29 Ağustos 2011 Pazartesi

İF I were an AKİL MEN!..





Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

İF I were an AKİL MEN (Keşki bir Akil adam olsaydım)

ANATEVKA ( Damda ki Kemancı ) müzikali çarlık Rusya’sında göçe tabi tutulan bir köylü sütçü ailenin hikayesidir. Onu seyrederken Kürt halkına yapılan mezalimi hatırlamamak mümkün değil. Keşki bir Kürt bestekarı da bu derece etkili bir esere imzasını atsa. If I were a Richman ( Keşki zengin bir kimse olsaydım) türküsünü ‘’Keşki ben bir AKİL adam olsaydım) ‘a aranje ettim. O zaman Kürt sorununa yararlı tavsiyelerde bulunurdum.
Benim böylesi bir konuma talip olmamın haklı gerekçeleri var mı? İzah etmem lazım.

1. 50 yıldan beri batıda yaşayıp ilim adamı hüviyetini kazanmış ,yaşım itibariyle de 80’ ni ni aşmış , Kürt sorununa kafa yorup 100 den fazla makale neşretmiş bir kimseyim.

2. Siyasete hiç karışmadım, fakat Türkiye’nin siyasi tarihini etkileyici bir aileden geliyorum. Şöyle ki: Aile büyüğümüz Haci Bedir ağa geçen asrın başında Türkiye’de ki en büyük aşiretlerden RİŞVAN aşiretinin başında idi. Şarktaki aşiret kavgalarının son bulması için girişimlerde bulunmuş ve bu vesile ile Meclisi Mebusan’ının takdirnamesine mazhar olmuştu. Müteakiben URFA ve Gaziantep’in Fransızlardan kurtarılmasında 500 atlısı ile müdahil olmuş, Ali GALİP hadisesinde de basiretli davranışı ile Kurtuluş savaşı mücahitlerinden sayılmış ve hem cephe de , hem de meclisteki faaliyetlerinden dolayıda ancak yedi kişiye nasip olan İstiklal madalyası ile BMM tarafından ödüllendirilmiştir.

3. Daha sonra bizim ailenin beş mensubu da TBMM de hizmet vermiştir. Bunlar sırasıyla:

a. Hüseyin Fırat .İçel Mebusu. 1950-1960
b. Sırrı Turanlı. Adıyaman Mebusu. 1957-1960, Adıyaman senatörü. 1964-1972
c. Ali Turanlı. Adıyaman Mebusu. 1964-1972
d. Dengir Mir Mehmet Fırat. Adıyaman-Mersin-Adana Milletvekili.1997-2011
e. Sırrı Özbek. Adıyaman, İstanbul milletvekili

4. 5 lisan bildiğim için her sabah internetten iç ve dış basını, yorumları, icmalleri takip etmek imkanım olmakta , mesleğim icabı da her sınıftan vatandaşla, yerli ve yabancı siyasiler, sanatkârlar, ilim adamları ile görüş alışverişinde bulunmak la geniş bir horizona sahip olmam imkanı doğmaktadır.

5. 100 e yakın Kürt mevzuun da çeşitli dillerde yayınlanmış kitap kütüphanemde mevcuttur ve senelerdir bu mevzudaki yayınları incelemek imkanım olmuştur.

Evvela bir durum tespiti yapmak istiyorum.

İsmail Beşikçi’nin ‘’ CHF ‘nin Kürt sorunu’’ adlı kitabın da , sayfa 91 de Şevket Süreyya’nın ‘’ Dersim’’ kitabından bahisle Osmanlı devrinde Kürtlerin durumunu şöyle anlatıyor.

‘’ Eski Osmanlı vesikalarına göre Van ve Diyarbekir vilayetlerinde 24 ‘’ Osmanlı sancağı’’, 12 ‘’ Ekrat Beyliği ( Ekrat sözü Kürt sözünün çoğulu olarak kullanılmaktadır) ve ‘’ Mefruzukalem hükümet’’ ( Kürt hükümeti) vardır. Sancak , devlet idaresine bağlı olan yerlerdir. Ekrat beyliklerine devletin görünürde bir müdahalesi vardır. Fakat Kürt hükümetleri ne varidatına, nede idaresine , devletin müdahalesi olmayan, müstakil, fakat iptidai derebeyi hükümetlerdir. Bu vesikalara göre , mesela , Palu bir hükümettir., Bitlis bir hükümettir. Bu hükümet reislerinin istiklal alameti olan ‘’Bayrak’’ vardır. Kendilerine zaman zaman name ve ferman yazılır.

Bu manzaranın manası, ‘’ Van ve Diyarbekir eyaletleri, eski Osmanlı İmparatorluğunca hiçbir zaman tam teshir olunmamış ( zaptolunmamış ) demektir. İşte Osmanlı İmparatorluğu zamanında zaptedilleşemeyen bu bölgeyi zapt etmek görevini tarih Kemalist Cumhuriyete vermiştir. Bölgeyi tam anlamıyla zapt edip işgal ve ilhak etmek, Türk devletinin bünyesine katmak , Kemalist inkılabın en büyük görevidir. Kemalistler, Kürtlerin yaşadığı alanı zapt edip Kürt ulusunu boyunduruk altına almayı ve esir etmeyi temel görevleri arasında sayıyorlar. Kürdistan dört parçaya ayrılmış ve her bir parçası ayrı ayrı devletler tarafından işgal edilmişti. İngiliz ve Fransız emperyalistlerle askeri eylemleri müştereken sürdüren Kemalistler, artık kendi paylarına düşen Kürdistan üzerinde daha etkin olabiliyorlardı.

KSENOPHON’un ANABASİS (Onbinlerin dönüşü ) eseri 2500 sene önce kaleme alınmış ve İskenderin ordusunun Kürt bölgesinden geçerken ne denli güçlükle karşılaştığını anlatmıştır.

Osmanlı devrinde Kürtlerin otonom beylikleri olduğunu biliyoruz. Cumhuriyet devrinde Kemalist rejimin kaçıncı Kürt isyanına sebep olduğunu bilmek için siyaset adamı olmağı gerektirmez. Bunların sonuncusu da PKK başkaldırısıdır.

Şimdiye kadar yapılan hatalardan bahsederken çözüm çarelerini de anlatmış olacağım.

1. PKK lı gençler TERÖRİST değil. Onlar aslında birer GERİLLA yani özgürlük savaşçısıdır. Fakat davranışları terörist’çedir. Bu mühim farkı tespit ettikten sonra problemin çözüm yöntemi de ona göre değişik olur. Kürt gençlerinin istedikleri nelerdir? Kürt açılımını da ona göre güncelleştirmek gerekir.

A) Kürdistan kelimesinden korkulması absürt. Nerede bir halk yoğun yaşıyorsa o bölge ona göre isimlendirilir. Bölünmeğe ilk adım olarak algılanıyor şovenistlerce. Daha gülüncü’’ o bölgede Türkler de, Araplar da yaşıyor deniyor. Nasıl olurda sırf Kürtler yaşıyormuş gibi Kürdistan ismi veriliyor. Peki Türkiye’nin geri kalan bölümünde de 10 milyon Kürt yaşıyor, nasıl olurda Türkiye deniyor. Şovenistlerin itirazları öylesine gülünç oluyor ki beni mizah yazarı olmağa heveslendiriyor.

B) Maarifte ki müfredatta Kürt tarihi, müziği, sanatı, Edebiyatı asimilasyon politikası sayesinde yok sayılmış.

C) Keza Kürt alfabesinde ki XQW gibi harfler hala Kürtçe tekstlerde kullanmak yasak. Diğer yabancı dillerde kullanılırken yasak yok. Bu durum da gülünç. Zira harfler mi yasak yoksa Kürtçe mi hala yasaklı?

D) Kürtlerin % 50 si Kürtçe bilmiyorsa, bu durum Asimilasyon politikasının neticesidir. Acilen Kürtçenin seçmeli ders olarak okullarda öğretilmesi gerekir.

E) Kürtçe yer isimlerinin aslına rücu değiştirilmesi gerekir.

F) Vatandaşlık tarifinin de değiştirilmesi, Türkiye de yaşayan her vatandaşın Türkiye vatandaşı olduğu kabul görmeli. Vatandaşların hepsinin TÜRK olduğu tarifi Türk olmayanları öfkelendiriyor.

G) Kürt kadınlarının % 50 si Analfabet. Türkçe bilmiyor. Kürtlük kimliğinin son senelerde kadınlarca da bilinçlendiğine göre onlara hitap edecek memurlara Kürtçe öğretilmesi lazım ki onların güveni iletişimi sağlansın. Köln emniyet müdürü güzel Türkçe konuşur, birçok polis gibi. Londra da gördüğüm polislerin silahı yoktu. Sadece copu vardı ve size yaklaştığı anda ilk sorduğu ‘’ Size nasıl yardımcı olabilirim? Sorusudur. Hakiki demokratik açılımlar bunlardır.

Summa ,Summarium :Vatandaşlık tarifi ve seçmeli ana dilde eğitim hariç, istekleri bugünkü hükumetin anayasa değişikliğine ihtiyaç duymadan gerçekleştirmesi mümkün olan şeyler. Bu gelişimleri PKK nın zoruyla yapmadıklarını, Kürtlerin insanlık hakları, demokratik hakları olduğunu da vatandaşa duyurmaları gerekir.

Koca koca profesörlerin, İstanbul’da ki gazetelerin köşelerine lök gibi oturmuş MEŞHUR gazetecilerin televizyonlarda bu sorunu konuşurken ( İsterse hiç malumatı olmasın, isterse Kürdistan da kimse ile görüşmemiş olsun ) öylesine KOMPLO teorileri, öylesine çok bilmişçesine fikir serdediyorlar ki çoğu akla ziyan. Her akşam en az iki televizyonda tartışmaya katılırlarsa biner liradan, hiçte fena bir kazanç kaynağı değil.

Bu işte Suriye’nin parmağı var. Kandil’e karşı Türk-İran diplomasisi sıkı temas halinde. İsrail zaten Türkiye düşmanı. SRİLANKA katliamı tarzında tavsiyede bulunan gözü kana bulanmış şovenistler, neler var neler. Biraz merhametli olanlarda çaresizliklerini itiraf ediyorlar. Kimi İspanya’yı, kimi İrlanda’yı misal gösteriyor. Hâlbuki iki olayında bize benzerliği yok. Kimi Almanya’da ki, yahut ta İtalya’da ki teröristtik gurupların nasıl çökertildiklerini örnek gösteriyorlar. Oralardaki gençlerin sayısı onu geçmiyordu. Bizde ise 40 milyon Kürt’ü alakadar ettiği gibi, 50 milyonda Türk’ü ilgilendiriyor.

Sorunu çözecek kilit nokta FEDERASYONU kabullenmek. Öteki problemlerin hepsi eyaletin vazifesi, sorunluğu içinde kalır. Silahsız ve masrafsız, en akıllı ÖNERİ.

Gelelim teröristtik davranışları nasıl kontrol altına alabilmemize.:

Bir hastanın hastalığını yok etmek için o hastayı öldüremezsiniz. Hastanın direncini artırıcı çarelere başvurursunuz, diğer taraftan da hastalığın sebeplerini ortadan kaldırmağa çalışırsınız.

A) Terörist diye adlandırdığınız gençlerin isteklerini ortadan kaldırırsanız ,

B) Birde gençleri spor ve müzikle meşgul ederseniz, silaha lüzum kalmaz.

C) Federatif bir yapı gençlerin isteklerini kolayca karşılar onlara eğitim, spor ve iş imkânları temin etmekle devlete GÜVENİ sağlarsınız.

D) Anaları ile Kürtçe konuşulur ve onlara okuma yazma öğretilirse, devlete güvenleri artar. Hâlbuki aciz siyasiler hastayı (PKK lıları) öldürmekle terörizmi yok edeceklerini sanıyorlar

E) Tarihte isyanları hep silahla bastırmışisen, sosyo-ekonomik, demokratik yöntemler yerine, isyancıyı da silah taşımaya mecbur kılarsın. Benim tavsiyelerimde silah kullanmak tabu. Yalnız eldeki silahı değil,

F) Her iki tarafta öteki tarafın silahı bırakmasını dayatıyor. Hani şu ilkokul ikinci sınıfta okuduğumuz ‘’ İki keçi bir köprüde ‘’ misali. Ağızlardaki söylemleri de barışçı bir dile döndüreceksin. Silah insanların icat ettiği en kötü vasıtadır. Silah insanların ölümüne sebep olur, fakat silah satıcılarını zengin eder. Geçen sene 400 milyarlık dolarlık silah satılmış dünya da. TSK nın son yaptığı silah ve uçak siparişlerinin miktarını söylersem üzülürsünüz. 14 milyar dolar askeri uçak siparişi verilmiş. PKK nın masum Mehmetçikleri katliamlarına meşruiyet kazandıracak hiçbir gerekçe yok. İster Türk, isterse Kürt gençlerinin, kifayetsiz siyasilerin kefaletini, vebalini ödemeleri büyük bir GÜNAH’tır.

G) Erdoğan’ın diplomatik zaafı o ki karşıtlarına karşı kendi kendini şartlandırıyor. Mesela Ermeni mevzuunda Karabağ’ı, Kıbrıs mevzuunda iki devlet şartını, Kürt mevzuunda evvela PKK silahı bıraksın. İsrail’e, evvela özür dile diyerek çözüm imkanlarını bu şartlandırmadan dolayı kendi siyasi hareket alanını daraltıyor.

2. ‘Dağa çıkmaları önlemekte başarılı olamadık ‘diyor genelkurmay başkanı. Bir Filistinli şair şöyle diyordu. ‘’ Ben çocukken babamın, kardeşlerimin İsrailli askerlerce öldürüldüklerini pencereden seyrederdim ve o günden beri İsrail askerinden nefret ederim. ‘’ Kürdistan’da da askerlerin katlettikleri her Kürt’ün kardeşi, kuzeni vardır ve onlar dağa çıkmağa motive oluyorlar. Dağa çıkmayı asker kışkırtıyor, sonradan da hayret ediyor. 50 bin gencin hususi bir eğitimden sonra Kürdistan’a gönderileceği söyleniyor. Bu yeni bir asimilasyon programı mı.? Birde yeni silahlı özel timlerin oraya gönderileceği söyleniyor. Yani 90 lı yılları geri getirmek mi?. Kandile gönderilen F 16 lar 100 ün üstünde SORTİ yapmışlar. Bu Sortilerin maliyeti nedir?. Varılan netice ne olmuştur?. Bu harcamaların yerine gençlere spor tesisleri yapılsa idi, gençleri spora teşvik etmekle çok daha netice alınırdı.. Almanya da ilkokullar da bile yüzme havuzu vardır. Sortiler yerine spor merkezleri yapılsın. Kürt türkü sanatkârlarına Kürtçe konserler verdirilsin. Spor ve Müzik gençlerin en yoğun alakasını çeken konulardır.

Bir hükumet bütçe açığını vergilerle karşılayamıyorsa en kolayı tütüne ve alkole zam yapmasıdır.. PKK ya karşıda yapılan en kolayı, en masraflısı sortileri, silahları artırmak oluyor. Bir de asimilasyonu kuvvetlendirmek.

Güya Kürt halkı PKK’ nın arkasında değilmiş. Acaba 40 bin katledilen PKK lının annesi kimin yanındadır. Köyleri yakılan. Göçe zorlanan bir halk MHP’ nin, CHP’ nin yanında mıdır? ? AK partisi oralarda % 50 oy almamıştır. Adayları Kürt kökenli olduğu için birinci parti olmuştur. Kimse çarpıtmasın, AK partisi kendisine pay çıkarmasın. Türklerden aday gösterse idi , tek oy alabilir mi idi? Kendi kendilerini kandırmasınlar.

3. , KÜRT HALKI BÖLÜNMEK istemiyor. Sebepleri:

a) 10 milyon Kürt göçe zorlandığı için batıda yerleşmiş durumda. İş yeri kurmuş, çocuklarını orada okutmağa başlamış. Yeni kurduğu düzeni bozmak istemez
b) 3,5 milyon Kürt Türk’le evli. Boşansınlar mı?
c) % 50 si Kürtlerin Kürtçe bilmiyor. Türklerden ayrılmak ister mi?

4. Demokratik ÖZERKLİK Ak partinin kaç sene evvel parlamentoya getirdiği YEREL idarelerin güçlendirilmesi projesidir. BDP’lilerin Türkçesi zayıf olduğu için doğru dürüst ifade edemiyorlar. Ayni problem VERGİ mevzuun da mevcut.. Almanya ve diğer federatif devletlerde fakir eyaletlere zengin eyaletler den toplanan vergilerden aktarma yapılır. Ayni mevzu emniyet teşkilatında. Eyaletin emniyetini polis teşkilatı temin eder. Ordu ise devletin bekasını temin etmekle görevlidir.. Eyaletlerin ordusu olmaz. Kürtçe eğitim problemini de eyalet üstlenir. Türkçe, Kürtçe, İngilizce öğretilmeli. Filipinli bir ahbabımın anlattığına göre orada resmi dil İngilizce olduğu için Filipinliler dünyanın her tarafında daha kolay iş bulabiliyorlarmış.

Eyaletlerde yerel idareler güçlendirilirse SORUMLULUKLARI da artmış olur. İsviçre’ nin ve Almanya ‘nın zenginleşmesini de , demokratik ve teknolojik gelişmesinide federatif yapılarına borçludurlar. Ben her iki memlekette de 50 seneden beri yaşadığım için bu sistemin faydalarını daha yakından takdir etmek imkanım oldu. Federasyon’un ne olduğunu bilmeyenler, masa başında ahkâm kesiyorlar.

Federasyon bölünmenin ön safhasıdır deniyor. NİYET okumalarının yanlış olmadığını da kabullenmeliyim. İngilizler Lozan’da Kürtleri iktisadi sebeplerle dörde bölünmeğe mecbur kıldılar. Hele hele MUSUL mevzuunda TBMM de çok münakaşalar oldu. Fakat Türkiye nin İngilizlerle Irak’ta savaşacak gücü olmadığını müdrik olan Atatürk Lozan konferansını zafer olarak deklare etti. İngilizlerin yaptığı Kürtler nazarında ahlaksızca bir politika idi. Kürtlerde elbette asıllarına yani Osmanlıda ki durumlarına dönmek yani dörde bölük ilelebet yaşamağa son vermek isterler. Şayet dört devlette de özerklik gerçekleşirse, Irak’ta olduğu gibi, o zaman da üniter bir devlet kurabilirler. MHP’ liler soruyorlar. Kürtlerin maksadı Türkiye’yi bölmek ve birleşik bir Kürdistan kurmaktır. Peki bu istek ahlaksız mı? Dünya da milleti olup ta devleti olmayan tek millet Kürtler değil mi? Bu durum insan haklarına aykırı mı? Kıbrıs’ta, Kos0va da self determinasyon isteyen siz değil misiniz? İlerde Kürdistan Türkiye ile birlikte AB ye iltihak ederse o zaman MİSAKİ MİLLİ gerçekleşmez mi?

Köln, 24.08.11.



21 Ağustos 2011 Pazar

Kürt Sorunu...



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

BAŞBAKAN BAĞIRINCA, ÖLÜMÜ GÖZE ALMIŞ PKK' LILAR KORKTULAR (!)

DP nin ağır toplarından Rize mebusu Osman Kavrakoğlu beni Armatörler birliğine götürmüştü. Başkanları meşhur Kalkavanlardan Ziya bey cemeate öfkeli bir konuşma yapıyordu ve bağırıyordu. Akrabanlarından Hasan Kaptan Ziya bey’e hitaben dedi ki : Sen bağırınca bizim korktuğumuzumu zannediyorsun.? Vaz geç bu bağırmadan. Çok gülmüştüm bu müşavereye . Şimdi başbakan Erdoğan’ın Kürtlere hitaben konuşmasında avazı çıktığı kadar bağırması, bana Ziya Kalkavanı hatırlattı. Ölümü göze alıpta dağa çıkmış olan PKK lı gençlerin korkudan titreyeceklerini hiç zannetmiyorum.(!)

Kürt sorununa kafa yorup ,bütün süreci takip eden gazeteci Ruşen Çakır’ın 3-4 gün süren bir makale serisi yayınlandı Vatan gazetesinde. Özeti şöyle:

‘’ Nerdeyse her yaz geldiğinde olduğu gibi 2005 yazında PKK, tek TARAFLI İLAN ETMİŞ OLDUĞU ATEŞKESİ BİR KEZ DAHA BÖZMUŞ VE ÜLKE YENİDEN BİR ÇATIŞMA ORTAMINA SÜRÜKLENMİŞTİ. Bu kötü gidişe müdahele etmek isteyen bir gurup aydın 150 imzalı bir bildiriyle silahların susması çağrısı yaptı. Ve Hükumet aydınlarla görüşme kararı aldı. Görüşmenin ardından Başbakan Erdoğan ‘’ beyaz sayfa açtıklarını ve tüm sorunları demokrasi içinde çözeceklerini söyledi.

Gerek AB’ye uyum çerçevesinde , gerek terörle mücadele kapsamında birçok adım atılmış, önemli reformlar hayata geçirilmişti. Ekonomik ,sosyal, diplomatik, psikolojik hamleler yaparak terörizm sorununu sonlandırmaya çalışıyordu, ciddi bir paradigma değişikliğine gidiyor; ayrımcı, inkarcı, yok sayan anlayışı ortadan kaldırıyordu.

Başbakanımız, büyük devletlerin, büyük milletlerin kendisiyle yüzleşerek, geleceğe yürüme özgüvenine sahip olması gerektiğini vurgulamıştı. Yüzleşmeden hiçbir sorun çözülemez.Doğru teşhis, doğru tedavi için şarttır. Açılım süreci ‘’ Analar ağlamasın’’ sloganıyle yürütüldü, gerçekçi bir şekilde çözülmesini sağlamaya çalıştı. Sorunun sürmesini isteyen kesimler süreci sabote etmek için ellerinden geleni yaptılar. Hükumet adeta yanlız bırakıldı. MHP nin hamaseti ile BDP nin aşırılıkları karşılıklı olarak birbirini besledi. PKK eylemleriyle süreci sabote etti. MHP bölünüyoruz hamaseti yaparak toplumu gerdi. Türkiye zaman ve enerji kaybetti. Buna rağmen AK parti demokratik adımlara devam etti, devlet-millet kaynaşmasını sağlamak için sosyal restorasyon çalışmalarını sürdürdü.

12 Haziran seçimlerinde ulaşılan başarı milletimizin bu politikaları takdir ettiğini gösterdi.

Başbakan Erdoğan 2005 te Diyarbakır’da o ana kadar devlet yetkililerinden duyulmaya alışık olunmayan bir konuşma yaptı. Her ülkede geçmişte hatalar yapılmıştır. .Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Benim sorunumdur. Bu ülkenin başbakanı olarak o sorun herkesten önce benim sorunumdur.

Kürt açılımı’nın telafuz edilmesiyle AK partibir yol açtı ama ondan sonra o yolu o kadar KAPATTI Kİ !

Öcalan’la görüşülmesinden bahsedilemezken, şimdi bahsediliyor. Diğer taraftan mevcut terörle mücadele yasasını uygulasanız milyonları içeri almanız mümkün. 6 yıl sonra , bugüne baktığımızda , o noktada , fazla bir ilerleme göremiyoruz. UMUTLAR KESİLDİ Kİ TERÖR YENİDEN BAŞLADI.

Tartışma açısından çok büyük bir ilerleme var. Herkes fikirlerini , düşüncelerini , isteklerini rahatça dile getiriyor. Demokratik özerklik gibi o zaman söylemeye çekinilecek bir çok şey konuşuluyor.

Başbakan sorunu demokratikleşerek , anayasal temelde ve Türkiye yurttaşlığı çerçevesinde çözeceğiz dedi.

Bugün devlet Kürt sorunun çözüm muhatabı olarak Öcalan’la görüşüyor. Altı yılda geldiğimiz yeri en iyi bu gösteriyor. TRT 6’in yayına başlaması önemli idi.DTP ile yapıcı bir diyalog olmadı. Meclis’te DTP’ye karşı alınan dışlayıcı tavır, Anayasa Mahkemesinin partiyi kapatması, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’a ceza verilmesi bu umuda vurulan ağır darbelerdi.

Kürtlerle terörü özdeşlemenin hata olduğunu söyleyen siyasiler, Kürtlerin bu ülkenin eşit vatandaşı olarak algılamanın lüzumundan bahsediyorlar.

AK parti Kürdistanda birinci parti olduğunu söylerken , ora halkının 2/3 sinin oylarını aldığını zannediyor. Bu değerlendirme hatalıdır. Zira ora halkı Kürt adaylara , ister AK ister BDP li olsun, oylarını vermiştir. AK parti Türk kökenli adaylar gösterse idi CHP ve MHP gibi hezimete uğrardı. Bana kalırsa bu bölge halkı % 100 Kürt adaylara oylarını verdiğine göre , bu seçim neticesini bir referandum olarakta değerlendirebiliriz. Güya Kürt halkını ne Öcalan, ne PKK nede BDP temsil ediyormuş. AK partisi kendisinin Kürtleri temsil ettiğini söleyerek kendi kendine gelin güveyi olyor. Bulgaristanda Türkler sadece oylarını Türk adaylarına verirler. Bulgar partisine verirler mi. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu hataya bütün yandaş köşe yazarları ve AK parti mensupları düşüyor.

Habur buluşmasınıda Erdoğan, MHP liler düşmanca yorumlayınca, korkup onu bir felaket olarak değerlendirdi. Halbuki Kürtler evlatları dağdan iniyor diye sevinçle karşılamaya gitmişlerdi.

Demokratik özerklikten ilk defa Öcalan bahsettiği için tukaka yapıldı. Halbuki bu prensip itibariyle AK partisinin geçen devrede hazırlattığı, maalesef SEZER ‘in veto ettiği yerel idarelerin kuvvetlendirilmesi projesidir. Bunu AB de istemektedir.

Gülşünç olan diğer bir mevzuda Kürt alfabesindeki bazı harfleri kullanmanın yasak olmasıdır. İngilizce, yahut Fransizca bir kelime kullanırken o harfleri kullanabilirsiniz. Fakat Kürtçe bir isim yazarken suç işlemiş oluyorsunuz. O kanuna göre harfler mi, yoksa lisanlar mı yasak? Daha vahimi Milli eğitim bakanlığı mefrudatında , tarih, edebiyat, san’at, musik kitplarında Kürtlerin varlığı yok sayılmış. Nimet hanım bakanlık koltuğunu kaybettiğinde göz yaşları döktü. Fakat bir milleti inkar ederken hiç vijdan azabı çekmedi. İlelebet bakanlık koltuğunda kalacağını mı zannediyordu?. Tıpkı Erdoğan gibi. Erdoğan bilinçli, yahutta bilinçsiz olarak kendisini tek adam pozisyonuna getirmiştir. Tek adam olmak devlet idaresinde çok tehlikelidir. Atatürk’ün en yakın silah arkadaşları ,onun tekadamlığını önlemek isteyince nerdeyse darağacına gidiyorlardı. Hepsi istiklal mahkemesine verilmişti. Erdoğan da başlangıçta memleketi müşterek akılla idare edeceğiz derken Arınç’ı meclis başkanlığına, Gül’ü de Çankaya’ya göndermiş, kabinede ki ikinci adamı Şener’in ayrılmasına, Parti yönetimindeki ikinci adam mevkiindeki Dengir Fırat’ında ayrılmasına göz yummuş. Dört başı mamur TEKADAM pozisyonunu gerçekleştirmiştir. Artık TBMM sinide, kabineyide, yüksek yargıyıda ve askeri otoriteleride yanlızbaşına tanzim ediyor. Onun frenlenmsi sadece seçimlerle mümkün olabilir. Yoksa diktatörlüğe gidilir.

İsmet Paşa 14 mayıstan evvel İstanbula geldiğinde, Haydarpaşa garında toplanmış olan halkın İnönüye nasıl bağlı olduğunu zamanın valisi ve belediye reisi Prof.Fahrettin Kerim Gökay ‘’ İşte PAŞAM’’ diyerek takdim etmişti. 27 mayıstan önce deniz yolları genel müdürü Orhan Koraltan Menderesin İzmirde karşılanışını bana anlatmıştı. Kordon insan seli gibi idi. Menderes asıldığında o kitleden tek kişi gık dememişti. Menderes yaptığı icraatlara, hizmetlere güveniyordu. Şimdi Erdoğanın 81 ilde icraatlarının repetesini yaptığı gibi.

Prof. Köni Kanadanın fransızca konuşan Quebeck bölgesinde halka sormuş. Bütün demokratik haklarınız var, zenginsinizde ekon0mik olarak .Ayrılma isteminizin temelinde ne var. Cevap KİMLİĞİMİZ.

Kürt sorunuda ne ekonomiktir, nede kültürel haklar. Kimliklerinin Türklerle eşit olması, kendi yaşadıkları bölgelerde kendi sorumluluklarını kendilerinin üstlenmesi, ve ilerdede dörde bölük yaşamaktan , bu ayıptan kurtulmak istemeleridir. Bazı MHP liler şöyle soruyorlar. Siz yoksa ayrı bir devlet mi kurmak istiyorsunuz? Kürtler sanki insan haklarına aykırı, ahlaksızca isteklerde bulunuyorlar. Kürdistanın dağı taşı ‘’Ne mutlu Türküm diyene ‘’ yazılı iken, bir numaralı gazeteleri olan Hürriyet ‘’ Türkiye Türklerindir’’ derken, bu gariban, Kürtler hangi ahlaki gerekçe ile , mesela KKTC dekiler gibi self determination istiyorlar. Onlar istiyaorlarsa , onların haklarıdır. Çünkü onlar Türktür..Kürtler Türklerin varlığına canlarını feda etmezlermi, zira Türklerin damarlarında ASİL kan mevcuttur.

Suriye de, Libya da, Mısır da kendi vatandaşını vurma diyor Erdoğan. Ölü sayısına bakıyorum, 3-5 bin. Türk ordusunun etkisiz hale getirdiği kendi vatandaşı (40 000). Faili meçhulları, Dersimde katledilen 50 000 vatandaşı hesaba katmıyorum.

Genel kurmay başkanı Büyükanıt ‘’ Bütün orduyu Kürdistana göndersem, gene PKK yı bitiremeyiz.’’. Başbuğ ise ‘’ Dağa çıkmayı önlemekte başarılı olamadık’’ diyor. Ama bir mehmetciğe karşılık 7 PKK lıyı öldürdük. Her PKK lının en azından 5 kardeşi akrabası olduğunu, ve dağa çıkmağa ordunun oşpereatıonları motive ettiklerini düşünemiyorlar mı?. O halde PKK yı yok etseniz , Kürt halkındaki KİMLİK bilinçlenmesini yok edemiyeceğiniz için yeni yeni PKK ların dağa çıkacağını idrak edemiyormusunuz?. MARX’ın felsefesine göre bazı sosyal gelişimler insanların iradesi dışında gelişir.

Sorunun en akıllı çözümü FEDERATİON ile mümkün. Kürdistandaki halk de FACTO kendi dünyasını yaşıyor. Bu sebepledir ki Aysel Tuğluk kendibaşına Özerkliği ilan ettik diyor. 21 inci yüz yılda öldürmekle hakların kazanılamıyacağınıda PKK nın idrak etmesi gerekir. Hiçbir masum, askerin bu davada suçu olmadığına göre, siyaSİLERİN KİFAYETSİZLİĞİNİN VEBALİNİ HAYATINI KAYBETMEKLE ÖDEYEMEZ. Bu tarzda tehdidin PKK geride kalan gelinlere, yetim çocuklara, gözyaşıdöken analara özerklik istiyoruz diye cevap veremezler. Bu tarz hak aramanın GÜNAH olduğunu, vahşet olduğunu söylememin elini kana bulamışları uyarmanın mümkün olamayacağını biliyorum.

Orhan Veli’nin dediği gibi :

Kimimiz ( Mehmetçikler, Pkk lı gençler) öldük,

Kimimiz ( Erdoğan gibileri ) NUTUK söyledik.

Bazı vatandaşlar Erdoğan’ın sorunu çözmeğe, politika üretmeğe yeteneği olmadığı için Kürtleri oyalıyor (?) diyorlar. Bu algı Kürtler arasında çok yaygın.

Benim inancım o ki: Uniter yapı içinde federatif ,demokratik bir idare çözüm sağlayacaktır. Ya SABIR !


Antalya, 17.08.11







1 Ağustos 2011 Pazartesi

AZRAİLLE KAVGALARIM - I -



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


BDP de PKK eylemlerinden vazgeçsin...
Erdoğan’a OFSAYT uygulasın...


55 sene önce hocam Prof.Çanga ‘dan duyduğum bir sözü hiç unutamıyorum. ‘’ İnsanlar neden birbirlerine düşman olurlar, cinayet işlerler? Bizim hakiki düşmanımız KANSER hastalığı. Asıl onunla savaşmalıyız !.

Kaç gündür gazete sayfaları, TV ekranları hep ölüm haberleri ile dolu. Trafik canavarı bir yandan , NAMUS davaları öteki yandan, PKK nın eylemlerinde hayatını kaybeden gencecik Mehmetçikler, Tıbbi hizmetlerdeki hatalar, noksanlıklar, Polis teşkilatına verilen son sorumluluklar , kadınlara merhametsizce yapılan saldırılar, bizleri AZRAİLLE kavgaya mecbur kılıyor.

Tekrar edecek olursak:

1. TRAFİK CANAVARININ ALDIĞI CANLAR.
2. TIBBİ HİZMETLERİN KİFAYETSİZLİĞİNDEN, YAHUT HATALARINDAN KAYNAKLANAN ÖLÜMLER.
3. NAMUS KAYGISI İLE YAPILAN CİNAYETLER.
4. GEÇMİŞTE YAPILAN KÜRT İSYANLARINDA KATLEDİLEN KÜRTLER.
5. PKK, ORDU KÖR DÖĞÜŞÜNDEKİ KAYIPLAR.
6. ZELZELE GİBİ TABİİ AFETLERDE KAYBETTİĞİMİZ VATANDAŞLAR.

Yukarda sıraladığım sebeplerden doğan insan kayıplarımızın analizini yapacağım. Bundan önce BDP nin yaptığı hataları dile getirmek isterim.:

BDP nin referandumda ve son seçimlerden sonra BOYKOT kararı siyasi olgunsuzluğundan, siyasetçilerinin acemiliklerinden doğmuştur. Tavşan dağa küsmüşte dağın haberi olmamış. Demokrasinin tecelli ettiği SANDIK’a ve TBMM’ ne küsmek akıllı bir karar değildir. Bu oriyental ,duygusal bir karardır. Siyasette duygusallığa yer yoktur. Akılla karar verilir. KÜSMEK çocukca bir davranıştır. Küsmek hakkında çok konferanslar verdim.

Diğer bir büyük hatada SİLAH’ı hala hak arama vasıtası yapmalarıdır. İPTİDAİ bir davranıştır. Eylemsizlik kararı aldık dedikleri tarihten hemen sonra eşkıyalık yapmak , demokrasiye inançlarının yokluğuna delalet eder. Demokrasi isterken silah kullanmağa lüzum yok. Devlet orduya operasyon yaptırmasa eylem yapmayacağız demeleride uyduruk bir laftır. Eylemsizlik kararından sonra MUTLAK surette buna uyulması lazım. O zaman Erdoğanın tasarladığı özel kuvvetleri OFSAYT’a düşürmüş olursunuz. Erdoğan’a inancın dibini oyarsınız. Halkta bu militaristik, faşistik davranışa desteğini çeker. Silah kullanıldığı müddetçe, bundan böyle, Kürt halkındanda desteği kaybetdersiniz. Kürt halkı seçimlerde Kürt adayları, her yerde , hangi partiden olursa olsun, destekliyor. AK partisi Kürtleri temsil etmiyor. Ak partinin Kürdistanda aldığı oylar KÜRT adylarınadır. Yanlış interpratation yapılmasın.İlk defa Kürt halkı kendi kimliğine bilinçlendiğini isbat etti. Yorum yapanlar, maalesef bu hakikatı pek göremiyorlar, yahutta işlerine öyle geliyor.

DEMOKRATİK ÖZERKLİK teklifinide doğru, dürüst takdim edemediler. Bu Ak partinin, AB ninde teklif ettiği yerel idarelerin kuvvetlendirilmesi durumudur. Sorumsuzluk hakkını sorumsuzca kullanan cumhurbaşkanı Sezer veto etmişti. O kanun teklifi kanunlaşsa idi şimdi Kürtlerin bu teklifi yapmalarına ihtiyaç kalmayacaktı. AK partinin hazırlattığı Anayasa teklifini ve Habur girişini geri çekmeside AK paretinin tarihi hatası olmuştur.

Bu yorumları yaptıktan sonra gelelim AZRAİL’in aktif olduğu hallere ve benim yaptığım kavgalara:

1. TRAFİK CANAVARININ ALDIĞI CANLARA:

1932 de rahmetli babamın Malatya da iki özel arabası vardı. Biri FORD, diğeride ADLER. Malatya valisi TANDOĞAN, teknik imkansızlıklara rağmen 11 kaza’yada şose yaptırmıştı. Çalışkanlığını takdir eden hükumet onu Ankara valiliğine getirmişti. Malatya-Adıyaman şosesinde babam bir trafik kazası geçirmiş ve maalesef genç yaşta yaşama veda etmiş, biz üç kardeşide babasız bırakmıştı. Yanlız biz değil , bizim ailede 10 defa trafik kazası olmuş ve akrabalarımdan bir çok kuzenim babasız kalmıştır. Almanlar arabaya Notwendige Übel ( Zoraki ŞER) olarak adlandırırlar. Bende şahsen arabadan nefret ederim. İnsanlığın İCAT ettiği üç kötü şey vardır. 1. PARA. 2. Silah.3. Araba.

Para insanların ahlakını bozar, Silah insanları yok etme vasıtasıdır. 3. Araba: Gerçi insanlara iş sahası yaratır, yaşamı kolaylaştırır fakat bir çok ekolojik kötülüklere, trafik canavarına zemin hazırladığı içinde, neticede insanlığın düşmanıdır.

Sınıf arkadaşım DR.Yıldırım Aktuna’ya sağlık bakanı iken bir mektup yazmış bazı tavsiyelerde bulunmuştum. Bunlardan biride trafik hakkında idi. Trafik kazalarında ölümlerin % 50 sebebi kan kaybı olduğunu duymuştum. Şayet otobanlarda helikopterlerle kaza yerlerine ulaşılıp kan tranfuzyonları yapılırsa ölümlerde % 50 azalma olur diye düşünmüştüm. Aradan 20 sene geçtikten sonra bu hükumet benim tavsiyemi gerçekleştirmiş görünüyor. Ayrıca duble yollarda kaza ihtimalini , ve ölümleri azaltıyor. Muhalefetin vazifesi sadece menfi tenkitler yanında bu gibi pozitif icraatlarıda takdir etmesi gerekir diye düşünüyorum.

2. TIBBİ KİFAYETSİZLİKLER VEYA HATALAR:


BDP nin vazifesi sadece Kürt sorunu olmamalı. Burada sıraladığım sorunlarlada meşgul olmaları, dolayısı ile de Türkiye partisi olmalarıdır. Azraille kavga yürütmeliler ve yüzbinlerce ölümün önüne geçmeliler.

KÜRDİSTANDA premature çocuklarda ölüm nisbeti, keza yeni doğmuşlarda Türkiye ortalamasının üstündedir. Yaz ishalleri yoğun çocuk vefiyatına sebep olmaktadır. Kafi serum tedavileri bu çocukların hayatta kalmasını sağlar. Diğer enfektion hastalıklarıda hastane bakımı gerektirmektedir. Son senelerde çocuk klinikleri ve devlet hastanelerinde çocuklara ayrılan yatak sayısı artırılmıştır. Bu gidişle çocuk mortalitesinde azalma sağlanacağına inanıyorum.

Anne ölümleri: doğum sonrası kanama, eklampsi sebebiyle olduğuna göre kafi miktarda uzman hekimlerin vazifelendirilmeleriyle önü alınabilir.

1957 de Londra’ya gittiğimde Papanicolaou’nun Smear testinin rahim kanserinin erken teşhisini sağladığını öğrenmiş ve bu sahada bilgi ve görgümü artırmak imkanını bulmuştum. Bu mevzuda Stockholm’da Karolinska hastanesinde , sevgili dostum, meslektaşım Dr. Selahaddin Rastgeldi ile bir araştırma yapmış, ilk defa kanser hücrelerinin selektionunu sağlamış ve Acta Scandinavica’da yayınlamıştık. Köln dede ilk Cytoloji labratuarını kurmak imkanını sağlamıştım. Türkiye de maalesef hemen hemen hiç bir jinekoloğun muayene odasında, masasında mikroskop olmadığı gibi, PAP smear’i yapılmıyor. Böylece rahim kanserli hastalara erken teşhis yapılıp, tedavi edilmiyor. Bu noktada kadınlarımız AZRAİLİN eline teslim edilmiş durumda. Bazı tarama merkezleri varsada kifayetsizdir. Burada bir sistem hatası vardır. Cytoloji patologlara teslim edilmiş. Onlarında smear yapma şansları yoktur. Diğer bir sistem hatasıda meme kanserlerinde var. Hiçbir branş meme kanseri erken teşhisi yapmamaktadır. Jinekologların memeyi muayene zorunluğu ellerinden alınmış, cerrahlara verilmiştir. Cerrahlarda ancak hasta göğsünden şikayet edince muayene etmektedir. Meme kanseri profilaksisi, yani erken teşhis imkanları kullanılmamaktadır. Sağlık bakanlığının bu sistem hatasını düzeltmesi gerekir. Bu husustada ben çok mücadele verdim. Önce Termovision termografisi ile, daha sonra ultrason, nihayet ponktion cytolojisi ile erken teşhis imkanlarını kullanıp, meme kanseri daha 1 cm büyüklükte iken teşhis edebilip hastalarımı kaanserin ileri devrelerinde ölüme mahkum etmekten kurtarmıştım. Bu kanser mevzuuda benim Azraille kavgamdan biridir.

Prostat kanserinide PSA tayiniyle, barsak kanserini Haemocultla erken teşhis etmek mümkünken maalesef erkek hastalar bu kolay teşhis uygulamalarına pek rağbet etmiyorlar.Sağlık reformundan sonra vatandaşın kolayca, maddi güçlük çekmeden sağlık hizmetlerinden istifade etmeleri mümkünken ihmal etmeleri Türkiyede Azrailin kolaçan etmesini sağlamaktadır.

İlaç firmaları bazı rüşvet metotları ile hekimlerin ahlakıyle oynamalarının önlenmesi gerekmektedir.

Sağlık bakanının hekim dernekleriyle müşavere etmeden lüzumsuz tatbikatları zorlaması hekim meslektaşları üzmektedir. Bizde, maalesef bir siyasi bakan olunca kendini o sahada en doğru bilen zannına kapılıyor ve , tavsiyelere kulak asmıyor, bayağı kibirleşiyorlar. Ben bütün bakan olan arkadaşlarıma, hatta hekim olarak hizmet verenlere TEVAZUYU tavsiye etmişimdir. Hastaları dinlerken nasıl davranılacağı eğitim programlarında olmadığı için , hasta doktor ilişkisinde zorluk yaşanıyor.

Son altı ayda Şanlıurfa da 150 intihar vakası tesbit edilmiş. Geçensenelerdede Batman’da genç kızlarda intihar vakaları sıklaşmıştı.

3. NAMUS KAYGISI İLE İŞLENEN CİNAYETLER.

Kürtlere has bir cinayet şeklidir. Örf ve adetler erkekleri bu arkakik suça sürüklemektedir. Hemen hemen hergün gazetelerde kadınların cinayete kurban gittiğini duymak insanın içini sızlatmaktadır. Bu hususta yazarlarımız ve film yönetmenlerimiz çok hassasiyet göstermişlersede, siyasilerden ayni hassasiyeti görmemekteyiz. Bu kara lekenin acilen ortadan kalkması için kadın derneklerinin, tıp derneklerinin, baroların çözüm önerileri getirmeleri ve parlamentonun gereken kanunları çıkarmaları aciliyet kespetmiştir. Erkeklerin daha okul çağında ve askerde iken eğitim görmeleri ve kadınlarımıza yapılan bu işkencelere son verilmesi , bu iptidai vahşetten kurtarılmaları , bu ayıptan, bu günahtan imtina etmelerini sağlamak için, siyasilerin uğraşmaları gerekir. Azraile hacet yok. O kendini insan zanneden erkekler birer Azrail kesiliyorlar.

Eski Yunan’da Tanrı ZEUS oğlu PROMETEUS’a toprak ve sudan canlılar (İnsan ve hayvan) yaratmasını emretti. Yaratılan hayvanların çokluğundan şikayetle , bir kısım hayvana insan kiyafeti giydirilmesini emreder. Onun için bir çok insan kıyafetlinin aslında hayvan oldukları doğrudur.(!)

4. KÜRT İSYANLARI

Kürtler gerek Osmanlı devrinde ve gerekse Cumhuriyet devrinde özerklikleri için defalarca isyan ettiler ve yüzbinlerce gençlerini yitirdiler. Türklerin medarı iftiharı Cengiz han ve Timurlenk Anadoluya kadar orduları ile gelmişler ve her savaş sonunda uçurulan kellelerden tepeler yaptırmışlar. Tepelerin yüksekliği derecesine göre zaferlerini kutlamışlar. Rusya , Petersburg’da, Çarların eski sarayını Louvre gibi sanat müzesine dönüştürmüş ve EREMİTAGE ismini vermiş. O müzede en meşhur ressamlarından REPİN’in eserlerini teşhir etmişler. Onun böyle tepe haline getirilmiş kelleler Tablosu beni çok etkilemişti. Beni etkileyen bir tabloyuda Madrid’de PRADO müzesinde GOYA’nın kurşuna dizilen bir asiye ait olanı idi. Bir manga asker gözleri ve elleri arkadan bağlı bir asiye nişan almış , etrafındada bu cinayeti hayretle seyreden köylüleri resimlemiş. Köylülerin nerdeyse çukurundan fırlayacağı gözlerinin görümü beni çok etkilemişti.

Zira Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın unutamadığım bir şiiri vardır.:

”Burada , Hindistan da, Çinde,
ÖLÜM karşısında düşünce ayni.
Kardeş olduğumuzu,
Kardeş olduğumuzu unutma!!!”

Bırakın isyanlardaki zulmü, Padişahlar kardeşlerini boğdurmuşlar, 50 ye yakın Sadrazamı idama mahkum etmiş bu büyük millet. Son sandarazamlardan biride Adnan Menderes’di. Eğitiminde öldürmekten başka hiçbir insani kültüre nasip olmayan Askerler defalarca demokrasimizi katletmiş, sayısız gencimizi idam ettirmiştir. Daha dün Hrant Dink’i, Malatyada misyonerleri Ergenekon zihniyeti hunharca ifna etmiştir.

Dersim de Sabiha Gökçen masum 10 binlerce vatandaşı, (Kürdü) bombalamış, en son özgürlük savaşı veren 40 bin PKK lı genç etkisiz kılınmıştır(!!!!!). 17500 faili meçhul cinayet işlenmiş. On binlerce vatandaş evinden, köyünden sürülmüş, zorunlu göçe tabi tutulmuştur.

Alman Genarali MOLTKE Osmanlı ordusunda muşavirlik yapmış ve 1838 de’’ Türkiye mektupları’’ adlı eseri n de Türkiye hakkında ki intıbalarını yayınlamıştı.’’ Osmanlı paşası Hafız paşa Garzan dağlarında bir Kürt isyanını bastırmağa gidiyor. Moltke ona refekat etmektedir.

‘’ Bir tepenin üzerinden savaşı seyreden Hafız paşanın yanına gittim. Oraya ganimetleri ve esirleri getiriyorlardı. Kanlı yaralar içinde erkekler ve kadınlar, memedekilerden ibaret her yaşta çocuklar,KESİK BAŞLAR VE KULAKLAR. Bunların hepsi, getirene 50-100 kuruşluk bir bahşiş ödeniyordu. Kürtlerin sessiz ıstırabı, kadınların ümitsiz feryatları yürekleri parçalayan bir manzara meydana getiriyordu. İşin en kötü tarafı şu: Dağlarda bir savaşı böyle iğrenç haller olmadan yapmak nasıl mümkün olabilir. Ben bundan sonra ki harekete iştirak edemedim, çünkü dört gün adamakıllı hasta yattım. Kürtlerin mukavemetinin ana kaynağı, ömür boyu süren nizamiye askerliği korkusu idi. Bir Kürt kadını bir askeri hançer ile vurup öldürdü. Yukarıya varınca, gözü kızmış olan askerler, karşı koyan kim varsa vurup kırdılar. 400-500 kadar Kürt öldürülmüştü. Elli kadar kadın, götürülmek istenirken kabarmış olan dağ deresinde boğuldu. Bu harekete katılmam ,itiraf edeyimki bana pek uygun değildi. Bu harp için bize gıpta etmeğe değmez, baştan aşşağı iğrenç ve korkunç. Binlerce baş hayvandan başka 600 de esir getirdiler. Esirlerin yarısını küçük çocuklu kadınlar teşkil ediyordu. 6-7 yaşındaki bir oğlan kurşunla vurulmuş. Kadınlardan yaralılar var ama asıl SÜNGÜ YARASI ALMIŞ ÇOCUKLARIN bulunuşu bütün bu hareket üzerine acı bir ışık serpiyor.

1838 senesinde general Moltke böyle yazıyor. Türklerin çocuk ve kadın katli ogünden bugüne devam ediyor. Daha geçen hafta JİTEM’ kadrosunda bir asker öldürdükleri insan kadar kendilerine para verildiğini ERGENEKON davasında itiraf etti.

5. PKK-Ordu çatışması.

6. ZELZELE GİBİ TABİİ AFETLER.

Çocukluğumda, mahallemizde komşularımızla akraba gibi idik. Kimse ile kavgamız yoktu. Ben o günleri, o mutlu günleri , öyle anımsıyorum. Bu çok partili devreye gireli CHP liler DP lilerin düşmanı kesildi. Bir zamanlar İnönü-Bayar , sonra Demirel-Ecevit, şimdide Erdoğan- Muhalefet kavgasının bedelini ödemek zorunda kalıyoruz. Mahalle kavgası bir yana, olan o gençlerimize oluyor. Ben hala MEVLANA’nın çağrılarının geçerli olacağı günlerin geleceğine inanıyorum. Ya fazla saf’ım, yahutta fazla akıllıyım. Allah taksiratımı affetsin.

Gelecek makalemde Azraille diğer kavgalarımı anlatacağım...


Köln,29.07.11

Neden kapitalizmde ahlâk istisna, ahlâksızlık kuraldır?


Fikret Başkaya

Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Kapitalizm denmiyor da ‘ekonomi’ veya ‘piyasa ekonomisi’ deniyor. Dolayısıyla söze yalanla başlanıyor. Eğer kapitalizm denirse, sömürü, yağma, talan, kolonyalizm ve emperyalizm, ekolojik yıkım gibi kelimelerin ve kavramların imâ edilme riski vardır. Dolayısıyla işin tadını kaçırmanın âlemi yok. Böylece kapitalizm denilen musîbetin insanlığın normal hali olarak görülmesi, öyle algılanması amaçlanıyor... Oysa, kapitalizm netâmeli, tehlikeli bir sapmadır ve insanlığın normal hali değildir. Macar iktisatcı/antropolog, Büyük Dönüşüm adlı ünlü eserin yazarı Karl Polanyi, kapitalizmin insanlığın normal hâli olmadığını, yıkıcı/tehlikeli bir sapma olduğunu şöyle ifade ediyordu: “ Ama hiç bir toplum, insânî ve doğal özü ile iş düzenini bu şeytanî dişlilerin hasarından korumadan, çok kısa bir süre için bile böylesine ham hayallerden oluşan bir sistemin etkilerine dayanamızdı”. Dayanamadığı ortada değil mi? Karl Marks, Karl Polanyi’den yüz yıl kadar önce, Felsefenin Sefaleti adlı ünlü eserinde, kapitalist sistemin manzarasını şöyle resmediyordu: “En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış-veriş ve pazarlık konusu olduğu zamann gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her sey ticaret konusu oldu. Bu, genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış-veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun nanevî olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.”

Hâlâ alınıp-satılmayan bir şey kaldı mı? Para, silah, uyuşturucu, kadın, çocuk, su hava, insan vücüdunu oluşturan tüm organlar, sanat eserleri, eğitim/sağlık/iletişim hizmetleri... Peki neden böyle oldu, oluyor? Eğer bir toplumsal düzende, doğa, toprak, su ve insan emeği, meta kategorisine indirgenmişse, her şeyin metalaşması, paralı hale gelmesi, soysuzlaşması, çürümesi neden şaşırtıcı olsun? Bir yanda canlı yaşamı yok eden kör gidiş hızla yol alıyor, öte yanda bu kepazelik, ilerleme, moderleşme, çağdaşlaşma, “masır medeniyeti yakalama”, ‘kalkınma’ sayılıp matah bir şey olarak sunuluyor...

Kapitalizm her ikisi de yıkıcı, birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üreten, besleyen ve azdıran iki temel dinamik üzerinde yol alıyor: 1. Sınırsız büyüme/genişleme/ yayılma; ve 2. Yıkıcı veya ‘çılgın’ rekabet. Her ikisi de tahripkâr bu iki temel eğilim, artık sınır diye bir şeyin de olmaması demektir. Oysa ahlâk sınır demektir, gerektiğinde potonsiyel olarak yapılabilir olanı yapmamak, ondan sakınmak, kendini sınırlamak demektir. Sınırlama yoksa ‘sorumluluk’ kagısı yoksa, ahlâk da yoktur. Durum böyledir ama yıkıcı rekabet de sınırsız [üssel] büyüme, hâkim ideoloji tarafından ve onun yapıcı unsunlarından biri olan iktisat bilimi denilen tarafından sadece olumlanmıyor, aynı zamanda yüceltiliyor. Eğer her hâlükârda kazanmak, mutlaka kazanmak kuralsa, ve birinin kazanması da diğerinin kaybetmesiyle mümkünse [ zira kapitalizm geçerliyken başka türlü olması mümkün değildir], birinin durumumun iyileşmesi ötekinin durumunu kötüleştirmeden mümkün değilse, birinin “kalkınması” ötekinin yoksulluk ve sefalet ortamına itilmesi pahasına gerçekleşiyorsa, azınlığı zenginleştirmenin yolu çoğunluğun müküksüzleştirilmesinden/ yoksullaştırılmasından geçiyorsa, ve bu kadarı da insânî değerlerin aşınması, doğal çevre tahribatı ve canlı yaşamın yok olması- ölümü - pahasına gerçekleşiyorsa, bu makbûl ve sürdürülebilir bir durum mudur? Mâkûl bir şey midir? Velhasıl, arzulanabilir bir şey sayılacak mıdır?

Öyleyse bu tersliğin gersinde ne var? Bu durumun gerisinde tüm sapmalara kaynaklık eden asıl sapma var ki, kapitalist sistemde ekonomi toplumun hizmetinde değil, tam tersine toplum ekonominin hizmetindedir. Oysa, ekonominin sadece bir araç olması gerekirdi. Mâlûm, araç bir anlam taşıyıcısı değildir. Araç, amaca tâbî olmak, onun hizmetinde olmak durumundadır. Şimdilerde devasa güç odakları haline gelmiş dev şirketlerin [oligopoller densin] insanlığın kaderini belirler duruma gelmesi, söz konusu tersliğin bir sonucudur. O kadar ki, söz konusu şirketler, teker teker insanları, ‘bilim erbabını’, siyasi partileri, sendikaları, siyasetçileri , demokrasi oyununun figüranları siyasî partileri, “sivil toplum örgütü“ denilenleri, medyayı [ aslında medya şimdilerde sermayenin hizmetinde değil, bizzat kendisi...], orduyu, polisi... velhasıl her şeyi satın alabilir, manipüle edebilir durumda... Böyle bir dünya hâlâ ahlâktan, ‘etik değerlerden’ söz etmek ne anlama gelebilir?

Böyle bir sistemde, kazanmak, her seferinde daha çok kazanmak için ‘her şeyin mübah’ sayıldığı koşullarda, etik değerlere hâlâ yer var mıdır? Eğer bireysel zenginlik yaşamın yegane ereği sayılırsa, çok ve çabuk kazanmak yüceltilirse, ve birinin [azınlığın] durumunun ‘iyileşmesi‘ ötekilerin [çoğunluğun] durumunu kötüleştirmeden mümkün olmuyorsa, orada geçerli ahlâk ancak işbitiricilik ahlâkı olabilir ki, doğrusu işbitiricilik ahlâksızlığıdır. Mâlûm: birilerinin iş bitirmesi, başkalarının işinin bitirilmesini varsayar. Dolayısıyla liberal aydınların, burjuva ideologlarının yücelttikleri başarı öyküleri, işi bitirilen çoğunluk aleyhine ve doğanın tahribi pahasına mümkün oluyor. Çelişik bir durum söz konusu: sistem bir yanda çok kazanmayı, ne pahasına olursa olsun kazanmayı bir marifet olarak sunuyor, hırsızlığı, ahlaksızlığı, yağma ve talanı yüceltiyor, sonra da yolsuzlukla mücadele amacıyla kanunlar çıkarıyor, kurumlar oluşturulor... sözde etik kurallar vâzediyor... Dünya Bankası bundan bir kaç yıl önce rüşvet ve yolsuzluğun portesinin 100 milyar dolara dayandığı haberini veriyordu... Elbette sorun göze görünenle, 100 milyar dolarla da sınırlı değil, yolsuzluk ve rüşvetin neden olduğu ekonomik, ekolojik, sosyal kötüleşmaleri ve insan sağlığına verilen zararları da dikkate almak gerekir. Nasıl işbitiricilik iki tarafı varsayarsa: işi bitiren ve işi bitirilen, velhasıl yolsuzluk ve ahlaksızlık da iki tarafı varsayar. Rüşveti veren de alan da bir ahlâksızlık ‘durumunun’ taraflarıdır. Tabii yapılan yolsuzluğun ve ahlâksızlığının faturası her zaman yoksullara ve doğaya çıkmak kaydıyla...

Bir kadın komşumuz oğlunun “beceriksizliğinden, pısırıklığından, işbilmezliğinden” yakıyordu. Onunla birlikte memuriyete başlayan arkadaşlarının kışlık, yazlık ev ve araba sahibi oldukları halde, oğlunun hâlâ kirada oturduğundan şikayet ediyordu. “Öyleyse oğlunuz müsrif, kazandığını ölçüsüz harcıyor olmalı” dediğimde, biraz şaşkın ve tedirgin, ‘yok yok hocam, oğlum müsrif değildir, hiç bir aşarılığı yoktur’ cevabını vermişti. Aslında kadın besbelli ki, oğlunun işbitiricilik kategorisi dışında kalmasından şikayet ediyordu... İşbitiriciliğin kural, ahlâklı- sorumlu-ölçülü-duyarlı davranmanın istisna haline geldiği yerde, skandallar [ahlâk dışı, utanç verici durumlar] da artık istisna değil kuraldır ama egemen söylem sanki öyle değilmiş gibi yapıyor... Ortaya çıkan her skandal sanki istisna imiş gibi sunuluyor. Ve etkili/yektili şahsiyetler, yolsuzluğun üzerine gireceklerini, gereğinin yapılacağını... söylüyorlar ve skandallar her seferinde daha büyük boyutlarda daha sık ortaya çıkmaya devam ediyor. Aslında yüzeye çıkan skandallar aysbergin sadece göze görünen küçük bir kısmı... Zira, asıl skandal bizzat çürümüş/ kokuşmu/soysuzlaşmış burjuva düzeninin kendisi... Durum böyle ama şimdilik kitleleri aldatmayı/oyalamayı başarıyorlar... Eğer kazanmak, ne pahasına olursa olsun kazanmak kural haline gelmişse, zenginlik de maddi zenginlikten [daha fazla şeye sahip olmak] ibaret sayılıyorsa, öğretmenin öğrencisini bir kazanç aracı olarak görmesi artık ‘olağan’ bir şeydir. Öğrencisine yeterli ilgiyi göstermez, öğretmesi gerekeni öğretmez, düşük not verip, “başarısız” sayar ve ona derste öğretmediğini ‘özel derste’ veya ‘özel dersanede öğretmeyi yeğler. Tıp profesörü, insan sağlığını iyileştirecek araştırmalar için laboratuvara kapanmak yerine daha çok ‘kazanmak’ için ne gerekiyorsa yapar, Futbolcu ve hakem daha fazla ‘kazanmak’ için şike operasyonuna dahil olur, Avukat karşı taraf daha çok teklif edince ‘akıllı davranmayı’ yeğler, hakim kararı verirken sadece ‘vicdanının sesini’ değil, başka sesleri dinmeyi daha ‘uygun’ bulur, üniversite üyesi, bütün bir yıl boyunca öğretmediğini ‘yaz okulunda’ 5-6 haftada öğretir, verdiği derslerin saatini akşama, değilse geç saatlere kaydırmayı yeğler ki ‘kazancı artsın’.., bakanlığın ilgili büyük/küçük memuru ihaleyi en çok “komisyon” verene “lâyık görür”, belediye başkanı imar planında değişiklik yaparak hızla “kalkınır...” İşbitirici müteahhit de işi ‘iyi bitirmenin’ bir gereği olarak, demirden, çimento’dan, mümkün olan her şeyden, ve tabii en çok da işçinin emeğinden çalmayı yeğler... Ve inşa ettiği evler çöktüğünde ve insanlar öldüğünde bunun bir ‘takdir-i ilâhî’ olduğu söylenir... Böylesi ahlâk yoksunu bir ortamda yolsuzluğu tahkik etsin diye gönderilen müfettiş için iki şık söz konusudur: yolsuzluğun üstüne gidip, suçluların cezalandırılmalarını sağlamak, bu durumda bir ”trafik kazasına” uğramayı, değilse “faili meçhul” bir şekilde ortadan kaybolma riskini, mafyanın gazabına uğrama ihtimalini göze alması gerekecektir, ya da işbitiriciler kervanına katılıp ‘akıllı’. ‘gerçekçi’ olma yolunu seçecektir... Bir skandalı diğeri izlerken ve skandallar artık kural haline gelmişken, pis kokular her yeri sarmışken, hâlâ “çürük elmalardan” söz ediliyor olması rahatsız edici değil mi? Cuvaldaki elmaların çürükleri istisna ve ayıklanabilir durumda mıdır? Elbette her zaman ve her koşulda istisnalar vardır ama bilindiği gibi, istisnalar kuralı doğrulamak içindir denmiştir...

Kumar dememek için ‘şans oyunu’ deniyor... Aslında portesi on milyarlarca dolar olan bir kumar değil mi söz konusu olan? Doğrusu milli piyango değil, milli kumar olması gerekir. Toto, loto, şans topu, bahis, iddaa, kazı-kazan, at yarışları, paralı yarışma programları, vb. devasa bir kumar sektörüdür. Ahlâkı en çok ve en hızlı erozyona uğratan pis bir sektördür. Çalışmadan, bir emek harcamadan da ‘kazanılabildiği’ bilincinin yerleşmesini sağlıyor. Aslında genel bir çerçevede bu ‘oyunlar’ oyuna dahil olan emekçi halk kitleleri için bir tür ek vergi demektir... Amaç birilerini ‘ütmek’ olsa da, asıl tahribat ahlâkî erozyonla ilgilidir. Slogan şöyle: “Pekâlâ siz de kazanabilirsiniz! Neden olmasın”? Siz küçük hırsızların ayıplandığına, kötülendiğine, lânetlendiğine bakmayın, sistem büyük hırsızları görünmez kılmak için onları cezalandırıyor. Zira büyük hırsızların daha çok çalabilmesi için küçüklerin engellenmesi gerekiyor. Siz hiç mahpusanelerde ‘büyük hırsız’ gördünüz mü? Oysa mahpusaneler her zaman küçük hırsızlarla doludur. Büyük hırsızlar ancak istisna olarak orada bulunurlar... Fakat büyük hırsızların ‘en büyük hayır sever, yoksul dostu’ olarak sunulması da burjuva uygarlığının bir ironisidir. Çaldıklarının çok küçük bir kısmını hayır işlerine harcarlar, hayırseverliğin timsâli olarak cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların elinden ödül alırlar... Elbette toplumsal ahlâkın hızla aşınmasında reklamların da çok önemli bir dahli söz konusu. Reklamlar daha çok satmanın [daha çok üretmenin de tabii], daha çok tüketmenin, daha çok yok etmenin ve kirletmenin hizmetinde. En çok kirletilen de bizzat insanların kendisi olmak kaydıyla... Reklamlar insanları alıklaştırıyor, bönleştiriyor, ahmaklaştırıyor, onları bir çeşit tüketen robotlara dönüştürüyor, düşünme, ‘bağımsız karar verme’ yeteneklerini dumura uğratıyor...

Metalaşma, paralılaşma, çürüme sürecinin hızlandığı, derinleştiği, her şeyi kapsar hale geldiği neoliberal küreselleşme çağında, sanatın, bir bütün olarak estetilk etkinliğin de bu sürecin dışında kalması mümkün değildir. Zaten gerçek anlamda estetik yaratıcılığın, metalaşma/paralılaşma mantığıyla uyuşması mümkün değildir. Sanatçı kendi etiğine ve varlık nedenine yabancılaşmadan, kendi misyonuna ihânet etmeden kapitalizmin dayattığı hıza uyum sağlaması kolay değildir. Kaldı ki, ve unutmamak gerekir ki, kaptalizmle estetik etkinliğin uyuşmamasının bir nedeni de sanatın kaliteyi [niteliği] esas alması, kapitalizm için ise nicellliğin kural olmasıdır.

Kapitalizm doğası, ve temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak, kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı aşındırabilirdi. İnsan emeğinden başlayarak her şeyi metalaştıran, ticarileştiren, alınıp-satılan nesnelere dönüştüren, insanı üreten ve tüketen bir araca bir tür ‘makineye’ indirgeyen, maddi zerginliği yaşamın biricik ereği mertebesine çıkaran, bencilliği, egoizmi ve gücü yücelten, parayı tam bir tapınma aracına dönüştüren, işbitiriciliğin kural olduğu burjuva uygarlığının bir ahlâkı olabilir mi? Böyle bir toplumsal düzen, sözünü ettiğimiz tüm diğer olumsuzluklar ve kötütülükler bir yana, iyiyle kütü, doğruyla yanlış, gerçek yalan ayrımını da yok ediyor. Değer ölçüsü sahneden çekiliyor, nîrengi noktası [ point de repère] yok oluyor... İnsanın bunca değersizleştiği, anlam kaybının artık kural haline geldiği bir toplum düzeni sürdürülebilir mi? Ya da daha ne zamana kadar?

Atatürk’ün okunmasını EMRETTİĞİ kitap..



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


Atatürk’ün okunmasını EMRETTİĞİ kitap

( FİN halkının KÜRT halkıyla tarihdaşlığı)  

Rus yazar Grigoriy PETROV, yaklaşık 100 sene önce Finlandiya hakkında Beyaz Zambaklar Ülkesinde ( Bir milletin uyanışı ) adlı bir kitap yayınlamış ve bu kitap bestseller olmuş. Atatürk’de bu kitabın okunmasını , değil tavsiye., emretmiş.

Bu yazardan ve kitabından bahsettikten sonra Finlandiya tarihinden bahsedeceğim. Zire onların tarihçesi KÜRT halkınınkine çok benziyor.

1866’da Petersburg’ta doğmuş olan Grigoriy PETROV , ilahiyet tahsili görüp papaz olmuş. Petrov’un retorik sanatındaki yeteneği kadar edebiyattaki yeteneği de kuvvetliydi. Konferanslarında şunu tekrarlıyordu. ‘’Rusyanın yaşantısı iyi değil, halk cehalet ve fakirlik içinde . Ülkenin bütün bilinçli güçleri, halkın iyiliği için yorulmadan çalışmalıdır. Hayallerinizdeki sevgili halkınız bu değildir.’’

Liberal düşüncelerinden dolaylı kilise onu papazlıktan azletti. Ardından sürgüne gönderildi.Orada Rusların en saygın ressamı REPİN’ le tanıştı.Repin onun resmini yaptı. Daha sonra İstanbul’a kaçtı. Yogoslavya devletinin daveti üzerine Belgrad’a gitti. Orada orada uğradığı güçlükler karşısında şöyle diyordu: ‘’ Tanrım, beni dostlarımdan koru, düşmanlarımla kendim başa çıkarım’’.

Fince adı SUOMİ olan Finlandiya, 1809 da Rusya’dan ayrıldı, özerkliğine kavuştu. Daha önceleri de yüzlerce sene İsveç’in bir eyaleti gibiydi.Tek geçerli dil İsveççe’ydi. FİN dili ise halk dili olarak kabul ediliyordu. Ne Fin gazeteleri, ne de Fin dilinde edebiyat vardı. Netice olarak Fin dili, edebi dili gelişmedi. Ülkede İsveç kültürü baskındı. Finlandiya İsveç’ten ayrılıp da Rusya’yla birleştikten sonra , özel yasalarla yönetilen büyük bir il haline geldi.

Finlandiya sorunu ( Kürt sorunu gibi) , Rus toplumu için büyük bir problemdi. Rus toplumunda aşırı sağcılar, milliyetçiler ve oktobristler (Ekimciler), ‘’Finlandiye karşıtları ‘ safında yer aldı. Sağ basın her gün iğneliyici laflarla dolu anti-Fin makaleler yayınlıyordu. Milliyetçiler şiddet eylemleri başlattılar.

Onlara, aralarında solcular ve mantıklı düşünen memur kesimi de bulunan , ‘’ Profin’’ kampı karşı koydu. Finlandiya’nın özerkliğinin korunmasında esas rolü Rus liberalleri oynadı.

Petrov makalalerinde Finlandiya’dan ve ülkenin temizliğinden, vatandaşlarının dürüstlüğünden sevgiyle bahsediyordu. Yazarda hayranlık uyandıran şeylerden biri de Finlandiya’nın anayasal düzenidir. Bataklıklar Ülkesinde adlı eserinde şuynları yazıyordu.:

‘’ Rusya’nın burnunun dibinde , Petersburg’un hemen yanı başında, Neva nehrinden iki saat uzaklıkta, Rus vatandaşları için canlı, anayasal bir çekicilik duruyor. Güçlü bir Finlandiya duruyor ve gururla, ‘’ Kendimi idare ediyorum.’’ Benim halkım kendi küçük ülkesinin sahibidir.’’ diyor.

Petrov şöyle devam ediyor: ‘’Şunu unutmamak gerekir ki, Suomi gibi, kayalıklar ve bataklık arasında bir ülke yaratmak ve kültürünü geliştirmek çok zor ama her şeyi yıkmak çok kolaydır. Ancak bizim büyük Rusya’mızın merkezlerinde ya da civarlarında olsun, kültür seviyesi çok düşüktür. Bu yüzden Finlandiya sorunun getirilmesinde de çözülmesinde de çok dikkatli davranılmalıdır. Finlandiya Rusya ile kıyaslandığında , tehlike yaratabilme açısından çok küçük kalıyor. Finlandiya milliyetçiliğinin doğuşu , binlerce Finlandiyalının ülkelerinin gelişmesi için verdiği savaş, bütün bunların temelinde gerçek olaylar var.’’

Finlandiya’nın ekonomik ve toplumsal gelişiminin sorunlarını çözen yasama ve idare organları vardı. İsveç parası 1840’a kadar Rus rublesiyle birlikte kullanıldı. Kendilerini hiçbir zaman İsveçli olarak kabul etmeseler de, yine de milli duyguları daha oluşmamıştı. ‘’ Biz İsveçli değiliz,’’ diyorlardı. ‘’ Rus olmak da istemiyoruz, o zaman Finlandiyalı olmak için de çok çalışmalıyız. Öncelikle dilimizi korumalıyız. O var olduğu müddetçe biz kendimizi !’’ Halk ‘’ olarak hissedebiliriz. Atalarımızın dili kaybolursa, halk da kaybolur ve mahvoluruz..’’

Onu geliştirmek hatta statüsünü yükseltmek, büyük vilayetin resmi dili yapmak gerekirdi . SNELMAN, milli uyanışın önde geleniydi. Halkın kendi tarihi ve kültürel kökleri olgunlaşmadan, millet olamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Bunun vazgeçilmez temelini milli edebiyat oluşturulmalıydı. Fin halkının epik destanı KALEVALA’yı yayınladılar. Ve halk şiirlerinin ilk derlenmesi KANTELE’yi yayınladılar. (1831).

Yaşam mimarlarının çoğu, Finlandiya’yı kendi vatanları bilen İsveçli elit tabaka mensuplarıydı. SNELMAN şöyle diyordu.:

‘’ Halkın fakirliği hangi yöneticinin umurunda veya universitedeki hocalardan hangi biri cahil halkın eğitilmesi için kafa yoruyor.? Adaletin ve eğitimin dili İsveç dili olduğu sürece , halk asla bağımsız olmayacak.

Petrov’un kitabı gelişmiş, modern ve kültürlü milli bir devlet yaratrılmasında başvurulan bir reçete haline gelmişti. ‘’İnsanlar şahsi sorumluluklarının farkına varmadığı sürece, ülkelerenin kalkınması da mümkün olmayacaktır. Ülkenize ve halkkınıuza bedenizinin, aklınızın ve ruhunuzun bütün gücünü verin ‘’.

Değerli okurlar, bu yazdıklarımdsa FİN kelimesinin yerine KÜRT kelimesini koyup okuduğunuz zaman KÜRT sorununa empatiyle yaklaşabilirsiniz.

Petrov’un kitabında sözü edilen pek çok şey belki de eskidi fakat tazeliğini muhafaza eden bir mevzu FUTBOL’dur.

FUTBOl’la ilgili aşşağıdaki cümlelerle şovenist politikacılara ters düşeceğimi biliyorum. Ayrıca futbolseverleri üzebilir, kızdırabilirim. Ancak bütün okuyacaklarınız Petrov’a aittir ve maaleswef bu epidemi bütün dünyaya çok daha yoğun bir şekilde yayılmıştır.

‘’ NAPOLYON’un İngilizler tarafından yenilmesinden sonra bütün Avrupa ‘da İngiliz taklitciliği almış yürümüştü. İngilizlerin çirkin ve gülünç davranışları örnek alınıyordu. Sigara içmek, alkol tüketmek, yüksek sesle konuşmak, küfreymekle, İngilizlerin sapkın yaşam tarzlarının kötü kopyası haline geliyorlardı. Zengin yetişkinler İngilizler gibi yarışlara çok para harcıyorlar, İngiliz usulü viski içiyorlar, İngilizler gibi giyinip, saçlarını dahi İngilizler gibi kestiriyorlardı.

‘’ Gençlik İngiliz sporlarıyla ilgilenmeye başladı.; özellikle İngiliz sporlarının en kötüsü olan FUTBOLLA . Bütün Avrupa da FUTBOL özgün bir DİN haline geldi. Futbol’u bilim, sanat haline getirdiler. Manen fakir olan cahil , kaba sokak basını, gençlerin bu tutkusununun peşine düştü. Sömürdü. Nerdeyse her gün FUTBOL kahramanlarıyle ilgili görüşler yazılıyordu.İnsanlarda ilginç fikirlere karşı ilgi yoktu.

‘’ Aylak,sağlıklı ve maalesef manen tembel olan FİN gençliği futbolla ilgilendi. Futbol, ruhu saran MİKROP gibi, Finlandiya’daki şehir gençliğinin katmanlarını sardı. Futbol artık moda olmuştu ve bütün neslin fikirlerini ve kalplerini işgal etti.

‘’Büyük paralar harcanıyordu. Gençlerin okulda geçireceği çok değerli zaman, bir başka şey için tüketiliyordu’’.

SNELMAN ve arkadaşları , gençliğin entelektüel gelişiminin yerini bunların almasını bir türlü kabullenemiyorlardı. Nesillerinin hem akli ,hem de manevi açıdan fakirleşmesine ciddiyetle bakıyorlardı. Bizim gençliğin tamamı neredeyse maneviyat tüberkülozuna yakalanmış.

‘’ Felsefeyi çok ileri götürmüş bir halk olan eski Yunanlar jimnastiğe, koşuya, uzun atlamağa saygıyla yaklaşmışlardı. Ama halkımızn kuvvetli bacaklı, fakat zayıf beyinli olmasını da istemiyoruz. Aşşağısı öküz bacakları, yukarısı ise koyun kafaları , kutu gibi boş, hafif bir kafatası.

‘’ Sizler Finlandiya’nın futbol başarısına hayran kalıyorsunuz. Siz güçlü ayak takımızın İsveç,e, Norveç’e ve Danimakraka’ya galip gelmesine seviniyorsunuz. Sizin sevinciniz beni mutlu etmiyor. Eğer bizim Suomililer ‘’ Güçlü düşünce’’, Büyük İş, Süt üretimi, En iyi yumureta, Seçkin Buğday, Temiz Vicdan. Yeni Fikir’’ ile Karnı doymuş Halk gibi isimli topluluklar olsaydı bu beni daha mutlu ederdi.

‘’ Ben isterdim ki , siz gençler, sadece Fransızları, İngilizkleri, Almanları da yenesiniz. Fakat bunu topa vurarak değil de , aklınızla , kalbinizle iradenizle yapasınız.

‘’ Sokrat ve Herkül’ün resimlerini karşılaştırdığınızda görürsünüz ki SOKRAT’ın büyük kafasına beyni sığmaz. Halbuki Herkül’ün alnı geniştir, kasları gelişmiştir. Fakat büyük zeka , maneviyat sahibibiri değil. Genç Finlandiya’ya, deri topun arkasından koşturan insanlar ve ahlaki değerlerini yönetebilecek insanlara ihtiyaç var.

‘’ Futbolcuların kaslı bacaklarının savaşıyla fazla uzağa gidemezsiniz. Topa kafayla vurmak için sağlam alına ihtiyaç var, alın ise koyundadır. Sanmıyorum ki , Finlandiya’nın gençliği koyunun kafasıyla gurur duyabilir.

Finlandiya gençliği, unutmayın, sizin göreviniz topu yükseğe ve uzağa atmak değil, halkınızı yükseklere çıkarmaktır. Vatanınızı hızlı bir şekilde geliştirmektir.

PETROV’un bu kitabını 60 sene önce okumuştum. TÜYAP’ı gezerken yeni baskısını görünce aldım. Bu makaleyi okuyupta YORUM yapmanızı çok arzu ederim. Yorum yapmazsanız sizinde Futbol fanatiği olduğunuzu düşünürüm.

Köln. 23.07.11

TEK TARAFLI ÇÖZÜM ÖNERİLERİ...


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

TEK TARAFLI ÇÖZÜM ÖNERİLERİ HAVANDA SU DÖĞMEYE MAHKUM !!!


Kürt sorununda fikir beyanında bulunanları aydınlar ve kendini aydın sananlar olarak kategorize etmek mümkün. Kendini aydın sananlar tek yanlı düşünmek zorunluğunda oldukları için problemi objektif (nesnel,- Almancası SACHLİCH ) analize etmekten mahrumdurlar.

Bir probleme yepyeni, hiç düşünülmemiş çözüm önerisi teklif ettiğinizde , kendini akıllı zanneden, tek taraflı düşünen yarı aydınlar refleksif menfi reaksiyon gösterirler. Yapılan önerinin içeriğini dahi bilmeden size OLMAZ ,öyle şey OLMAZ diye cevap verirler. Bu ister siyasi ,hatta ilmi bir mevzuu olsa bile. Aklı başında, nötr düşünme yeteneği olanlar ise meselenin aydınlanması için size sualler tevcih ederler.

Hani körlere fili tarif edin dediklerinde alınan cevaplar gibi KÜRT sorununda da, şu son olan hadiselerin analizindede hep afaki , tek taraflı, saçma sapan fikirler seredilmektedir. Zıt tarafların fikirlerini duyduktan sonra , ortaya temcit pilavı gibi laflar yerine yeni, pragmatik öneriler tavsiye edemiyorsanız susmayı tercih etmeniz gerekir. Önerileriniz havanda su döğmeye mahkum olur. ‘’ Sözünüzden ibret alınamıyorsa, SÜKÜT eyleyin sizi bir insan sansınlar ‘’ ata sözünü unutmayın.

Başbakan diyor ki: Türkiye de KÜRT SORUNU yoktur. PKK sorunu vardır, Kürt vatandaşlarımın sorunları vardır. Çünkü eskide Kürt sorunu hakkında hiç konuşulamazken şimdi bir çok problemi hallettik. TRT 6 24 saat yayına aldık, hapishanelerde anneler evlatları ile Kürtçe konuşabiliyorlar. Bazı Universitelerde Kürtçe ( daha doğrusu yabancı diller de) enstitüler açıldı, Kürtçe yazılı basın serbest, Kürt kökenli bir siyasi cumhurbaşkanı dahi seçilmiştir. Kürt kökenli 70 milletvekilim var. Peki o bölgede adayların Türk kökenli olsaydı AK partisi oyunu muhafaza edebilirmi idi? Daha doğrusu o bölgede hangi partiden olursa olsun adayların Kürt kökenli olanları seçilmiştir. Demekki Kürt halkı Kürt adaylarını seçmiştir. Aldığınız oylar Kürtlere verilen oylardır. O bölgede Kürtr halkı % 100 Kürt adaylarını, temsilcilerini seçmiştir. Ak partiyi değil. Bana kalırsa PKK sorunu yok. Kürt sorunu vardır. Özerklik tanınırsa PKK ya lüzum kalmaz. TSK nın PKK ya karşı silahlı mücadelesine lüzum kalmaz. Emekli generallerin teorik PKK yı yok etme planları 30 senedir denendi ve TSK nın PKK yı yok etme şansı yoktur. Her yok edilen PKK lı gencin en azından 5-10 kardeşi , akrabası dağa çıkmağa motive edilmektedir. PKK nında TSK yı yenmek gibi bir iddiası yok. Onlara göre bu bir özerklik mücadelesidir. Kendilerini terörist olarak görmüyorlar. Birer istiklal fedaisi kabul ediyorlar.

Assimilasyona son verdik denliyor. Kürtlerin % 50 si Kürtçe bilmiyor. Milli eğitimin mefruadatında , hiç bir tarih, edebiyat kitabında tek kelime KÜRT kelimesi geçmiyor. Kürtçe eğitim olmadığı müddetçe, bu assimilasyon politikası devam ediyor demektir. Kendi kendinizi, taraftarlarınızıda kandırmayın.Müzik derslerinde Kürtçe türkü öğretiliyor mu?. Daha dün Kürt muzik sanatkarı Aynur hanım, tıpkı türkücü Ahmet KAYA gibi yuhalanmadı mı? Şıvan’a başbakan dön çağrısı yapıyor. Aynur’a yapılanı duyunca Şıvan dönmeğe cesaret edebilir mi? Bugün Avrupa da bir milyon Kürt var. Onlarda köylerine dönebilmenin rüyasını yaşıyor.

Kürt gençleri Türkçe öğrenmeseler, sadece Kürtçe öğrenseler Türkiye de iş bulabilirler mi?? Asıl Kürtçe bilmeyen Türk doktorları Kürdistan da Kürtçe konuşan hastaları ile anlaşamıyor. Kürt gençleri Türkçede öğrenebilirler ,fakat onların evvel emirde Kürtçe öğrenmeleri gerekir ki Kürdistanda çalışabilsinler. İlmi çalışmalar göstermiştir ki lisan daha ana okulunda iken öğrenilir. Iraktaki Kürdistana giden Türk iş adamları, doktorlar önce Kürtçe öğrenmek ihtiyacını duyuyrlar.

Kürtler demokratik özerklik isteyince ilerde bölünmek isteyeceklerdir paranoyası hakim siyasilerde, bilhassa şovenistlerde.. Bu bir niyet okumadır. Yapılan anketler göstermiştirki Kürt halkının % 85 bölünmek istemiyor. Halbuki Türklerin % 70 i Kürtlerle birlikte yaşamak istemiyorlar. Kürtler neden bölünmek istemiyorlar?

1. 3,5 milyon Kürt Türklerle evli.

2. Batıda göç etmiş 10 milyondan fazla Kürt kökenli vatandaş yaşıyor. Bunlar Türklerin Almanyada yerleştiği gibi batıda yerleşmişler, iş güç sahibi olmuşlar. Yerleşkeleri batıdadır ve geri dönemezler. Kürtler İastANBULDA, Antalyada, İzmirde yaşamak imkanını kaybetmek istemezler.

3. 4 binden fazla köy yıkılmış. Batıya göç etmiş olanlar nereye dönsünler ki?

PKK da eski iddiasından vazgeçtiğini, realist olmayan komunist bir Kürt devleti kurma fikrinden vazgeçtiğini deklare ettiğine göre Türkiyenin bölünme tehlikesi yoktur. Böyle bir tehlikeyi öne sürüp hala Kürt sorununu çözmekten imtina edip Mehmetçiklerin yaşamlarını yitirmelerine müsamaha edilmesi kriminel bir politikadır. Yazıktır, günahtır. Günün birinde Ergenokoncular gibi gelmiş geçmiş yöneticilerin hukuken sorumlu tutulucaklarını düşünmeleri ni tavsiye ederim. Ağlayan analara hesap vermek mecburiyetinde kalabilirler.

Maalesef son günlerde kendini akıllı zannedenler Ordunun gerekli modernizasyonu yapmadığı, gerillaya karşı uygun askeri timlerin savaşa sokulmadığı, hatta CHP sözcüsü Prof. Ordunun kağıt parçası olduğunu iddia etmektedirler. 30 senedenberi ordunun başarı sağlayamaması ve gelecektede sağlayamayacağının sebebi, her yok edilen PKK lının en azından 5 kardeşi , akrabası olmasından ve motivasyonlarınında özgürlük savaşı olmasındandır. Bu ciddi hakikatı görmezden gelirseniz ve daha, daha kuvvetli silahlarla imha çabalarına girirşirseniz neticede bugün ki gibi sukutu hayale uğrarsınız.

Çözüm için evvela Kürtlerin, Türklerin ( Hükumetlerin),ve Muhalefetin istediği müşterek bir nokta yı kabullenmek gerekir. UNİTER DEVLETİN MUHAFAZASI. Bu temel isteğe karşı çıkan yok. Fakat üç tarafta karşıdakini SAMİMİ bulmuyor. Bense üçününde bu hususta samimi oldukları kanaatındeyim. Ohalde olmayan nedir. Olmayan karşılıklı GÜVEN noksanlığı. Bu sorunun halli için samimiyete inanmak ve karşılıklı GÜVEN tazelemektir. Üç tarafta Türkiyenin iyiliğini istemektedir, ölen gençler, ister Mehmetçik, ister PKK bizim çocuklarımızdır. Kimse kimsenin düşmanı değildir. Birbirini düşman görmeyincede kimse kimseye silah sıkamaz. Düşmanca davranamaz. Kürtlerin yoğun yaşadıkları Fırat’ın ötesindeki Kürdistan bölgesine DEMOKRATİK ÖZERKLİK’in tanınması yle bir taşla üç kuş vurulmuş olur.

1. Küertçe eğitimi o bölge sağlar.

2. Af kanununa lüzum kalmaz, çünkü dağdakiler o bölgeye , yani köylerine, analarının yanına döner. Silahınıda Iraka bırakır. PKK sorunu kalmaz.

3. Batıya yahut Avrupaya göçmüç Kürt sermayesi, akadmisyeni anavatanına döner ve orası teşvik falan uygulamasına hacet kalmadan ekonomik kalkınmayı gertçekleştirir.

4. Türkiyenin bir çok zenginlikleri o bölgededir. Petrol oradadır ( Batman, ve Adıyaman ), GAP oradadır, Ova sulanınca Hollandanın kaç misli zirai alan kazanılır, Turizm, gelişebilir.

5. Mezepotamya tahıl ambarıdır. Hayvancılık o bölgenin arkaik meşgalesidir.

6. Suriye, Irak, İran, Azerbaycan hudutlarının açılması ile o bölgenin ticari potansialı tavana vurur.

Kürt sorunun çözülmesi için Bask, Ira gibi modeller düşünülmemelidür. Çünkü onlarda değişik sebepler vardır, Silah vardır. Kürt sorununa hiç benzemezler. Kürtlerle, Türkler bin senedenberi birlikte yaşamıştır.. Şimdi daha bin sene birlikte yaşamaları için tek, kolay, masrafsız, silahsız çözüm Kürtlere güven duyup DEMOKRATİK ÖZERKLİK teklifini yani yerel idarelerin sorumluluğunu Kürtlere bırakmakla mümkündür. TIPKI Almanya da kiİ Baverya devleti MODELİ’yle. Baverya devleti Almanyadan ayrılamaz. Anayasalarıda moıdern demokratik, sosyal ve hukukidir. Baveryalılar Bismark’ın gümrük birliğindenberi Almanyadan ayrılmadığı gibi, ne İsviçre’nin kuzeyindeki Almanca konuşan bölgesi ile, nede doğusundaki Avusturya ile birleşmek istemiştir. Kürtlerin ne Barzani ile, ne Suriyedeki, nede İrandaki kürtlerle birleşme şansı olabilir. Bu gerçeği hem Öcalan, hemde Barzani itiraf ertmiştir. Türkiye AB uyum planlarını, Kopenhag kriterlerini kabullenmekle Baverya modelini ithal etmiş olur.

Demekki yapılacak şey tek maddeli DEMOKRATİK ÖZERKLİK kanununu meclisten geçirmek ve ora halkını kendi sorumluluğuna terk etmektir, Türkiye devletinin Uniter yapısı içinde. Bunu BDP , yahut Öcalan istediği için değil, 25 milyon kimliğine bilinçlenmiş KÜRT halkı istediği için yapmak gerekir. LEİPZİG’te 70 bin vatandaşı yürüyünce OST –Almanya yıkıldı. Haburda 750 bin Kürt evlatlarının dönüşünü beklerken, şovenistlerin alçakca ,o insanların sevinçlerini kursaklarında bırakmış, HABUR barışı olayını felakete döndürmüşlerdir.

Kurdistanda, yahut Mezepotamya da CHP nin ve MHP nin mevcut olmaması karşılıklı antipatiden kaynaklandığına göre onların ora hakkında söyleyecekleri bir sözleri olamaz. Elbette o bölgede BDP olduğu gibi Baverya’da CDU nun kardeş partisi CSU gibi,

AK Partininde kardeş AK parti teşkilatı ödevine devam eder.



KÖLN, 17.07.11