30 Ekim 2010 Cumartesi

KÜRTLER PARİA OLMAKTAN KURTULMA ÇABASINDA




Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


BRAHMANİSM M.Ö.2 inci asırdanberi Hindistan halkının inandığı bir dindir. Bu inanışa göre halk dört sınıfa ayrılır.

1. Brahmanlar: Son derece nufuzlu olup, sözlerine kimse karşı gelemez. Bunlar inanışın kutsal rahipleridir. Mukaddes Veda kitabını okumak ve diğer Brahma mensuplarına yol göstermekle görevlidir. Emirlerine kimse karşı gelemez. Herkes onlardan çekinir.

2. Savaşcılar: Bu sınıfa hükümdar, raca ve büyük devlet adamaları girer. Bunlara Krişna denir.

3. Tüccarlar, ziraatcılar: Bunlara Vayansa denir.

4. Köylüler, işçiler ve hizmetçiler.

Bu dört sınıftan çıkarılanlara Parya adı verilir. Bunlar hayvan muamelesi görür. İnsan gibi yaşamak hakları yoktur. Diğer sınıflardaki insanlarla bütün ilişkileri kesilir.

Brahmanlar insanlara, Brahman rahiplerinin sözlerini dinlemek ve onlara her zaman itaat etmek, Manava kitabına göre hareket etmek, paryalarla hiç temas etmemek, hiçbir canlı varlığı öldürmemek gibi hususları telkin edereler. Hele inek Hindistan’ın en mukaddes hayvanıdır, insan olmayan bütün mahlukların sembolüdür. Onu öldürmek demek, bir Brahmanı öldürmek demektir ki affedilemez.

Ruh ve beden hakkında bilgi vermezler. Tenasühe, yani insan öldükten sonra ruhunun tekrar başka bir şekilde dünyaya geleceğine inanırlar. Yalnız insanı kutsal bir varlık olarak olarak kabul ederler. Ancak kadınlara hiçbir hak tanımazlar.

Hindistan’da Ganj Nehri’ni mukaddes sayarlar. Bu nehirde yıkanmayı, bu nehrin suyunu içmeyi, ölülerini bu nehre atmayı kutsal vazife addederler.

EFLATUN (Platon) M.Ö. 300 senelerinde Sicilyalı EMPEDOCLES gibi kendi akademisinde halkı sınıflamasında şöyle bir formül kullanmıştır:

Gövde - Ruh - gerçek - Devlet

Baş - Akıl - ilim - Hükümdar

Göğüs - Arzu - Cesaret - Bürokrasi

Karın - İstek - İtidal - İşçiler

MARX ta Platon gibi üçlü bir sınıflama yapmış ve Yönetenlerle Yönetilen yani İşçi ve köylü sınıfının varlığından bahsetmiştir.

Bugünkü modern cemiyette 3' lü bir sınıf teşekkül ettiği görülüyor.

1. Seçkinler, Yönetenler. 2. Orta direk , memurlar, esnaf, subaylar, öğrenciler. 3. İşçiler ve köylüler. Askerler.

Kürtlerin Türkye’deki konumlarına gelince, asırlardır en alt tabaka olarak konuklandırılmış ve algılanmıştır. Seçkinlerinin oluşmasına müsaade edilmediği gibi Burjuvasıda henüz olgunlaşmamıştır. Gerçi Türkler Burjuvasisini geliştirmişsede Seçkinlerini onlarda henüz sağlayamamıştır. Burjuvasından yetişen yönetmen tabakasıda Türkiye’yi demokratik, ekonomik yönden medeni ülkelerin seviyesine ulaştıramamıştır. Fakat Kürtler üzerinde kültürel yönden zulmü esirgememişlerdir.

Cumhuriyetin kuruluşundanberi Kürtler üzernde her türlü basıkıyı mubah addetmişlerdir.

Demokrat parti iktidara geldiğinde başbakan yardımcısı Samet Ağaoğlu bana Fevzi Çakmağın Erkanı Harbiyede bir talimatından bahsetti. ‘’ Fırat’ın ötesine okul, hastane, fabrika, yol yapılmasın. Bu Kürtlerin cahilleri ile başa çıkamazken, yarın okumuşları başımız beladan kurtulmaz.’’

Ellili senelerde Ankara’da ihtisas yaparken 9 Kürt arkadaşım vardı. Ağrılı Naci Kutlay, Maraşlı Koço, Diyarbakırlı ve Elazığlı iki tıp talebesi, Erbilden Dızai aşiretinden iki tıp talebesi,

Bir albay, biri de Mühendis olan Şevket abiler. Sonra Fransadan dönen Dr.Tarık Ziya Ekinci.

Ben Londra’ya gittikten sonra daha Demokrat parti devrinde 49 Kürt aydını zindana atılmıştı. Bunlar arasında , önce Fırat sonrada Sultanahmette Dicle talebe yurdu olan Musa Anter vardı.

Buarada ihtilaller olmuş Kürtlere konuşma yasağı dahi getirilmişti. Bu halk PARYA durumuna sokulmuştu. PKK nın isyanı ile 35 bin Kürt genci ordu tarafından katledilmiş , 1 e 7 kaybımız oldu diyerek Genel Kurmay başkanı böbürlenmişti .

Bugün İstanbul’da 150 Kürt aydını toplantı yapmış, geçen hafta 250 Kürt tabibi Diyarbakır’da Mezepotamya tıp günlerinde Kürtçe ilmi konferanslar vermiş ve Kürt Tabibler birliğinin kurulmasına karar vermiş, Almanyada Kürtçe kitaplar fuarı yapılmakta, Güney Kürdistan’da Barzani’nin yarı otarkt devletinin iştiraki, koalisyonu olmadan Irak’ta hükumet kurulamamaktadır. Seçim kanunundaki % 10 luk baraj sayesinde Türk partileri almadıkları oyların kaşılığı beleşten daha çok milletvekili sahibi olmuşlar, 20 milyonluk Kürt nufusuna karşılık ancak 20 milletvekilinin meclise girmeswine müsaade etmişlerdir. Gözden kaçmayan bir hakikatte Fırat’ın doğusunda , gerek genel ve gerekse yerel seçimlerde, Kürdistanda halk sadece , hangi partiden olursa olsun , Kürt asıllı adaylara oylarını vermişlerdir. CHP ve MHP zaten Kürdistanda şube dahi açamamıştır.

Kürt ve Alevi asıllı CHP başkanı Kılıçdaroğlu ‘ bir kişide beni dinlese gidip oralarda konuşurum’’ demişti.Bu davranışı ben YÜZSÜZLÜK olarak adlandırıyorum. Bahçeli ise bazı hassasiyetleri dikkate alarak Kürdistana gitmeyeceğini deklare etti. Bütün bu durumlar Türkiye vatandaşlarının DE FACTO bölündüğüne işaret etmektedir. Sen oralara gidip vatandaşın derdini dinlemeyeceksin sonrada kalkıp bizi bölüyorlar diye feryAT EDECEKSİN. Bütün BUNLAR Türkiye’de yöneten tabakanın ne kadar yeteneksiz ve aciz olduğunu göstermektedir.

Diyarbakır’da Ulucami’nin önündeki meydanda bir taburenin üzerine oturupta insanları müşahede ettiğimde gördüm ki, insanların giyimleri, konuşmaları, türküleri, yemeleri , içmeleri Türk olmadıklarını gösteriyor. Ama bölünmek istemiyorlar. Çünkü Kürtlerin yarısı batıya göçmüş, ev, iş sahibi olmuşlar. Ve bilinçlenmişler. Gerçi Kürtlerin % 50 si Assimilasyon politikası sayesinde Kürtçe konuşamıyorlarsada kimliklerine bilinçlenmişler.

Bakın şovenist beyaz Türk köşe yazarları Kürt aydınları için ne diyorlar.

Antalya

27 Ekim 2010 Çarşamba

Solun Kırılgan Noktaları: Gelenekçilik ve Aşamacılık




Dün gece NTV’de Oğuz Haksever’in yönettiği, “Solda Kırılma” adlı bir tartışma programı vardı. Katılımcılar, İletişim-Birikim çevresini temsilen Ömer Laçiner; Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) başkanı Doğan Tarkan; “Sosyalist Gelecek” Hareketini temsilen Ertuğrul Kürkçü; Türkiye Komünist Partisi (TKP) Başkanı Erkan Baş ve Birgün Gazetesi adına İbrahim Aydın’dı.

Burada, reklam aralarıyla birlikte yaklaşık iki saat süren programı özetleyecek değilim. Yalnızca konuşmalarda ortaya çıkan iki ortak noktaya dikkat çekmekle yetineceğim.

Erkan Baş, konuşmasının hemen başında, kendisi her ne kadar orada bulunan konuşmacıların en genci olsa da, aslında solun en eski geleneğini temsil ettiğine vurgu yapmak gereğini hissetti. Doğrudan doğruya bu en eski geleneğin ne olduğunu belirtmediyse de anlayan anladı. Bu, Stalinist gelenekti. Milyonlarca cesedin üzerinde oturan ve bugün sosyalizmin ve solun içinde bulunduğu durumun en büyük sorumluluğunu taşıyan gelenek.

Doğan Tarkan da, Erkan Baş’ın bu sözleri üzerine, nispet yaparmış gibi, kendilerinin de çok eski bir geleneği, Marx, Engels, Lenin, Troçki geleneğini temsil ettiklerini iftiharla açıkladı. Tabii ki bu geleneğin, ne Stalin geleneği kadar cinayeti vardı, ne de sosyalizmin ve solun içinde bulunduğu durumdan Stalinizm kadar sorumlu tutulabilirdi ama o kadar iftihar edilecek bir şey de yoktu ortada. Lenin ve Troçki, Stalinist diktatörlüğün taşlarını kendi elleriyle döşemişlerdi ve kendi zamanlarında, gerek devrimin savunucusu Kronstadtlıları ezmeleriyle, gerekse, üretici güçleri geliştirme mantıklarının sonucu olarak işçi sınıfını fabrika köleleri haline getirmeleriyle devrime de sosyalizme de büyük zarar vermişlerdi.

Demek bu “gelenekçilik”, solun ortak paydasıymış, ben bunu daha iyi anladım dünkü tartışmadan. Hiçbir konuda anlaşamasalar da gelenekçilik noktasında ortak bir tutum sergilediler, her ne kadar gelenekleri farklı farklı olsa da.

Örneğin konuşmacılar arasında en çok umut vadeden ya da orada bulunanlardan kendime en yakın bulduğum Ertuğrul Kürkçü de, bana kalırsa pek de yeri değilken ve üstelik biraz zorlayarak, kendilerinin “Mahir Çayan geleneğinden” geldiğine vurgu yaptı. Yeri değildi, çünkü o anda tartışma konusu olan, emperyalizm ve ulusallık sorunuydu. Tartışma, Türkiye’deki sol geleneklerin emperyalizm ve ulusallık konusunda ne düşündükleri olsaydı, o zaman belki Mahir Çayan’ın emperyalizmi içsel bir olgu olarak gören bir görüşü olduğundan da söz edilebilirdi. Kaldı ki, Mahir Çayan’ın, evet böyle bir görüşü olmakla birlikte, ulusalcı ve Kemalist denecek bir hayli görüşü de vardır. Hatta Mahir’in yazılarının ve konuşmalarının tümü gözden geçirildiği zaman bu yönün, solun o zamanki genel eğilimine ve Milli Demokratik Devrim (MDD) çizgisine uygun olarak epey ağır bastığı bile söylenebilir. Öte yandan, Mahir Çayan’ın devrim uğruna ölüme giden tutumuna ne kadar saygı duyarsak duyalım, bu geleneğin solun yenilgisindeki payını küçümsemenin ve eleştiriden vareste tutmanın, hele artık bugün oldukça ağır bir sorumluluk olacağı düşüncesindeyim. Politik denge ve yarar uğruna belli geleneklerin üstüne çadır kurmak ne devrime, hatta ne de çadır sahiplerine yarar sağlayacaktır.
İbrahim Aydın da konuşmasının belli yerlerinde söyledikleriyle, solun gelenekçiliğini paylaştığını belli etti. Sanırım Ömer Laçiner’in, sosyalizmin sorunlarının irdelenmesi gerektiğine ilişkin sözlerine takılan İbrahim Aydın, “bunlar bizim için yeni şeyler değil” dedikten sonra, “kendi geleneklerinin” bu tür sorunları ta eskilerde (örneğin 1970’lerde) irdelediğini ve çok olumlu örnekler ortaya koyduğunu belirtmek gereğini duydu. Evet, Dev-Yol hareketinin, geleneksel çizgiden zaman zaman ayrılan orijinal örgütlenme deneyimleri olmuştur gerçekten. Ne var ki, bunu bir başkası değil de bizzat o geleneğin takipçilerinden olduğunu söyleyen birisi belirttiği zaman, bu, Oğuz Haksever’in ikide bir vermek zorunda kaldığı “reklam araları”ndan pek farklı bir etki yaratmıyor insanın üzerinde. Kaldı ki, Dev-Yol geleneğinin bu tür yenilikçi görüş ve uygulamaları olsa da, aynı gelenek, belki de bu avantajının dezavantaja dönüşmesiyle, 1980’li ve 1990’lı yıllarda bunalım içindeki sosyalizmin sorunlarını tartışmakta en yaya kalan geleneklerden biri olmuştur. Belki de Stalinizm virüsü bu geleneğe, diğerlerine göre daha az bulaştığı için, Stalin’i en az tartışan ve bu konuda en az fikir geliştiren hareket Dev-Yol olmuş ve dolayısıyla Dev-Yol geleneği belki de bu yüzden bugün, dinamizmden son derece uzak bir mahalle derneği görünümü vermeye başlamıştır.

Konuşmacılar içinde gelenekçilikten en uzak tutumu Ömer Laçiner sergiledi. Hatta, siyasi alandaki “evet”çiliğinin ona kazandırdığı liberalizm kamburuna rağmen, sorunların irdelenmesinin ve eleştirel olmanın gerekliliğine vurgu yapmasıyla, en azından ideolojik planda radikal bir görüntü verdi. Keşke bir ara o da bir gelenek telaşına kapılıp, “Marx geleneğine” dönmek gerekliliğinden söz etmeseydi.

Solu ya da solun belli kesimlerini temsilen NTV’ye gelmiş konuşmacıların bir diğer ortak noktası, çok farklı yönelimlere sahip olsalar da, aşamacılıkları ve dolayısıyla cephecilikleriydi. Aşamacılık, cepheciliğin temelini oluşturur. “Diyalektik materyalizm” bize (daha doğrusu solculara) maddenin değişik gelişme süreçleri içerdiğini öğretir. Bu gelişme süreçlerinin her biri bir aşama oluşturur. İşte maymun böyle aşamalardan geçerek insan olmuştur!

Her aşama, önümüze o aşamaya uygun müttefikler getirip bırakır. Çünkü o müttefikler de o aşamanın gerçekleşmesini istemektedirler. Bu yüzden, müttefikleri tespit etmek, hatta tarihte birçok örneğini gördüğümüz gibi, çoğunlukla onların yedek gücü oluvermek için aşamanın doğru tespit edilmesi çok çok önemlidir. Ne var ki, solda ve solcular arasında işte en büyük ayrılık bu aşamada ortaya çıkar: Aşama nedir, dolayısıyla müttefiklerimiz kimdir?

Erkan Baş’a göre, bugünkü aşamamız, emperyalizmin güdümünde kapitalizmi bölgesel olarak yeniden organize eden AKP’nin “Cumhuriyeti yıkma” programına karşı anti-emperyalist ve yurtsever bir mücadele yürütmektir. Bu durumda müttefikler de hemen kendini belli etmektedir. Her türden ulusalcı eğilim ve ulusalcı güç, bu aşamadaki müttefiklerdir.

Doğan Tarkan’a ve hatta Ömer Laçiner’e göre ise, bugünkü aşamamız, tam tersine, darbe peşinde koşan ve Kürtleri ezmeye çalışan (bu arada, Doğan Tarkan’ın Kürdistan’daki “öncü partisi”nin BDP olduğunu ve Doğan’ın, “partisinden” gelen talimat gereği Kürdistan’a münhasır olmak üzere “boykotçu”luk yaptığını öğrenmiş olduk, NTV sayesinde) darbeci askeri vesayet rejiminin tasfiyesidir ve bunun için, kiminle ittifak yapılması gerekiyorsa onunla yapılmalı, kime evet demek gerekiyorsa ona evet denmelidir. Doğan Tarkan, AKP’yi bu konuda yetersiz görmektedir ama demokrasi bağlamında AKP’yle de ittifaktan yanadır. Görüldüğü gibi, solun iki kesimi, Türkiye siyasi ve toplumsal hayatının birbirine taban tabana zıt (en azından siyasi planda şimdilik öyle görünüyor) iki egemen kesiminin müttefiki oluvermekte, onlardan birinin yedek gücü olmayı gönüllü olarak benimsemektedir. Müttefikler farklı olsa da, temeldeki aşamacı ve cepheci mantık aynıdır. Zaten bu, her ikisinin geleneğinde de vardır. İngiltere’deki Troçkist eğilimli Spartakist Grup, Londra’daki savaş karşıtı gösterilerde Irak ulusal bayrağı taşıyarak belki de bu iki zıt ucu şahsında birleştirmekteydi.

Solun ve sosyalistlerin aşamacılık merakını, Doğan Tarkan’a, “şecaat arzederken merdi Kıpti sirkatin söyler” sözlerini hatırlatacak bir şekilde karşı çıkan İbrahim Aydın da ortaya koydu. İbrahim Aydın, Doğan Tarkan ve Ömer Laçiner’in AKP’yi desteklemesini, bu kişilerin “AKP’nin burjuva demokratik devrimi yaptığını” sanmalarından kaynaklandığını belirtti. Böyle bir devrim türü ya da böyle bir aşama var mıydı? Elbette vardı, İbrahim Aydın’ın bundan kuşkusu yoktu, bu yüzden “burjuva demokratik devrim” kavramını üç dört kere vurgulayarak kullandı. Öyle ki, aslında bu vurgulardan, İbrahim Aydın’ın da “burjuva demokratik devrim” aşamasına inandığı sonucu çıkıyordu. Yani, eğer AKP, gerçekten “burjuva demokratik devrim” yapıyor olsaydı İbrahim Aydın da onu destekleyecekti. Ya da günün birinde gerçekten “burjuva demokratik devrim” yapan bir güç ortaya çıkarsa, İbrahim Aydın’ın o gücün desteklenmesine ve onunla cephe kurulmasına hiçbir itirazı olmayacaktı.

Bir de “bu sol birleşmez” der dururuz. İşte solun birliğinin “sağlam” temelleri: Gelenekçilik, aşamacılık, cephecilik.

25 Ekim 2010 Pazartesi

İNFAZA SIFIR TOLERANS MI?

Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Yaşanmış olaylar geleceğimizin ne olacağını kısmen belirler. Bunu anlamak için iyi bir yorumcu ve gözlemci olmamız gerekir. Okuduklarımızı iyice anlamamız ve yorumlamamız gerekir. Olan biteni iyice anlamamız ve yorumlamamız gerekir. Başkalarının yaşadıklarına zaman zaman tanık oluyoruz. Oysa kendimizin yaşamış olduğu olaylar birer tanık olma durumudur. Aynı zamanda geleceğimiz için atacağımız adımı belirler.

Bunca yaşadıklarımızı, yaşanılanları boş veremeyiz. Bizler de yaşamın birer parçasıyız. Kendimizi işin içinden sıyırıp başka bir yere koyamayız. Bu coğrafyada yaşanılanlar bizi ilgilendirir. Kulaklarımızı tıkayamayız, çünkü olanları duyuyoruz; gözlerimizi kapatamayız, çünkü görüyoruz. Umursamaz bir yapımız varsa, kendimizde bir sorun vardır demektir.

Türkiye’de insan haklarından söz edilmektedir. Yeri geldi mi, devlet erkânı “birey hakkının kutsallığı”ndan söz eder. Oysa yaşanan pratik insan haklarının yerli yerine oturmadığını göstermektedir. Türkiye’de insan hakları ihlalleri fazlasıyla var. Üzerine gidileceği yerde, devlet erkânı, olanları bireysel davranışa indirgemekte ve hak ihlallerini yapanları aklamaktadır. Hırant Dink’e yapılan saldırı tam olarak aydınlanmamış, aksine öndeki kuklalar üzerinden olayın seyiri çarpıtılmıştır. Neredeyse tetiği çeken ile olaya karışanlar aklanacak duruma getirilmek istenmektedir. Her ne kadar AKP hükümeti “kişi hak ve hürriyetinden” söz etse de Hrant Dink’in gerçek katillerinin yakalanmasında gerekeni yapmış sayılmaz.

Türkiye’de polisin vukuatsız günü yok gibi. Nedense polisin şiddeti adli makamlarca kollanmaktadır. Hatta adli makamların üzerinde bulunan sihirli el olaya müdahale bile eder. Bunun adına demokrasi deniliyor!

Yanı başımızda Yunanistan var. Orada da polisin bazen şiddeti basına yansıyor. 7 Aralık 2008 tarihinde polis memuru Epaminondas Korkoneas ateş açması sonucunda 15 yaşındaki Aleksandros Grigoropulos ölmüştü. Yunanistan’da İki haftaya yakın süren protestoları tüm dünya kamuoyu izlemişti.

Burada halkın örgütlü gücünü, polisin infazına karşı ülke genelinde dik duruşlarını tüm dünya görmüş oldu. Ülkemize bir bakalım; polisin infaz uygulamaları, şiddet ne yazık ki, örgütlü bir güce dönüşmediği gibi, çok çabuk da unutturuluyor. Bundan cesaret alan polis, hak ihlallerine devam ediyor.

Türkiye’de yargısız infaz davalarında sonuçlar iç açıcı değil. Birçok dava beraatle bitti. Son yıllarda cezalar çıksa da mahkemeler sanıklar lehine indirim hükümlerini uyguladı. Türkiye’de arşivlere geçen ‘yargısız infaz’ olayında verilen en yüksek ceza 16 yıl sekiz ay... Oysa Yunanistan’da Aleksandros Grigoropulos’un ölümüne sebep olan polis memuru Epaminondas Korkoneas müebbet hapis cezasına mahkûm edildi. Mahkeme hiçbir ‘hafifletici nedeni’ dikkate almadı.

Burada iki ayrı ülke var ve ‘yargısız infaz’lara farklı yaklaşım var. Şöyle düşünelim: Yunanistan’da bir polis böyle bir olayı tekrarlamak ister mi? Hayır, çünkü kendi meslektaşının ne konumuna düştüğünü görmüştür. Bu işe cesaretlenemez dersek daha iyi olur.

Dönemin başbakanı Kostas Karamanlis, Grigoropulos ailesinden özür diledi. Bizimkilerin yaklaşımı ortadadır. Her nedense Türk devlet erkânı “insan haklarından” söz etmede geri kalmamakta, fakat sözde söylenen pratik yaşamda yerini bulmamaktadır.

Türkiye’de ‘yargısız infaz’ davalarında çıkan bilinen en yüksek ceza 16 yıl 8 ay demiştik. Antalya’da 2008’de 18 yaşındaki Çağdaş Gemik motosikletiyle giderken ‘dur ihtarına’ uymadığı iddiasıyla vuruldu. Soruşturmayı yürüten savcılık, olayın ‘kasten adam öldürmeye’ girdiğini belirtti ve sanık Mehmet Ergin hakkında dava açtı.

Antalya 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Ağustos 2009’da davayı sonuçlandırdı. Hakkında müebbet hapis istenen sanığa ‘olası kastla insan öldürme’ suçlamasıyla 20 yıl hapis cezası verildi. Bu ceza daha sonra ‘iyi hal’den 16 yıl 8 aya indirildi.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın araştırmasına göre 2007 – 2010 yılları arasında 40 kişinin polis kurşunuyla öldüğü Türkiye’de Gemik davası bir istisna.

Kamuoyunun yakından takip ettiği dosyalardan biri 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babası Ahmet Kaymaz’ın öldürülmesiydi. Uğur ve babası 21 Kasım 2004’te evlerinin önünde polislerce açılan ateş sonucu hayatını kaybetmişlerdi. Uğur’a 13 kurşun, baba Ahmet Kaymaz’a ise sekiz kurşun isabet etmişti. Olayla ilgili dört polis hakkında dava açıldı. Polisler önce açığa alındı, sonra dava başlamadan görevlerine iade edildiler. Tutuklama olmadı ve Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi, Nisan 2007’de dört polis hakkında ‘meşru müdafaada bulundukları’ gerekçesiyle beraat kararı verdi. Yargıtay da onadı.

11 Mayıs 2006 yılında Fatih’te 23 yaşındaki Aytekin Arnavutoğlu da ‘dur’ ihtarına uymadığı iddiasıyla vuruldu. Sanık polis Bayram Engin hakkında önce ‘ceza sorumluluğunun sınırının aşılması suretiyle adam öldürmek’ten 1 yıldan 6 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı. Fatih Asliye Ceza Mahkemesi’nde başlayan dava daha sonra ‘kasten adam öldürmek’ten yargılanması için ağır cezaya gönderildi. İki yıl süren yargılamanın sonunda mahkeme heyeti sanığa önce ‘kasten adam öldürmekten’ müebbet hapis cezası verdi. Daha sonra, suçun ‘olası kast’ kapsamında olduğuna hükmederek cezayı 20 yıl hapse, ardından ‘haksız tahrik altında’ işlendiğine karar verip beş yıla indirdi. Son indirim ise sanığın duruşmalardaki iyi halinden geldi, ceza, 4 yıl 2 ay hapise düştü.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (THİV) kolluk kuvvetlerinin neden olduğu ölüm olaylarıyla ilgili raporunda, “Bu ülkede yaşayan her meslekten her yaştan, her cinsten herkes kolluk kuvvetlerinin potansiyel hedefi durumdadır” yorumunu yaptı.

THİV Dokümantasyon Merkezi tarafından hazırlanan rapora göre, 2007 yılında 24, 2008’de 37, 2009’da 48 ve 2010 yılının ilk üç ayında da dört kişi ‘yargısız infaz’ sonucu yaşamını yitirdi. THİV’in raporu göz önüne alınırsa, insan hakları yönünden iyi değiliz. Birde polisin uyguladığı şiddet vardır. Bunların önlenmesi gerekmez mi? Devlet erkânı polisleri korumaya devam ededursun, bizler tepkilerimizi üst seviyeye çıkaramadığımız sürece bu ülkede faili meçhul cinayetler, şiddet ve işkence hiç bitmeyecek. Bu ülkede Kürt oldukları için katledilen insanlarının failleri ortaya çıkarılmadığı sürece hangi demokrasiden söz edeceğiz.

NEWROZ GAZETESİ

Emeğin önemi / değeri nereden gelir?



Hasan Şahingöz

Yaşamın bir amacı var mıdır?

İnsanın dünyaya gelişinin bir amacı..?

Düşünen, kendisinin, kendisini çevreleyen dünyanın ve içinde yer aldığı koskoca evrenin farkına varabilme yeteneğine sahip insanın ortaya çıkışının bir amacı varmış gibi görünmüyor. Kendi varlığından habersiz bir kaya parçası, bir çalı dikeni, bir manda ya da kaplumbağa gibi bizler de evrendeki tüm varlıklar gibi, elementlerin (öncesinde
atom altı parçacıkların) gereklilikleri doğrultusunda birbirleriyle bileşikler oluşturmalarının eseriyiz.

Evren, dünya ya da diğer varlıklar için, bizlere verilmiş herhangi bir görev yok. Bizlere yüklenmiş ya da kendi kendimize yüklendiğimiz bir misyon da... Elementler bir araya gelerek bizleri meydana getiriyorlar; sonra, gün geliyor, tıpkı birleştikleri gibi ayrılıyorlar. Bizler de geldiğimiz gibi yok olup gidiyoruz.

Dünyaya gelişimizi önceden bilmiyor, hatta gelişimizi fark bile edemiyoruz. Fakat yaşamımızın sonsuz olmadığını, onayımız alınmadan geldiğimiz dünyadan yine onayımız alınmadan gideceğimizi biliyoruz.

Evet, yaşamın, insanın yeryüzünde varoluşunun bir amacı yoktur. Ama gel gelelim, diğer tüm canlılar gibi, dünyaya geldikten sonra insanın da bir amacı oluşur: Hayatta kalmak! Ölüme direnmek, mümkün olduğunca iyi, mutlu ve huzur içinde yaşamak...

İnsanın tüm etkinlikleri de bu amaca yöneliktir. İnsan, bu amaçla sınırlanmış, sarılıp sarmalanmış gibidir. Zira bizlere aksini düşündürecek somut bir veri de henüz yoktur elimizde.

İnsanın bu amacının gerçekleşmesi, ihtiyaçlarının karşılanması ile mümkündür. İhtiyaçlara gelince, bunlar da öylesine çeşitli ve sınırsızdır ki, bu ihtiyaçları karşılama çabası insanın tüm yaşamını doldurmakta, ömrünü almaktadır. Öyle ki; insan, ihtiyaçlarının,
ihtiyaçlarını karşılama çabasının tutsağı haline gelmiştir. İnsan, ihtiyaçlarının kölesi olmuştur. Çünkü insan, ihtiyaçları karşılandıkça refah içinde yaşar. İhtiyaçları karşılandıkça mutlu ve huzurlu olur.
İhtiyaçları karşılanmadığında ise, aç ve yoksul, mutsuz ve huzursuz...

Neyse ki doğa, ihtiyaç duyduğumuz her şeyi karşılamaya muktedirdir. Bu ilginçtir, fakat iyi bir şeydir. Demek ki, mutlu, huzurlu ve refah içinde bir yaşam, bir hayal değil, mümkün olan bir şeydir. Hem de tek tek tüm insanlar ve halklar için...

Ne var ki doğa, ihtiyaç duyduğumuz her şeyi hazır olarak sunmuyor bize. Kol saati üretmiyor örneğin, telefon, televizyon, buzdolabı da... İhtiyaç duyduğumuz her şeyin malzemesi kendinde mevcut ya, gerisini bizlere bırakıyor sanki. Bizlerin aklına, yeteneklerine,
çalışkanlığına... "Benden bu kadar, gerisi size kalmış!" der gibi.

Emek tam da burada devreye giriyor işte! Gerisini, doğanın bizlere bıraktığını halletmek için; değiştirip, dönüştürüp, ayrıştırıp ya da sentezleyerek ihtiyaçlarımızı karşılamak üzere...

Emeğin önemi/değeri de buradan geliyor.

Yaşam gereklerini üreten iki şeyden biri doğa ise, diğeri emektir. Emek sayesinde insan, doğanın ellerinden kendini (tamamıyla değil elbette) kurtarmayı, kaderini kendi ellerine almayı başarmıştır.

Emek olmasaydı, ekmek de olmazdı; yollar, evler, hastaneler, okullar, arabalar da olmazdı; elektrik de olmazdı, giyecekler de... Emek olmasaydı, bizleri biz yapan, bizleri diğer hayvanlardan ayıran hiçbir şey olmazdı.

Emek, insanın yaşamdaki amacının gerçekleşmesine hizmet eder, aracılık eder.

Emekle insan, kendi yaşamını, refahını, mutluluk ve huzurunu yeniden yeniden üretir.

Emekle insan, her defasında kendini yeniden yaratır.

Yine de insan, amaç çalışmak değil de ihtiyaçları karşılamak olduğundan, emeğin yerini tutacak araçlar bulduğunda (tıpkı doğal enerji kaynakları ya da makineler gibi) kendisini çalışmanın
zorunluluğundan/tutsaklığından kurtarmasını da bilecektir. Tıpkı bugüne kadar olduğu gibi...

NEWROZ GAZETESİ

DE NENNİ NENNİ...



Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de


Ölmeden yaşarsam bu sene kışı
Bahara amanet de nenni nenni
Allaha şükürdür fakirin işi
Boşuna umudu ver nenni nenni

Sayamam geçiyor günleri ayı
Perperişan yaşama şükür deyi
Yoksulu tanımaz sultanı beyi
İşçinin sırtına vur nenni nenni

Kefeni alacak para bulunmaz
Kömür pirinç ile yara sarılmaz
Ölenler öldü bir daha dirilmez
Hayali seçimler kur nenni nenni

Garib ölür görmez kefen bezini
Fezalim duyana söyler sözünü
Yaşamaz oldu baharı yazını
Mezarı belirsiz sır nenni nenni

24 Ekim 2010 Pazar

İki Ayrı Türk Ulusu mu?




Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se

Referandum sonuçları üzerine birhayli yorum yapıldı. Bazen önemli bazen de çok sıradan konular, referandum kamplaşmasının yarattığı duygusal kutuplaşma içinde hararetle tartışılıp büyük ölçüde tüketildi. Bugün, söz konusu kamplaşmadan biraz daha sıyrılmış olarak tartışabileceğimiz bir ortama girdiğimizi varsayabiliriz. Bu varsayımdan yola çıkarak, referandumun ve onu takip eden tartışmaların daha da belirginleştirdiği ve önümüzdeki orta ve uzun dönemde kaderimizi etkileyeceğini düşündüğüm bazı eğilimlere ve değişim faktörlerine değinmek istiyorum.

Giriş
Referandum sonrası tartışmalarda yapılan en önemli analizlerden biri, Türkiye’nin üçe bölünmüş olduğu yolundaydı. Bazıları, durumu Türkiye’de “üç ulus” oluştuğu yolunda bir formülasyonuyla dile getirdiler: Eveçiler, Hayırcılar ve Boykotçular ulusu. Referandumla ortaya çıkan haritayı görmeden evvel yazılsaydı birçoklarına absürd gelebilecek olan bu tespit, bugün birçok insana pek de tuhaf bir düşünce olarak görünmüyor.

Peki bu topluluklar gerçekten de birer ulus oluşturuyor mu?

Kanımca Boykotçu’larla kastedilen Kürtler dışındaki iki topluluğa bağımsız bir ulus muamelesi yapmak için henüz erkendir. Ancak anılan kümeleşmelerin, asli bazı toplumsal, kültürel, coğrafi, politik ve psikolojik farklılıklarla örtüşüyor olmaları, bu toplulukların birer ulus oluşturabilmek için gerekli olan bazı dinamiklere sahip olduklarını gösteriyor. Ama gelecekte bağımsız bir ulus oluşturup oluşturamayacaklarından bağımsız olarak, böylesi toplulukların ortaya çıkmış olmasının bizzat kendisi orta ve uzun vadede ilginç gelişmelere yol açabilecek niteliktedir. Bu yazıda anılan toplulukların oluşumuna katkıda bulunan faktörlere değinecek, yazının ikinci bölümünde ise söz konusu ayrışmaların siyasi fırsat yapıları noktasından Kürt hareketine sunduğu imkan ve problemleri ele almayı deneyeceğim.

Tanım
İşe bu topluluklara verilen adlardan başlayalım. “Evetçi”, “Hayırcı” ve “Boykotçu” adları problemlidirler; çünkü toplulukları değil, onların özel bir andaki davranışlarını tanımlamaktadırlar. Sözü edilen topluluklar, aşağıda ele alınacağı üzere, tesadüfen oluşmuş, geçici veya bir tek eylemle sınırlı kümeleşmeler değildirler. Bazı sosyal, kültürel, psikolojik farklık ve çekişmelerin görece homojen bir coğrafi ayrımla buluşmasıyla meydana gelen oluşumları ifade ederler. Dolayısıyla tanımlamanın da bu niteliklere uygun düşmesi gerekiyor.
Benim önerim, ayrışmanın kendini dışa vurduğu halkalar olan kültüre ve coğrafyaya göndermede bulunan bir tanımlama yapmaktan yanadır. Bu bakış açısıyla Evetçilere, Asyatik Türkler; Hayırcılara, Avrupai Türkler; ve Boykotçulara da Kürtler adını vereceğim. Buradaki Asyatik ve Avrupai terimleri, coğrafi aidiyet üzerine kurulu özcü tanımlamalar değildirler. Belli toplumsal ve strüktürel statü ve pozisyonların belli kültürel çerçeveler içindeki kimliksel ifadesidirler. Bunlardan birincilerin merkez aksını Türk-İslam sentezi oluşturur, ikinciler, Kemalist projenin modernist yüzünce (“Cumhuriyet çocukları”) belirlenirler.
Ama bu özel açıklamanın bile yaptığım tanımların bütün sorunlarını ortadan kaldırmadığını biliyorum. Çünkü hadise kültürle sınırlı olmadığı halde tanımlar daha çok kültür-coğrafya ikilisi üzerinden hareket ediyorlar. Dolayısıyla konunun diğer boyutlarıyla ilgili doğrudan bir şey söylemedikleri gibi, bazen ters görüntülerin oluşmasına da yol açabiliyorlar. Mesela, tanımla ima edilenin tersine, referandumda hayır oyu kullanan grup sadece Avrupai Türklerden oluşmuyordu. Keza, Evetçilerin tamamı da Asyatik Türklere mensup değildi. Tıpkı bunun gibi, ne bütün boykotçular Kürttü, ne de bütün Kürtler boykotçu. Ama bir tanımın, tanımladığı şeyle olan ilişkisinde bu tür problemler görülmesi olağandır. Önemli olan, tanımların, tanımladıkları şeyin çekirdeğini ve ana doğrulutusunu yansıtabilmeleridir. Bu gerçeği hatırlamak kaydıyla, daha iyi alternatifler çıkıncaya kadar yukarıdaki tanımları kullanmakta bir sakınca yoktur.

Kürt-Türk Ayrışmasından Sonra Avrupai ve Asyatik Türklerin Ayrışması

Tanımlarla ilgili bu zorunlu açıklamadan sonra, anılan toplulukların barındırdığı uluslaşma potansiyellerine ve dinamiklerine gelirsek, söze, bu gruplaşmaların sınıfsal bir ayrışmaya tekabül etmediklerini belirterek başlayabiliriz. Gerçi başlangıçta tamamıyla sınıfsal ayrılıklara tekabül eden bazı ayrışmaların bile bazı özel koşullar altında ulusal ayrışmalara doğru evrildikleri görülmüştür. Özellikle de toplumsal işbölümünün genel hatlarıyla etnik bölünmeye denk düştüğü, yani belli etnik grupların belli iş veya statülerle tanımlanabilir olduğu koşullar altında. Fakat bizim örneğimizde durum böyle değildir. Referandum öncesinde özellikle Evetçi cepheden gelen ve Evetçilerle yoksulları eşitlemeye çalışan girişimler, gerçeği yansıtan belirlemelerden ziyade, Evet oylarını arttırmaya yönelik popülist propagandalardan ibaretti. Gerçekte, her üç toplulukta da her toplumsal kesimden insanlar vardı. Hatta yoksulluğu, bu propagandanın ima ettiği biçimde, mali ve fiziki sermayeye olan uzaklıkla tanımlarsanız, bu tanımın en çok Boykotçulara uyduğunu bile söyleyebilirsiniz. Fakat gerçek olan, üç gruptan da toplumun her katmanına ait insanların bulunmasıdır ve bu durum, ayrışmanın diğer uygun koşullarla birleşmesi durumunda ulusal ayrışmalara evrilmesini kolaylaştıracak bir özelliktir.

Ayrışma “Ortak Menfaatler”e dayanmaktadır
İkinci olarak her bir grubu oluşturan bazı “ortak menfaatler”in seçilebilir durumda olduklarını söyleyebiliriz. Buradaki menfaat tanımlamasının illa ki maddi menfaatler bağlamında anlaşılması gerekmez. Sosyal, kültürel ve sembolik sermayeyi de bu menfaat sepetinin içinde düşünmeliyiz. Bu açıdan bakıldığında üç topluluğun da topluluk olarak varlığını sürdürmesi durumunda elde edeceği veya elde etmeyi umduğu kazançlar söz konusudur. Burada ummak kelimesine dikkat çekiyoruz; zira bazı durumlarda somut bir kazançtan çok bir kazanma umududur bir topluluğu harekete geçiren.

-Avrupai Türklerin “Ortak Menfaat”leri
Avrupai Türkler düşünüldüğünde kazanç’la ilgili akla ilk gelen, genellikle, sahil bölgelerinin dayandığı turizm sektörünün İslamcı bir Türkiye’yi kaldıramayacağı yolundaki tez oluyor. Bu tez kısmi bir gerçeği yansıtsa da sorun kesinlikle sektörel değildir. Avrupai Türkler açısından temel sorun, Cumhuriyetin kuruluşundan beri ellerinde tuttukları iktidarı Asyatik Türklere karşı korumakla ilgilidir. Fakat değişen toplumsal, siyasal ve iktisadi güç dengeleri, Avrupai Türkleri iktidarın zirvelerinden aşağıya doğru itelemektedir. Bir süredir belirginleşmiş olan bu süreç, Hükümet kanadının, Ağustos ayındaki Yüksek Askeri Şura toplantısından çıkan üst düzey komutanların terfileriyle ilgili önerileri kısmen reddettiğinde Asker kanadının bu hamleye eşit ağırlıkta bir cevap veremeyeceğinin anlaşılmasıyla yeni bir aşamaya girmiş oldu. Referandum, güç dengesinde ulaşılan bu yeni aşamanın halk nezdinde tescil ettirilmesi girişimiydi ve başarıyla sonuçlandı. Söz konusu değişim ve dönüşüm, bütün alanlarda aynı hız ve nitelikte olmamakla birlikte (yargı ve Ordu gibi alanlarda görece yavaş, ekonomi, sivil hayat, Polis, medya ve bürokrasi alanlarında oldukça hızlıdır) Referandumdan sonra daha da hızlanmıştır.

İktidardan alaşağı edilmekte olan Avrupai Türklerin önünde iki yol vardır: Asyatik Türklerle uzlaşarak pozisyonlarını korumaya çalışmak veya onlarla mücadele etmek. Bireysel planda her iki yolu tutanlara da rastlıyoruz. Topluluk olarak nasıl davranılacağı ise içeriyi ve dışarıyı kucaklayan çok daha geniş bir bağlam içinde yapılacak değerlendirmelere bağlıdır. Topyekün savaş stratejisinden taktik uzlaşmalar içeren stratejik çatışmaya, taktik çatışmalarla karakterize olan stratejik uzlaşmadan tam teslimiyet çizgisine kadar bir dizi seçenek gündeme gelebilir. Şimdilik bu seçeneklerden herhangi birinin Avrupai Türklerin tamamını kucaklayan bir politikaya dönüşmüş olduğunu söyleyemiyoruz. Doğu Perinçek ekibinde ifadesini bulan topyekün savaş stratejisini önerenler de var, eski solculuktan gelme liberallerde sıkça gözlediğimiz tam teslim oluş tavrını benimseyenler de. Avrupai Türklerin arka plandaki orkestra şefi durumundaki Ordu ise PKK ile savaşta iktidarsızlık problemi çıkaracak ölçüde çeteleşmiş olduğu ve dış koşulların uygunsuzluğu gibi nedenlerle istikrarlı bir çizgi tutturamıyor. Taktik uzlaşmalar içeren stratejik çatışma ile taktik çatışmalarla karakterize olan stratejik uzlaşma arasında gidip geldiği izlenimi veriyor. Böyle olmakla birlikte Avrupai Türkler arasında direnmekten yana olan kesimlerin belli bir katılaşma eğilimine girdikleri de gözden kaçmıyor. Bu son nokta ciddiye alınmalıdır.

Uzun vadeli bazı etkiler yaratacağı anlaşılan bu katılaşma nedensiz değildir. İktidarı kaybedenlerin, anılan kayıptan duydukları hayalkırıklığı ve hırçınlık, bu nedenlerden biridir; fakat Asyatik Tükiye propagandistlerinin inanmak istediklerinin tersine tek neden değildir. Yaklaşık 100 yıllık iktidar açlığı ve değişen nüfus haritasına ilaveten Asyatik Türklerin zihin dünyasını oluşturan Türk-İslam sentezine dayalı mutlakiyetçiliktir asıl sorun. Çünkü bu halita, iktidardan uzaklaştırılanların normal yollarla yeniden iktidara gelebilme umutlarını kırmaktadır. Avrupai Türklerin bir zamanlar istedikleri gibi oynayarak ve planlayarak yeni bir ulus kurmaya çalıştıkları nüfus, bir bomba olarak kendi ellerinde patlamıştır. Türk-İslam sentezinin çekirdeğini oluşturduğu değerler sistemi üzerine kurulu aidiyet bağlarını bastırabilecek yeni aidiyet biçimleri ve birimleri icat edilinceye kadar Avrupalı Türklerin normal yollardan iktidara gelme şansı çok azalmıştır. Asıl bu noktadaki umutsuzluklardır yeni oluşumları tetikleyen. Avrupai Türklerden oluşan bir ulus tahayyülü, bu türden yeni bir aidiyet tanımlaması girişimi olarak da okunabilir.

Öte yandan, iktidardan edilen kesimler, hala Türkiye’deki fiziki, mali, sosyal, kültürel ve sembolik sermayenin önemli bir bölümünü ellerinde bulundurmaktadırlar. Yeni bir ulusun oluşum dinamiklerinden biri işte buradaki çelişkide yatmaktadır: Gücün var; fakat asla iktidar olamayacaksın! Gerçek veya algı, Avrupai Türklerin bir kısmına dünya bugün böyle görünüyor. Ve bu da iktidar yollarını açacak yeni toplumsal birimlerin tahayyül edilmesine verimli bir zemin sunuyor. Ulus, bu türden bir toplumsal birimdir.

Bu şekilde düşünen Avrupai Türkler için denklem olabildiğince sadedir: Samsun’dan Adana’ya çekeceğiniz bir çizginin doğusuna düşen bölgeler iktisaden verimli değildirler. İşadamı jargonuyla söylersek, bu bölge, değil yatırım yapmak, reklam vermeye bile değmez. Ama öte yandan iktidarın Asyatik Türklere geçmesini mümkün kılan oy deposu da yine bu bölgede bulunmaktadır. Şu halde, diye devam ediyor arguman, rantabl olmayan bir bölgeyi iktisaden sırtımızda taşıdığımız yetmiyormuş gibi bunların iktidarı elimizden alıp başkalarına vermelerine de sebep oluyoruz! Kendi ayağına kurşun sıkmamaya karar veren Avrupai Türkün argümanı, işte bu noktada Samsun-Adana hattının doğusundan kurtulmayı göze alan bir strateji spekülasyonuna kapı aralıyor.

Peki Avrupai Türkler bu kapıdan geçerler mi?

Bu sorunun cevabı sadece yukarıda özetlenen argümandan kalkılarak verilemez. Bir kez daha, dış etkenler de dahil olmak üzere daha geniş kontekstte olup bitenlere bakmamız gerekir. Ayrıca bu yolla bulunacak cevapların statik olmayacakları da bilinmelidir. Nitekim böyleleri dün de vardı, ama bu tür önerilerden ciddi bir politik seçenek çıkmadı. Örneğin, neo-liberalizmden hareket eden, fakat ağır dozda faşizan öğeler içeren görüşleriyle tanıdığımız Libaral Parti’nin başkanı Besim Tibuk gibilerinin 1990’ların başlarında dile getirdiği “ver kurtul” böyle bir şeydi ve bir fantaziden ibaret kaldı. Kanımca böyle olmasının temel nedeni, o gün böyle bir düşünceyi besleyebilecek sosyal bir zemnin yokluğu ile konunun Kürtlerle sınırlı kalmasıydı. Bugün ise böyle bir sosyal zemini besleyebilecek bir toplumsal ayrışma yaşanıyor ve konu, Kürt sorununa ilaveten Asyatik Türklerden kurtulmanın bir yolu olarak gündemleşiyor. Asyatik Türkler, hayatı Avrupai Türklere zehir ettikçe bu türlü düşünen insanların sayısı artacaktır. Dünün fantazisini bugün ciddi bir tartışma konusu haline getiren şey, denklemdeki bu değişimdir. Bu, Kürt hareketi bakımından da değişik siyasi fırsat yapılarının doğması anlamına geliyor.

-Asyatik Türklerin “Ortak Menfaat”leri
Asyatik Türklerin “ortak” menfaatlerine gelince bunlar çok somuttur: İktidarın elde tutulması. Başkaca bir şey eklemek gerekmez. Bu hedef, onları, kendi dışındaki gruplarla bazen uzlaşmaya, bazen de çatışmaya götürecektir. Kiminle ilgili olarak hangi olasılığın ne zaman öne çıkacağı ise çok daha geniş bir kontekstin tayin edeceği bir sonuçtur. Bu stratejilerinde şu ana kadar elde ettikleri en önemli başarılardan biri, bazı kürt milliyetçileriyle (örneğin TRT-6’yla yaratılan kanalı düşününüz) bazı liberal Türk solcularını kendi arka bahçelerine dönüştürebilmiş olmalarıdır.

-Kürtlerin “Ortak Menfaat”leri
Kürtlere gelince, onların “ortak menfaat”leri, bugün, ana gövde itibarıyla, mümkünse bir otonomi, değilse bir ademi merkeziyet talebinde belirginleşmektedir. Bu talebin önümüzdeki dönemde giderek daha geniş kesimlerin ilgi alanına gireceğini sanıyorum. Bunun temel nedeni, şimdiye kadar Türklerle Kürtlerin bir arada yaşamalarını mümkün kılan koşulların son birkaç onyılda birhayli aşınmış olmasıdır.

Mensup olduğu toplumsal, dinsel, dilsel aidiyet ne olursa olsun sıradan Kürt, bir sabah uyandığında, sadece Kürt olduğu veya başkaları tarafından öyle tanımlandığı için komşularının saldırısına uğrayabileceği duygusuna kapılmaya başlamıştır. Bir kez bu duygu oluştuğunda, soykırım çalışmalarından tanıdığımız o meşhur kör döngü girer devreye: Kendini tehdit altında hissedenin kendini güvenceye almaya yönelik her girişimi, sürdürülmekte olan şoven ve ırkçı politikaların da katkısıyla, ötekinin “bölücülük”, “ayrılıkçılık” ve “terörizm”le ilgili kuşkularını kamçılar; ötekinde kamçılanan kuşkular, berikindeki güvensizlik duygusunu derinleştirip korunma güdüsünü daha da keskinleştirir. Böylece birinci döngü tamamlanmış olur. Ama bu arada hiç bir sorun çözülmediği için daha yüksek bir tansiyon eşliğinde yeni bir döngü başlar ve süreç bu şekilde bir spiral halinde ilerlemeye devam eder.

Kürtler arasında “ortak menfaati” yaratan en acil faktör, sıradan Kürt insanının yakıcı biçimde hissettiği bu güvenlik sorununun varlığına ilaveten, bu sorunun merkezi devlet tarafından çözülebilir olmaktan uzaklaşıyor olmasıdır. Kör spiralin pogromlar ve soykırım noktasına ulaşmasını engelleyebilecek tek şey, Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmaları seçeneğini bir kenara bırakırsak, devletin bu sprirali berhava etmesidir. Bu ise devletin demokratikleşmesini gerektirir. Bunun dışındaki her adım, sadece ve sadece spiralin daha gergin ve daha hızlı dönmesine yol açar, o kadar.

Ne var ki Türk devletini ele geçiren Asyatik Türklerin mutlakiyetçi zihniyeti böyle bir demokratikleşmeye el vermemektedir. Gazeteci Ahmet Altan’ın en gözalıcı ve dokunaklı örneklerini sunduğu “sünni Türk çoğunluğun artık demokrasiyi istediği” iddiası, taşıdığı özcü tını bir yana, şimdilik maalesef sadece bir temenniyi veya konformizimi dile getirmektedir. Gerçekte ise Asyatik Türklerin Kürt sorununda Avrupai Türklerden farklı düşündüğünü gösteren herhangi bir belirtiye rastlamış değiliz. Yapılan veya yapılıyormış havası verilen işlerin tamamı, Kürt hareketini tasfiyeye yönelik girişim ve operasyonlardan ibarettir, ki büyük bölümü Orduyla paralel biçimde sürdürülmektedir. AB müktesebatına uyuyoruz adı altında yapılan ve topluma büyük demokratikleşme hamleleri olarak yansıtılan işlerin ezici çoğunluğu ise Avrupai Türklere karşı iktidar mücadelesinin zorunlu kıldığı adımlardan ibarettir. Bunları, Asyatik Türklerde Kürt meselesine ilişkin biz farkında olmadan gerçekleşmiş bir zihniyet değişikliğinin sonuçları olarak sunmak, ne yazık ki olguların desteklediği bir iddia olamıyor. AKP’nin kendisinin yaptırdığı anket çalışmasında bile Referanduma sunulan anayasa değişikliğine, bu değişikliğin Kürt sorununun çözümünü kolaylaştıracağını düşünerek Evet diyen AKP’lilerin oranı % 2,4 dolayında çıkmıştır. Bu rakamın yapılan propagandayı doğruladığı nasıl iddia edilebilir? AKP’ye oy veren bazı Avrupai Türklerle (daha çok liberal ve sol liberal Türkler) bazı Kürt milliyetçilerinin (bazı PKK muhalifi Kürt milliyetçileriyleTürk metropollerinde yaşayan bazı PKK sempatizanı Kürtlerin) de bu rakamın içinde olduğu düşünülürse durumun vahameti daha iyi anlaşılır. Referandum öncesi dönemde demokrasi şampiyonluğu yapan başbakanın Referandumu kazandıktan sonra ‘Ne anadiliymiş lan!’ tonunda nutuk atması, işte bu tablonun ifadesidir.

Kısacası, Asyatik Türklerin demokrasiden anladığı, iktidar olma ve iktidarda kalabilme imkanlarını garantiye almakla ilgilidir. Mecbur kalmadıkça bu sınırın dışına çıkmamak konusunda da birhayli istikrarlıdırlar. Hal böyle olunca devlet, kör spirali berhava etmek bir yana, bizzat o spiralin kaynağı olmaya devam etmektedir. Ve bu durum, şimdiye kadar Kürt taleplerine ilgisiz kalan Kürtleri de giderek artan biçimde otonomi taleplerine daha fazla kulak kabartır hale getirmektedir.

Türkiye’deki Kürt hareketinin günümüzdeki temel dinamiği bazılarının sandığı gibi dilsel veya kültürel nitelikli değildir. Daha acil ve belirleyici olanlar, burada anlatılan türden dinamiklerdir. Dilsel ve diğer kültürel faktörler, Kürt sorunuyla ilgili neredeyse her şeyin içinde ifade edildiği çerçeve olarak anlamlıdırlar. Ama bu tür konuların analizi başka bir yazıyı gerektirir.

Özetlersek, anılan üç topluluğun da bazı “ortak menfaat”lerinden söz edebilecek durumdayız. Öte yandan “ortak menfaat”in büyük ölçüde ideolojik bir kurmaca olduğunu bildiğimize göre, buradan, anılan gruplar içinde belli elitlerin veya toplumsal kesimlerin hegemonik bir pozisyonda oldukları sonucu çıkar, ki konumuzla bağlantısı yönünden ele alındığında, bunun ulusal bir oluşumun gerçekleşmesi bakımından çok öneml bir koşul olduğu söylenebilir.

Ayrışma kültürel-etnik farklılıklara oturma eğilimindedir
Anılan ayrışmalarla ilgili üçüncü önemli husus, bunların bazı kültürel farklılıklarla paralellikler gösteriyor olmalarıdır. Bu paralellikler en az iki noktada gözlenebilir durumdadırlar:

İlk nokta, yaşam tarzlarıyla ilgilidir. Avrupai Türkler Cumhuriyetin modernleşme projesine uygun “modern bir yaşam tarzı”ndan yanayken, Asyatik Türkler daha muhafazakar, daha “Türk-islam”cı bir yaşam tarzından yanadırlar. Bu yaşam tarzlarının ne olduğu, bunları savunanların bu tanımların içini nasıl doldurdukları, bu tanımlarla ilgili olarak tarafların kendi içlerinde bir konsesus bulunup bulunmadığı gibi konular tartışmalıdır, ama bütün bunlar, ilgilendiğimiz konu bakımından henüz sonucu değiştiren faktörler değildirler.

İkinci nokta,
etnik farklılıkla ilgilidir. Anılan toplulukları oluşturan insan malzemesi etnik olarak da bazı farklılıklar içermektedir. Referandumla ortaya çıkan haritaya göz atarsak görürüz ki, son iki yüzyılda Anadolu’ya göç etmiş veya “mübadele”yle ge(tiri)lmiş Rumelili ve Kafkas topluluklar, yani popüler adıyla “Muhacirler”, ağırlıkla Avrupai Türklere meylederken, eskiden beri Anadoluda yerleşik olan gruplar Asyatik Türklere meyletmişlerdir. Muhacirler arasında etnik planda Türk olmayan birçok grubun varlığını bildiğimize göre, muhacir/yerli ayrımının sadece coğrafyayla ilgili kültürel bir ayırım olmadığını, aynı zamanda etnik bazı boyutlar içerdiğini de söyleyebiliriz. Kaldı ki Rumeli’den gelen Türk gruplarla Anadolu’daki Türk gruplar da kültürel planda belirgin ayrılıklar gösterirler. Fakat Kemalist modernizmin gözleri kamaştıran entegrist parıltısı, muhacirlik fenomeninin bu boyutunun görülmesini uzun süre engellemişti. Bazı iddialara göreyse, bu, iktidarın Muhacir karakterinin gözlerden kaçırılabilmesi için gerekli ideolojik bir amelyeydi. Ama durum ne olursa olsun, kendisi de muhacir bir aileye mensup olan Cem Uzan’ın liderliğindeki Genç Parti’nin Marmara ve Ege bölgelerinde açık biçimde muhacirlere dayanan bir örgüt kurmasıyla farkedildi ki, Kemalist projeninin şaşaası bu ayrımı yok etmeye yetmemiştir ve muhacirlik, post-modern dönemin yerel kimliklere yeni alanlar açan dünyasında Türk siyaseti içinde bir faktör olarak kendini hissettirecektir. Genç Partinin birçok bakımdan özel bir parti olduğu düşüncesinden yola çıkarak, buradaki çakışmanın tesadüfi olduğuna hükmeden veya buna inanmak isteyenler kaldıysa, muhtemelen Referandum sonuçlarından sonra bunun pek doğru bir düşünce olmadığını fark etmeye başlamışlardır. Muhacirlik, geçici bir fenomen değildi ve bugün her zamankinden daha fazla politize olmaktadır. Ve ulus, etnik ilkeyle politik ilkenin çakışma noktalarında boy verir.

İki Ayrı “Vatan” mı?
Nihayet sonuncu önemli faktöre geliyoruz: Avrupai ve Asyatik Türkler, eğer ulusla ilgili terminolojiyi takip ederek söyleyecek olursak, kendilerine ait ayrı ve kompakt toprak parçaları üzerinde yaşamaktadırlar. Bir diğer deyişle bu gruplar sadece kültürel ve politik olarak değil, mekansal olarak da ayrışmışlardır. Referandum haritasına baktığınızda bu farklı mekanların oluşturduğu iki “vatan”ı seçmekte zorlanmazsınız. Sahil Türkiyesi’nin, Asyatik Türklere mensup medyanın kırmızıya boyamayı tercih ettiği toprakları ile iç Türkiye’nin maviye boyanmış toprakları. Yukarıdan beri anlatılan farklılıkların oluşturduğu kokteyli bir dinamite dönüştüren şey, işte bu “vatan”sal ayrışmadır.

İki Türk Ulusu Mümkün mü?
Yukarıdaki özet, Türkler arasında son birkaç onyılda meydana gelen bölünmelerin geçici, eyleme bağlı, yüzeysel vb. olmayıp toplumsal, kültürel, politik ve psikolojik nedenlere dayanan bir ayrışma olduğunu ortaya koyuyor.

Peki bu ayrılıklardan iki ayrı Türk ulusu çıkar mı?

Soru garip kaçabilir, ancak yeterince gerçekçidir. Hamaset yapılarak geçiştirilemeyecek kadar da ciddidir. Altında bu kadar kapsamlı ve derine giden nedenlerin bulunduğu ayrışmaların ayrı uluslara doğru yol almaları, bu ayrılıkları politize edecek bir projenin varlığına, proje sahibinin projesinin realizasyonu için ödemeye hazır olduğu bedele (ki sorundan muzdarip olma düzeyiyle yakından ilişkilidir) ve göstereceği ferasete, ayrışma sonucu elde edileceği umulan kazancın büyüklüğüne, nihayet iç ve dış kontekstin bu projenin sahibine sunacağı fırsatlara bağlıdır. Bazen bunların sadece bir kısımı olumlu veya yeterlidir, diğerleri karşıt yönde işler; o zaman proje yarı yolda kalır: Bazen de sayılan bütün faktörler bakımından işler yolunda gider; o zaman da ortaya nur topu gibi yeni bir ulus çıkar. Kıbrıslı Türkler arasındaki son birkaç onyıldır şahit olduğumuz ayrışmalar birincisine, Arap toplulukları arasındaki ayrı devletlerle neticelenen farklılıklar ikincisine örnektirler. Ya da daha yakın bir örnek olarak Irak Arapları arasında şu sıralar olup bitenlere bakılabilir.

Cevabın bu kadar değişik ve geniş alanlara yayılmış faktörlere ve değişkenlere bağlı olması, konu hakkında kolay bir kestirimi olanaksız kılmaktadır. Ama böyle olması, onu göz ardı etmemizin gerekçesi olamaz. Çünkü ortaya çıkan ayrışma ve kümeleşmelerin geleceğine dair belirsizlikler, bu ayrışmaların, bugün, Türkiye’deki siyaset sahnesini yeniden şekillendirmekte olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

Yeni Durumlar, İmkanlar, Sorunlar
Siyaset sahnesinde, yukarıda özetlenen ayrışmalarla bağlantılı birçok şey değişti veya değişiyor. Bütün bunlar, muhalif siyasetin de yeni duruma uygun fikri, stratejik ve taktik değişiklikler yapmasını gerekli kılıyor. Özellikle de Kürtlerin, Türk solunun ve Alevilerin konu üzerinde uzun uzadıya düşünmeleri ve tartışmaları gerekiyor. Çünkü eski bazı kavramlar ve bakış açıları yeni durumu izah etmede ve ona uygun çözümler önermede yetersiz kalabilir. Örneğin yeni “efendi”lerimiz artık Avrupai Türkler değil, Asyatik Türklerdir. Bu, önemli bir değişmedir. Bu değişikliğe rağmen, Kemalist modernleşme projesinin sahiplerini “efendi” olarak kabul etmek üzerine kurulu bir politik strateji, örneğin Kürtlerin mevcut stratejisi, duruma cevap verebilir mi? Meselenin bu boyutunu bir sonraki yazıda ele alacağım.

23-10-2010

21 Ekim 2010 Perşembe

KÜRT TABİBLER BİRLİĞİ KURULUYOR


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Mezepotamya Tıp Günleri…‏

Geçen hafta sonunda Diyarbakır’da Tabibler odasının organize ettiği ‘’Mezepotamya Tıp günleri’’ ikinci toplantısı yapıldı. 250’ye yakın Kürt kökenli meslektaş iştirak etti. Türkiye dışından, Suriye’den, Irak’tan, Avrupa’dan da gelenler ve konuşma yapanlar vardı. Genel tema Onkoloji idi. Ben de Cumartesi günkü oturumda serbest tebliğler meyanında kısa bir konuşma yaptım. Daha sonra Kürt sorunu, anadilde eğitim v.s. konuşuldu. Son olarak ta yazar, gazeteci Orhan MİROĞLU Diyarbakır cezaevinde geçen işkenceli günlerinden ve kitaplarından bahsetti. Konuşması oldukça etkileyici idi. Akşam gala yemeğinde de Leyla Zana bir konuşma yaptı. Açılış kokteylinde de Diyarbakır belediye başkanı konuşmuş, hoşgeldiniz demişti.

Bu toplantının en mühüm yanı kouşmaların % 80 Kürtçe olması idi. Böylece Kürtçenin ilmi bir lisan olduğu kanıtlanmış oldu. Birçok şovenist Türk siyasetcisi, yahut köşe yazarı Kürtçenin aslında bir dil özelliği taşımadığı, bir lehçe olduğunu iddia etmişlerdir. Bir dil olmadan lehçesi olabilir mi? Bu gibiler her türlü Lingiustik bilgiden mahrum , cehaletlerini gizleyemeyen ırkçı, faşist ruhlu kimselerdir. Kürtleri , Kürtçeyi inkar etmekle onu yok edeceklerini zannettiler.

Kürtçenin de Türkçede olduğu gibi lehçeleri vardır. Fakat Türkiye’de konuşulan lehçe KIRMANCI , birazda ZAZAKİ lehçesidir. Geçen seneki toplantıda Kürtçe konuşanlar % 30 cıvarında imiş.

Toplantı sonunda gelecek seneki toplantının Kürdistanın merkezi ERBİL’de olması , ora tabibler odasının organizasyonu üstlenmesi kararlaştırıldı. En mühüm kararda KÜRT TABİBLER BİRLİĞİNİN kurulması kararı idi. Türkiye, Suriye, Irak, İran ve diasporada yaşayan Kürt hekimlerin bir birlik kurmaları ve tıbbi sahada çalışmalar yapması sevindiricidir.

Bu sevindirici haberlerden sonra birde beni üzen, korkutan bir gelişmeden sizleri haberdar edeyim. Konuşma fırsatı bulduğum, Güneydoğuda (KÜRDİSTANDA) ikamet eden hekim arkadaşlardan duyduğum o ki Universitelerde Cemaatcıların Kürtler aleyhine kadrolaşdıklarıdır. Ümit ederim ki bu abartılmış bir dedikodudur. AK partililerinde bu kadrolaşmaya kerhen destek verdikleri, yeteneksiz meslektaşların ciddi kadroları işgal ettikleri, dolayısıylede ilmi ararştırma çalışmaların yapılamasına sebebiyet verdikleridir.

Netrice itibari ile KÜRTÇE ilmi konuşmaların yapılmış olması ve gelecek sene Erbil de 3. cü Mezepotamya Tıp günlerinin yapılması, en mühimi de KÜRT TABİBLER BİRLİĞİ’nin kurulması kararı alınmasının Kürtleri mutlu kılacak bir haber olduğuna inanıyorum.

Antalya. 20.10.10

20 Ekim 2010 Çarşamba

Dava: Siyasî – Sanık: Kürt halkı


Murat Çakır
cakir@rosalux.de

Diyarbakir izlenimleri:

»KCK Davasını« izlemek için Almanya’dan gelen delegasyonla birlikte, bugünlerde olunması gereken yerde, Diyarbakır’dayım. Aslında davayı izlediğimiz de söylenemez, çünkü hükümeti, yargısı, emniyetiyle devlet davanın izlenememesi için bütün tedbirleri almış durumda. Daha ilk dakikalardan itibaren, davanın keyfî ve siyasî olduğu ortaya çıktı.

Pazartesi sabahı Diyarbakır adliyesinin önüne gittiğimizde, sadece Avrupa’dan parlamenterler, insan hakları aktivistleri, sivil toplum temsilcilerinin oluşturduğu yüzlerce kişilik bir grup değildik. Türkiye’nin farklı bölgelerinden de tanınmış şahsiyetler, gazeteciler, parti temsilcileri de orada bulunmaktaydı. Kuşkusuz hepsinin isimlerini saymaya kalkışmak için yerim yok, ama en azından birkaçını anmakta yarar var.

Gazetecilerden Cengiz Çandar, Nabi Yağcı, Aydın Engin, Mete Çubukçu, partilerden ÖDP genel başkanı Alper Taş, EMEP genel başkanı Levent Tüzel, DSİP genel başkanı Doğan Tarkan, tabii ki BDP yönetimi ve milletvekilleri, Prof. Gencay Gürsoy, Altan Öymen, milletvekili Ufuk Uras, Hüsnü Öndül, Temel Demirer, Hakan Tahmaz, Kiraz Biçici, Ayhan Bilgen ve onlarca şahsiyet. Türkiye’nin öyle ya da böyle demokratikleşmesi kaygısını taşıyan neredeyse önde gelen bütün isimleri Diyarbakır’daydı. Ancak ne kadar tanınmış olursanız olun, mahkeme salonuna girmek olanaklı değildi. Kamuya açık bir davada, mahkeme başkanı ve emniyet »kamunun kim olacağını« tespit etmiş ve böylelikle keyfiyet ve usülsüzlüğün daniskasını ortaya koymuşlardı.

Gerçi hepimiz duruşmanın ilk gününde usül tartışmalarının olacağını ve fazla bir şey beklenmemesi gerektiğini tahmin ediyorduk, ama mahkeme salonu önünde balık istifi gibi saatlerce bekledik. Nitekim ancak her gazeteden bir kişi ve yabancı delegasyonlardan sadece parlementerler olmak üzere BDP’nin de müdahalesiyle seçilmiş kişiler mahkeme salonuna girebildi.

Adliye önünde ve hemen yanındaki Büyükşehir Belediye Başkanlığı önünde ise durum çok farklıydı. Binlerce Diyarbakır’lı BDP’nin çağrısına uymuş ve barış nöbetine toplanmıştı. Son derece kararlı, ama sakin bir hava vardı. Halkın gerçeklik duygusu, davanın ve dava ile izlenen stratejinin iflasını kanıtladı. Hiç kimse abartılı bir beklenti içerisinde değil, aksine davanın devlet ve hükümetin bundan sonraki tavrını ortaya çıkartacağını biliyordu. Sohbet etme fırsatını bulduğum her Kürt’te aynı tespiti duydum diyebilirim: tutuklular serbest bırakılırsa barış iradesi, serbest bırakılmazlarsa savaş niyetleri ortaya çıkacak. Açıkcası Kürt halkının politik olgunluğu Fırat’ın batısından gelenleri de, yabancı delegasyonları da etkiledi.

Dava ile ilgili bir değerlendirmede bulunacak olursam: »KCK davası« bütünüyle siyasî bir dava ve hukusuzluk abidesi. Bence dava başlamadan, daha ilk gününde bunu kanıtladı. Dava ile Türkiye karar vericilerinin stratejisi de iflas etmiş oldu. Onca tutukluya rağmen ne BDP çöktü, ne de halk desteği bölündü. Referandumda ortaya konulan boykot tavrı, Kürt halkının iradesinin tutuklamalarla engellenemeyeceğini gösterdi. İkincisi, dava ilk dakikalarından itibaren uluslararası alana taşınan ve nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Türkiye karar vericilerinin dünya kamuoyu vicdanında yargılanacağı bir tarihsellik kazandı. Üçüncüsü, bu dava Avukat Meral Danış Beştaş’ın sözleriyle: »Kürtlerin, demokrasinin varolma, cumhuriyet iktidarının Kürtlerle paylaşılıp, paylaşılmayacağının davası« hâline geldi.

Böylesine bir ortamda bu davayı açanların veya açılmasına önayak olanların pişman olduğunu tahmin etmek yanlış olmayacaktır. Yapılmak istenen, yani Kürt halkının direnişini parçalama hedefinin tam tersi gerçekleşmiş, sadece Türkiye kamuoyu değil, aynı zamanda Türkiye’deki karar vericilerin en önemli müttefikleri olan ABD ve AB dahi bu aptalca adımı şaşkınlıkla izlemişler ve Kürt halkı bölünmek yerine, daha fazla kenetlenmiştir. Hukukun sadece görüntüden ibaret olduğu bu dava, Türkiye’nin yakın geleceğini belirleyen bir dava olarak, egemen politikanın başında sallanan bir »Demokles Kılıcı« hâline gelmiştir.

Bu açıdan bakıldığında, Başbakan Erdoğan’ın Kürt Sorunu bağlamında Pazar günü sarf ettiği son derece keskin açıklamayı tersinden okumak gerekmektedir. Erdoğan, deyim yerindeyse olası bir tahliye kararına karşı önceden »gardını« almış, milliyetçi bir çıkışla »ben istemiyorum, ama yargı bağımsızdır, kararını verir« sinyalini vermiştir. Dava, daha ilk tutuklamalarla birlikte hükümeti zora düşürdüğünden, olumsuz sonuçlanması çok daha kötü sonuçlara neden olacaktır. Bu nedenle hükümette »zararın neresinden dönülürse kârdır« anlayışının hakim olduğu kanaatindeyim.

Çünkü binlerce sayfa tutan iddianamenin yürürlükteki yasalar açısından dahi ciddiye alınabilecek bir yanı yok. Basit bir örnekle bunu anlatmaya çalışayım: tutuksuz yargılanan sanıklardan birisi, bir belediye çalışanı. Kendisine yöneltilen suç ise, 2008 yılında Rosa-Luxemburg-Vakfı ile Bağlar Belediyesi’nin gerçekleştirdiği bir etkinlik. Yasal bir etkinliğin, yasa dışı hâline getirilmesi, suç fiîlinden önce, »faillerin« tespit edilip, suç fiîlinin sonradan konstrüksiyonu, iddianameyi üzerine yazılı olduğu kâğıt kadar dahi değerli hâle getiremiyor.

Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen delegasyonlar, gerek adliye önünde, gerekse de mahkeme salonunda ve etrafında hukuksuzluğun ve keyfîyetin ne denli pervasızca sergilendiğine tanık oluyorlar. Parlamenterlerden bir tanesi, »bu dava, Türk hükümetinin bile bile kendi kalesine gol atacak kadar basiretsiz olduğunu gösteriyor, bunu kavrayacak akıllı bir politikacı dahi yok mu« diyerek, şaşkınlığını ifade ediyordu.

Almanya’dan gelen delegasyon ise, her fırsatta Kürt halkı ve kurumları ile olan dayanışmalarını sergilemekten kaçınmadılar. Bu sabah adliye önünde yapılan basın açıklamasında, tutukluların hemen serbest bırakılmasını talep eden parlamenterler ve diğer delegasyon üyeleri, »bugün ortaya çıkan durum, sadece Türkiye hükümetinin değil, aynı zamanda Avrupa hükümetlerinin de gerçek yüzünü ortaya çıkartmıştır. Türkiye ve Avrupa hükümetleri, Kürt Özgürlük Hareketinin halka dayanan bir hareket olduğu gerçeğini ve sorunun askerî yöntemlerle çözülemeyeceğini kabul etmelidirler. Nasıl Türkiye hükümetinin Kürtlere yönelik baskılarına karşı çıkıyorsak, aynı zamanda ROJ TV’ye karşı dava açan, Türkiye’ye silah satan Avrupa hükümetlerinin politikalarına da karşı çıkıyor, BDP, Kürt halkı ve Kürt kurumları ile dayanışma içinde olduğumuzu ilân ediyoruz. Tüm tutuklular salınmalı, barışıl çözüm için Abdullah Öcalan muhatap alınmalı, KCK ve ROJ TV davaları geriye alınmalı ve Kürt Sorunu’nun barışçıl ve demokratik çözümü için ciddiye alınacak adımlar atılmalıdır« açıklamasını yaptılar.

Diğer delegasyonlar da boş durmuyordu. »Herkese Özgürlük« sloganını dört dilde yansıtan bir pankart taşıyan İtalyan aktivistler, Avusturyalı, Britanyalı, İsviçreli parlamenterler, insan hakları aktivistleri ve çeşitli uluslararası kurum temsilcileri mahkeme binasında ve dışında, davanın kendisinin yargılandığını, kabul edilebilecek bir durum olmadığını açıklıyorlardı.

Aynı şekilde davayı izleyen Türkiye’nin önde gelen gazetecileri de, davanın siyasî olduğunu, davada Kürt halkının kendisinin yargılandığını, bu akıl almaz hatanın telafi edilmesi gerektiğini ve Kürtçe’nin yargılandığını köşelerine taşıyordular. Kısacası, hemen herkes Türkiye karar vericilerinin baltayı kendi bacaklarına indirdiği kanaatindeler.

Bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde duruşma devam ediyordu. Tutuklu ve tutuksuz yargılananlar, mahkemece kabul edilmemesine rağmen savunmalarını Kürtçe yapma konusundaki kararlılıklarını gösterdiler. Diyarbakır halkı ise, temsilcilerine sahip çıktıklarını ve çıkmaya devam edeceklerini. Burada görebildiğim kadarıyla sonuç olarak, bir halkı sanık hâline getiren bu siyasî dava, nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, egemen politikanın yenilgisini tescil edecektir. Halkın sahip çıktığı, halka dayanan bir hareketin rejiyi eline aldığı bu dava, tarihe bir utanç davası olarak not düşülecek. »Anadilde savunma hakkı« talebiyle birlikte bu dava, Kürtçe’nin ve Kürt kimliğinin tanınmasının artık reddedilemeyeceği bir yola girdiğini göstermektedir. Bu davada, her ne kadar bir halkı »sanık« durumuna getirilmişse de, tarih önünde asıl sanık sandalyesine oturan, egemen politika olacaktır.

Diyarbakır, Türkiye karar vericilerine önemli bir sorumluluk taşıdıklarını göstermektedir: Ya Kürtlere yasal – siyasî alanda kendi haklarını savunma olanağı tanınıp, barış iradesi gösterilecektir, ya da tüm ülkeyi kan gölüne dönüştürme potansiyeli taşıyan bir yola girilecektir. Her iki durumda devlet ve hükümet sorumluluk taşımaktadır. Her iki durumda etkilenecek olan tüm Türkiye’dir. Diyarbakır’ın gösterdiği politik olgunluğu, barış iradesini ve kararlılığı, »uzatılan bir barışma eli« olarak görüp, bunun gereğini yerine getirecek bir politikayı yaşama geçirmek, Türkiye’de yaşayan herkesin lehine olacaktır. Cengiz Çandar’ın dediği gibi, »dava siyasî, hukuk görüntüdür. Nasıl tutuklamalarda hukuk siyasete uydurulmuşsa, tahliyelerinde de hukuk siyasete uydurulur. Sonuç olarak çıkacak sonuç siyasîdir.« Top, artık devlet ve hükümet temsilcilerindedir.

19 Ekim 2010 Salı

BENİ BENDEN ALAN


Cirik Haci / FEZALi
Cirik.Haci@gmx.de

Beni benden alan nazlı dilbere
Bir sözüm var dinle beni sor hele
Bülbülün sevdası gonca güllere
Dön bakın onu bir kere gör hele

Sevdanın cephesi, aşkı yenilmez
Yaşanır ama gönülden silinmez
Selleri durmayan göller durulmaz
Aç gönlün ona halini sor hele

Fezalim der Hacim hayat yarası
Her goncanın gülün açma sırası
Hayat denen doğum ölüm arası
Uzat elin ona candan var hele

17 Ekim 2010 Pazar

ONUR YÜRÜKLÜ’ĞÜN ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN BİR İMZA DA SEN DE‏ VER!

ACİL EYLEM ÇAĞRISI!

Zorla Sınıdırışı derhal durdurulsun!
Onur Yürüklü Serbest bırakılsın!

Bir zorla sınırdışı saldırısı daha gündemde. Yaklaşık 7 ay önce Yunanistan üzerinden İsviçre’ye gelen ve burada iltica başvurusu yapan Onur Yürüklü 7 Ekim günü kaldığı kamptan gözaltına alınarak zorla sınırdışılar için yapılan hapishanede tutulmaktadır. Türkiye’de siyasi nedenlerden dolayı kesinleşmiş 3 yıl hapis cezası ve 20 yıla yakın hapis cezaları da Yargıtay’da bekletilen Onur Yürüklü İsviçre hükümeti tarafından Yunanistan’a iade edilmek isteniyor.

Şuan Cenevre hapishanesinde tutulan ve açlık grevinde olan Onur Yürüklü uluslar arası hukuk çiğnenerek zorla sınırdışı ediliyor.

Daha yakın dönemde Zürih’te Nijeryalı bir mülteci zorla sınırdışı edilirken polis tarafından katledilmişken, yine yeniden bir mülteci aynı yöntemlerle sınırdışı edilmek isteniyor. İnsan hakkının ihlali olan bu uygulama derhal durdurulmalıdır. Yunanistan’da bulunduğu süre içinde baskıyla karşı karşıya kalan Onur Yürüklü burada yetkililere verdiği ifadede iltica etmek istemediğini, İsviçre’ye gideceğini belirtmesine rağmen baskı ve hakaretlere maruz kalmıştır. İsviçre’de iltica başvurusunda bunları belirtmesine rağmen Yunanistan’a iade işlemi tam bir hukuksuzluktur. İnsan hakkının ihlalidir.

Avrupa ülkesi olarak sadece İsviçre’de başvuru kaydı bulunan Onur Yürüklü’nün yeniden Yunanistan’a verilmesi Uluslar arası Cenevre Sözleşmesine aykırıdır. İsviçre devleti bu uygulamadan derhal vazgeçmelidir. Onur Yürüklü derhal serbest bırakılmalı ve yasal bir güvenceye alınmalıdır.

Biz aşağıda imzası bulunan kurum ve kişiler olarak Onur Yürüklü serbest bırakılmasını talep ediyor, iltica yasal sürecinin devam etmesi ve bu hakkının tanınmasını istiyoruz..

ONUR YÜRÜKLÜ'GÜN ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN BİR İMZADA SEN DE VER!

İMZA İÇİN AŞAĞIDAKİ ADRESİ TIKLAYIN LÜTFEN

http://www.assmp.org/spip.php?article521#sp521

Les signataires : IGIF, MAISON POPULAIRE GENEVE et BERNE, CCA(Centre Culture Anatolienne), BEKSAM, ZEKM

Cenevre Halkevi
http://www.assmp.org/

------------------------------

APPEL À L’ACTION URGENTE ! Signez la pétition pour

libérer Monsieur ONUR YÜRÜKLÜ

http://www.assmp.org/spip.php?article521#sp521

AUX AUTORITÉS GENEVOIS, SUISSES, AUX DÉPUTES-ES DU PARLEMENT EUROPÉEN, DES ORGANISATIONS INTERNATIONALES, DES DÉFENSEURS DES DROITS DE L’HOMME ET AUX MÉDIAS.
APPEL À L’ACTION URGENTE
Arrêt immédiat de l’expulsion forcée !
Libérez Onur Yürüklü

Il y a une nouvelle expulsion forcée à l’ordre du jour.

Passé par la Grèce pour arriver en Suisse il y a 7 mois, Onur Yürüklü a été arrêté dans son centre d’accueil le 7 octobre pour être placé dans une prison destinée aux expulsions forcées. Les autorités helvétiques veulent renvoyer en Grèce Onur Yürüklü, condamné à 3 ans de prison ferme en Turquie pour des raisons politiques et en attente d’un jugement pour 20 ans supplémentaires pour d’autres dossiers.

Actuellement détenu en prison à Genève et en grève de la faim, Onur Yürüklü est en train de se faire expulsé en contradiction du droit international. Alors que récemment un demandeur d’asile nigérian à été assassiné par la police à Zurich lors de son expulsion par la force, de nouveau un demandeur d’asile est expulsé par la même méthode. Ce comportement contre les droits humains doit immédiatement cesser.

Onur Yürüklü a subi des pressions lors de son passage par la Grèce, il a été insulté par les autorités locales malgré le fait qu’il a affirmé qu’il ne voulait pas faire une demande d’asile et qu’il voulait partir vers la Suisse. Malgré les déclarations faites par les autorités helvétiques, son expulsion vers la Grèce la Grèce est illégale. C’est une violation des droits humains.

Le refoulement vers la Grèce de Onur Yürüklü, uniquement enregistré en Suisse, est contraire aux Conventions de Genève. La Suisse doit cesser immédiatement ces pratiques. Onur Yürüklü doit être libéré immédiatement et sa situation doit être garantie par la loi.

Nous les signataires, privés et publics, demandons la libération de Onur Yürüklü. Son processus de demande d’asile doit se poursuivre et nous voulons que ce droit lui soit accordé.

Les signataires : IGIF, MAISON POPULAIRE GENEVE et BERNE, CCA (Centre Culture Anatolienne), BEKSAM, ZEKM

Maison populaire de Genève
http://www.assmp.org/

16 Ekim 2010 Cumartesi

“Laz Aydınları Nereye Koşuyor?” veya “Başkası Olma, Kendin Ol” (*)



Ali İhsan Aksamaz
xvalamgeri@gmail.com

Lazlar, sınır bölgesi halkı olmalarının, her an el değiştirebilecek bir geçiş bölgesinde yaşamalarının bedelini kuşkusuz binlerce yıldan beri ödedi. En son olarak, Türkiye’nin Sovyetler Birliğiyle olan kuzey sınırı, “Soğuk Savaş Dönemi”nde NATO ve VARŞOVA paktlarının sınırlarından birini oluşturmakla kalmıyor, bir yarısı Türkiye’de diğer bir yarısı Sovyetler Birliğinde kalan Sarp(i) köyünde yaşayan Lazları da ikiye bölüyordu.

Lazlar, yeni sınırların sebep olduğu insanî, kültürel, dilsel, ekonomik vb. acı ve diğer olumsuzluklara katlanmakla, yöreden toplu göçler yaşamakla kalmamış, bir de yaşadıkları coğrafyalarda kendilerine yönelik resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin uzun süreli beyin yıkamalarına maruz kalmışlardır.

Günümüzde geçmişe yönelik olarak akıllar bulanık olsa bile, 20. yüzyılda Lazlar da toplumsal mücadelede önemli adımlar attı. İlk akla geliveren; Rusya’da Çarlık otokrasisine karşı Bolşevikleri destekmiş ve Büyük Ekim Devrimine de katılmış olmalarıdır. 14 Temmuz 1919'da TKF’nin kurucu komitesini Mustafa Suphi, Maksut Ekşi, Ali Rıza Keskin, Mustafa Börklüce, Murat Sarı ve Kadir Erzurumlu ile birlikte oluşturan Osman Topçuoğlu, Rize/ Pazar kökenli Laz bir Bolşevik’ti. Osman Topçuoğlu, yoldaşları ile birlikte Anadolu ve İstanbul’u karış karış dolaşmış, buralarda faaliyet gösteren çeşitli sosyalist gruplar, sendikalar ve öncü işçilerle bağlantı kurmuş, örgütlenme çalışmalarına başlamıştır. Bütün bunların sonucunda, 10 Eylül 1920’de yetmişbeş delegenin katılımı ve sosyalist grupların da bir çatı altında toplandığı 1. Kongreyle, “Komünist Enternasyonal” tarafından da tanınmış olarak ve “kendi Kızıl Ordususuyla” TKF kurulmuştu. Bu hareketin Kırım’da yayınlanan “Yeni Dünya” adlı yayın organı ise, Laz kayıkçılar tarafından Anadolu’ya taşınıyordu.

Lazların, küçük kayıklarla yaptıkları denizcilik faaliyetleri, Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı sırasında oldukça önemli bir yere sahiptir. Büyük miktarda silah ve mühimmat, Batumi'den Samsun'a Laz takalarıyla getirildi. Sovyetler Birliği Önderliği, Anadolu’da emperyalistlere körü körüne boyun eğecek bir yönetim ve anlayışın hakim olması ihtimalinden çok fazla tedirginlik duyuyordu. Bu sebeple de, Ankara ile dostluk ilişkilerine katkı sağlayabilecek her olay, olgu ve sürece sıcak baktı; destekledi. Ankara’yı İngiliz Emperyalizmin safına yaklaştırabilecek her olay, olgu ve sürece ise, kaynağı ne olursa olsun, gücü yettiğince engel olmaya çalıştı; güney sınırlarını güvence altına almak istiyordu. O dönemde, Doğu Karadeniz’de Lazlar arasında da ciddi bir örgütlülüğü olan TKF’nin de aynı çizgide hareket ettiğini akıldan uzak tutmamak gerekir.

Sovyetler Birliği önderliğinin Türkiye ile dostane ilişkiler geliştirmek istemesi, Ankara yönetimine yönelik politikalarına yansımakla kalmamış, TKF’ye yönelik politikalarını da gözden geçirmesine yol açmıştır. TKF’nin tarihi, Lazların yakın tarihlerine ilişkin birçok bilinmezi de içinde barındırır. TKF önderliğinin katledilmesinden sonra ortaya çıkan “sisli bir alan” içinde hem TKF ve hem de Lazların TKF içindeki yerleri unutturulmaya çalışılmıştır. TKF, dönüşmüş ve yerel yeraltı kadroları da işte böylece evrilmiş ve ebedi bir “uykuya dalmıştı”!

İskender T’sitaşi, Xasan Helimişi ve parti disiplini içinde illegalite şartlarında Doğu Karadeniz’de Lazlar arasında çalışan diğer Komünist Laz kadroların TKF içindeki yeri neydi? Xasan Helimişi, TKF’den ayrı, tek başına romantik bir şair mi?! Mç’ita Murun3xi adlı Lazca gazete, Lazlar arasında ne gibi bir etkiye sahipti?

İstanbul’dan Anadolu’ya silâh ve cephane ile personel kaçırılmasında da Lazların kan ve teri vardır. Lazların Kurtuluş Savaşı’na her cephede verdiği anlamlı destek, Arhaveli İsmail’in şahsında Nazım Hikmet tarafından daha sonra destanlaştırılmıştır. Sovyetler Birliği Lazları da, Hitler Faşizmine karşı şehitler verdiler.

İş Kanununun olmadığı, çalışma saatlerinin oniki saati aştığı, tatil gününün olmadığı, kadınların doğum izni haklarının, geçim endeksinin olmadığı, sendikanın adının anılamadığı 1929 yılında, İzmir’de kurulu olan İngiliz-Amerikan ortaklığı Glen Tobacco’da “Sendika Kadınlar Komitesi”ni örgütleyerek emek tarihinin en anlamlı sayfalarından birini yazan öncü kadın emekçilerden birisi olan Laz Safiye Topçuoğlu’nu hatırlamamak mümkün mü?!

Türkiye Lazlarının kendi tarihlerini, geleceklerini ve akrabaları ve komşularıyla geçmişte ve günümüzdeki ilişkilerini sorgulayan makaleleri kaleme almaya başlamaları çok yenidir. Lazca üzerine ve Lazca yazmaları da yenidir. Ogni Kültür Dergisi’nin ancak altı sayı sürebilen yayın hayatına Kasım 1993’de başlamasıyla birlikte; Lazlar entelektüel anlamda da olsa, birçok alandaki kolektif bilinç kaybına rağmen, el yordamıyla gelecekleriyle bugünlerini birleştirecek olan geçmişleriyle yeniden köprüler oluşturmanın yollarını arama ihtiyacı duymaya başladılar.

Emek mücadelesine ışık tutacak ve destek sunacak makaleler bakımından yetersiz kalmasına ve diğer eksikliklerine rağmen; Ogni Kültür Dergisi, Lazların entelektüel düzeyde yeniden ciddiye alınmalarında ve hesaba katılmalarında birçok çevre ve alanda etkili olmuştur. Zuğaşi Berepe, Birol Topaloğlu ve Kazım Koyuncu’nun tanınır hale gelmelerinde, Ogni Kültür Dergisi’nin payı büyüktür.

Sovyetler Birliğinin çöküşü ve “Soğuk Savaş”ın bitişine kadar, bilen biliyordu ama “Laz” adı çoğunlukla “Karadenizli” yerine kullanıldı. “Lazca” ise, yine çoğunlukla “Türkçenin Doğu Karadeniz şivesi” diye bilindi. Laz, en fazla komik fıkraların aktörüydü. Bir de halk arasında Lazlar kim, diye sorulduğunda “Pontus Krallığı” işaret edildi bilmeden. Ogni Kültür Dergisi’yle başlayan yeni dönemde, Lazların Doğu Karadeniz ve Güney Kafkasya’nın yerli halkı olduğu ve Lazcanın da Megrelceyle kardeş dil olduğu anlaşıldı. Resmî ideoloji ve tarih tezleri büyük ölçüde başarılı olmuştu, ancak Lazca hâlâ yaşıyordu ve gelecek kuşaklara geliştirilerek aktarılması bir görev olarak bu halkın içinden çıkan insanların ilgi ve desteğini bekliyordu. Ogni Kültür Dergisi’nin yayınlanması, yöreye ilişkin resmî ideoloji ve tarih tezlerine ciddi bir meydan okumaydı.

Resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri, Türkiye’nin yerel dil ve kültürlerinin yaşatılması, geliştirilmesi ve kurumsal olarak gelecek kuşaklara aktarılmasını engellemekle kalmadı, bu dilsel ve kültürel farklılıkların geliştirilip yaşatılmasına yönelik geçmişte edinilmiş bilgi, tecrübe ve mücadele birikiminin ortaya çıkmaması ve sahiplenilmemesi için kolektif bir hafıza kaybına sebep oldu; korkular oluşturdu. Günümüzde bu dilsel ve kültürel zenginlikler yok olma noktasına geldi.

“Sağ”ın her zaman resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerini savunduğunu biliyoruz. “Sol” ise, eskiden, somut öneri ve projeler yerine, “Milliyetler Meselesi”nin “Sovyet deneyiminde olduğu gibi, devrim ile çözümleneceğini” savunurdu. Sovyetler Birliği çözüldüğünde görüldü ki, bu sorun orada da çözülememiş! Bunun da ötesinde “Sol” da pratikte, tıpkı “Sağ” gibi, CHP’nin tek parti yönetiminin şekillendirdiği resmî ideoloji ve tarih tezlerinin pekiştirilmesinden öte bir davranış sergileyemedi. Özetle; “Milliyetler Meselesi” sahipsiz ve emperyalist- kapitalizmin kullanımına oldukça da açık olduğu için, tehlikeli bir konudur.

“Milliyetler Sorunu”na, emperyalist-kapitalizme karşı farklı halkların birliği ve mücadelesine katkı sağlayacak bir anlayışla bakılır, bu yolla çözüm yolları aranırsa, bu sorun çözüm yoluna girebilecektir. Değilse; bugüne kadar olduğu gibi, Abhazya örneğinde de somut olarak yaşadığımız üzere, konu emperyalist- kapitalizmin elinde önemli bir enstrüman olarak halkların boğazlaşmasına yol açacaktır.

Bu çalışmada; geçmişte dili ve kültürü yok sayılan, emek mücadelesindeki yeri unutturulan, asimile edilmeye çalışılan ve günümüzde ise, emperyalist- kapitalizmine hizmet ettiği aşikâr çeşitli resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle bir yerlere eklemlendirilmeye çalışılan Lazların durumuna ve onları bekleyen tehlikelere dikkat çekmek istedim. Ancak; resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri yalnızca Lazlara yönelik çalışmamaktadır. Kafkasya ve Doğu Karadeniz’in Gürcüleri, Abhaz-Abazaları, Megrelleri, Svanları, Çerkesleri, Pontusluları, Hemşinlileri, Çeçenleri, Ermenileri ve Müslüman veya Hıristiyan bütün halklar da aynı tehlikelerle karşı karşıyadır. Unutmayalım; bu konu, ülke ve bölgemizin çözümlenememiş “Milliyetler Sorunu”nun günümüze yansımasından başka bir şey değildir.

Dünya, “Soğuk Savaş Yılları”nın dünyası değildir. O dönemin, üzerinde uzlaşılmış saflaşma ve yapıları artık çatırdamaktadır. Dünyada ve yaşadığımız ülke ve bölgede her alan ve her anlamda köklü değişiklikler yaşanmaktadır. Ulaşım ve iletişim zor ve tehlikeli olmaktan çıkmıştır. Ufukta enerji, su kaynakları ve ham madde kaynaklarını ve aktarma yollarını sağlamlaştırmaya ve güvenliğini sağlamaya yönelik yeni saflaşmalar, ittifaklar ve çatışmalar görünmektedir. Konuya Türkiye’deki Kafkasyalılar açısından bakarsak; emperyalist - kapitalizmin ne anlama geldiğini bilmeyen, geçmiş bilinci olmayan ve geçmişle arasında sağlam köprüler oluşturması gerektiğini aklına bile getiremeyen; bu günü analiz edemeyen ve dostunu ve düşmanını tanımayan ve geleceğe ilişkin öngörüleri olmayan; program, plan ve projesi bulunmaksızın dar bir grubun adını duyurmak, fiyaka yapmak, nemalanmak ve benzerlerine üstünlük sağlamak için atılan her adım başarısız kalmakla, mücadele ruhunu zayıflatmakla, insanları saf değiştirmeye itmekle kalmayacak, yeni ve yeniden etnik boğazlaşmaların da tohumlarını atmış olacaktır.

Aynı ülkeye yurttaşlık bağıyla bağlı Kürt, Gürcü, Ermeni, Abhaz-Abaza, Çerkes, Pontuslu, Hemşinli, Çeçen, Laz vd. aydınlar öncelikle kendilerini geleceğe taşıyacak dilsel ve kültürel varlıklarını yaşatmanın, geliştirmenin ve kurumsal olarak gelecek kuşaklara aktarmanın, birlikte üretme ve paylaşmanın yollarını hep beraber aramalıdır. Hem Türkiye’de emperyalistlerin kışkırtacağı etnik boğazlaşmaların önüne geçmek ve kendi varlıklarını geleceğe taşımanın yollarını açmak ve hem de Kafkasya’daki muhtemel olumsuz gelişmelere yönelik bir nebze olsun olumlu bir örnek oluşturmak ve kendilerinin de söyleyebilecekleri olduğunu göstermek için ortak bir paydada buluşmalıdırlar.

(26 III 2010)

(*) “Doğu Karadeniz’de Resmi İdeolojiler Kuşatması” adlı kitabın ikinci baskıya önsözünden.

14 Ekim 2010 Perşembe

KILIK KIYAFET HAKKINDA



Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


Bu mevzuda değil yazmayı hatta düşünmeyi dahi abes buluyor, akla ziyan addetmeme rağmen, gene de fikirlerimi duyurmağa çalışacağım.

Şu son senelerde Türban hakkında yazıp, çizilenlere, televizyonlardaki tarıtışmalara, hatta mitinglerde sarfedilen sözlere bakarak ne kadar lüzumsuz enerji kaybolduğunu üzülerek ifade etmem icap ediyor. Bu zamanı ve enerjiyi çok mühim olduğuna inandığım Kürt sorununa harcasalardı belki barış yönünde mesafe kaydedilirdi.

Türban taşıyanlara sorduğunuzda ‘’ İnancım gereği’’ diye cevap veriyorlar. İnancınızın gereği derken inancınızın maksadı ne olabilirdi ki diye hiç sordunuz mu? Benim duyduğum ‘’Güya Türban taşıyanların cennete gideceğidir.’’. Yani taşımayanlar cehennemlik olacaklarmış. Vatandaş bir tarafta dini korkular, diğer taraftan devletin baskısı , aslında kılık kıyafeti belirleyen MODA diktatörlerinin emirleri dışında özgür davranamamaktadırlar. Dünya da erkek-kadın eşitliği skalasında , 136 devlet arasında bizim 124 üncü sırada yer almamız kadınlarımızın hür davranış alanlarının ne derecede dar olduğunu kabul etmeliyiz. Bu durumdan kadınlarımız mı , yoksa erkek hiyerarşisi mi sorumludur?

Kendi yaşamımda giyimim hangi sebeplerle değişime uğradı ?

İlkokula gidinceye kadar entari giyerdirm, kız çocukları gibi. İlkokulda yerli malından bir önlüğümüz ve birde kısa pantolumuz vardı. Orta okula başlayacağım gün yataktan kalkmadım. Çünkü arkadaşlarım gibi uzun pantolonum yoktu. Annem elime bir kumaş sıkıştırdı ve onu terziye götürüp uzun pantolon diktirmemi söyledi. Lise son sınıfta iken gençlerin bir giyim modası vardı. İngiliz generali Montgomerry’nin (Şimdi Mont dedikleri) bir giyimi vardı, onun benzerini terzide diktirmiştik.

İngiltereye geldiğimde onların evrensel bir giyim kültürleri olduğunu gördüm. Bir balıkçının evindeki bir odada kalıyordum. Onların yerine ve zamana göre giyimleri olduğunu tesbit ettim. Şöyleki: Akşam dans edecekleri bir restorana giderken eşi uzun bir tualet giyiyor. Konsere gittiklerinde kravatlı, resmi bir kıyafet, plaja gittiklerinde mayo, kriket, yahut tenis oynamaya gittiklerinde spor kiyafetleri kullanıyorlardı.

Bugün artık bayanlar Moda dzayıncılarının esiri . Çinde bir zamanlar ”MAO LOOK” giyim erkek ve kadın içinde zorunlu idi. Uzakşark ve Hindistan’daki kadınların Sarilere bürünmüş, Arapların çarşaflı, Avrupalıların MİNİ yahut MAXİ kıyafetleri zamana göre değişiyor. Brazilya ’da çıplak yaşayanların bulunduğu bir köye götürmüşlerdi. Kanada’ da eskimo, Denver’ de Kızılderililerin kıyafetlerini görmüş, Toronto’ daki bir meslektaşım o zamanlar Avrupada pek moda olmamış Bluejean kıyafeti çocuklarıma hediye etmişti.

Kürt kadınlarının da giyimlerinde ki hususiyet şöyle idi. Genç kızların saçları açık, nişanlı olanların başları beyaz bir tülbentle kapalı, evli kadınlar ise ilaveten PUŞU taşırlardı. Baş bağlama tarzına göre onların nişanlı mı, evli mi olduğunu tayin etmeniz mümkündü.

Bu Türban ise güya şehirleşmiş, modernleşmiş genç kızların dini inançlarına izafeten başlarını, daha doğrusu saçlarını örtme biçimi olduğu söyleniyor. Bense Türban takanların samimiyetlerine pek inanamıyorum. Bluejeanli , yüzleri makyajlı bayanların Türbanları bana pek inandırıcı gelmiyor. Asırlardır islami memleketlerde böye bir baş sarması yoktru. Onların inançlarını sorgulamak gerekmez mi?

Osmanlı padişahlarının kavukları, sonraları FES, daha sonra Atatürk’ün Şapka kanunu gösteriyor ki zamana göre bu giyim tarzı devamlı transformasyon gösteriyor. Dünyanın çeşitli memleketlerinde, çeşitli zamanlarda insanlar değişik kiyafetler giyiyorlar. Giyim tarzı ile kendilerine değer biçenlerde var. Almanların bir sözü var. ‘’Kleider machen Leute’’. Hani Nasrettim Hoca’nın ‘’Ye kürküm ye !’’ fıkrası gibi.

Bugün Türkiye’deki giyim tarzına göre insanların maddi durumlarına, yahutta eğitilme durumlarına göre kategorize etmek mümkün. Köylü kadınlar şalvarlı, el örmesi uzun hırkalı, orta direktekiler ,yani memurlar, emekliler v.s. yerli mamulatı, yahut marka takliti giyimli, üst tabaka ise avrupa marka giyimleri olanlar.

Kongrelerde tanıştığım hakiki ilim adamları ise hımbılca giyimler içindedir. Onlar giyimleri ile değilde şahsiyetleri, ilmi kaliteleri ile insanın değerlendireceğine inanırlar. Bir orkestra idare eden belki frak

I ile sahneye çıkar fakat evinde kord pantalonu ve kazağı ile dolaşır.

Her dekolte giyinen kadının exibinist olduğunu söylemek mümkün değil. Ayrıca giyimine titiz nice devlet adamı vardır. Atatürk’te bunlardan biri idi.

Zabitlerimizin merasimlerde hala kılıç kuşanmalarını, generallerin de beyaz eldiven giymeleri bana acaib geliyor.

Görüyorsunuz ki dünyanın her tarafında , zaman zaman , yerine göre değişik kıyafetler kullanılmaktadır. TÜRBAN’ a bukadar zaman ve enerji harcanmasını , kusura bakılmasın cahilce buluyorum. Kadınlarımızın kıyafetlerine bukadar karışmayalım, onlara da giyim kuşamlarında özgürlüğü çok görmeyelim.

Antalya. 12.10.10

12 Ekim 2010 Salı

Sorry... Emir Kusturica‏



Gün Zileli
zileligun@hotmail.com


Hemen baştan bu yazıyı yazma nedenimi belirteyim. Manevi linçten hiç hoşlanmam. Manevi lincin bir parçası olan kitlesel yargılamalardan da öyle. Hele bu yargılamanın yargıcı bir bakan falansa hiç ama hiç.

Antalya’daki Altın Portakal Festivalinin Uluslararası Filmler Jüri Başkanı olarak Türkiye’ye çağrılan film yönetmeni Emir Kusturica, Kültür Bakanının da kitlesel yargılamaya katılması üzerine bu görevini yerine getiremeden ülkeden ayrılmak zorunda kaldı.
Önce bir grup yönetmen ve film ekibi, Bosnalılar adına bir protestoda bulunarak festivalden çekildiklerini açıkladılar. Daha sonra bir grup, festivalin açılışında bir gösteri düzenleyerek Kusturica’yı protesto etti. Son olarak, Kültür Bakanı da bu protestolar paralelinde bir açıklamada bulunarak Kusturica’yı kınadı.

Protestoların ana teması şuydu: Esasen bir Bosnalı olan Emir Kusturica, daha önce yaptığı açıklamalarla Bosna katliamını önemsiz göstermiş ve Sırpları destekleyen bir tutum almıştı. Yani, öyle anlaşılıyor ki, Kusturica, esasen Bosnalı değil de Sırp olsaydı, bu tür açıklamalar yapması fazla sorun olmayacaktı. Vay haline “aslını inkâr” edenin!

Bu “aslını inkâr” meselesi çok kafa bulandırıcı bir şeydir. Ne demektir insanın “aslı”. Bırakın milliyetlere ve dinlere ait olmayı, insanlığa ait olmak bile tartışmalı bir konudur. Mesela biri, “aslı”nın insan da değil, memeliler olduğunu ileri sürebilir. Bu “aslı” meselesi tek hücrelilere, hatta evrendeki bütün varlıklara ait olmaya kadar gidebilir.

Ben, Emir Kusturika’dan, Can Dündar’la NTV’de yapılan röportajında böyle sofistike bir cevap vermesini beklerdim. Bunu yapmadı. Tersine, Bosnalıların da köken olarak dört yüz yıl öncesinde Sırp olduklarını söyledi. Bosnalıların, sonradan, Osmanlı İmparatorluğu’nun işgali döneminde Müslümanlığı kabul etmiş Sırplar olduğu anlamına gelecek şeyler söyledi ki, bu hiç de yanlış değildi. Evet ama beş yüz yıl önceki Sırpların aslında Slav, bin yıl önceki Slavların da

Avarlar olduğunu ileri sürmek pekâlâ mümkündür. Bu böylece gider ve en sonunda tek bir “ırk”a, insan ırkına varılır. Burada da durmaz. İnsanın da memelilerin bir kolu olduğuyla devam eder gider. Dolayısıyla bu aidiyet meselesinin içinden çıkmak mümkün değildir.

Emir Kusturica bunu yapmadı, kendi tercihidir, bir şey diyemem. Demek kendini öyle hissetmiş, Sırp olarak tanımlıyor. O güzel filmleri yapan yöneticiden çok daha geniş bir bakış beklesek de bu tutumuna saygı göstermek zorundayız.

Kusturica, yine Can Dündar’a verdiği cevaplarda, Bosna katliamının abartıldığını söyledi. “Hani nerede toplu mezarlar, göstersinler” dedi. Bu konuda da kendisiyle tartışılabilir. Onunla aynı kanıda değilim. Bosna’da büyük bir katliam, kitle kıyımı olduğu bir gerçektir. Diyelim ki, rakamlar abartılmış olsun, bu, kitle kıyımının gerçekliğini ortadan kaldırmaz ki. Nasıl, İttihat Terakki dönemindeki 1915 Ermeni kıyımı konusunda bazı unsurların rakamları abartması, bu kıyımın gerçekliğini ortadan kaldırmıyorsa. Ya da Stalin’in büyük katliamları hakkında ancak tahmini rakamlar verilip, zaman zaman bu rakamların abartma sınırına dayanması, Stalin’in kitle katliamının gerçekliğini tartışma konusu yapmıyorsa (gerçi onu da yapmaya kalkışanlar var ama). Nasıl, Yahudi katliamı konusundaki abartmalar, Hitler’in katliamlarından kuşkuya düşmemize yol açmıyorsa.

Evet ama sonuç olarak, bu da bir görüştür. Tartışırsınız, karşı argümanlar getirirsiniz. Böyle yapmak varken bir sanatçıyı topa tutmak ne menem bir iştir Allah aşkına. Üstelik “dinime küfreden bari Müslüman olsa” derler insana. Bakanımız (bakıyor mu bakmıyor mu, yoksa bakan kör müdür, o da belli değil ya, hele Tophane saldırısından sonra hem mağdurlara hem de saldırganlara şeker dağıtırken gözlerinde epey bir sorun olduğunu düşünmekten kendimi alamamıştım) bugüne kadar kendi yakınlarında olan hangi toplu kıyımları kınamış ki, bunu başkalarından bekliyor. Kürtlere yapılan kıyımları kınadığına hiç tanık olmadım. Ya Ermeni katliamı? Bakanlığını yaptığı Cumhuriyet devleti bu katliamı hâlâ inkâr etmekte. Böyle bir devletin bakanlığını yapmak onu rahatsız etmiyor mu? Ediyorsa neden bir şeyler söylemiyor bu konuda. Bu durumda “aleme verir talkımı kendi yutar salkımı” desek çok mu ileri gitmiş oluruz.

Üstelik konukseverlik diye bir şey vardır. Konuğa nezaket göstermek diye bir şey vardır. Bir kültürel faaliyet yapılıyor. Bir sanatçı, davet üzerine kalkıp geliyor bu kültürel faaliyete katılmak için. Diğer protestoculara fazla bir şey demiyorum. Protesto haklarıdır ama üstelik tam da bu konuyla ilgili Kültürle görevli Bakan kalkıp, o sanatçıyı hedef alan sözler ederse bu en azından saygısızlıktır ve konukseverliğe sığmaz. Bu, evinize konuk olarak gelen bir insana açıktan açığa hakaret etmekten pek de farklı bir şey değildir. O konuk, siz istediğiniz kadar haklı olun, eğer o evi terk edip giderse hiç şaşırmamak gerekir. Ey politika, sen nelere kadirsin!

Emir Kusturica’yı manevi olarak linç edenlere bir öneri: Sizin yerinizde olsam, yemez içmez, oturup Emir Kusturica’nın bütün filmlerini art arda izlerdim. Goran Bregoviç’in müziğini yaptığı o harika Çingeneler Zamanı’nı örneğin. Sonra, Stalinist terörün bir benzerinin, 1950’li yılların başlarında, Stalinistlere ya da Tito’nin anti-Stalinist kampanyasına katılmayanlara karşı nasıl uygulandığını anlatan Babam İş Gezisinde’yi. “Sosyalist” bürokrasiyle esaslı bir şekilde dalga geçen Underground’u. O zaman göreceksiniz ki, Emir Kusturica’nın sanatı, onun Bosna katliamını önemsizleştiren sözlerinden çok daha önemlidir. Ve o zaman göreceksiniz ki, onun filmleri ve müziği, bütün Balkan halkları gibi, Bosnalıların da acılarını anlatmaktadır. O zaman belki anlayacaksınız, bu sanatın sizin verdiğinizden çok daha büyük destek verdiğini Bosnalılara, hepinize, hepimize.

Sorry… Emir Kusturica.

8 Ekim 2010 Cuma

BİZİM VİCDANİ

Âşık Vicdani


Haci Cirik / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Bir haber geldi şu gurbet elinden
Duyun hakka ermiş bizim Vicdani
Belalar başında zalim dilinden
Duyun hakka ermiş bizim Vicdani

Kaşanlı köyünde yurdu yuvası
Zulüm eden rejim onun belası
Hasret yaktı özün hicran yarası
Duyun hakka ermiş bizim Vicdani

Doymadı vatana topraga hasret
Fezalim der hacim bitmedi bu dert
Ömür boyu mücadele ha gayret
Duyun hakka ermiş bizim Vicdani