu iki cephe dışında özgürlükçü/sosyalist perspektifi ete-kemiğe büründürmek, düzenin aktörlerinin önerdiğinin dışında ve ondan farklı bir şey yapmanın mümkün olduğunu göstermek olmalıydı... İki yanlış arasında tercih yapmak sol siyaset yapmak mıdır? Netekim, deveye: inişi mi seversin yokuşu mu seversin diye sormuşlar ve deve haklı olarak düz yola ne olmuş cevabını vermiş...”

Fikret Başkaya

Bir sıcak yaz daha referandum tantanasıyla geçti. İktidar ve muhalefet partilerinin liderleri, anayasa değişiklik paketine neden evet ve neden hayır denmesi gerektiğini anlatmak için meydanlardaydı ama anayasa’da yapılacak değişiklikten çok başka şeylerle ilgiliydiler... Bu arada konunun uzmanları da çok konuştular. Mâlûm, ‘konunun uzmanları’ konunun uzmanları ve her konunun uzmanları olmak üzere ikiye ayrılıyor. Televizyon ekranları ve gazete sayfaları daha çok her konunun uzmanlarına açılıyor... Referandum öncesinde bu uzmanlar taifesi, evet çıkarsa ne olur, hayır çıkarsa ne oluru bıkıp-usanmadan anlattılar, derin bilgilerini ‘halkımızla paylaştılar’, bizi ‘aydınlattılar’... Evetçi konunun uzmanları ve her konunun uzmanları evet kazandığı takdirde Türkiye’nin demokratikleşmesinde tarihi bir eşiğin aşılacağını, Türkiye’nin demokrasi performansının yükseleceğini, Avrupa Birliğine tam üyeliğin artık çantada keklik olduğunu ileri sürerken, hayırcı konunun uzmanları ve her konunun uzmanları da, bunun devletin temeline kibrit suyu dökmek anlamına geldiğinde ısrarcıydılar... Referandumun ardından da aynı uzmanlar, sonucun ne anlama geldiğine dair derin tahliler yaptılar. Referandum sonucunun ne anlama geldiğine, ‘halkımızın ne demek istediğine’ açıklık getirdiler... Ne mutlu bize ki, halkın ne demek isteğini bilen, konunun uzmanlarına ve her konunun uzmanlarına sahibiz... Aksi halde halimiz nice olurdu? Halkımızın ne demek istediğini nasıl bilebilirdik?

Gerçi siyasetçiler ve uzmanlar çok konuştular, ama asıl söylenmesi gerekeni söylemediler. Söyleyebilirler miydi? Yapılmak istenen ve sonuç itibariyle yapılan anayasa değişikliği, demokrasiyle demokratikleşmeyle ilgili değildi. Kim yönetecek sorusuyla ilgiliydi. Bir statü ve rant paylaşımı kavgası, velhasıl hükümet partisi AKP ile Kemalist otokrasinin uzantıları olan bazı kurumlarla, CHP ve MHP arasındaki bir iktidar kavgasıydı... İktidar partisi olan AKP, politik bir manevrayla konumunu takviye etmek, gelecek genel seçimleri üçüncü defa kazanmak için apar-topar anayasa değişiklik paketini gündeme getirdi. Böyle bir paket karşısında CHP ve MHP’nin nasıl refleks göstereceğini biliyordu. Anayasa değişiklik paketine iki muhalefet partisinin de mutlaka karşı çakacağı önceki deneylerden biliniyordu... Zira AKP’nin: ne yaparsam iyi yaparımına karşı, parlamento içi iki muhalefet partisinin ne yaparsan kötü yaparsın refleksi söz konusuydu. Dolayısıyla ne yaptığı önemli değildi, önemli olan, bir şeyi onun yapmasıydı... AKP, 2007 seçimleri öncesindekine benzer bir kutuplaşma yaratarak [CHP’nin kolaylaştırıcılığıyla elbette...], kendi konumu ve Recep Tayyip Erdoğan’ın ileriye dönük planlarını [gelecek cumhurbaşkanlığı seçimi ve muhtemel bir başkanlık veya yarı-başkanlık sistemi, vb.] gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. Velhasıl, anayasa değişikliğinin gündeme getirilmesinin asıl nedeni başkaydı. Türkiye’deki siyasi partilerin hiç bir zaman demokrasi ve demokratikleşme gibi bir sorunları ve kaygıları olmadı. Zaten öyle bir şey söz konusu örgütlerin varlık nedeni için de büyük bir tehdittir. Bizdeki siyasi partiler bırakın demokrasinin araçları olmayı, bizzat varlıklarını demokrasi yokluğuna borçludurlar... Zaten tipik siyasi partilerden çok birer şirkete benziyorlar ve asıl amaçları ve varlık nedenleri kitleleri oyalamak ve bütçeyi ve hazineyi yağmalamak, kendilerini ve çevrelerini zenginleştirmektir... Parti başkanları da doğal olarak bir şirket patronu gibi davranıyorlar... Bu yüzden yapılan seçimler balkondaki seyirciyi oyalama işlevi görüyor... Şimdilerde bizde ve her yerde ‘demokrasi’ denilen aslında demokrasi değil, demokrasiyle ilgili sefil bir retorik ve pratiktir. Söz konusu retorik ve pratik kitleleri aldatma, oyalama ve burjuva egemenliğini dayatma/kabullendirme işlevi görüyor. Esasen ‘Batı demokrasisi’ denilip yere göğe sığdırılamayan da, demokrasiyle ilgili bir retorikten ibarettir... Zira, demokrasinin ne olduğu ve ne olması gerektiği, politikanın ne olduğu, ve ne olması, nasıl yapılması gerektiği sorularıyla doğrudan ilgilidir. Geçerli politika yapma tarzıysa, iktidar olmak ve iktidarda kalmakla ilgili. Nasıl yönetiriz, kim yönetecek sorularının cevabı olanın demokrasiyle ne gibi bir ilgisi olabilir? Geniş halk kitlelerini nesneleştiren, özneleşmesini engelleyen bir oyunun, halk egemenliği demek olan demokrasiyle ne gibi bir ilgisi olabilir? Siyasi partilerin, seçimlerin ve seçilmiş milletvekillerinden oluşan parlamentoya dayalı hükümetlerin varlığı, bir politik rejimin demokratikliğinin garantisi değildir. Söz konusu siyasi partilerin dahil olduğu seçimlerde gerçek bir temsil söz konusu mudur? Oy kullanan neyi seçiyor? Kullanılan oyun bir karşılığı var mı? Siyasi partilerin asıl varlık nedeni nedir? Kimler tarafından nasıl kuruluyorlar/kurduruluyorlar? Hangi durumda politika denilenin bir anlamı, bir içeriği ve karşılığı olabilir?

O halde demokrasi nedir veya ne olması gerekir? Bir kere demokrasi politikanın ne olması ve nasıl yapılması gerektiği sorusundan bağımsız değildir. Eğer toplumun yapısı, kurumları, örgütlenme tarzı ve işleyişi sorgulanabiliyorsa, sorgulanmaya açıksa, insanlar yaşadıkları topluma dair her temel sorunu tartışabiliyor, tartışmalara katılabiliyorsa, politik ve sosyal kurumların yapısı ve işleyişi de dahil olmak üzere, yasalar ve yönetmelikler değiştirilebiliyorsa, toplumu oluşturan yurttaşlar toplumsal/politik sürece gerekli olduğu her zaman ve her koşulda müdahale edebiliyorsa [itiraz, eleştiri, tartışma, öneri, karar alma sürecine katılma], başka türlü ifade edersek, toplum kendi hakkında düşünebilir ve gereğini yapabilir durumdaysa, işte orada politikanın ve politika yapmanın bir anlamı, bir değeri, velhasıl bir kıymet-i harbiyesi var demektir. Demokrasiden söz edebilmenin ikinci vazgeçilmez koşulu da, politika yapmanın herkesin işi olması gereğini varsayar... Başka türlü ifade etmek istersek, demokrasi, politika herkesin şeyi olduğu, herkes tarafından içselleştirildiği, sahiplenildiği durumda mümkündür. Etienne Balibar, politikanın evrensel bir hak sayılması gerektiğini söylediğinde ifade etmek istediği şey: her sorunun, herkesin sorununun herkesin kaygısı olması gerektiğidir... Buna politikanın sosyalleşmesi de diyebilirsiniz...

Velhasıl demokrasi insanlar arasında politik, ekonomik, sosyal eşitliği varsayar ve bunlar arasındaki karşılıklı belirleyicilik ve tamamlayıcılık ilişkisi hayâti öneme sahiptir... Bu yüzden demokrasi ve kapitalizm yan yana getirilmeleri uygun olmayan iki kavramdır. Zira, kapitalizm böler, kutuplaştırır, dışlar. Burjuva toplumunda ekonomik alanla politik alan birbirinden ayrılmış, ekonomik alanın yönetimi, mülk sahibi sınıfların tekeline bırakılmış durumdadır. Böylesi bir ayrımın geçerli olduğu bir toplumda, politik alanda sergilenen ‘demokrasi oyununun’ [seçimler, vb.] bir sirk oyunu olmanın ötesine geçmesi mümkün değildir! Oysa, demokrasi, doğası gereği her türlü hiyerarşiyi ve ayrımcılığı reddeder. Bu yüzden, halk egemenliği ve bir insan=bir oy ilkesi, insanlığın büyük bir kazanımıdır.

Eğer, referandumla cunta anayasasının bazı maddelerinin değiştirilmesi demokrasiyle, demokratikleşmeyle ilgili değil ise, o halde ne ile ilgilidir denecektir? Bu sorunun cevabını verebilmek için, kısaca da olsa ‘çok partili sistem’ denilene geçiş sürecini hatırlamak gerekecek. Bilindiği gibi, 1923-1946 aralığında Türkiye’deki rejim tipik bir otokrasiydi, tek parti diktatörlüğüydü. Savaş sonrasında [1945] rejimde bir esneme olmadan yola devam etmek, o haliyle otokrasiyi sürdürmek zorlaşmıştı. İçerde geniş halk kitleleri bezmiş/bunalmış, dış konjonktür de değişmişti. İşte böylesi koşullarda çok partili sisteme geçildi ama söz konusu olan gerçek bir çok partili sistem değildi. Sadece birden çok devlet partisine izin verilmişti ve kurulacak siyasi partilerin otokrasinin çekirdeği olan asıl devlet partisinin taşeronu olmak kaydıyla yaşamalarına izin veriliyordu. Ve CHP’nin içinden bir muvazaa partisi olarak Demokrat Parti [DP] çıktı. DP, 1950’de açık farkla seçimleri kazandı. Çok partili sisteme çok partili sistem için gerekli bir alt-yapı oluşturulmadan geçilmişti. Zaten her isteyen siyasi parti kuramazdı, kurarsa kapatılırdı. İfade özgürlüğü güvence altına alınmamıştı, TCK’nın ünlü 141, 142 ve 163’ üçüncü maddeleri yerli yerinde duruyordu... Çok partili sistem bir bakıma otokrasiye yamanmış gibiydi... Başka türlü ifade edersek, çok partili sisteme geçiş, bundan sonra nasıl yönetebiliriz sorusuyla ilgiliydi ve yeni durum bir tür yarı-otokrasi durumuydu. Önceki dönemde otokrasinin tamamıyla oyunun dışına attığı halk kitleleri bundan böyle bir katılım yanılsaması yaratılarak oy/seçim/temsil yanılsamasıyla manipüle edilecekti... Gerçi hesap böyleydi ama her zaman hesabın tutacağı diye bir kural, öyle bir kesinlik yoktur. Bir siyasi parti, asıl devlet partisinin taşeronu da olsa, bir muvazaa partisi de olsa, halktan oy almak zorundadır. Hem oy istediği, oy aldığı kitlenin taleplerini dikkate almak zorundadır, hem de asıl devlet partisi tarafından çizilen sınırlar dahilinde kalmak zorundadır. Velhasıl çelişik bir durumda var olmak durumundadır. Başka türlü söylersek böylesi bir çelişki ortamında varolabilmek cambazlık yeteneği olmadan pek mümkün değildir. İşte 1960, 1971, 1980 ve 1997 darbeleri bu gerilimin sonucu olarak gündeme geldi. Asıl devlet partisi sınırın geçildiğini düşündüğü durumlarda bir askerî darbeyle hükümet partisini [taşeronu densin] oyun dışına attı. Aracı tamir ettikten, rejimi kendince gerekli güvencelerle donattıktan, takviye ettikten sonra yolu tekrar açtı... Fakat rejimin işleyişi bir başka çelişkiyle daha mâlûldü... Kendilerini memleketin sahibi olarak gören asıl devlet partisi cephesi, darbelerle kendi statüsünü takviye ederken, elinde olmayarak ve kaçınılmaz olarak sermayenin önünü her seferinde daha çok açıyordu. Başka türlü yapması mümkün değildi. Dolayısıyla kendi konumunu, statüsünü ve gücünü takviye amacıyla yaptığı darbeler, sermayeyi daha çok güçlendirerek ayağının altındaki zemini kaydırıyordu. İşte şimdilerde AKP ile asıl devlet partisi cephesi ve onun uzantısı durumundaki kurumlar arasındaki sürtüşmenin asıl nedeni, sözünü ettiğim çelişkinin sermaye lehine daha çok dönmesiyle ilgilidir. Asla demokrasi, demokratikleşme gibi, soylu, ulvî kaygılarla alâkalı değildir...

Anayasa değişiklik paketinin ve referandumun, alel- acele gündeme gelmesini yukarıda özetlediğim durumu dikkate almadan anlamaya çalışmak mümkün değildir. Bazıları da Anadolu sermayesi, İstanbul sermayesi yeşil sermaye gibi ayrımlar yaparak durumu anlaşılır kılacaklarını sanıyorlar. Bu durumu sermayenin farklı kesimleri arasındaki çatışmayla açıklamaya çalışıyorlar... Unutmamak gerekir ki, sermayenin farklı kesimleri arasındaki rekabet her zaman çıkar ortaklığından daha az önemlidir... Velhasıl sermaye bir bütündür parçalanamaz... Kaldı ki, bir cunta anayasası olan 1982 anayasası devlet terör rejimini kurumlaştıran bir metindir ve bu niteliğinden ötürü de değiştirilebilir değildir... Durum ameliyata, operasyona uygun değildir. Zaten yapılan değişiklik de değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri olan bir anayasanın bazı maddeleridir. Yapılan değişiklik, yağma ve talanın önünü daha çok açmakla ilgilidir. Sermayenin hareketine hâlâ engel olan sınırlı düzenlemelerin de tasfiye edilmesidir. Elbette bunu yaparken size zehir içiriyorum demeyeceklerdir, kızılcık şurubu içiriyorum diyeceklerdir... Bu tür değişiklikler daha kolay, daha sorunsuz nasıl yönetebiliriz, kitleleri nasıl aldatabiliriz/oyalayabiliriz sorularıyla ilgilidir ama asla demokrasi ve demokratikleşmeyle ilgili değildir. Zira demokrasi emekçi halk kitleleri için gereklidir, egemen sınıfların varlık nedeni ve çıkarı da demokrasinin engellenmesini gerektirir... Siz egemen sınıfın bir üyesi olsanız, demokrasi ister miydiniz?

Bir şeyi olmadığı yerde aramak, aldatılmışların bir kuruntusudur... O zaman pakete 12 Eylül cuntacılarıyla ilgili geçici 15’inci madde gibi bazı maddelerin dahil edilmesi, yapılmak istenen manipülasyonu kolaylaştırmak içindir. Aradan 30 yıl geçtikten sonra söz konusu maddenin değiştirilmesinin gerçekten bir karşılığı, bir kıymet-i harbiyesi olduğunu düşünenlere ne demeli! Eğer öyle samimi bir niyet olsa ve 12 Eylülcülerin yargılanması mümkün olsa, bu sadece Milli Güvenlik Konseyi’nin beş Amerikancı generaliyle sınırlı olmayacağına göre, bu binlerce, belki onbinlerce kişinin yargılanmasını, hesap vermesini gerektireceğine göre... Aradan geçen otuz yılda söz konusu maddeyi değiştirmeyi akıllarından bile geçirmeyenler, şimdilerde ne oldu da değişikliği gündeme getirdiler? Artık yapılan değişikliğin bir kıymet-i harbiyesi, reel bir karşılığı yok da ondan... Aksi halde işin ucu halen milletvekili olan kimilerine kadar bile uzanabilir... Bence sorun veya asıl soru, cuntanın ardından onca genel seçim yapılmasına, meclisin defalarca yenilenmesine rağmen, neden cunta anayasasının sorun edilmediğidir. Bu da rejimin niteliğini ve bu ülkede geçerli siyasi kültürü angaje eden tartışmayla ilgilidir.

Bu oyunu sadece sol hareket teşhir edebilir ve bozabilirdi ama ne yazık ki, sol potansiyel o yüksekliğe çıkmanın çok uzağında... Oynanan oyunun kimin için ne anlama geldiğini teşhir edip, bilince çıkarmak, alternatif bir perspektif sunmak yerine, solun bir bölüğü otokrasinin uzantısı olan hayırcılar cephesine, bir bölüğü de fanatik neoliberalleşmeci evetciler cephesine dahil olarak büyük bir fırsatı heba ettiler... Oysa, yapılması gereken, söz konusu iki cephe dışında özgürlükçü/sosyalist perspektifi ete-kemiğe büründürmek, düzenin aktörlerinin önerdiğinin dışında ve ondan farklı bir şey yapmanın mümkün olduğunu göstermek olmalıydı... İki yanlış arasında tercih yapmak sol siyaset yapmak mıdır? Netekim, deveye: inişi mi seversin yokuşu mu seversin diye sormuşlar ve deve haklı olarak düz yola ne olmuş cevabını vermiş...

ÖZGÜRCE KARAR...


Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Özgürce karar ver hayatı yaşa
Bir günün değeri sultanlık olur
Dinleme sakın ne bakan ne paşa
Bir günün değeri sultanlık olur

Yazılsın toplu kurtuluş destanı
Yıkılsın beylerin hamı hamamı
Önce insan ol da kendini tanı
Bir günün değeri sultanlık olur

Yıllardır sırtında düzenin yükü
Diren ki örgütlü sökülsün kökü
Varlıklı yaşamda tanıma yoku
Bir günün değeri sultanlık olur

Fezalim der hacim açık sözlü ol
Birlikte mücadele tek kurtuluş yol
Hakca paylaşım bir düzeni kur
Bir günün değeri sultanlıık olur

Üç “Ulus”!!!


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com


Son Referandum, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla ivme kazanan ve artık hızını yitirmiş yukardan Türkiye modernleşmesinin sonucunda, birbirinden kültürel ve ruhsal bakımdan kopmuş üç “ulus”un oluştuğunu göstermiştir: Devlet “ulus”u; İslam “ulus”u; Özerklik “ulus”u.

TV kanallarından birindeki bir “Amerikan güreşi” programında gözümü ilişen ve bana gevezeliğinin geri zekâlılığından kaynaklandığı izlenimini veren Rasim Ozan Kütahyalı adlı delikanlının, sırf benzer bir dil konuştukları için Azerilerin “Türk milleti”nin bir parçası olduğu yanılgısı, herhalde ulusun tanımındaki “dil birliği” faktörünü abartmasından kaynaklanmaktadır. Oysa “ulus” denen topluluklar, dil birliğinden çok kültürel ve ruhsal ortaklıklarla oluşur, toplulukları bir arada tutan en önemli unsurlar bunlardır.

Referandum göstermiştir ki, yukarda sözünü ettiğim üç topluluk (“ulus”) birbirinden neredeyse coğrafi “sınırlar”la bile ayrışacak ölçüde bir kültürel ve ruhsal kopuş içindedir. Taraf gazetesinin biraz da aşağılamak ya da alay etmek amacıyla ortaya attığı “tuzlu su muhafazakârları” deyimi, Devletçi “ulus”un Trakya, Ege ve sahil şeritlerinde yoğunlaşmasına bir göndermedir. (Sahil şeridinde yoğunlaşan bu “ulus”un ne kadar “tuzlu su muhafazakârı” olduğunu bilemem ama sırtını AKP’ye ve Türkiye’nin, birazdan değineceğim en muhafazakâr kesimlerine dayayarak kahramanlık yapmaya çalışan Taraf’ın ve Yasemin Çongar başta olmak üzere yazarlarının çoğunun “tatlı su liberalleri” olduğunu söylemek mümkündür. Tarihte özgürlük mücadelesinin kahrını çekmiş gerçekten kahraman liberalleri tenzih etmek için bu terimi kullanmak zorunlu oldu artık.) Bu kesim, ruhsal ve kültürel yönelimleriyle, diğer iki kesimden gerçekten kopup yoğunlaşmış ve adeta katılaşmıştır. Başlıca özelliği devletçi olmasıdır ama bu tanım bu kesimi tanımlamakta artık biraz yetersiz kalıyor gibi. Bu “ulus” Türkiye modernleşmesinin yarattığı görece “kültürlü” ve “eğitimli” bir kesimdir. Tüm devletçi ve ulusalcı önyargılarına rağmen, “ilerlemeci sol”a açıktır, hatta “ilerlemeci sol” bu ulusun içinden çıkmıştır denebilir. Üniter devletçi ve yukardancı, elitist yönelimlerini ne kadar eleştirirsek eleştirelim bu “ulus”, Tarafçıların ve bir kısım Radikal yazarının şımarıkça yaptığı gibi öyle elimizin tersiyle kolayca bir kenara atabileceğimiz ve bozuk para gibi harcayacağımız bir kesim değildir. Türkiye’nin toplumsal ve politik hayatında olumsuz ve olumlu yanlarıyla dikkate alınması gereken ve ilerde, içinden devrime omuz verebilecek öğeler çıkartması muhtemel, ciddiye alınması gereken bir kesimdir.

Taraf’çıların “yönetime el koyduğu”nu iddia ettiği “halk”, Orta Anadolu’da yoğunlaşmış İslamcı-muhafazakârlığının oy deposunu oluşturan ve 1950’lerden beri bütün sandık yarışlarından “zafer”le çıkan, kendisi “yönetime el koyamasa” da, sağcı muhafazakâr partilerin “yönetime el koymasını” sağlayan İslam “ulus”udur. Kemalist modernleşmeye büyük direnç gösteren bu “ulus”un kültürel ve ruhsal motivasyonu her zaman İslamiyet olmuştur ve “Devlet Ulusu” ile eskiden beri büyük bir ruhsal ve kültürel uyuşmazlık içindedir. Bu uyuşmazlık artık bugün bu iki kesimi iki ayrı “ulus” olarak görmemize neden olacak bir kopuş noktasına gelmiştir. İslam “ulus”u, liberallerimizin sandığı gibi “demokratik” bir yönelim içinde falan değildir. Geçmişteki Alevi katliamları ve Sivas’taki Madımak katliamı bu “ulus”un en aşırı unsurları tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu “ulus”un en başta gelen özelliği, yukardan modernleşmeye direnmesi ve Anadolu Muhafazakâr-sağcılığına dayanan politik partileri iktidara getirmesidir (Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP, Doğruyol Partisi ve AKP). Hem boykota hem de “hayır”a en büyük oranlarda olumsuz cevap verip “evet”e yığılan illeri gözden geçirdiğimiz zaman bu durum daha iyi görülür: Erzurum, Erzincan, Elazığ, Bayburt, Adıyaman, Maraş, Malatya, Kayseri, Sivas, Niğde, Aksaray, Nevşehir, Konya, Karaman, Yozgat, Kütahya. İşte, “yönetime el koyan” ve orta Anadolu’da yoğun ve bütünsel bir kitle oluşturan kalabalık budur. Buraların İslamcı-muhafazakâr Anadolu sağcılığının en koyu bölgeleri olduğu açıktır. Nasıl olmaktadır da, bu dinsel bağnazlığın kaleleri şimdi “demokrasinin” kaleleri olmaktadır? Mantığını kaybetmişçesine “halka güveneceksin” türü fetvalar veren gazetecilere hayret etmemek mümkün değil.

Gazeteciler bir el çabukluğu daha yaptılar. Örneğin, tarihte görülmemiş ölçüde büyük bir boykot eylemini gerçekleştiren (katılım %9) Hakkari halkını hiçe sayarak ve sandığa giden bölgedeki polis ve memurların oylarına dayanarak Hakkari’yi bile “evet”e boyayıp ortaya sahte bir harita çıkarttılar. Oysa toplamda %50’ye varan bir boykot gerçekleştiren Kürt halkının yaşadığı bölgelerin ayrı bir renge boyanması gerekirdi. Bu renk, “Özerklik Ulusu”nun haritasını çok net bir şekilde ortaya koyacaktı. Orada çok farklı kültürel ve ruhsal şekillenmesiyle başka bir “ulus”, başka bir halk yaşamaktadır. Bu “ulus” bugünkü somut durumda, politik haritanın güneydoğu parçasında fiilen kültürel, ruhsal ve hatta politik bir özerkliğe yönelmiştir. İslam “ulus”u ile ortak dinsel bağlardan gelen bazı iç içelikleri (Bitlis örneği bunun göstergesidir) olmakla birlikte, bu bağ da onun özerk yaşama talebini bastırmaya yeterli olmamaktadır. Devlet “ulus”u, üniter devletçiliği ve politik partisi CHP’nin aptalca yönelimleri nedeniyle Özerklik “ulus”una en uzak noktadadır bugün. Yeni telafi edici politikalar üretilmediği sürece iki “ulus” arasındaki uçurum büyümeye devam edecektir.

MHP, İslam “ulus”unun ikinci partisidir. MHP faşizmi her zaman, yukarda adlarını andığımız şehirlerin oluşturduğu İslami faşizan eğilimlerden beslenmiş, militanlarını bu bölgelerden devşirmiştir. MHP’nin “sekülerliği” hiçbir zaman politik manevraların doğurduğu ihtiyaçların ötesine gidememiştir. Son referandumda MHP, AKP ile yaptığı taban kavgasını sınamaya kalkmış ve yenilgiye uğramıştır. Anadolu sağcılığının ve İslamcılığının Devlet “ulusu” ve onun partisi CHP ile olan kan uyuşmazlığı nedeniyle bölünmez bir bütün olduğu bir kere daha kanıtlanmıştır. Bu anlamda, kurnaz bir politikacı olan Devlet Bahçeli’nin MHP’nin geleceği açısından politik bir hata yaptığı söylenebilir. Ne var ki, buradan, MHP’nin “işinin bittiği” sonucunu çıkartmak yanlıştır. Anadolu sağcılığının ikinci partisi olan MHP, önümüzdeki seçimde, “evet”e kaptırdığı oylarını yeniden toplayacak ve AKP’nin İslamcı-muhafazakâr seçmenin beklentilerine gereğince yanıt veremediği ölçüde AKP’nin tabanını oymaya devam edecektir.

Bir de bu üç temel “ulus”tan tamamen farklı ruhsal ve kültürel özellikler gösteren, hem kısmen boykota, hem de büyük oranda “hayır”a cevap verip “evet”i hezimete uğratarak çok farklı bir profil çizen “Dersim ulusu” vardık ki, Anadolu sağcılığının göbeğinde bir ada gibi görünen bu “küçük ulus” başlı başına başka bir yazının konusudur ama ben Kayseri ve Konya’nın oylarıyla ayağı kalkıp göbek atan “yetmez ama evet”çilerimizin yerinde olsam, Kayseri, Konya ve Kütahya’ya özgürlük dersi vereceğine kuşku olmayan Dersim’i neden kaybettik, daha doğrusu neden hiç kazanamadık diye derin derin düşünürdüm.

12 Eylül 2010 Pazar

Boykot büyük başarı sağladı


“Hakkari'de inanılması güç bir tablo oluştu. Şehirde sandıkların yüzde 88'inde gerçekleştirilen sayıma göre sadece 8 bin 243 oy kullanıldı. Bu rakam il genelinde referanduma katılımın yüzde 7 oranında gerçekleştiğini gösteriyor. Yani Hakkari yüzde 93 oranında boykota katıldı.”


Barış ve Demokrasi Partisi'nin Anayasa referandumunu boykot kampanyası Kürdistan'da büyük başarı sağladı. BDP'nin geçtiğimiz seçimlerde birinci ya da ikinci parti olduğu Kürt illerinin hemen hemen tümünde katılım oranı yüzde 50'nin altında kaldı.

Açılan sandık sonuçlara göre 6 ilde boykot oranı 50'den fazla, 2 ilde yüzde 49 olmak üzere toplam 10 ildeki boykot oranı yüzde 40'ı aşıyor. Sonuçta toplam 15 Kürt ilinde yüzde seçmenin yüzde 30'u tercihini boykottan yana yaptı.

Herkesin gözünün çevrildiği Diyarbakır'da sandıklarının tümünün açılmasının ardından çıkan kesin sonuçlar göre boykot oranı yüzde 65 olarak gerçekleşti.

Diyarbakır'daki toplam 849 bin 859 seçmenden 299,422'si sandık başına gitti. Yarım milyonu aşkın Diyarbakırlı seçmen oylarını kullanmadı. Bu oran

Van'da ise 530 bin 750 seçmenden 230 bin 194'ü sandık başına gitti. Şehirde boykot yüzde 57 oldu.

Hakkari'de ise inanılması güç bir tablo oluştu. Şehirde sandıkların yüzde 88'inde gerçekleştirilen sayıma göre sadece 8 bin 243 oy kullanıldı. Bu rakam il genelinde referanduma katılımın yüzde 7 oranında gerçekleştiğini gösteriyor. Yani Hakkari yüzde 93 oranında boykota katıldı.

Mardin'de ise toplam seçmenlerin yüzde 57'si sandık başına gitmedi.

Şırnak'ta 197,014 seçmenden sadece 44 bin 297'si oyunu kullanırken boykot oranı yüzde 78 olarak gerçekleşti.

Batman'da sandıkların büyük bölümü açılırken toplam 260 bin 955 seçmenden 100 bin 973'ü oy kullandı. Burada katılım oranı yüzde 36'da kaldı. Yani seçmenlerin yüzde 63'ünden fazlası boykot dedi.

Siirt ve Iğdır'da ise seçmenlerin yüzde 50'ye yakını boykota katıldı. Muş'ta da seçmeninin yüzde 46'sı sandık başına gitmedi.

Dersim'de ise seçmenlerin yüzde 33'inden fazlası boykot cephesinde yerini aldı.

Haberin devamı:
http://www.kurdistan-post.com/modules.php?name=News&file=article&sid=37282

http://www.kurdistan-post.com/


ANF NEWS AGENCY

11 Eylül 2010 Cumartesi

Referandum sonucu...



"...Diyarbekir’de, Kürdistani boykotçular “evet / ve “hayırcılar” dan daha üstün gelirlerse, referandumu hem Diyarbekir’de hem de tüm Türkiye’de Kürtler kazanmış demektir!"


12 Eylül Referandum sonucunu, 11 Eylül’de yazıyorum!

Demir Bilgin

Yarın 12 Eylül 2010’da referendum aldatmacası yapılıyor. Bunun üzerine notlarımı yazmıştım. Ama notlarıma ekleyeceklerim var. Ekleyeceklerim, daha referandum yapılmadan, referandum “sonucuna” ilişkindir. Devrimci harekette önemli olan budur. Önemli olan yarını beklemeden, yarını bugünden görmek ve dünü bugünden haber vermektir! Kendi gözlemlerime güvenerek bunu yapacağım. Kendi gözlemlerime inanarak bunu, yani seçim sonucunu, bugünden haber vereceğim.

Ama önce bir düzeltme yapmam gerekiyor. “Referandum Aldatmacadır” yazımda referandum kimler arasında yapıldığını tam tasnif etmemiştim. Tasnifim şöyle olmalıydı: Türkiye’de referendum, “evet” ile “hayırcılar” arasında değil, her iki ucu pis bir değnek olan evet / hayırcılar ile boykotçular arasındadır. Bu aldatmaca referandumda görülmesi gereken “can alıcı” nokta budur.

Bu küçük düzeltmeden sonra sahte referendum sonucunu, kendi cedvelim doğrultusunda, bugünden şöyle yapabilirim: Benim şu anki cedvelim şudur: Türkiye’de ve Orta-doğu’da kilit sorun olan Kürtlerin bu sahte referanduma ilişkin tavırları ne olacaktır? Ben referandum sonucuna buradan bakarım. Ben referandum sonucuna ve Kürtlere, Diyarbakır’dan bakarım. Bu bağlamda sorum şudur: Yarın, Diyarbakır’ı kim kazanır?

Referandum sonucunu görmek için sorulması ve yanıtlanması gereken soru budur.

Bu soru bazında, yarın, 12 Eylül 2010’da, Diyarbekir’de, Kürdistani boykotçular “evet / ve “hayırcılar” dan daha üstün gelirlerse, referandumu hem Diyarbekir’de hem de tüm Türkiye’de Kürtler kazanmış demektir!

Gözlemlerime dayanarak, yarın, 12 Eylül 2010 yapılacak sahte referandumda, Kürdistani boykotçuların Diyarbekir’de daha üstün olacakları doğrultusundadır. Gözlemlerim doğru çıkarsa, 12 Eylül referandumunu BDP, tüm Kürtler kazanmış demektir.

7 Eylül 2010 Salı

Sorumluluk çağrımızdır!..

Yaman YILDIZ

Kürt halkının boykotla somutlaşan iradesinin, 12 Eylülde sandıktan çıkacak sonuçtan çok daha önemli olduğunu düşünüyoruz.
Bu yüzden referandumda, bir nedenle "evet' ya da 'hayır" diyeceğini açıklamış olan demokrasi güçlerinin, bugün atması gereken hayati adımın boykotla dayanışma içerisinde olmaktır.
13 Eylül sabahı demokrasi ve özgürlükler için Kürt halkı ile omuz omuza yürüyecek olanlar, bugün bu sorumlulukla yüz yüzedirler.
Çağrımız tüm demokrasi güçlerine, kurumlara ve kişileredir;
Demokrasi güçlerini, AKP'den ve CHP'den ayıracak en yalın ve gerçekçi tutum Kürt halkının ve temsilcilerinin boykot kararının yerinde olduğunun ve onlarla dayanışma içerisinde olunacağının ilanıdır.
Oyumuzun rengi ve bu rengin gerekçesi ne olursa olsun, savaşın tırmandığı Fırat’ın Doğusunda ve linçlerin yaşandığı metropollerin yoğun Kürt nüfuslu varoşlarında, Kürt halkının boykot kararıyla dayanışma içinde olunmalıdır.

'Ahmet Tulgar, Ayşe Batumlu, Celal Çimen, Cem Uyanık, Eren Keskin, Hürriyet Şener, Kadir Yalınkılıç, Kiraz Biçici, Leman Yurtsever, Mahmut Sürmeli, Murat Çakır, Sibel Özbudun, Temel Demirer, Teslim Töre, Veysi Altay, Yılmaz Kızılırmak'

Çakallaşmamak…


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com


Kaos Yayınlarından 1995 yılında yayımlanan Abel Paz’ın Halk Silahlanınca (çev: Gün Zileli) kitabında beni çok etkileyen bir sahne vardır. İspanya Devriminin ve İç Savaşının büyük anarşist kahramanı Durruti, “Durruti Column” denen anarşist milis müfrezeleriyle Madrit’in savunmasına koşar. Bu, Franko’nun ilerleyen orduları karşısında son savunma mevziidir. Artık her şey buradaki savunmanın yarılıp yarılmamasına bağlıdır. Frankocular şehrin sınırlarına dayanmışlardır. Politeknik Üniversitesinin binalarında, bina bina, kapı kapı ölümüne bir çatışma sürmektedir. Durruti, anarşist milislerin başında elde silah savaşmaktadır. Bir ara yeni takviye birlikleri istemek üzere genel karargâha gelir yorgun argın. Tam kapıdan çıkıp arkadaşlarının yanına döneceği sırada telefondan onu isterler. Ahizeyi alır. Karşısındaki, çok sevdiği karısıdır. “Tamam tamam, şimdi vaktim yok” dedikten sonra ahizeyi çat der kapatır. Sonra bir an durur ve oradaki görevliye “işte savaş insanı böyle çakallaştırır” der.

Nasıl savaş politikanın silahlarla yürütülen bir devamıysa, politik mücadele de silahsız yürütülen bir savaştır. Nasıl savaş insanı çakallaştırırsa, politik mücadele de işte aynı o şekilde çakallaştırır. Özellikle politik mücadelenin iyice kızıştığı, toz dumandan göz gözü görmez bir ortam doğduğu anlarda insanlar her türlü insani duygudan, sevgiden, merhametten, adalet duygusundan ve vicdanlarından arınır ve bir çakaldan farksız bir şekilde rakiplerinin üzerine çullanır, onları amansız bir şekilde parçalamaya çalışırlar.

Murat Belge, Siyasi ve düşünsel yönelimlerine her ne kadar esasta katılmasam da, sevdiğim, takdir ettiğim, kaliteli bir edebiyat eleştirmeni, bir edebiyat adamıdır. Özellikle güçlü mantığına, batılı tarzdaki ironi duygusuna ve fikirlerini usul usul ifade ederkenki soğukkanlı üslubuna hayranımdır. Bugüne kadar bu soğukkanlı üslubunu ihlal ettiğine ya da rakiplerini adil olmayan bir şekilde ayaklar altına almaya kalkıştığına tanık olmamışımdır.

Ama bugüne kadar. Bugün bir arkadaşım, Murat Belge’nin bir yazısını gönderdi bana email aracılığıyla. “Neyin ‘boykot’u” adlı bu yazıda (Taraf, 28.08.10) “Boykot”çuları hedef almış ve onları “mahçup hayırcılar” olarak değerlendirmiş. Murat Belge gibi dikkatli bir insanın, “hayır”cıların da “boykot”çuları “mahçup evetçiler” olarak gördüklerinin ya da göstermek istediklerinin farkında olmaması imkânsız. “Boykot”çuların “mahçup evet”çi mi, yoksa “mahçup hayır”cı mı olduklarını “bilemem” ama şu toz duman dağıldıktan sonra, her iki tarafta da, eğer böyle bir duyguları hâlâ kalabildiyse, birilerinin mahçup olacaklarını en azından umabiliriz. Neden? Çünkü bu nitelemeler tipik, “benden olmadığına göre karşı tarafa hizmet ediyordur” mantığının ürünüdür de ondan. Yani ya birine ya öbürüne katılmak zorundasınız. Üçüncü bir cephe açtığınız zaman her iki cephe tarafından da haksız yere karşı tarafa hizmet etmekle suçlanmanız kaçınılmazdır. Siyasi gerilimlerden ve mantıksızlıklardan her zaman şikayet etmiş Murat Belge’nin son tutumu gerçekten ibretlik. Siyasi “şehvet” onun da gözlerini karartmış.

Ama daha da vahimi var. Murat Belge, yukarda özetlediğim görüşüyle yetinmemiş ve hızını alamayıp “boykot”çuları “Kemalistlikle” nitelemeye vardırmış işi:

“ ‘Meğerse ben Kemalist’mişim, bunu yeni anladım’ deseler, tamam, olay hepimiz için daha ‘anlaşılır’ olacak. Çok yadırganacak bir durum da değil, bu toplumda bu tavrın özellikle eğitim görmüş (ve belirli bir çevreden gelen) birilerinin DNA’larına, ‘gen’lerine yerleşmiş olması.”

Yani bu “mahçup hayır”cılar meğer bir de “Kemalist”mişler. Bunun tercümesi şudur: “Madem “evet” demiyorsunuz o halde Kemalistsiniz.” Tabii “Kemalist” suçlaması, nitelemenin seçilmiş en “kibar” sözcüğü. Altını okuduğumuz zaman, “boykot”çuların “askeri vesayet rejimi”nin savunucuları olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Artık burada “mahçup” eki bile söz konusu değil.

Oysa Murat Belge de çok iyi bilir ki, “boykot”çular, içlerinde çok farklı eğilimler taşısalar da, topluca Kemalizmden en uzak eğilimlerin temsilcileridirler. Ama Murat Belge, onların söylediklerine ya da gerçek tutumlarına bakmak yerine, “DNA”larına bakmayı tercih etmiş. Bravo doğrusu, öjenik hareketi bile insanların genleriyle düşünsel eğilimleri arasında bu kadar doğrudan bir bağlantı kurmayı becerememişti.

Belki Murat Belge de normal haline dönse bu yaptığını doğru bulmayacak ama ne yaparsınız, şu anda toplum anayasa üzerinde bir savaşa ve taraflar hedeflerine kilitlenmiş durumda. Toz dumandan göz gözü görmüyor. Siyasi savaş çakallaştırıyor. En makul ve mantıklı bildiklerimizi bile. Şu örnek bile, seçim ya da oylamaların özgürlükten çok, körcesine bir bağnazlığı geliştirdiğinin iyi bir örneği. Neyse, şu hengame geçsin de belki o zaman daha sağlıklı ve soğukkanlı değerlendirmelerin kapısı aralanır. Belki o zaman “Murat Belgesel” bir tutumda olanlar, sabah olduğunda sarhoşluklarından ayılıp “ben neler yaptım dün gece yahu” diye kafalarını toplamaya çalışan insanlar gibi yavaş yavaş kendilerine gelmeye başlarlar. Umarım.

5 Eylül 2010 Pazar

Referandum, Aldatmacadır!



Demir Bilgin
demir.bilgin@yahoo.dk


12 Eylül 2010’da yapılacak referandum, bir aldatmacadır, boykot edelim. Referandumu boykot edelim. Boykot edelim, veba ile kolera arasında tercih biz, sosyalistlerin işi değildir, diyelim. Burjuvazinin bu ”kayıkçı döğüşünde” ister ”evet” isterse ”hayır” çıksın, bunların her ikisi de Anadolu halkları için bir zulümdür, bir ölümdür, diyelim!

İnsan, soramadan edemiyor: Türkiye’de neyin referandumu yapılıyor?

Peki, 12 Eylül 1980 faşist belgesi, neden tümüyle sandığa götürülmüyor?

Götürülmez.

Türkiye’de referandum değil, burjuvazi arasında yaşanan kavgayı sonlandırma durumu var. Kısaca şudur: AKP; emperyalizmin, siyonizmin ve ordunun açık desteğini alan ”islamcı(!) AKP ile; kendilerini, tekeller dünyası ve Türkiye’sinde, ”ulusalcı(!)”, ”ergenekon”, ”balyoz herekatçıları” gibi isimlerle tanımlayan,”hilkat garibesi”, kesim arasındadır. Burjuvazi arasındaki kavgayı bizler, sosyalistler olarak, 12 Eylül 2010 referandumunu, ”referandum” olarak kabûl etmeyiz. Etmiyoruz! Boykot ediyoruz!

Türkiye’de referandum mu, yapılacak? Yapılsın. O halde, 12 Eylül 1980 ”faşist belgesinin” tümü halk oyuna sunulsun, diyoruz. Ama bu yapılmıyor. Yapılan, referandum aldatmacası altında, bizleri, burjuvazi arasında verilen kavgada taraf tutmaya zorlama durumu var. Bunu kabûl etmeyiz. Etmiyoruz! Burjuvazi arasındaki bu kayıkçı döğüşünde, her ikisi öldürücü olan ” veba” ile ” kolereya” hayır, diyoruz. Sahtekâr burjuvaziyi, niteliyimiz ile, kimliğimiz ile, ”boykot” ediyoruz!

Boykot, bu bağlamda, önemlidir. Boykot, 12 Eylül 2010 sonrası için çok önemlidir. Boykot kararını alanlar için, 12 Eylül 2010 ve sonrası, sonuç ne olursa olsun, çok önemlidir. Önemli olan şudur:

Bir: Referandum sonrası, Anadolu Sosyalist Hareketi gelişecektir.

İki: Anadolu Sosyalist Hareketi tekleşerek, gelecek düzende biz de varız diyecektir!

Bizler, buna bakar ve bunları tespit ederiz.

Bizler, sosyalist kimliğimizi ve niteliğimizi koruyarak, Anadolu’da böylesi bir oluşumun ve donüşümün olması için yorulmak bilmez bir mücadele yürütürüz. Bana göre devrimcilik budur. Böyle olması gerekiyor.

Bizler için en önemlisi, niteliktir!

Nitelik şudur: Tek başımıza kalsak dahi, niteliğimizi ortaya koymalı, 12 Eylül 2010’da yapılacak ”referandum aldatmacısını” boykot etmeliyiz!
Bunu yapıyoruz. Referandumu boykot ediyoruz. Bizler, yorulmak bilmez bir savaşım yürüten ”Kürt dinamizmi” ile birleşerek, 12 Eylül 1980 faşist belgesi tümüyle çöpe atılsın, diyoruz.

Bizler, 12 Eylül 2010 referandum aldatmacasına ”hayır” diyor, referandumu boykot ediyoruz.

Bizler, veba ile kolera arasında seçim bizim işimiz değildir, diyoruz!

Biz, sosyalistler, referandum aldatmacasını boykot ediyoruz!

1 Eylül 2010 Çarşamba

KÜRTLER NEDEN DAĞA ÇIKIYORLAR?‏


Hasan Şahingöz(*)

Kürtlerin dağa çıkışlarını işsizlikle, yoksullukla açıklama çabası yeni değildir. Buna inananların içinde Güngör Uras gibi ekonomistler de var. Şimdi ise Kılıçdaroğlu bu görüşü(!) iyiden iyiye diline dolamış durumda.

Kürtlerin dağa çıkışlarını işsizlikle, yoksullukla açıklama çabası yeni değildir. Buna inananların içinde Güngör Uras gibi ekonomistler de vardır. Şimdi ise CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu bu görüşü(!) iyiden iyiye diline dolamış durumda: “İşsizlik sorunu çözülecek. Kürtlerin dağa çıkışları engellenecek!”

Bu görüşe(!) saflığı, bilgisizliği/cahilliği nedeniyle inananları bir kenara bırakıp, işin özüne gelelim. İşin özünde bu görüş(!) bilinçsizlikten, cahillikten kaynaklanan bir görüş değildir. Kürtlerin silahlanıp dağa çıkışlarını işsizlikle, yoksullukla açıklamaya çalışma, Kürtlerin varlığını inkar eden, sorunlarını ve taleplerini görmezden gelen (görülmesini de istemeyen) bilinçli bir politikanın ürünüdür.

Zira, eğer Kürtler varlıkları inkar edildiği, ulusal kimlikleri, kültürleri, dilleri ile yaşamalarına, kaderlerinin kendileri tarafından tayin edilmesine izin verilmediği için değil de, işsizlikleri, yoksullukları nedeniyle dağa çıkıyorlar ise, o zaman;

Kürtçeyi ve Kürt alfabesini özgürlüğe kavuşturmaya;

Ana dillerinde eğitim haklarını tanımaya;

Çocuklarına ve yerleşim birimlerine Kürtçe isimler koymalarının yasaklanmasının, diğer tüm yasaklar gibi bir insanlık suçu olduğunu kabul etmeye;

Tüm halklar gibi Kürt halkının da kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkını onaylamaya vb.’ne de gerek kalmaz(!) Değil mi?

Kısacası, “inkar ve imhaya devam!” demenin bir başka biçimidir, Kürtlerin silahlanıp dağa çıkışlarını işsizlikle, yoksullukla açıklamaya kalkışmak.

Amaç, Kürtlerin silahlanıp dağa çıkmak zorunda kalmalarının nedenlerini ortadan kaldırmak değil de gerçekleri gizleyip çarpıtarak, kitlelerin bilgilenmesini, bilinçlenmesini engelleyerek, Kürtlere yönelik inkar ve imhayı devam ettirmek olduğundandır ki, bu görüşü(!) dillerine dolayanların;

1- İşsizliği ve yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik gerçekçi, ciddi ve samimi hiçbir çözüm önerileri yoktur.

2- Ve elbette ki Ege’de, Marmara’da, Karadeniz’de, Akdeniz’de ve İç Anadolu’da işsiz, yoksul milyonlarca insanın ya da AB ülkelerindeki, Amerika’daki işsiz, aç, yoksul on milyonların neden silahlanıp dağa çıkmadıkları sorusuna bir cevapları da...

Ki Türkiye’deki işsizliğin, açlığın, yoksulluğun temel sebeplerinden birisi de bizzat Kürtlere yönelik sürdürülen inkar ve imha politikaları için yapılan askeri ve siyasi harcamalardır. Bu nedenle, sadece Kürtlerin dağdan inmesi için değil, bu ülkedeki işsizliğin, açlığın, yoksulluğun azalmasının yolu da inkar ve imha politikalarından vazgeçilmesinden geçmektedir.

Bu ülkede işsizlik, açlık, yoksulluk var ise, bunun nedenleri;

- Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve askeri açıdan bağımsız olmaması; ekonomik, siyasi ve askeri bağımlılığının sanayileşmesini, tarımsal üretimini geliştirmesini engellemesidir;

- Bütçesinin dörtte birinin her yıl borç faizlerine gitmesidir;

- Kendi bankalarının, şirketlerinin kasalarını soyanların faturayı halka ödetmesidir;

- Silah alımlarıdır;

- Vergi sistemindeki adaletsizliktir;

- Bütçe açıklarını kapatmak üzere Merkez Bankası’na bol bol para bastırılmasıdır...

Türkiye’yi bu hale düşürenler, Kürdü, Türkü, Ermenisi, Lazı… ile halklarımızı işsizliğe, açlığa, yoksulluğa mahkum edenler de zaten inkar ve imha politikalarının mimarları, uygulayıcıları ve savunucuları ile aynı kişiler, aynı kurumlardır.

Bu nedenle de, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da hayatını kaybeden her Kürt genci ve her askerden onlar, inkar ve imha politikalarında ısrar edenler sorumlu olacaktır.

---------------------

(*)Hasan Şahingöz
1Nolu F Tipi Cezaevi Tc 55 Tekirdağ
NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ

Oral Çalışlar’ın İdeolojik Yol Haritası…


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com


Böyle bir yazıyı yazmak ne zamandır aklımda olsa da şu sıra yazmayı düşünmüyordum. Ne var ki, bugün Oral’ın “’Fethullahçılık Tehlikesi’ ve Hukuk” (Radikal, 29 Ağustos 2010) başlıklı yazısını okuyunca bu yazının yazılmasının zamanı geldiğine karar verdim.

Oral çok eski arkadaşım olur, 1968 yılından beri tanırım. O beni daha önceden, 12 Kasım 1966 anti-Amerikan mitinginden de hatırlıyor. O mitingde yakalanmış, polislerce bir hayli hırpalanmış ve diğer beş arkadaşla birlikte, 1960 sonrasında hapse giren ilk öğrenci grubunda yer almıştım. Bana daha sonradan anlatmıştı. Oral, Cemal Gürsel Meydanından Kızılay’a yürümek isterken polis tarafından önü kesilen kalabalığın içindeymiş ve benim polisler tarafından yakalanıp dövülüşüme tanık olmuş.

Oral’ı 1968’in o hareketli günlerinde DTCF’ye geldiğinde tanımıştım. Sanırım o sırada henüz ODTÜ öğrencisiydi. Daha sonra SBF’ye geçti ve kısa süre sonra SBF Fikir Kulübünün başkanı oldu. Ankara’ya gelmeden önce İstanbul’da okumuş bir yıl. Orada, Deniz Gezmiş’in Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) çevresinde yer almış. Deniz’in yakın arkadaşlarındandı.

Oral’la tanıştığımızda gençlik içinde MDD’ci akım almış başını gitmekteydi. İkimiz de MDD’ciydik. Ne var ki, o günlerde MDD’ci gençler arasında da ayrılıklar baş göstermeye başlamıştı. Oral, MDD’ci gençlerin en ateşlilerinin bulunduğu bir yerde SBF Fikir Kulübü Başkanlığı gibi zor bir görevi yerine getiriyordu ve daha o zamandan ihtiyatlılığı, hatta “aklıselimi”yle dikkatimi çekmişti. Tuslog binasını bastıktan sonra SBF Yurdunun bir odasında toplanmıştık. Deniz, benim de desteklediğim bir öneri atmıştı ortaya; “Çıkıp okulun önünde turlayan polislerle çatışalım.” Neredeyse çıkmak üzereydik ki, Oral bunu önledi. Bunun istenmeyen olumsuz olaylara yol açabileceğini söyledi. Haklıydı. Gitmekten vazgeçtik. Sanırım, keskin solculuğun alıp başını gittiği dönemde Oral gibi insanların varlığı harekette bir sağduyu dengesi olarak olumlu işlev görüyordu.

Oral, belki de bu ihtiyatlılığı ve “maceracı” eğilimlerden uzak duran tavrı nedeniyle, “maceracılığı” eleştiren “Beyaz Aydınlık”’ın ve daha sonra da Doğu Perinçek’in önderliğini yaptığı Maocu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) örgütlenmesinin en ön saflarında yer aldı. TİİKP, her ne kadar “Kırmızı Aydınlık”çılar ve soldaki diğer rakipleri tarafından “pasifist” ve “yeni oportünist” olmakla suçlanıyor idiyse de, aslında silahlı mücadeleyi savunan keskin bir sol örgüttü o zamanlar. Bu bakımdan, Oral Çalışlar’ın günümüzdeki, “Siyasette şiddeti bir yöntem olarak hayatımın hiçbir döneminde benimsemedim.” (“Kürtler içindeki farklılıklar ve PKK”, Radikal, 18.8.2010) sözleri gerçeği yansıtmamaktadır. Belki “ben bu konuda en geride gelenlerden biriydim” dese gerçeğe biraz daha yakın olurdu söylediği ama “hayatımın hiçbir döneminde benimsemedim” demek hem gerçek değil hem de geriye dönük bir inkârcılık. Ama neden?

Gerçekten de, silahlı mücadele de dahil, biz keskin solcuların ve Maocuların içinde belirgin bir şekilde ihtiyatlılığın ve ılımlılığın sesiydi Oral. Örneğin, biz hapiste, İbrahim Kaypakkaya’nın da savunduğu o zamanki anti-Kemalist fikirleri savunmaya başlayıp, bu fikirleri, daha sonra Doğu Perinçek tarafından rafa kaldırılan ilk Dev-Genç savunmasına nakşetmeye çalışırken, bu çabamıza en çok ayak direyen Oral Çalışlar olmuştu.

1974 yılında hapisten çıktıktan sonra Oral, TİİKP’nin illegal kesiminde görev aldı ve o dönem bu kesimde görev alanların hepsi gibi evlerde pineklemek zorunda kaldı. 1976 yılında, TİİKP’nin yanlış örgütlenme siyasetine karşı bir mücadele açtığımda beni ilk destekleyen Oral oldu. Oral daima aşırılıklara karşı bir insan olduğundan bu aşırı saçma örgütlenme siyasetinin sakatlıklarını da görmüştü. El ele verdik ve Doğu’nun direnişine rağmen “dar kapıcılıkla mücadele” kampanyasının başlatılmasına önayak olduk.

Oral, 1978 yılında, Partinin günlük gazetesi Aydınlık’ın yöneticisi oldu. Bu gazetenin izlediği devlet işbirlikçisi ve solu ihbar politikasında Doğu Perinçek ve benim de dahil olduğum TİKP merkez komitesinin diğer üyeleriyle aynı sorumluluğa sahip olduğu, ayrıca gazetenin yöneticisi olarak ek bir sorumluluk da taşıdığı halde, sanırım bu politikayı daha sonraları eleştirmekle birlikte, şahsı adına ciddi bir özeleştiri yapmış değildir.

Oral Çalışlar, 12 Eylül’dan sonra iyice sağa kaymış TİKP yönetiminin daha da sağ kanadında yer aldı. O zamanki parti yönetiminin cuntayı “ara güç” gören politikalarını destekledi. Bu politikayı 1982 yılında değiştirmeye kalkan, benim de içinde bulunduğum “dışarıdaki” yönetimin bu girişimini önlemek için Doğu’yla birlikte hapishaneden dışarıya uyarı mektupları yazdı. Keza, Stalin konusunda açılan parti içi tartışmada Stalinist Doğu Perinçek kanadını destekledi ve ideolojik tartışmaların yasaklanması yönünde fikir beyan etti. Dışarı çıktıktan sonra Doğu’nun önergesiyle yapılan bir oylamada “Stalin meselesinin parti içinde tartışılmasının yasaklanması” yönünde oy kullandı.

Birkaç yıl sonra, Partinin 1970’lerin sonlarında benimsediği, Çin tarafından empoze edilen, “Sovyet sosyal emperyalizmine karşı ABD ile ittifak” ve “milli çelişmenin baş çelişme olduğu” siyasetinin parti yönetimince değiştirilmesi oylamasında bu eski politikanın değiştirilmemesi için neredeyse tek başına diretti, fakat siyasetin değiştirilmesinin kaçınılmaz olduğunu anlayınca, her zamanki uzlaşmacılığı ve ihtiyatlılığıyla, politikanın değiştirilmesine leyhte oy vermek zorunda kaldı.

1983 yılında, Doğu’lar ikinci kez tutuklandı, Oral bu tutuklama duruşmasına gitmediğinden benim gibi kaçak duruma düştü. 1984 Şubat’ında Oral Çalışlar ve Aydoğan Büyüközden’le birlikte Saçak dergisini çıkartmaya başladık. Oral ve Aydoğan bu derginin “Kemalist kanadı”nı oluşturuyordu ya da ben, Kemalist eğilimleri dolayıyla onlara şaka yollu bu adı takmıştım. Gerçekten de Oral o sıralar oldukça Kemalistti.

1984 yılında PKK’nın ilk gerilla eylemleri sonucunda Oral’ın önerisiyle derginin bu konuda bir tutum açıklamasına karar verildi. Tutum yazısını yazmayı Oral üstlendi. Yazı, yazı kurulunun önüne geldiğinde şiddetle itiraz ettim. Oral, yazısında, PKK eylemlerini kınamakla kalmıyor, “Ordumuz”a ağıtlar yakıyordu. Benim itirazlarımla bu ibareler değiştirildi ama yazı yine de devlet yanlısı özünü korudu ve bu haliyle yayımlandı. Daha sonra, Doğu Perinçek, biz “dışarıdakileri” köşeye sıkıştırmak için bu yazının teslimiyetçiliğini eleştiri konusu yapmıştır haklı olarak.

1986 yılında, Doğu Perinçek yönetimine karşı bir sol muhalefet gelişti. Bu muhalefetin önderliğini ben, Necmi ve İlkay Demir yapıyorduk. Oral da bir süre sonra muhalefete katıldı. Ancak onun muhalefeti, bizim Stalin konusundaki ideolojik netliğimizden uzaktı, o sıralar hâlâ Stalin’i savunmaya devam etmekte, Hitler-Stalin paktını “dahiyane” bulmaktaydı. Daha sonra Stalin’i reformist tarzda eleştirmeye başladı. Aynı dönemde Oral eski gazetecilik günlerini hatırlayarak, serbest kaldığında bir medya organında yer almaya hazırlanan bir yönelim içine girmişti. 12 Eylül’den sonra “Dil Okulu”nda birlikte yattığı siyasi liderleri anlatan Liderler Hapishanesi kitabı bu gazetecilik yöneliminin ilk örneklerindendir. Bu kitapta, Oral, Türkeş’in “insani” yönlerini anlatmak gereğini duymuştu.

1988 yılında muhalefet Aydınlık hareketinden koptu ve o sırada artık legale çıkmış Oral Çalışlar ve Halil Berktay’ın başını çektiği Sosyalist Birlik dergisi yayımlanmaya başladı. Sosyalist Birlik, Moskova eğilimli TKP ile örgütsel birlik aramayı hedefleyen reformcu bir çizgiye girince 1990 yılı başında, bir grup arkadaşla birlikte bu dergiden koptum ve bu tarihten itibaren Oral Çalışlar’la yaklaşık yirmi yıl süren örgütsel birlikteliğim de sona ermiş oldu. Bundan sonra Oral Çalışlar’ı gazetelerden izleyebildim.

1980’li yıllardaki yönelimine uygun olarak medya alanına geçip köşe yazarı oldu, uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinde yazdı. Bu gazetede, temel yönelimlerine uygun olarak dengeci bir çizgi izledi. Eski Kemalist eğilimleri dolayısıyla gazetenin temel yönelimleriyle çatışıyor değildi zaten ama bugünkü liberal-muhafazakâr eğilimlerini de dengeli bir şekilde ortaya koymaktan geri kalmadı. Doğrusunu söylemem gerekirse, en azından gazete sayfalarından izleyebildiğim kadarıyla, İlhan Selçuk’un ulusalcı çizgisine yalakalık yaptığına tanık olmadım.

Oral, son iki yıldır, şu andaki ideolojik yönelimine daha uygun düşen Radikal gazetesinde yazmaktadır. Buradaki yazılarında da geleneksel ihtiyatlılığı ve dengeciliği oldukça belirgindir. Bir yandan solu, Alevileri, Kürtleri kollamakta, bir yandan da bu kesimleri Fetullah-AKP taraftarı liberal-muhafazakâr çizgiyle uzlaştırmaya çalışmaktadır.

Yaklaşık bir yıldır beni en çok şaşırtan, Oral’ın Fetullahçılığı savunurken, kırk yıldır çok iyi tanıdığım ihtiyatlılığına hiç de uymayan bir “cesaret” ve ihtiyatsızlık içinde görünmesidir.

İşte örnekleri:

“Artık yeni kampanyalar birilerinin Fethullahçı olarak suçlanması üzerinden kuruluyor.” (“Ergenekon Davası ve Solcular”, Radikal, 21.7.2009)

“Son dönemde ‘yükseltilen’ en önemli korku ise, ‘Fethullahçılar devleti ele geçiriyorlar’ korkusu… Bu korkuya kapılan kesimlerin duydukları yoğun endişelere ve konuyu konuşmaya ayırdıkları zamanın genişliğine rağmen sahip oldukları bilgilerin son derece yüzeysel, tutarsız ve tarafsızlıktan uzak olması da işin ayrı bir boyutu… ‘Gülen cemaatı’ eğitim kurumları örgütleyerek, yurt dışında okullar açarak, yatırımlar yaparak genişliyor. Etkin bir medya ağına da sahip.” (“‘Fethullahçılık tehlikesi’ ve hukuk…”, Radikal, 29.8.2010)

“Fethullah Hoca, dikkatli bir insandır.

Söylediği sözün nereye gideceğini, nasıl sonuçlar doğuracağını iyi bilir. Hoca’nın sözleri; Türkiye’deki İslami kesim içindeki farklı bir sesi, farklı bir yaklaşımı ortaya koyuyor.
Fethullah Gülen, son dönemde tırmanan İsrail-Türkiye gerginliğini doğru görmüyor. Bunun bölgedeki gelişmelere zarar vereceğine inanıyor. Dediklerini hükümete ‘gerilimi daha fazla tırmandırma’ şeklinde yapılmış bir uyarı olarak da okumak elbette mümkün.
Gülen’in bu hamlesini yalnızca Türkiye bağlamında düşünmek yüzeysel olur. Gülen hareketi küresel bir hareket. Dünyanın dört bir yanında okulları, işadamları bulunuyor. Buna bağlı olarak yaygın siyasi ilişkilerinden de söz edebiliriz.
Gülen hareketi belli ki Türkiye-İsrail ilişkilerinin bu kadar sertleşmesini kendi küresel ilişkileri açısından da yararlı görmüyor.” (“İsrail-Türkiye denkleminde Fethullah Gülen”, Radikal, 8.6.2010)

En az Fetullah Gülen kadar dikkatli ve ihtiyatlı bir insan olan Oral Çalışlar’ın satırlarındaki bu “ihtiyatsızlık”, ideolojik yönelimlerin çok çok ötesinde, bugünkü “reel dünya”nın gerekliliklerinden kaynaklanıyor olabilir mi?