23 Ocak 2012 Pazartesi

BİZDEDİR!


”Seyyar olur Pir görürüz
Doğru hedef, ok bizdedir!”

Haci Cirik / Fezali

Gerçekleri görenlere
Hak bizimle hak bizdedir.
Hakka gönül verenlere
Temiz gönül ak bizdedir.

Yaratanla var olmuşuz
Gönüllere hep dolmuşuz.
Kalbimizde hak bulmuşuz
Serimizdeki pak bizdedir.

Çiçeklerde bal oluruz
Yar teninde can dururuz
Seyyar olur pir görürüz
Doğru hedef ok bizdedir

Özüm kâbe ser kerbela
Dua kâr etmez, yaprak dala
Nazar kılmaz şahı kula
Himmet eden çok bizdedir

Pervaneyiz döneriz sır
Temiz doğduk bulaşmaz kir
Bin bir renkte hepimiz bir
Ayrı gayrı yok bizdedir

Fezali’de Haci ile
Gönülden hükmetti dile
Kurtuluş olur el-ele
İlmi alem huk bizdedir.

19 Ocak 2012 Perşembe

Silahları gömmek


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Muhterem MİROĞLU’nun ‘’Silahları gömmek’’ kitabı Kürt sorununa yapıcı çözüm arayan ciddi köşe yazarlarına ilham kaynağı olmuş. Bana kalırsa bu bir Almanların tabiriyle ‘’Frommer Wunsch’’ yani bir SOFU DİLEĞİ. Biz hekimler hastalarımıza deriz ki: ‘’ Sigarayı bırak ta sonra gel tedaviye’’. Bu ültimatomumuz hastayı öfkelendirmekten başka netice vermez. Şimdi PKK ya da CHP nin, MHP nin dediği gibi‘’ Silahı bırak ta gel teslim ol‘’ mizahi çağrısından başka bir şey ifade etmez. 40 bin PKK lı canını bu uğurda vermiş Kürt gencine saygısızlık olmaz mı?
Bir taraftan TSK nın silahlı saldırıları şiddetlendikçe, 35 çocuk ve genci jetlerle bombalayarak katlederken, binlerce KCK’ lıyıhapse atmakta devam ederken PKK ya tıpış tıpış gel teslim ol denmesine karşı elbette ki, hiçte hoşumuza gitmese de, Leyla ZANA ‘’silahımız sigortamız’’ sloganı ile cevap verir.

200 seneden beri 30 kere isyan eden, son olarak ta 30 yıldır istiklal savaşı veren, buna karşılık Kürtleri inkâr eden, asimilasyon politikası güden Türk devletinin aczine dayanan davranışlarını kınamak ve sorumluluklarından ötürü AHİM’e suç duyurusunda bulunmak gerekmez mi?
Suriye nin dahi genel af deklare ettiği, Irak ta otonom bir Kürdistan kurulmakta iken, İran da PKK ile ateşkes anlaşması yapılırken Türkiye nin onların gerisinde kalarak Kürtlerin artık kimliklerine bilinçlendiği bir devre de Kürt halkının İLELEBET dörde bölük yaşamını sürdürmesinin bugünkü dünya da insan haklarına ters düşmesi, Güney doğuda de Facto bölünmüşlüğü kaale almamak Türkiye de ki siyasilerin başlarını kuma soktukları intibaınıyaratmıştır.
Kürt slorunun sadece bir PKK sorunu olmadığı, enternasyonal bir sorun olduğunu bilmeyen kalmadı. Hernekadar TC hükumetleri, siyasileri dirense de çözüm yolunda ki süreç Kürtlerin lehine gelişecek ve her dört devlette de özerklik gerçekleştikten sonra Üniter bir Kürt devleti kurulacaktır. Dünya da ki konjonktür, ABD ve AB de bunu istemektedir. Daha binlerce Kürt genci feda edilecektir,şayet hükumetler realiteyi kavramadıkları müddetçe. Hangi aklı başında insan silahlımücadeleyi ister. Bu silahlı isyanların etiyolijisini nersnel kriterlerle analiz edip çözüm önerileri ortaya konmadıkça, bu kör düğüşü, bu katliam sürüp gidecektir. Anaların gözyaşına üzülmek duygusal bir davranıştır. Fakat on binlerce gencin telef olması asıl ciğerleri dağlamaktadır.

Bu sorunun temelinde ‘’ Ne mutlu Türküm ‘’ amentüsü yatmaktadır. Bunun temelinde LOZAN vardır. Temelinde Türk milliyetçiliği vardır. Türklerin psikolojikman Kürtleri eşit insan kabullenmemeleri vardır. Silahlar onların vahşi bir tezahürüdür.
Daha derinlere inecek olursak silah tüccarlarının ezeli gayretlerini görmek mümkündür. Orta doğuda petrolün mevcudiyeti parasal kazançların sorunda büyük rol oynadığını da görmemezlikten gelmemek gerekir. Arka planda ki silah tüccarlarını ve parasal kazançların mevcudiyetini kimse dile getirmiyor.

O halde ‘’Silahları gömmek’’ yalvarışı bence bir nevi SOFU DİLEĞİ olmaktan ileri gitmez.

Köln.


18 Ocak 2012 Çarşamba

TC’nin genetiği veya vicdanı kirlenmiş toplum...


Fikret Başkaya

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak varoldu. Tevatür edildiği gibi bir “kopuş” söz konusu değildi. Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldır. Elbette bu sadece Osmanlı’ya mahsus bir “ özellik” veya “orijinallik” değildi. Bu, premodern dönemin Eski Rejimlerinin genel durumuydu. Devletin kutsal sayılması demek, devlet dışında hiç bir şeyin bir önemi ve değeri olmaması demektir. Mevzubahis olan devletse, gerisi teferrüattır ve orada kendi başına bir değeri, kıymet-i harbiyesi olan başka hiç bir şey yoktur. Devlet çıkarı her şeyi mübâh kılar. Devletin çıkarı ve bekâsı için her türlü cinayet, katliam, suikast, komplo, hile, yalan... gerekli ve meşru sayılır. Bırakın halktan insanları, devletin çıkarı için padişah ailesi mensuplarının katli de son derece olağan bir şeydir. Kardeş, çocuk, ana, baba, hepsi devlet çıkarı için katledilebilir. Başka türlü ifade edersek, Osmanlı İmparatorluğu’nun da dahil olduğu “Eski Devletler ailesinde’ devletin bekâsı, aile içi temizliği varsayar ve başka türlü yapması mümkün değildir. Zaten herkes padişahın kuludur. Kulun hakkı yoktur, sadece kulluk yükümlülüğü vardır. Dolayısıyla ilişki yönetenden yönetilene, efendiden kula ve tebaya doğru ve tek yönlüdür.

Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu ve benzerleri “savaş devletleridir”. Bu tür devletler varlıklarını savaşa borçludurlar. Varlıkları düşmanın varlığına bağlıdır. Düşmanın da iç-düşman veya dış-düşman olmasının bir önemi yoktur. Bu tür devletler savaş yetenekleri aşındığında tarih sahnesinden silinirler... Savaşla fethedilen yerler yağmalanır, talan edilir, birikmiş hazinelere el konur ve egemenlik altına alınan topluluk bir haraç ödemeye zorlanır. Fakat “büyüme-yayılma ” paradoksunun bir sonucu olarak, bir zaman sonra, üretici sınıf olan köylüden alınan haraç ihtiyacı karşılayamaz hale gelir. Bu durum hem köylü kitlesi [toplum] üzerindeki baskının artmasını hem de yeni savaşları dayatır. Devlet kendi iç çelişkileri sonucu zayıflar ve çöker. Osmanlı İmparatorluğunun tarih sahnesine çıkışının, aynı zamanda kapitalizmin de tarih sahnesine çıktığı tarihsel döneme rastlaması, imparatorluğun evrimi üzerinde etkili oldu. Kapitalist üretim süreci kendi dışındaki sosyal formasyonları “biçimlendirme, biçimsizleştirme, şartlandırma, kendi mantığıyla uyumlandırma” dinamiğine sahiptir. Bu dinamiğin bir sonucu olarak, Osmanlı sosyal formasyonundaki aşınma derinleştikçe, yönetici elit, varlığını sürdürmek için kapitalist dünyadan bir dizi kurum, kural, teknik, yöntem, tarz, vb. ithal etme yoluna gitti. Bu “ona benzeyerek kendini koruma”, devleti yaşatma refleksiydi... Batıdakinden farklı olarak, Osmanlı yenilikleri yeninin, yeniyi yaratmanın değil, eskiyi korumanın ve sürdürmenin hizmetindiydi. Dolayısıyla yenilik denilenler eskinin üstündeki yamaydı... Yeni ve yenilik denilen düzenlemelerin, kurumların, söylemlerin bir temeli yoktu. Batı’da yenilikler Eski Rejimle ve onun geleneksel idieolojisiyle bir hesaplaşmanın araçları ve sonuçlarıyken, bizde “eskiyi nasıl yaşatabiliriz ” sorusunun cevabı olarak varoldu... Dolayısıyla, eski rejimle ve onun geleneksel ideolojisiyle gerçek bir hesaplaşma ve eskiyi aşma-yeniyi yaratma girişimi hiç bir zaman söz konusu olmadı... Başka türlü söylersek, Cumhuriyet döneminde de devlet Osmanlı İmparatorluğundaki gibi kutsal sayılmaya devam etti. Devletin kutsandığı bir rejimin modernliği de tabii bir retorik olmanın ötesine geçemeyecekti ve geçemedi... Velhasıl retorikle realite arasında bâriz bir uyumsuzluk varlığını sürdürmeye devam etti.

Devletin kutsal sayıldığı yerde “gerisi teferrüat” sayılacağına göre, kullanılan modernist dilin de bir karşılığı olması mümkün değildi. Devletin kutsal sayıldığı yerde yurttaş olmaz. Devlet ricâlinin insanlara ‘yurttaşmış’ gibi davranması, öyle bir söylemin varlığı, insanların da kendini ‘yurttaş’ sanmasının reel bir karşılığı yoktur... Orada söz konusu olan ikiyüzlülüğün içselleştirilmesinden başka bir şey değildir... “Yurttaşlık durumu” ancak bir mücadele ile kazanılabilir ve korunabilir... Birileri size: “artık bundan sonra yurttaşsınız” dedi diye yurttaş olunmaz. Zira yurttaşlık, yurttaş bilincini var sayar... İmparatorluğun reayası 1923 de yurttaş olmadı. O zamana kadar ‘padişahın kulu’ olan halk kitlesi, 1923’den sonra artık “vatanın kulu” olacaktı ki, garp cephesinde yeni bir şey yoktu... Vatanın ne olduğu, sahibinin kim olduğu da bilindiğine göre... Lâkin “eskiyi” yeniymiş gibi sunmayı, daha doğrusu dayatmayı başardılar. Bu işi de esas itibariyle okul ve öğretmen, velhasıl eğitim sistemi sayesinde kotardılar... Dolayısıyla, TC’nin yaklaşık doksan yıldır kolaylıkla irili ufaklı katliamlar yapabilme ve siyasî cinayetler işleyebilme rahatlığını anlamak, sözünü ettiğim geri planı dikkate almadan mümkün değildir. Son on-onbeş yılda, son otuz kırk yılda yapılan katiamları, işlenen siyasî cinayetleri bir hatırlayın, ne demek istediğimi anlayacaksınız... Bu durum, dünün reayasının ve kulunun] bu günün yurttaşı olamayışıyla açıklanabilir. İnsanlar seçimlerde oy kullanmayı matah bir şey sanıyorlar... Seçimlerin bir aldatmaca olduğunun farkında değiller. Seçim oyunu aslında insanları oyuna getirmek için oynanıyor... Oyun kurucular da mâlûm olduğuna göre...

Hırsızın kabahati...

Bir ülkede yaşayan insanların yurttaş bilincinden yoksun oluşu, hak, özgürlük, eşitlik ve adalet bilincinin yetersizliği, devletin katliamlar yapma, insanlık suçu işleme konusunda hareket alanını genişletiyor. İnsanlar yapılan her katliam veya işlenen her siyasi cinayet karşısında sessiz ve tepkisiz kaldıklarında, hem gelecek katilamlara ve cinayetlere ‘onay’ vermiş oluyorlar hem de her katliam ve siyasi cinayetle vicdanları kirleniyor... Bu vesileyle vicdan kirletmeye memur edilmiş, vicdanları en çok kirlenmiş politikacı, akademisyen, gazeteci, yazar, “konunun uzmanı” denilenlerin pis misyonunu da hatırlamamak olmaz. Bu kesim, yapılan her katliamı, her siyasi cinayeti “haklı” ve “gerekli” göstermek için seferber oluyor... Son Uludere katliamında ortalama insanın, ortalama tavrı utanç vericiydi. En utanç verici olanı da her halde bir kısım ‘pişkin politikacı, hükümet erkanı, televizyonlarda boy gösteren “yorumcu” ve gazete köşelerine çöreklenmiş akl-ı evvellerdi... Söylediklerinin özeti şuydu: “Devlet katliam yapmaz... Benim devletim katliam yapmaz. Benim atalarım katliam yapmaz...” Bu bir kazadır, böyle şeyler olur, zaten her yerde oluyor... ABD bunu her zaman yapıyor... Eğer bütün bu katliamları, sizin devletiniz yapmadıysa, eğer tüm bu cinayetleri sizin devletiniz işlemediyse o zaman bunlar kimin eseridir? Fransa parlamentosunda ‘Ermeni katliamı olmadı’ diyenin cezalandırılmasıyla ilgili yasa teklifi gündeme geldiğinde, başbakan Erdoğan: “ Ben atalarıma katliam yaptı dedirtmem, asıl Fransızlar Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında yaptıkları katliamın hesabını versinler” demişti. Başbakanın bu sözleri bana bir şey hatırlatmıştı. 1967 yılında, Pariste, Albert Chatelet öğrenci restoranında, yemek masasında karşımda oturan iki öğrenciyle sağdan soldan konuşurken, bana hangi ülkeden olduğumu sordular, Türkiyeliyim deyince, “biz Cezayirliyiz ve size kırgınız” demişlerdi... “hayırdır, bu da nerden çıktı” dediğimde, “sizin hükümetiniz Birleşmiş Milletler’de Cezayir’in bağımsızlığının oylandığı oturumda Fransa lehinde oy kullandı” karşılığını verince, ben de “kırgın olmakta haklısınız, lâkin o ayıpta benim bir dahlim yok” karşılığını vermiştim. Sonra isimleri Muhammed ve Abdu olan bu iki sevimli Cezayirliyle yıllarca sürecek dostluğumuz başlamıştı... Eğer Fransızlar Cezayir’de katliam yaptıysalar, Türk hükümeti Fransa’nın tarafını tuttuğunda o katliamı onaylamış, insanlık suçuna ortak olmuş olmuyor muydu? Fakat bu bir istisna değildir. Ne zaman mazlum halklar emperyalizme, koloniyalizme karşı ayaklansalar, özgürlük, bağımsızlık ve haysiyet mücadelesine girişseler, TC yöneticileri tartışmasız kolonyalistlerin, emperyalistlerin safında yer aldı. Neden aldığının, neden almak zorunda olduğunun tahliline burada girmeyeceğim...

Uludere katliamını haklı göstermek için büyük çaba gösteren akl-ı evveller “ sınırın ötesinde işleri neydi” diyorlar. Bu kuş beyinlilerden bir teki o sınırları kimin çizdiğini sorun ediyor mu dersiniz? Asıl insanlık suçu bizzat o sınırın varlığı değil miydi? Bir aileyi, bir topluluğu ikiye bölen bir sınırın ne gibi bir kıymet-i harbiyesi olabilir? İnsanı yaşam araçlarından mahrum eden, açlığa mahkûm eden bir sınırın meşruiyeti olur mu? Kaldı ki, hiç bir gerekçe hiç bir katliamı haklı göstermeye yetmez. Adı üstünde insanlık suçunun gerekçesi olur mu? İnsanlık suçunu gerekçelendirmek ne nemem bir küstahlık ve alçaklıktır? Bu vahşeti ‘haklı’ göstermek için seferber olanlar, vicdanları en çok kirlenmiş olanlardır. Kirlenmiş vicdanlılar toplumun vicdanını da kirletmeyi şimdilik başarıyorlar... Lâkin bu dünyada her şey sonludur... Katliam ve siyasî cinayet TC için istisna değil, kuraldır ve rejimin genlerinde mündemiçtir... Osmanlıda en büyük katliamları yapanlar devlet katında en yükseğe çıkanlardı... Maalesef bu “gelenek”, Cumhuriyet döneminde de geçerli olmaya devam etti... Lâkin şimdilerde bir yenilik de söz konusu... Artık katliamın yolu ‘insansız hava araçlarından’ geçiyor ve bu “yenilik” “çağdaş” Türkiye’ye ne kadar da yakışıyor... İnsansız araçlar insanlara kimin katledileceğini gösteriyor. Bundan âlâ modernlik, kalkınmışlık mı olur! Artık Türkiye’yi yönetenler “muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıktıklarından” emin olabilirler... Şu utanç verici manzaraya bir bakın. Toplum ne hallere düşmüş... Görünen o ki, bu kepazelik, bu utanç verici durum, TC bir operasyonla [devrimle] temizleninceye kadar devam edecek... Kimse kendini aldatmasın, “hukuk devleti” mavalına aldanmasın... Zaten bu işleri kotarmak için işte böyle bir “hukuk devleti” gerekiyor... Hukuk devletinin ne olduğunu merak edenler Hrant Dink davasına baksınlar... Siz ‘hukuk devleti’ denileni ne sanıyorsunuz? Bütün mesele işlenen cinayetlerin, yapılan katliamların üstünü örtmekten ibaret değil mi? Bundan âlâ hukuk devleti mi olur? Sevsinler hukuk devletinizi... Devlet tarafından yapılan katliamların, işlenen siyasi cinayetlerin üstünü örtmeye çalışanlar insanlık suçu işleyenlerdir ve bu vicdanı kirlenmişlerin iflah olmaları da, islah olmaları da mümkün değildir...

14 Ocak 2012 Cumartesi

İki Antekeli...

Çelik Bilgin

Dağlar ve kayalar arasındadır, Roma'nın en güzel şehridir, şimdiki zamanın San Remo'su ile mukayese edebiliriz, zaptetmesi imkansızdır. İki defa zaptedildi, birinde Haçlılar ve diğerinde Müslümanlar tarafından; ama her ikisinde de birisi içeriden kapıları açmıştı. Antakya'nın zaptı, çok yakın zamana kadar Antakyalılar, "Anteke" diyorlardı, kapıcıları sayesindedir, kapıyı onlar açtılar. Şimdi de iki Antekeli, Sadullah Ergin ve Nihat Matkap, -Ergin, Tayyip Erdoğan'ın ve Matkap, Kemal Kılıçdaroğlu'nun- kapılarını tutuyorlar; Erdoğan ve Kılıçdaroğlu isteyince açıyorlar, isteyince kapatıyorlar. Antakya'nın talihi ve belki de talihsizliğidir.

Bir Antakya tarihi

Konstantiniye mi, tarihtir, yoksa Anteke mi; Antakya hâlâ Hıristiyanlığın en kutsal şehirlerinden birisidir. Dağlar içine oyulmuş Sen-Peter Kilisesi ve Mozaik Müzesi harikuladedir; mozaikler Defne'deki villalardan çıkarılmışlar. O tarihte dünyanın en zengin ve turistik yeri Defne idi, biz "Harbiye" diyoruz, o muazzam mozaikleri bir tür ver ve duvar halısı sayabiliriz, renkleri müthiş canlıdır. Roma asilleri ve zenginleri Defne'de tatil yapıyorlardı, Hıristiyanlığın doğduğu yerlerden birisi olarak kabul ediyoruz.

Ne zaman doğdu, bunu, "doğum" ne demek, şekline çevirebilirim. Ve ekliyorum, nerede doğduysa, orada Yahudiler çoktular, böyle başlıyorum, önce şunu söyleyebiliriz, hem Antakya ve hem İskenderiye'de paganlardan, putperestler, Yahudiliğe geçenler, din değiştirenler, pek kalabalıktılar. Güzel, peki ne demek; proselytizm'in hiçbir zaman tam ve mükemmel olduğunu söyleyemeyiz, yeni Yahudiler'in çoğu sünneti ihmal ediyor ve domuz yiyordu, öyleyse, İsa'dan önce kısmi İseviler vardı; Hristo ve sonra Saint-Paul bunu genişletmeye ve Yahudilik olarak kabul ettirmeye çalıştılar. İsa'nın Devrimi buradadır.

Antekeli kapıcılar

Hep böyle değil mi, yeniçeriler hiçbir zaman tam Müslüman olmadılar ve sabetayistler hiçbir zaman Yahudilik'ten tam kopmadılar. Öyle ki, Antekeli'ye bir tür heretik, bir tür kapıcı, diyebiliriz. Bunlar, bu güzel şehirde, Antakya'da çokturlar; Matkap ile Ergin buna çok uyuyorlar, Antekeli par excellence, diyebiliyorum. Bununla birlikte, Antakya'nın kökü güçlüdür, Antakyalılar nazariyata meraklıdır; Cemil Meriç, Halit Çelenk, Kemal Sülker Antakyalı'dır. Öte yandan, Matkap ile Ergin'e ise "Antekeli'dir" diyebiliriz; sabit bir inançlarını, bir bağlılıklarını göremiyoruz. Matkap'ın tek hedefi milletvekili olmak ve Ergin'in hedefi ise bakanlıkta kalmaktır. Bütün kapıları kilitlerler ve şeflerinin istediği delikleri açarlar. Antekeli işte budur, Antakya'dan ayırıyoruz.

Caligula ve diktatorya

Selefkos, Antakya'yı kurandır, İskender'in generallerinden biriydi. Adına kırk kadar şehir var, "Silifke" bunlardan birisidir; ikincisi, Arabi transformasyon ile "Suveydiye" idi, şimdi Samandağı tabir ediyoruz. Roma'dan Suveydiye'ye, "Selevkos", denize gelirlerdi; Hidiv Mehmet Ali'nin oğlu İbrahim Paşa'nın da burada tatil yaptığını biliyoruz. Diğer yandan, İskender adına şehirler de kırka ulaşıyordu, İskenderiye ve Alexandretta, İskenderun, bugüne kalanlardır, İskenderun, Halep ve Antakya'nın iskelesi oldu, bu durum kısmen devam etmektedir. Antakya'ya rakip bir hali var.

Agustus'un yerine Germanicus geçecekti, kesindi; ancak benim Caligula kitabımdaki bir tespit ile, "cumhuriyetçilik illeti vardı". Brutus, bir cumhuriyet yıkıcısı olan Julius Sezar'ı öldürdü, bir cumhuriyet kahramanıdır, öldürüldü. Germanicus, ordu tarafından pek seviliyordu ve Şark'ı çok seviyordu, diktatorya ve imparatorluk partisi, Germanicus'u Antakya'da zehirledi. Yanında, yedi yaşındaki oğlu Caligula vardı; Roma, Germanicus'a ağladı, cesedini Antakya'da, pazar meydanında yaktılar. Cumhuriyetçi oğullarını idam ettiler, Caligula'yı bıraktılar; sonunda saralı, homoseksüel ve kız kardeşi Drusia ile ensest ilişkisi olan bir imparator oldu. Diktatoryaya uygundur.

Diktatörlük heveslileri

İki Antekeli'nin de cumhuriyete bir hassasiyetlerini göremiyoruz; Kılıçdaroğlu, çapına bakmadan, Chp'de bir diktatörlük peşindedir, bütün örgütleri idam etmektedir. Matkap sadece örgüt celladıdır. Ergin ise hâlâ, Türkiye ölçüsünde, diktatorya hevesine bendedir. Milletvekillerini, paşaları, yazarları, aydınları, zindanlara kapatmaktan haz almaktadır. Ve her ikisi de Roma'dan kalma ve Roma'nın mirasına düşmandırlar. Yalnız neye düşman olduklarını bilmiyorlar.

7 Ocak 2012 Cumartesi

GÖRDÜM...

"Hayelle gezerim ülkemi bazen
Dağ ile ovayı hüzünlü gördüm."

Haci Cirik / Fezali

Hayelle gezerim ülkemi bazen
Dağ ile ovayı hüzünlü gördüm.
Emeği zay olmuş, boş durur kazan
Köyünde evinde izini gördüm.

Boynu bükük halkı ilmiği çekti
Sayısız evleri, kim neden yıktı?..
Elleri koynunda gözüme baktı
Toprağında yoksul yüzünü gördüm.

Kurşun değmiş, barut kokulu taşı
Çırpınır perişan akar göz yaşı.
Yüreği yaralı, kayıp kardeşi
Ateşler püsküren özünü gördüm.

Fezali’m Haci’nin seyrine bakar
Damla damla suda, deryaya akar.
Bu haksızlık zulüm içimi yakar
Şafağı seyreden gözünü gördüm.

2 Ocak 2012 Pazartesi

Devrim üzerine söyleşi II

“Örgüt Paradoksu” Üzerine

Fikret Başkaya - Gün Zileli





GZ: Söyleşimizin önceki bölümünde “örgüt paradoksu”ndan söz ettin. Bunu biraz açar mısın?





FB: İstersen ondan önce önemli gördüğüm bir hususa açıklık getirelim. Devrimci çevrelerde “devrimi örgüt yapar” şeklinde bir anlayış var. Bir örgüt kurulacak, büyüyecek, olgunlaşacak ve zamanı geldiğinde de devrim yapacak... Aslında bu, devrim hakkında yanlış bir anlayışın ürünüdür. Devrim sosyal eylemin sonucu olan bir dönüşümdür ve ancak geniş halk kitlelerinin yapabildiği bir şeydir. Dolayısıyla, politik volontarizm, kitlelerin kendi bilinçli eyleminin yerini alamaz. Başka türlü ifade edersek, politik eylem hiçbir zaman sosyal eylemin yerini alamaz. Tabii bu tür bir devrim anlayışı da, Rusya’daki durumun yanlış anlaşılmasından ve orada olup bitenlerin “evrensel değeri olan bir şey” sayılmasından kaynaklanıyordu. Şubat’taki bir sosyal devrimdi ve yol almaya devam ediyordu. Ekim’dekiyse iktidarın Bolşevikler tarafından ele geçirilmesiydi, yânî politik bir eylemdi. Dolayısıyla Ekim’de Bolşevikler devrim yapmadılar, hükümeti ele geçirdiler. Şubatta devrim patlamıştı, Çarlık devrilmişti, lâkin henüz yeni bir rejim kurulmuş değildi. Emekçi kitleler özgürlük, sosyal eşitlik, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, refah, insanca yaşama, “kendileri olma” talebiyle ayaklanmışlardı, gerçek bir demokrasi istiyorlardı.

İktidarın Bolşevik parti tarafından ele geçirilmesi devrim sürecinde bir “andı”... Lâkin resmi tarih, devrimi Şubat’tan değil de Ekim’den başlattı. Asıl devrim yok sayıldı. Biliyorsun, her zaman ve her yerde resmi tarih “egemenlerin istediği tarihtir”, onların işine gelen bir tarih versiyonudur. Tabii Bolşevikler iktidarı ele geçirir geçirmez ilk yaptıkları iş, devrimin kaynağı ve anası olan Sovyetleri tasfiye etmek oldu. Sovyetler yeni ve orijinal bir kitle örgütlenme modeli olmaktan çıkarıldı, önce içi boşaltıldı, sonra da tümüyle tasfiye edildi. Lenin Şubatta: “ Bütün iktidar Sovyetlere” demişti, Ekimden sonraysa slogan: “ Bütün iktidar Bolşevik Partiye” biçimini aldı…Bu arada neyin değiştiğini merak eden var mı? Gerçek durum böyleydi ama retorik farklıydı... Yeni rejime “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” dense de, kurulan yeni rejimde artık Sovyetlerin hiçbir dahli olmadığı gibi, rejimin sosyalist bir rotada ilerleme imkânı da daha baştan yok edilmişti... Ve o aşamadan sonra ne yapıldıysa, sosyalizmin, marksizmin ilkelerine karşı yapıldı. Oysa eleştirel tarih son derecede önemlidir. Ekim Devrimi’nden bir süre sonra iktidar Lenin’in liderliğinde bir “komiserler konseyinin” iktidarına dönüştü. Taktik gerekçeler ilkelerin önüne geçti ve daha baştan devrim, sosyalizm/komünizm perspektifine yabancılaştı... Elbette rejim bir dizi iç ve dış olumsuzlukla cebelleşmek zorundaydı ama bu “zorunluluğu erdeme” dönüştürmeyi gerektirmiyordu. Dolayısıyla sapma Stalin’le başlamadı. Maalesef sosyalizm ilkelerine yabancı bir dizi uygulama daha Lenin zamanında başladı. İfade ve basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü yasağı, parti kurma yasağı, vb. Lenin zamanında yürürlükteydi. 1921’de “eğilimler” yasaklandı, ölüm cezası yeniden kondu... Rosa Luxemburg sapmayı çok erken bir zamanda [1918] fark edip mahkûm etti. Leninist iktidarı: “ bir klik hükümeti, bir diktatörlük, aslında proletaryanın değil, bir avuç burjuva politikacısının diktatörlüğü, jakoben egemenliği” olarak tanımladı.

Peki örgüt önemsiz midir? Asla değil, tam tersine örgüt vazgeçilmezdir ama örgüte hak etmediği misyonlar yüklememek kaydıyla. Örgüt devrimci süreci hızlandırabilir, devrim sonrasında “hedef şaşmasını” engeleyebilir ama devrim yapamaz. Tabii eğer varlık nedenine yabancılaşmışsa, bürokratlaşıp-yozlaşmışsa olumsuz şeyler de yapabilir... Örgüt paradoksundan kastettiğim şu: Örgüt başlangıçta bir amaç için kuruluyor ama gerçekten amaca uygun olarak kurulup-kurulmadığı tartışmalıdır. Diyelim sosyalist/komünist bir toplumsal düzen kurma, bu amaçla da burjuva düzenini aşma perspektifi olan bir örgüt kuruldu. Gerçekten o amaca uygun olabilmesi için sosyalist ilkelerle uyumlu bir yapı ve işleyişe sahip olması gerekir. Daha baştan bir farklılığa, orijinalliğe sahip olması gerekir... Bilinen, “geleneksel” örgüt modellerinin dışında farklı bir şey olması gerekir. Eğer burjuva örgüt modelini alır, onu taklit edersen, daha baştan amaca yabancılaşmak kaçınılmazdır. Zira burjuva toplumunun ayakları seni sosyalizme/komünizme taşımaz. Alet benim elimde iyi işler, demek saçmadır... Ben yaparsam iyi olur, demenin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Tarihsel sol bugüne kadar nasıl örgütlenmeliyiz, amaca uygun bir örgüt modelini ve işleyişini nasıl oluşturabiliriz sorusunu pek sormadı... Esas itibariyle ve genel bir çerçevede burjuva örgüt modelini benimsemekle yetindiler. Örgütün hayati önemini kavramakta başarısız oldular... Oysa devrim anlarında spontane olarak ortaya çıkan, Rusya’da Sovyetler, başka yerlerdeki işçi konseyleri, vb. den hareketle farklı bir örgütsel işleyiş modeli geliştirmek amaçla daha uyumlu olabilirdi.

Bir parti kuruluyor, bakıyorsun, iç işleyişi düzen partilerin nerdeyse aynı... Keskin bir hiyerarşi, bilen-bilmeyen, anlayan-anlamayan, yetkili-yetkisiz, buyuran-buyrulan, vb. Hiyerarşi, “etkinliği” sağlamanın güvencesi sayılıyor... Daha örgüt kurulup organları oluştuğunda, partiyle kitle arasında bir kopuş, bir yabancılaşma ortaya çıkıyor. Resmen kurulmadan önceki mücadele yeteneğini ve düzeyini bir daha yakalamak pek mümkün olmuyor... Burjuva partilerindeki gibi bir işleyiş ortaya çıkıyor. Bunu herhangi bir örgütte de görebilirsin. İllâ bir sol siyasi parti olması gerekmez... Örgütün yönetim, denetim, disiplin ve başka kurulları seçilip göreve başladığı andan itibaren örgüt cansız/ruhsuz bir bürokrasiye dönüşüyor. Örgüt yaşayan bir “canlı” olmaktan hızla uzaklaşıyor. Birinci mesele bu.

Bürokratik yozlaşmanın ikinci bir nedeni daha var. Bir örnekle ne demek istediğime açıklık getireyim: Diyelim, bir madende çalışan işçiler, uzun çalışma sürelerine, düşük ücretlere, iş güvenliği zaafına, vb. karşı bir direnişe geçiyorlar. Bu mücadele sürecinde biri ve/veya birileri ön plana çıkıyor, cesareti, basireti, dürüstlüğü, kararlılığı, davaya inanmışlığı ve meramını anlatma yeteneği sayesinde etkinlik sağlıyor. İşçiler onun bu yeteneğini, karizmasını mücadelelerinde daha etkin kullanmak üzere onu madenin dışına çıkarıyorlar ve “profesyonel olarak” o işi yapmasının daha yararlı olacağını düşünüyorlar. Zamanla benzer bir mücadele başka maden ocaklarında da büyüyor, bütün sektörü kapsar hale geliyor ve bizim “profesyonel”, kurulan işçi örgütünün [sendikanın] yöneticisi veya başkanı oluyor. Kentin merkezi bir yerindeki rahat bir büroda, artık bütünüyle farklı bir kültürel-psikolojik, sosyal çevrede yaşamaya başlıyor. Kendisi gibi profesyonel sendikacılar, öğretmenler, üniversite üyeleri, gazeteciler, sanatçılar, tiyatrocular, politikacılar ve devlet yetkilileri, bakanlar ve üniversite öğrencilerinin yaşam alanlarına dahil oluyor. Avukatlar, sekreterler, hizmetliler istihdam ediyor... otorite kulllanmaya, emir vermeye ve yönetmeye alışıyor. Hiyerarşik ilişkileri vazgeçilmez sayıyor...Maden ocağının her türlü risk ve zorluğundan uzak bir sosyal çevrede yaşamaya başlıyor... Ve içinden çıktığı sosyal çevreye yabancılaşıyor... Burjuvalaşıyor, belirli bir eşik aşıldığında da artık burjuva sınıfına mensup biri olup çıkıyor... Lâkin retorik değişmiyor... “İşçi sınıfının yüksek çıkarları vurgusu” eksik olmuyor... Velhasıl örgüt bürokratlaşıyor, yozlaşıyor ve başlangıçtaki amaca yabancılaşıyor... Zaten sistemi değiştirmek gibi uzun erimli bir amaç için oluşturulmuş bir örgütün zaman içinde “kendisi için örgüt haline gelmesi“ büyük bir olasılıktır. Ve belirli bir sınırdan sonra örgütü yaşatmanın bizzat kendisi bir amaç haline geliyor... İşte “örgüt paradoksu” dediğim bu. Örgütün, varlık nedenine yabancılaşması durumu...

GZ: Tuhaf olan, bizde bir kısım solun, Türkiye’nin resmi tarihini sorgulamaya girişirken (ki bu olumlu bir şeydir), solun kendi resmi tarihine toz kondurmak istememesidir. Üstelik bu tutum, birkaç sol örgütle de kısıtlı değildir. Stalinist olmayanlar bile bu konuda bir hayli tutuk. Sanki bu resmi tarihi irdelerlerse bütün temellerini kaybedeceklermiş gibi bir ruh hali içindeler. Dolayısıyla resmi sol tarihinin üzerine bir kapanma söz konusu. Aman dokunmayın, yoksa biteriz. Eğer senin varlık sebebin bu tarihse veya bu tarihin yalanları ve efsaneleleri ise zaten bitmişsindir aslında. Böyle yaparak kendi bitişini ilan ediyorsun. Oysa hiçbir şey kutsal değil. Üstelik böyle yaparak o tarihteki olumlu şeylerden yararlanmayı da önlemiş oluyorsun. Çünkü var, olmaz olur mu? Bir sürü olumlu şey var. Girsene içine, olumsuzu eleştirip olumluyu ortaya çıkartsana. Bir din mi bu?


Bu nereden geliyor? Stalinist gelenekle izah etmek işin epey kolayına kaçmak olur. Bence sorun yine senin işaret ettiğin örgüt paradoksunda. Devrimi kitlelerin değil de örgütün yapacağına inandıklarından, örgütün temelini oluşturan tarihi irdelemenin örgütün temellerini yıpratacağını düşünüyorlar. Oysa hiç de yıpratmaz, eğer düzgün, devrimci, kendine güvenen bir tutum alırsan. Kaldı ki, yıpratsa ne olur? Demek ki, örgütü yanlış bir şeyin üzerine inşa etmişsin. Kumdan bir tepenin üzerine inşa ettiğin o örgüt en ufak bir sarsıntıda zaten yıkılacak. İşte koyu muhafazakârlığın temeli.


Oysa devrimcilik, salt bir düzeni yıkmaya kalkışmakla kısıtlanamaz. Devrimcilik, aynı kararlılıkla kendini de irdelemeyi, yanlışların üzerine kararlılıkla gitmeyi gerektirir. Lenin döneminde bu vardı. Her ne kadar, senin belirttiğin gibi, Bolşevikler sırf iktidarda tutunmak uğruna toplumdaki özgürlükleri ilga etmek gibi korkunç (ve devrimi bitiren) bir hata içine girmişlerse de parti içi demokrasi bir süre daha devam edebildi. Bizzat Lenin kaç kez “hata ettik, girdiğimiz bu yol yanlıştı, haydi dön geri ediyoruz” diyebilmiştir. Ama o Lenin olduğu için bunu diyebildi, lider olarak büyük bir özgüvene sahipti. Bununla birlikte, Bolşevik partisinin içinde önemli teorisyenler, şahsiyetler de vardı, birbirleriyle kıyasıya tartışmaktan, farklı farklı tezlerini ortaya sürmekten kaçınmazlardı. Giderek bu da sönümlendi elbette ama tarihe korumacı bir biçimde bile bakılsa en azından bunların görülmesi gerekir.


Belirttiğin nokta çok önemli. Toplumda özgürlükleri, ne gerekçeyle olursa olsun ilga etmek devrimin hayat damarlarını kesmekle aynı şeydir, kesin bu. Bir tek parti merkez komitesi konuşacak, bir tek o ne yapılması gerektiğini vazedecek, geri kalanlar, toplumun büyük çoğunluğu da hiç düşünmeden, tartışmadan, neyin doğru yanlış olduğunu irdelemeden yukardan gelen bu emirlere uyacak. Mümkün mü böyle bir devrim? Böyle bir devrimin mümkün olmamasını bırak bir yana, o emirlerin gerçekten hayata geçmesi mümkün mü? Konuşmanın, düşünmenin kısıtlandığı yerde sadece kapıkulluğu ortaya çıkar ve toplumun en müptezel unsurları böyle bir ortamda en büyük inisiyatifi kazanır. Kısacası, devrimi bitirmek istiyorsan insanları korkut, bastır, parti emirlerini sorgulamasız uygulamaya zorla. Daha başka bir şey yapmaya gerek yok. Ne beyaz tehlikesi, ne karşıdevrimci casusluk faaliyetleri, ne dış müdahale, ne emperyalist abluka devrimi bitirebilirdi; nitekim biteremedi de. Devrimi bitirenler, devrimin canlı organizmalarını kesip atan, Sovyetleri içi boş bir kabuk haline getirenler, devrim için canını veren işçilere, bahriyelilere, köylülere, bir devrim yapmaya cesaret eden halk kitlelerine değil, eski Çarlık düzeninden devraldıkları polis kadrolarına, Bolşevizm adına her türlü pisliği yapabilecek dogmatik kapıkullarını ekleyerek kurulmuş Çeka’lara, GPU’lara, NKVD’lere güvenenler olmuştur.


Şimdi de, bu örgüt paradoksuyla monolitik örgüt anlayışı arasındaki bağlantıya değinelim biraz diyorum. Kendine, kendi varlık nedenine yabancılaşan örgüt, hemen ilk adım olarak kendi içindeki farklı sesleri de bastırmaya girişmedi mi, girişmez mi?

FB: “Nasıl bir örgüt istiyoruz?” sorusu, “ Nasıl bir toplum düzeni istiyoruz, nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz?” sorusundan bağımsız değil. Bu sorulardan biri sorulunca, diğerinin akla gelmesi gerekir. Biri diğerini imâ etmek durumunda. Soru bu şekilde sorulduğunda, durumu biraz daha net görme olasılığı artar. Oysa bu güne kadar geçerli genel yaklaşım az-çok şöyleydi: “ Bir örgüt kurulacak ve iktidar alınacak…” Mesele böyle anlaşılınca, örgüt bir araç olmaktan çıkıp, bizzat kendisi bir amaç durumuna geliyor. Tabii bu tür bir anlayış, daha önce söylediğimiz gibi “devrim nedir?” sorusunun savsaklanmasına neden oluyor veya aynı anlama gelmek üzere devrimin neyin yolunu açacağı sorusu gündemden düşüyor. Bu durum aynı zamanda neden bir örgüt fetişizmi yaratıldığını da açıklıyor. Örgütü kim neden bir fetiş haline getiriyor? Kim neden yüceltiyor? Bu işi, varlıkları örgütün varlığına borçlu olanlar yapıyor. Batı dillerinde permanents denilen profesyoneller kendi konumlarını meşrulaştırıp-garantiye almak için, örgütü fetişleştiriyorlar. “Benim örgütüm her zaman haklıdır, benim örgütümün yaptığı her şey doğrudur, o halde tartışmadan muaftır…” biçiminde bir anlayış yerleşiyor. Bu örgüt içinde bireyin varlığının yadsınması, bir tür “hammadde” mertebesine indirgenmesi demeye gelir. Aslında fetişleştirilen örgüt değil, örgüt bürokrasileri, örgütün profesyonellerinin konumu, statüsü ve iktidarıdır…Her ne surette olursa olsun devrimci bir örgüte “profesyonelliği” sokmak devrime elveda demektir. Profesyonelliğe ancak istisnai olarak başvurulması gerekir. Böyle bir örgüt devrim yapamaz ama devrimden sonra parti-devlete dönüşme iltimali çok yüksektir. O zaman yapılacak iş, olabildiğince profesyonelliğin yerine rotasyonu ikâme etmek olabilir. Örgüte insanlar gönüllü olarak katıldıklarına göre, rotasyon yöntemiyle örgütsel faaliyetlere de pekâla katılabilirler. Böyle bir uygulama, yöneten-yönetilen, buyuran-buyurulan ikiliğini büyük ölçüde ortadan kaldırabilir. İlke şöyle formüle edilebilir: “Her parti üyesi her türlü parti faaliyetini ifâ etmek hak ve yükümlülüğüne sahiptir. Görev dağılımı gönüllülük ve rotasyon esası dahilinde yapılır…” Partide elbette karizmatik şahsiyetler olur/olabilir ama burjuva partilerindeki gibi karizmaya dayalı bir yapı ve işleyiş sosyalist/ komünist toplumu hedefleyen bir örgütün itibar etmesi gereken bir şey olmamalıdır. Profesyonelliğe karşı çıktığında cevap hazır: “Sen profesyonelliği yanlış anlıyorsun!” Örgüt içi “iktidarı” elinde tutanlar, “neyin nasıl yapılacağını bilenler” değil mi profesyoneller? Elbette bunların mutlaka geçimlerini örgütten sağlamaları gerekmiyor ama ekseri örgütten sağlıyorlar ve demokratik tartışmaları engelliyorlar.

Parti’nin önemi abartılınca ve her örgüt devrimi kendisinin, sadece kendisinin yapacağına inandığı koşullarda, benzer örgütler arasındaki rekâbet de patalojik bir hâl alıyor. Tabii bu tür sapma ve anlayışların temelinde de Sovyet deneyimi, Bolşevik parti ve Komintern pratiği yatıyor. Komintern’in “evrensel” olduğu tevatür edilen bir örgüt modeli vardı. Tüm komünist partiler, dünyanın neresinde olursa olsun o modele göre örgütlenmek durumundaydı ve örgüt bir fetiş mertebesine yükseltilmişti. Bu saçma bir anlayıştı ve daha baştan sosyalizm/komünizm perspektifine yabancılaşmış bir dizi örgütün kurulması/ kurdurulmasıyla sonuçlandı. Bu, olmayacak duaya âmin demek gibi bir şeydi… Bir çokuluslu şirketin şubeleri gibi devrimci parti kurulur muydu? O toplumun gerçekliğine daha baştan yabancılaşmış bir örgüt şeylerin seyri üzerinde ne kadar etkili olabilirdi? Sonucun tam bir hüsran olması kaçınılmazdı… Komintern geleneğiyle radikal bir hesaplaşmayı başaramayan hiçbir sol örgütün hayırlı bir şey başarması mümkün değildir.

Önemli bir husus da parti içi, örgüt içi demokrasinin vazgeçilmezliği meselesidir. Kendisi demokratik bir işleyişi özümleyip, içine sindirip, bir varoluş ilkesine dönüştüremeyen hiçbir örgüt “devrimcilik” iddiasında bulunamaz. Genel olarak sol örgütler demokrasinin hayâtî önemini kavramanın hep uzağında kaldılar. Anti-demokratik bir örgüt, demokratik/sosyalist bir topluma giden yolu aralayabilir mi, o yönde etkili olabilir mi? Eline ilk fırsat geçtiğinde anti-demokratik, baskıcı bir rejim kurmaya yeltenmez mi? Devrimi dejenere edip “tuhaf bir otokrasiye” dönüştürmez mi? Örgütlerin yönetici kesimlerinin demokrasiden neden nefret ettiklerini anlamak zor değil. Zira varlıklarını demokrasi yokluğuna borçlular da ondan. Etrafına bak anlarsın… 40 yıl boyunca örgüt yöneticisi olanlar var… El insaf denecektir. Osmanlı İmparatorluğunda bile padişahların tahtta kalma [aritmetik] ortalaması 17 yıl 3 ay… Bu adamlar ne menem bulunmaz hint kumaşları ki, 40 yıl bir örgütün tepesinde kalıyorlar! Tabii demokrasiyi küçümsemenin mâzeretini de bulmuşlar… Demokrasi burjuva demokrasisi denilip, küçümseniyor, lânetleniyor. Burjuvazi demokrasiyi kendi iktidarı ve sınıfsal çıkarı için araçlaştırıyor, dejenere ediyor, insanları aldatmanın ve oyalamanın bir aracına dönüştürdü diye demokrasiye elveda demek mi gerekiyor… Tam tersine, burjuva düzenini, sınıflı toplumu aşma parspektifine sahip bir sosyalist/komünist/devrimci örgüt için demokrasi soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yediğimiz ekmek kadar vazgeçilmezdir… Sizin sosyalist-komünist toplum dediğinizin son tahlilde üç ayak üstünde oturması gereken bir sistem olması gerekmiyor mu: Sosyal eşiklik, demokrasi ve doğayla uyum… Burjuvazinin çıkarı demokrasinin engellenmesini, sosyalist/komünist proje sahiplerinin yararı da demokrasinin gerçekleştirilmesini gerektirmiyor mu? Aksi halde adı ne olursa olsun söz konusu olan burjuva bir örgüt olabilir ve o tür örgütlerin toplumu ”farklı” bir yere taşıması mümkün değildir. Söylemek istediğimi özetlemek gerekirse, geçmiş deneyler muvacehesinde örgüt sorununu ikircikli olmayan bir tarzda tartışmak ve gereğini yapmak gerekiyor. Eğer soruyu soracak yüksekliğe çıkmışsan, bu, cevaba yaklaştığın anlamına da gelir… Amaca uygun örgütler oluşturmak bizim irademizi aşan bir şey olmadığına göre…

GZ: Kırk yıldır değişmeyen liderler… Bunun, örneğin Kuzey Kore’de en son sınırına vardığını görüyoruz. Bir nevi padişahlık düzeni. Baba ölünce yerine oğul geçiyor, o ölünce de onun oğlu. Demek artık örgüt fetişizmi kalıtım fetişizmine dönüşmüş. Belki bu Kore’de kültürel bir şeydir bu ama bizimkiler de utanmasalar bunu yaparlar, eminim. Artık bu, işin iyice absürd bir noktaya vardığını gösteriyor. Bunları da görecekmişiz. Herhalde Marx dirilip durumu görse hemen bir kere daha ölürdü, adına yapılan saçmalıkları görünce.


Söylediklerine tamamen katılıyorum ama bu tür örgütlerin yaratılmasında, şeflerin yanısıra, bu tür örgütlere katılan devrimci radikallerin de günahı az değil. Lider tapıncı sadece yukardan yaratılmıyor. En alttaki üyenin de bu işte dahli var. Otoriter-merkeziyetçi anlayışlar toplumun en küçük hücrelerinin içine sızmış. Örneğin, insanlar inisiyatifi hemen “çok bilenlere” bırakma eğiliminde. Rotasyon yapsan bile bunun gereğince işlemediğini görebiliyoruz. Rotasyonla görev alanların içinde aktif olanlar hemen inisiyatifi ele geçirebiliyorlar. Diğerleri gönüllü olarak kenara çekiliyor ve nasılsa işi götüren birileri var diye sorumluluğunu yerine getirmiyor. O zaman da ortaya “invisible” (görünmez) yönetimler çıkıyor. Üstelik bu görünmez yönetimlerden hesap sormak da bir hayli zor, çünkü görünürde herkes eşit ama bazıları daha çok eşit!


Gönüllülük esasına dayalı, özyönetimsel, özinisiyatifli örgütler gerçekten işletilebilirse ortaya harikalar yaratan bir örgüt çıkacağını düşünüyorum ama insanlar henüz bu noktada değil. Belki de eski merkeziyetçi örgütsel anlayışlar içimize işlemiş. Bu durumda yapılması gereken iki şey var: Birincisi, eski merkeziyetçi, anti-demokratik, monolitik örgüt anlayışını net bir şekilde eleştirmek; ikincisi ise, yeni ve alternatif örgüt anlayışını en ayrıntılı bir şekilde ortaya koyup bu örgütün özünü oluşturan devrimci insanların özinisiyatifi gerçekten özümsemeleri için esaslı bir kültür devrimi gerçekleştirmek.


Devrimcilik genelde lafta kalıyor. Sol kitlemiz, komünistlerimiz ve anarşistlerimiz özünde son derece muhafazakâr. Hakim düzenle mücadele etmek istiyorlar ama kendi zaaflarıyla mücadelede isteksizler. O zaman hakim düzenle de mücadele edemiyorlar. Örgüt anlayışını sorgulamayı bırakın, yanlışlanmış teorik temelleri sorgulamaya da yanaşmıyorlar. Aslında bu, tam anlamıyla konformist bir tutumdan kaynaklanıyor. Çünkü sorgulamak rahat kaçırır, huzursuz eder insanı. Şimdi ne gerek var bütün bunlara, şurada geçinip gidiyoruz işte. Bugünkü sol örgütleri şöyle bir gözden geçirelim. Hiçbirinde var mı bir kıpırdanma? Kendi örgütlerinin teorik temeli yerlerde sürüklendiği halde var mı bunlar üzerinde bir tartışma? Örgüt ilk orijinal çıkışından fersah fersah uzaklaştığı halde var mı bu konuda bir gözden geçirme önerisi? Örgütün geçmişi yıkıntılarla dolu olduğu halde var mı bir değerlendirme çabası? Bunların hiçbiri yok. Çünkü eğer böyle şeylere girişirlerse örgütlerinin temelinin yıkılacağını düşünüyorlar. Diyelim ki yıkılsın. Neden korkuyorsun ki? Eğer yanlışsa, bırak yıkılsın. Evet anlaşılıyor, senin dediğin gibi bunlar bu işin rantını yiyorlar, mirasyedi bunlar. Devrimci falan değiller aslında.


Evet, aşağıdan gerçek bir kültür devrimi gerekiyor. Bu yıkıntıyı başka hiçbir şey süpürüp atamaz. Çağrımız, bütün sol ve devrimci hareket çapında bir “devrimci baharı”, aşağıdan bir kültür devrimi olmalıdır. O zaman o mirasyediler, o ömür boyu liderler, o muhafazakâr, sahte devrimci liderler kaçacak delik arayacaklardır; işte o zaman gerçekten devrimci örgütlerin yaratılması için koşullar oluşmuş olacaktır.

FB: Marx, Paris Komünü’yle ilgili bir yazıda, sol ve işçi örgütlerindeki yozlaşmaya karşı üç önlem önermişti: 1. Profesyonellerin [ permanents] kalifiye bir işçiden daha yüksek ücret almaması; 2. Örgütsel görevlere getirilenlerin rotasyonla yenilenmesi, iki seferden çok seçilmeme gibi; ve 3. Seçilenlerin gerektiğinde her an geri çağrılabilmesi, yani görevden alınabilmesi… Senin de söylediğin gibi, bugün bu üç önlem etkin bir biçimde uygulanabilse bile bürokratik yozlaşmaya karşı etkili olmanın uzağında. Sendikada profesyonel çalışana ortalama ücreti ödemek bir çözüm değil, çünkü reel geliri artırmanın sayısız yolu var… Sendika yönetiminin örgüt kaynağını kullanma konusunda geniş bir hareket serbestisi var. Şu anda ortalama bir sendika yöneticisinin toplam kazancı bir asgari ücretlinin 20 katına kadar çıkabiliyor... En yüksek devlet bürokratından bile daha yüksek gelire sahipler… Bu adamların hâlâ işçi sınıfıyla, onun sorunlarıyla ilgili olduğunu düşünen var mı? Aslında sendika bürokrasileri tartışmasız burjuvaziye mensuplar… Dolayısıyla bu önlemin göstermelik olarak uygulanmasının bir kıymet-i harbiyesi yok. Rotasyon da o kadar etkili değil… Eninde sonunda örgütler reel olarak aynı kişiler tarafından yönetiliyor… Doğrudan müdahil olmadığında, “bir bilen” olarak sürece dahil oluyorlar… Seçilenlerin geri çağrılmasına gelince, bunun pratikte uygulaması yok gibi…

O zaman bu işin içinden nasıl çıkılabilir? Şunu söyleyebiliriz ki, bir takım örgütsel ilkeleri vâzetmek ve onları uyguluyormuş gibi yapmakla bürokratik yozlaşmanın üstesinden gelmek mümkün değilse de, en azından bunun yürümediğini tespit etmek önemli. Yâni işe sorunu tespit ederek başlamak önemli. O zaman hiyerarşik olmayan bir işleyiş modeli nasıl olabilir sorusunu sormak mümkün olabilir... Bence iki şey yapılabilir: Birincisi, örgütte doğrudan demokrasiyi esas alan, sürece örgütün tüm üyelerini dahil edecek bir yöntem geliştirmek olabilir. Ama bunun için her bir bireyin gerçek anlamda yurttaş bilincine sahip olması gerekir. Tabii bu delegasyon sistemini bütünüyle dışlamayı gerektirmez ama delegasyona istisnai ve sınırlı durumlarda baş vurmak kaydıyla… Olabildiğince her karara herkesi dahil etmek. Yönetici olanla olmayan ayrımını silikleştirmek… Fransızcada bizdeki yurttaş kelimesinin karşılığı olan citoyen, sitenin yâni devletin [kamunun densin] sorunlarıyla, başka türlü söylersek politikayla ilgilenen, kamusal soranlarla ilgili olan anlamındadır… Bizde insanlar apartıman yönetimine bile ilgi duymuyorlar… Sahip oldukları bilinç, yurttaş bilincinden çok bir tür, sığıntı, mülteci veya misafir bilincinin ortalaması gibi bir şey… O zaman tabii burjuva politikacılarının istedikleri gibi at oynatmaları mümkün hale geliyor… Böyle bir kültür üzerine inşa edilen sol örgütler de aynı şeyi başka bir dil ve retorik kullanarak yapıyorlar… İnsanların politik-kamusal sorunlara ilgisi ekseri “uzaktan bir ilgi” ve kendilerini sürecin dışında görüyorlar… Bu durum bir tek devrim öncesi ve devrim anında değişebilir… Doğrusu, bir kültür devrimi gerekiyor. İnsanın kendine, topluma, doğaya, yaşamın anlamına dair farklı bir bilince ulaşması anlamında… Ama o zamanlarda değişebilmesi için bile şimdiden bir şeyler yapmak gerekiyor… İdeolojik mücadeleyi büyütmek gerekiyor, ideolojik köleliği teşhir etmek gerekiyor… Gerçekten demokratik-eşitlikçi-dayanışmacı, kardeşliği esas alan bir toplum düzeni için mücadele eden bir örgütün, bunu önce kendi bünyesinde, kendi iç işleyişinde gerçekleştirmesi gerekmez mi? Aksi halde bir inandırıcılığı da bir işlevselliği de olması mümkün değildir… Farklı “bir şey” yapma iddiasında olanların “farklı” olduklarını, kelimenin gerçek anlamında “radikal” olduklarını kanıtlamaları gerekir… Uzun lâfın kısası, örgüt sorununa dair bir tartışma açmak mümkün olmadığına göre…

Bir de tabii disiplin meselesi var, disiplin illâ bir dış zorlayıcılığa mı dayanmak zorunda. Ben iyi ve güzel şeylerin zorlayıcı bir “dış disiplin” sonucu değil, “iç disiplinin”, “öz disiplinin” sonucu olduğunu düşünüyorum. Uzağa gitmeye gerek yok, seni ve beni ve bizim gibi başka insanları yaptıklarımızı yapmaya zorlayan bir “dış disiplin” bir “dış zorlayıcılık” yok ama yaptıklarımızı büyük bir heves ve zevkle yapıyoruz… Demek ki, geçerli durumun dışında “başka türlü yapmak” pekâlâ mümkün… İstersen biraz örgüt disiplini sorunu üzerinde duralım. Bu konuda neler söylemek istersin?

GZ: Devrimi Yeniden Düşünmek-I’de de sen bu konudan söz etmiştin aslında, kendi çalışma tarzından örnek vererek. Senin de yer aldığın, 1965 yılındaki Dönüşüm olaylarına nasıl katıldığımı düşünüyorum da… TİP’e gider gelirdim ama aslında doğrudan bir disiplin bağım yoktu, üye de değildim. Bir gün Kızılay’da dolaşırken benim gibi gençlerin Sergen pastanesinin Kızılay’a bakan aralığında solcu bir gazete sattıklarını gördüm. İçinde ne yazdığını bile bilmiyordum. Bozkurt rozetliler de kaldırımın öbür ucunda bir karşı saldırı ya da gösteri düzenlemekle meşgullerdi. “Bizimkiler”i yalnız bırakamazdım. Bu benim içimden gelen bir güdüydü. Hemen ben de Dönüşüm satanların arasında yerimi aldım. Bana ne bir emir veren oldu, ne de herhangi bir örgüt disiplini vardı üzerimde. Ama beni oraya sevkeden sorumluluk bilincimdi. 19 yaşında bir gençte de vardı bu bilinç ya da istersen güdü diyelim. Şimdi buradan, yıllarca sonra tanık olduğum bir başka olaya geçeyim. 1990’lı yıllardı. Londra’nın Haringey semtinde yürüyordum. İki örgüt sorumlusu bir genci kenara çekmiş sıkıştırıyorlardı. İster istemez kulak misafiri oldum. “Yürüyüşe neden gelmedin” diye soruyorlardı gence, o da hık mık edip duruyordu, bazı gerekçeler bulmaya çalıştığı belliydi, “annem hastaydı” falan. Sorumlular (bunu laf gelişi söylüyorum elbette; aslında sorumsuzlar demek daha doğrudur), gence, eğer böyle davranmaya devam eder, yürüyüşlerden falan kaytarırsa örgütün olanaklarından yararlanamayacağını ihtar ediyorlardı. Buyrun işte, örgüt disiplini. Hangisi tercih edilir? Özdisiplin ve özsorumluluk yoksa geri kalanı bir dayatma, hatta zorbalıktır. Efendim, çelik disiplinmiş. Sen insanları sorumluluk bilincinden yoksun bırak, hamura çevir, ondan sonra da çelik disiplinden söz et. Bunun adı çelik falan değil, bal gibi bürokratik disiplindir ve ordu disiplininden hiçbir farkı yoktur. Böyle dayatılan bir disiplin karşısında insanlar, bir askerden farksız bir şekilde, boyun eğermiş gibi gözükürler, ilk fırsatta da kaçar giderler.


Aslında bu tür “öncü” örgütlerin derdi insanları mücadeleye sevk etmek falan da değil, onlar için önemli olan, insanları dayatmalar yoluyla etraflarında tutmak, en azından kendi hegemonyalarında kalmalarını sağlamaktır. Zaten artık bugün bu tür örgütler neredeyse tamamen mücadelenin kenarlarına sürülmüş durumdalar. Bugün şurda burda ellerinden geldiği kadar mücadele etmeye çalışan insanlar, bu örgütler kendilerini zorladığı için değil, gerçekten mücadele etmek istedikleri için gidiyorlar şuraya buraya, ya da bir şeyler yapıyorlarsa düzene teslim olmadıklarından, olmak istememelerindendir bu.


Marx’ın önlemleri, ilk elde, alelacele düşünülmüş şeyler. Senin de belirttiğin gibi, yaşananlar ve deneyimler çerçevesinde oldukça geçersizler. Dediğin doğru; devrim dönemleri her şeyin çehresini değiştiriyor, öyle dönemlerde en ilgisiz bir insan bile bir kahramana dönüşebiliyor ama oturup böyle bir devrim dönemini beklemek de elbette saçma bir şey.


Öyle sanıyorum ki, kültürümüzden de gelen bir şeyler var. Hani sık sık “memur zihniyeti” ya da tavrı denir ya, doğru bu. Memur, inisiyatifi daima amirinden bekler. Buna alışmış bir yapımız var. Daha aile içinde başlıyor bu inisiyatifsizlik. “Çoğunluk” filmi bunu o kadar güzel anlatıyor ki. Baba otoritesi, öğretmen otoritesi, müdür otoritesi vb. Böyle gidiyor. Otoriteye alışmış insan inisiyatif kullanmaktan allahtan korkar gibi korkar. Bir tür konformizme de tekabül eder bu.


O halde bugün işe, bu kültürel öğeleri yıkan bir kültürel yenilenmeyle başlamak gerekiyor. Merkezler mümkün olduğunca devreden çıkarılmalı. Herkesin kendi çapında ve kendi bulunduğu yerde bir örgüt olduğunu kavrayacak bir pratik ortaya konmalı. Bilinmeyen bir yerlerde bir örgüt, her şeyi mükemmelen tasarlayan bir merkez yok. Örgüt de sensin, merkez de sensin. Harekete geç, sorun neyse ortaya koy. Birkaç arkadaşınla bir araya gel, işe bir yerinden giriş. Yukarlardan talimat bekleme. Örgütün diğer elemanlarına da örnek ol. Herkes senin gibi davranırsa inan ki, bu örgüt harikalar yaratır. Bürokratların, “her kafadan bir ses çıkmasın” uyarıları saçmadır. Keşke gerçek kafalar olsa da bunların her birinden bir ses çıksa. Keşke herkes kendi yeteneklerini serbestçe ortaya koyup bir yerlerde bir şeyler yapsa. Kısaca söyleyecek olursam, “örgüt disiplini” denen şey, toptan kısıtlayıcıdır. Tahrir Meydanı’nda yaralılara bakmak için çadır kuran doktorlar kimseden emir almadan yaptılar bunu. 1917 Şubat devriminden sonra derebeylik malikânelerine saldıran köylüler, fabrikaları işgal eden işçiler, cepheyi terk eden askerler de kimseden talimat almamışlardı, cephede ve cephe gerisinde örgütlenen birlerce komite tam bir özinisiyatifin ürünüydü. Daha sonra uydurma SBKP tarihi kitaplarının, bütün bunların Bolşevik Partisi tarafından yapıldığına ilişkin söylenceleri tamamen mistifikasyondur.

FB: 1970’li yılların ortalarında “yapısal krize” giren kapitalist dünya sistemi, son otuz yılda dayattığı neoliberal saldırıya rağmen bir türlü krizden çıkmayı başaramıyor… Başarması da mümkün değil. Lâkin “herkesin krizi kendine” denecektir. Krize reğmen 2011’de, dolar milyarderlerinin sayısı 214 artışla 1210’a çıktı… Bir yılda 214 yeni milyarder türedi… Dolayısıyla kriz her kesim için farklı anlam taşımak zorunda… Artık sistem “sıkışma” halinde. Böyle bir konjonktür, saldırının savaş biçimini almasını gerektirir. Emperyalizmin 500 yıllık saltanatı dünyann geri kalanının doğal ve beşeri kaynaklarının yağmalanmasına dayandı… Şimdilerde doğal kaynaklar, enerji kaynakları, stratejik hammaddeler ‘kıtlaşmakta’. Bu durum başlı başına emperyalist savaş nedeni demek. Zira, emperyalist statükonun varlığı, söz konusu kaynaklara “ulaşmakla” mümkün…Başkalarının [yeryüzünün lânetlilerinin] kendi kaynaklarını kullanmalarının engellenmesiyle yâni… Dolayısıyla yeni savaşlar gündemde… İkincisi, yeryüzünün ezilen/sömürülen halkları ve sınıfları da artık dayanma ‘kapasitelerinin’ sınırına ulaşmış durumdalar. Saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalmaları artık mümkün değil. Dolayısıyla saldırı savaşlarının devrimlere dönüşme potansiyeli yüksek… Aynı şekilde, isyanların, başkaldırıların devrimlere evrilme potansiyeli de yüksek… Tabii sadece bir potansiyelden söz edebiliriz. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesin ama sürecin nasıl bir seyir takip edeceği, tarafların neyi nasıl yapabileceğine bağlı olmaya devam edecek. İşte iradi müdahale tarihin böyle dönemlerinde hayatî önem kazanıyor. Öyle ki, insanlığın ve uygarlığın geleceği, ezilenler/sömürülenler cephesinin basiretine ve politika yapma yeteneğine indirgenmiş görünüyor…

GZ: O zaman, böyle bir döneme hazırlanmamız, bunun için düşünsel planda büyük bir atılım başlatmamız ve toplumsal devrimi esas alan, ideolojik ayrılıklardan ve didişmelerden uzak, geniş, rahat, özinisiyatife dayanan bir örgütlenmenin ilk adımlarını atmamız gerekiyor.


Gerçekten devrim istiyorsak devrim için hazırlanmak en doğrusu…

2 Ocak 2012

Devrim üzerine söyleşi 1:  http://ortaklikicin.blogspot.com/2011/12/devrim-uzerine-soylesi.html?utm_source=BP_recent

Zenginlik, yoksulluk ve özel mülkiyete dair II



Fikret Başkaya

Özel Mülkiyeti neden lağvetmek gerekiyor?




“Bir yoksul aç ise, bunun nedeni, zenginin zevk ve sefa içinde yaşamasıdır. Nerede bir bolluk görsem, onun yanı başında mutlaka çiğnenmiş bir hak görmüşümdür.” *


Hz. Ali


Mülkiyet gasptır, zorla, şiddet ve hileyle topluluğa [kamuya, socium‘a, herkese] ait olana özel şahışlar tarafından el konulan zenginliktir. Ancak şiddete dayanılarak korunabilir ve çoğaltılabilir. Devlet savaşın ‘sosyalleşmesi’ sonucu oluşmuş bir aygıttır. Devletle birlikte hukuk sistemi de ortaya çıkmıştır. Mülkiyet, hukuk sistemi tarafından meşrulaştırılır ve korunur ama hukukun varlığı zoru ve şiddeti dışlamaz. Geçerli hukuk sistemi, verili durumdan hareket eder ve statükoyu korur. Hiçbir zaman temeldeki asıl haksızlığı sorun etmez. Geçerli eşitsiz, adaletsiz ilişkiler bütününü korumayı ve sürdürmeyi amaçlar. Aslında özel mülkiyetin kural olduğu bir toplumda hukuk adalete karşıdır. Gerçek durum böyledir ama retorik farklıdır. Doğal ve sosyal zenginliğin küçük bir azınlığın elinde toplandığı, geniş kesimlerin, açlığa, çaresizliğe, sefalate terkeldiği bir toplumda, hangi adaletten söz edilebilir? Siz kentlerin merkezinde yükselen adalet saraylarının varlığına aldanmayın. Oralarda adalet tecelli etmez, etmesi mümkün değildir. Kaldı ki, saray ve adalet kelimelerinin yan yana getirilmesi tuhaf değil mi? İnsanın, sarayda adaletin işi ne diyesi geliyor... Zira hukuk sisteminin misyonu ve varlık nedeni, verili eşitsiz, dolayısıyla haksız, durumu sürdürmektir. Bu yüzden özel mülkiyet etikle bağdaşmaz, bu ikisi uzlaşmaz çelişki içeren [antagonique] kelimelerdir. Zira, etik eşitliği varsayar, mülkiyet ise eşitsizliğe dayanır, eşitsizliği derinleştirir ve sürekliliğini sağlar. Durum böyle olsa da şimdilerde “hukuk devletinden”, “hukukun üstünlüğünden” çok söz ediliyor. Geçerli hukuk sistemi kimin tarafından oluşturulmuştur, ne amaçla oluşturulmuştur, neyin koruyucusudur? sorusunu soran var mı?

Bu kepaze durum ‘şeylerin normal hâli sayılıyor. Sizin hukuk sisteminiz mülk sahibi sınıflar ve adamları tarfından geçerli haksız ve adaletsiz durumu sürdürmek, ayrıcalıklıların servetini ve iktidarını güvence altına alıp- korumak üzere oluşturulmuş değil midir? Kanunları kimlerin nasıl yaptığı mâlûm değil mi? Kanunları yapanlarla çekleri imzalayanlar aynı kişiler değil mi? 5 “iş bitirici” kapitalistin serveti 15 milyon insanın gelirinden daha fazla olduğu bir rejimde, 950 dolar milyarderinin servetinin değerinin 2,8 milyar insanın gelirinden daha büyük olduğu bir dünyada “hukuk” nasıl üstün olacak? Bu vesileyle şu “hukuk devleti” söylemini de teşhir etmek gerekir. Zira, devletin mutlaka kendine göre bir hukuku vardır veya hukuku olmayan bir devlet olamaz... Hukuk devleti söylemi bir pazarlama unsuru olarak iş görüyor... “ Öyle bir devlet ki, hukuku var, hukuka dayanıyor” denmek isteniyor... Devenin tüyü var, şekerin tadı var demenin ne âlemi var... Önemli olan “kimin hukukuna dayandığı”, “kimin hukukunun üstünlüğü” değil midir?

Toplumun sınıflara bölünüp, özel mülkiyetin sahneye çıkmasıyla çelişik bir süreç başladı. Birinin zenginleşmesi başkalarının yoksullaşması, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum olmasıyla sonuçlanır oldu. İlerleyen dönemde her teknik ilerleme, emek verimliliğindeki her artış, ezilen sınıfların durumunun kötüleşmesiyle sonuçlandı. Lewis H. Morgan 1877’de yayınlanan ünlü eseri Ancient Society’da bu çelişkiyi şöyle ifade etmişti: “Uygarlığın doğuşundan beri, servet artışı o kadar büyük, servet biçimleri o kadar çeşitli, uygulaması o kadar geniş ve mülk sahipleri yararına yönetemi o kadar becerikli oldu ki, bu servet, halk karşısında gemlenmesi olanaksız bir güç haline geldi. İnsan aklı kendi yarattığı karşısında çaresiz ve şaşkın öylece duruyor”1. Kapitalizmin sanayi devrimi aşamasından sonra bu süreç tarihte görülmemiş boyutlara ulaştı, 1980 sonrasında neoliberal küreselleşmeyle birlikte iyice çığırından çıktı... Eğer bu kör gidiş vakitlice durdurulamaz ise, aracın istikâmeti daha geç olmadan değiştirilemez ise, gezegende yaşamın tehlikeye girmesi kaçınılmaz görünüyor. Zira dünyanın zenginleri gezegende yaşamı bitirmek üzereler... Gerçek durum öyle olsa da, insanlara gösterilen resim başka. Bütün bunların ilerleme, kalkınma aşkıyla yapıldığı söyleniyor... İlerde işlerin düzeleceği söyleniyor. Öyle bir “ileri” ki bir türlü gelmiyor, gelmesi de mümkün değil... Ufukta bir çizgi gibi hep uzaklara kaçıyor... İnsanlara daha çok ekonomik büyümeyle tüm sorunların çözüleceği söyleniyor... Oysa tüm kötülüklerin gerisinde bize vazgeçilmez olarak sunulan büyüme yatıyor. Aslında ilaç diye sunulan hastalığın nedeni...

Başka hiç bir gerekçe dikkate alınmasa bile, sadece etik nedenler, özel mülkiyetin lağvedilmesini haklı çıkarmak için yeterlidir. Bir yanlış anlamaya yer vermemek için iki hatırlatma uygun olabilir. Birincisi, genellikle özel mülkiyetten söz edildiğinde bir insanın ve ailesinin yaşamı için gerekli mütevazı araçlar kastedilmiyor. Mülkiyetten başkalarının emeğini sömürmeye, başkalarının emeğinin ürününe el koymaya imkân veren üretim araçlarına sahip olmak anlaşılmalıdır; İkincisi, özel mülkiyetin lağvedilmesi bir hamlede gerçekleşek bir şey değil, bir süreç olarak anlaşılmalıdır.

Özel mülkiyetten kurtulmalıdır, özel mülkiyet lağvedilmelidir, özel mülkiyet insan toplumlarının yaşamından çıkarılmalıdır dediğinizde, hemen özel mülkiyet lehinde bir dizi gerekçe sıralanıyor ve deniyor ki, “özel mülkiyetin olmaması demek komünizm demektir, komünizmin ne yaptığı mâlûm, üstelik başarısız da oldu...” Bununla komünist partiler tarafından yönetilen Sovyetler Birliği ve aynı bloka dahil diğer ülkelerin deneyleri hatırlatılıyor. Oysa, söz konusu rejimler kavramın bilinen anlamında komünist değillerdi. Zaten komünist olsalardı çökmezlerdi. Bu rejimlerin yöneticileri ve hasımları bunlara komünist dediler diye gerçekten öyle olmaları mı gerekiyordu? Başlangıçta söz konusu rejimler komünist bir perspektife sahip olsalar da, hızla başlangıçtaki amaca, komünist toplum idealine yabancılaştılar ve tuhaf otokrasilere dönüştüler. Sosyalizm/ komünizm perspektifinin uzağına savruldular. Bu ilk deneylerin başarısız olması, neden komünist toplum projesinin “imkânsızlığının” gerekçesi sayılsın ki? İnsanlık tarihinin büyük bölümünde insanlar özel mülkiyet diye bir şey tanımadılar. Ortak üretip, paylaştılar, ortak tükettiler. İlişkilerini belirleyen rekabet, kıskançlık, başkası aleyhine zenginleşme sapkınlığı, çatışma değil, dayanışma, yardımlaşma, işbirliği ve paylaşma kültürüydü. Bu tür “kabile komünizmi” yüzbinlerce yıl devam etti. Şimdilerde bile özel mülkiyeti reddeden “mikro topluluklar” pekâla varlıklarını sürdürebiliyorlar... Kaldı ki, bu güne kadar gerçek bir komünizm deneyinin yaşanmamış olması, bundan sonra da yaşanmayacağı anlamına gelmez.

Bir başka gerekçe, özel mülkiyetin “bireysel özerklik ve özgürlük” için gerekli olduğu iddiasıdır. Aslında bu iddianın hiç bir inandırıcılığı yoktur. Asıl özel mülkiyete dayalı kapitalist sistemde [mülk sahibi sınıfın mensupları hariç] bireyin ekonomik özerkliği yoktur. Zaten sistem her ileri aşamada insanları mülksüzleştiriyor, proleterleştiriyor. Bilindiği gibi kapitalist dinamik mülksüzleştirerek sermaye biriktirmeye dayanıyor. Bunun anlamı, her ileri aşamada insanların daha çoğunun yaşam araçlarından mahrum olması, üretim ve yaşam araçlarına yabancılaşmasıdır... Ekonomik planda özerk olmayan bir birey, politik planda kendini gerçekleştirebilir, özgür olabilir mi? Şimdilerde özelleştirmeler pupa-yelken yol alıyor... Bu kepazeliği bir de büyük bir başarı, matah bir şey olarak sunuyorlar... Her şey özelleştirilip, bir avuç kapitalistin özel mülküne dönüştürüldüğü bir toplum ne demeye gelir? Aslında sorun sanıldığı kadar karmaşık değil, siz bir şeye sahip olduğunuzda, başkalarının ona sahip olmasını engellemiş oluyorsunuz... Her şeyin özel mülkiyet konusu olduğu, bir topluluğun tüm servetinin ve kaynaklarının küçük bir mülk sahibi sınıfın elinde toplandığı koşullarda, hangi hukuktan, hangi adeletten, hangi demokrasiden söz edilebilir?

Bir başka gerekçe de, özel mülkiyetin olmadığı koşullarda insanların çalışma motivasyonu olmayacağı ve kamu mallarına özenle ve sorumlu davranmayacağı, korumayacağı gerekçesidir... Bu tür safsatalar geçerli “özel mülkiyet kültürünün” uydurmalarıdır. Bu gün geçerli kültürün verili ve değişmez olduğu anlayışının ürünüdür. Tembellik, çalışkanlık ve üretkenliğe dair burjuva ön yargılarının ürünüdür. Bir kapitalist hesabına çalışan bunu bir motivasyonla mı, yoksa zorunluluktan mı yapıyor. Kendi iradesinin de işe karıştığı ortak mülkiyet koşullarında insanlar neden çalışmak istemesinler? İnsanın ‘normal hâli‘ tembellik değil, çalışma, üretme, yaratma güdüsüdür... Aslında tembelik insanın normal hâli değildir. Sınıflı toplumda mülksüzlerin haklı kaçışının bir ifadesidir. Emeğinin ürünü başkaları tarafından gasbedilen bir insanın işini heves ve motivasyonla yapması mümkün müdür? Çalışma kölelik koşullarında mı, yoksa özgürlük ortamında mı daha etkili ve yaratıcı olur?

Son bir safsata da “mülkiyet ihtiyacının insan doğasının bir gereği” olduğudur. Sizin insan doğası dediğiniz nedir ki? Ebed müddet geçerli bir insan doğası mı var? Eğer öyleyse insanlar yüzbinlerce yıl özel mülkiyet olmadan nasıl yaşadılar? Bir insanın davranışını belirleyen, ait olduğun toplumun kültürü, “dünya görüşü” ve yaşam anlayışıdır. Bu gün geçerli kültür ve “dünya görüşü” de, özel mülk sahipleri kapitalistlerin ve bir bütün olarak egemen konumdaki burjuva azınlığın kültürü ve “dünya görüşüdür”. Eğer kendinizi, sizi sömürenlerin, aşağılayanların, köleleştirenlerin aynasında görürseniz, elbette bu tür saçma iddiaları önemsersiniz... Her şeye rağmen bir “insan doğasından” söz edilecekse, her halde onun hâkim karakterini belirleyen egoizm, bencillik, kıskançlık, mal hırsı, mülkiyet tutkusu, başkaları aleyhine zenginleşme arzusu değil, adalet, eşitlik, özgürlük isteği ve dayanışma duygusudur... Geçmiş nesillerden bu günün insanına kalan mirastır...

Bir şeyin geçerli olması, kabul görmesi demek, onun haklılığının, gerekliliğinin garantisi değildir. Bir zamanlar kölelik ‘olağan” bir şey sayılırdı. Şimdilerde bir insanlık suçu sayılıyor. Gerçi köleliğin geride kalan “klasik versiyonu” lânetleniyor ama onun bu gün geçirli olan “modern versiyonu” [ücretli kölelik] olağan bir şey sayılıyor... Bir gün gelecek “ücretli kölelik” sistemi de bir insanlık suçu sayılacak ve tarihe mâl olacak. Dolayısıyla çok uzak olmayan bir gelecekte özel mülkiyet meselesi tartışma gündemine girecektir. Elbette bunu söylemek insanlık bu musîbetten bu günden yarına, akşamdan sabaha kurtulacak demek değildir... Lâkin insanlığın geleceğini kurtarmak, özel mülkiyete dayalı kapitalist barbarlıktan kurtulmaya endekslenmiş durumdadır. Özel mülkiyet adalete karşıdır, eşitliğe karşıdır, etiğe karşıdır, demokrasiye karşıdır, dayanışmayı dışlar, ekolojik kötülükleri derinleştirir... Bütün bunlar özel mülkiyeti lağvetmek ve bunu da vakitlice yapmak için yeterli değil mi?

Son bir şey: Şimdilerde toplumda yaşamı çekilmez kılan özel mülkiyet belasından kurtulmak, bir sürü gereksiz kurum ve zararlı harcamadan da kurtulmak anlamına gelecektir. Özel mülkiyetin olmadığı doğal ve sosyal zenginliğin “ortakça sahiplenildiği” geleceğin komünist toplumunda, orduya, polise, savcıya, yargıca, avukata, tapu memuruna, icra memuruna, devasa “adalet saraylarına”, mapusanelere, “özel güvenlikçiye, vb... ihtiyaç kalmayacaktır...

Şeylerin seyrini değiştirmek onları anlamakla mümkün. Lâkin şimdilerde “bilim” ve “bilimsellik” söylemi ideolojik köleliği ve gönüllü kulluğu besleyip büyütmenin hizmetinde. Bilim fetişizminin tahribatı çok büyük. Ne yapılıyorsa “bilimin, bilimselliğin” gereği olarak yapıldığı söyleniyor. Şimdilerde “bilim” kendi misyonuna ve varlık nedenine yabancılaşmış durumda. Artık külliyen egemenliğin bilimi haline gelmiş durumda. Yegane amacı ve varlık nedeni kârı büyütmek [ sömürüyü büyütmek olarak okuyunuz] olan bir bilim olabilir mi? Teknik bilim neye, kime hizmet ediyor sanıyorsunuz? Sosyal bilim de mal satmanın ve insanları alıklaştırıp, soru soramaz hâle getirmenin hizmetinde değil mi? Eğer öyleyse bilimi yüceltmenin ne âlemi var? Bu yazıyı Berthold Brecht’in Mezbahaların Kutsal Johannası adlı şiirinden aldığımız dizelerle bitirelim:

Bir sonuca gitmeyen bilgiyi,
Bilmek mi sanıyorsunuz?
Bu dünyayı gerçekten değiştirmiyorsa!
Dünya buna muhtaç.
Korkusuz ayrılırken bu dünyadan hızla;
Bir diyeceğim var:
Dünyadan yalnız iyi bir insan olarak
Ayrılmayın, yetmez...
Ardınızda iyi bir dünya bırakmaya bakın!2

Kardelen, 28 Aralık 2011


-----------
* Yunus Ramadan, Evrensel Değerlerin Yüce Simgesi Hz. Ali, çev: Ahmet Bedir, Ekrem Matbaası, Seyhan- Adana, s. 265.


1- Aktaran Friedrich Engels, L’origine de la famille, de la propriété privée et de l’État.
2 -Türkçesi: Mezbahaların Kutsal Johannası, IV. Cilt, Mitos-Boyut, TEM, 1999.


--------------
Zenginlik, yoksulluk ve özel mülkiyete dair(1):  http://ortaklikicin.blogspot.com/2011/11/zenginlik-yoksulluk-ve-ozel-mulkiyete.html

1 Ocak 2012 Pazar

Atatürk...



Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Atatürk’ün hastalıkları ve bugünkü problemlerimiz de rolü ne olmuştur.?


Tıpta hastalıkların sebeplerini araştıran bölüme ETİOLOJİ denir. Hastalıkların etiolojisini bilmeden teşhis (Diagnoz) yapmak yanlış olur. Davranış psikolijisinin kurucusu SKİNNER’e göre DETERMİNATİON yani sebebe bağlı kaçınılmaz gelişmeler beklenir. Bugünkü pro-blemlerimizin etiolijisini araştırırsak, muhatap olduğumuz hadiselerin geçmişteki hangi yanlış kararlardan mütevellit olduğunu, kaçınılmaz olduğunu açıklamamız mümkün olur. Bizdeki atasözü de ayni manayı muhtevidir. ‘’ Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.’’

Atatürk’ün Lozan da kabul ettiği kararların, daha sonra siyasi hayatımızda aldığı hatalı kararların bugünkü ihtilatlarını kolayca anlamış oluruz. Elbette müspet atılımlar yapmış olsa bile hataları dile getirmemek aydın kişilerin karı sayılmaz.

Mesela Kürtler hakkında aldığı kararlar, 29 uncu defa isyanlarda 100 binlerce vatandaşın hayatını kaybetmesine sebebiyet vermiştir. İşte o lüzumsuzca insan kaybının etiolojiyle izahı gerekir. En yakın silah arkadaşlarının onun tek adam olması itirazlarını istiklal mah-kemeleri kurarak önlemek istemesi hatalı kararlar almasını determine etmiştir. Bu mev-zulara gelmeden önce onun hastalıklarından bahsetmek istiyorum. Geçirdiği ağır hasta-lıklara rağmen büyük işlere imza atması da takdire şayandır.

Tıp tarihinin vazifelerinden biride tarihe damgasını vuranların sağlık sorunlarını incelemek olmuştur. Mozart’ın, Beethoven’in ölüm sebeplerini inceleyen çok sayıda ilmi araştırma makaleleri, kitapları yayınlanmıştır. Bende Atatürk hakkında yayınlanmış iç ve dış basını inceleyerek bulabildiğim açıklamaları dile getireceğim. Türkiye de ki yayınlarda onun hastalıklarından bahsetmeyi, sanki onun kabahati imiş gibi, mümkün olduğu kadar birkaç cümle ile ifade edilmiş yahut ta hiç değinilmemiştir.

Atatürk’ün ilk hastalığından H.C:ARMSTRONG’un BOZKURT kitabından öğreniyoruz.

Mustafa Kemal Sofya hanımefendileriyle flört ederek bir sosyete çapkını olmaya çalışmış-sa da bu hanımefendiler onu fazlasıyla acemi bulmuşlardı. O zeki ve yüksek mevkie sahip bir subaydı, ama hepsi o kadar. Türklerden hiçbir zaman hoşlanmamış olmalarını yanı sı-ra, Mustafa Kemal ne yakışıklı, ne de çekici bir erkekti. Tavırları çiğdi. Ya kasvetli ve don-muş gibi bir yüa takınarak azametli bir tavırla dimdik yürüyor, ya da ters türs konuşuyor-du. Ne havadan sudan sohbet edebilme yeteneğine sahipti, ne hoş bir çapkındı, ne de hanımefendilere dalkavukluk etmeyi beceriyordu. Küçük flört oyunlarının hazlarından pek bir şey anlamıyordu. Her hanımdan dobra dobra kendisiyle yatağa girmesini talep ediyordu; eğer reddedilecek olursa, ona olan ilgisini kaybediyor, fakat hemen ardından , yine dobra dobra, bir başka hanıma aynı soruyu soruyordu.. Kısa bir süre için, ipek gibi yumuşak saçlı bir genç kıza, General Kovatçev’in kızına aşık olur gibi oldu., ama kız ona hiç yüz vermedi.

Kısa sürede bu hanımlar onu, tatlı dilli, nazik, yumuşak başlı bir Türk olan Fethi’nin tam tersi olarak geleneksel Türk tipinde, kaba bir erkek olarak mimlediler. Dans edişine ve sa-lon adabını öğrenme çabalarına gülüyorlardı. Onu müthiş bir baş ağrısı olarak kabul edip, hemen unuttular

Mustafa Kemal özellikle hürmetkâr davranan ve başkentin hafifmeşrep kadınlarıyla ilişki-lerinde çok rahattı. Bunlarla birlikte kahvelerde, ve ….. evlerde içiyor, sabahlara kadar sü-ren cümbüşler yapıyordu. Karşısına oturacak herhangi biriyle saatler boyunca oyun oy-nuyor, zar atıyordu. Bütün kötü alışkanlıkları üst üste yığmış, boğazına kadar bunlara batmıştı. Sefahatin her türlüsünü deniyordu. Bunların bedelini ilişkiye bulaşan bir hastalı-ğa yakalanarak ve sağlığını bozarak ödedi. Bütün bunlara tepki olarak tüm kadınlara karşı inancını kaybetti ve şimdilik kaydıyla kendi yalnızlığına bağlı kaldı.

Sofya yaşamında bel soğukluğu hatta Frengi hastalığına yakalandığını da bazı yazarlar di-le getirmiştir. Bu sebepledir ki zürriyet sahibi olamamıştı.

Sofya da karşılaştığı şarlatan bir hekimin kendisini tedavi etmesine izin vermiş ve henüz iyileşememişti. O zamandan beri de kendisine hiç dikkat etmemişti. Kendisini hiç esirge-meden fiziksel ve zihinsel çabaya sürmüş, etkin hizmette yorulmak bilmeden çalışmıştı. Bu süre içinde zaman zaman kendisini çok fazla içkiye ve çılgınca sefahate de vermişti.

Böbrek hastalığı
Hastalık şimdi böbreklerine vurmuştu. Bir ay boyunca tarifsiz acılar içinde yatakta kıvran-dı. Sonunda doktorlar onu önce Viyana’ya, sonra da bir kür için Karlsbad’a gönderdiler.

Yoğun acıyla birlikte gelen hastalık, içinde bulunduğu duygusal depresyonla el ele vermiş, böylece Mustafa Kemal’in umutsuzluğun gayya kuyularına batmasına yol açmıştı.

Hala çok hasta olmasına rağmen, olağanüstü bir çabayla geriye dönmeye karar aldı, ve İstanbul’a doğru yola çıktı. Yolda, o sıralarda çok yaygın bir bulaşıcı hastalık olarak bütün Avrupa’yı kasıp kavururken binlerce insanı öldüren İspanyol gribine yakalandı. 1918 Temmuzunun sonlarında İstanbul’a vardığında hala bitkin ve hastaydı.

Göz hastalığı ve Protez
İtalyanlar o zaman ki Libya topraklarına saldırınca Mustafa Kemal de bin bir zorlukla Mısır üzerinden Libya ya ulaştı. Orada gözünden bir rahatsızlık geçirdi. İskenderiye de tedavi-sinden iyi netice alamayınca bir gemi ile Marsilya üzerinden Viyana ya geldi ve uzun bir müddet orada tedavi gördü. Sol gözüne protez takılmasına karar verildi. Dikkat edilirse fotoğraflarında sol gözü hep ayni istikamete bakar. O arada balkan savaşları başlamıştır ve Romanya üzerinden İstanbul’a döner. Annesini ve kız kardeşini alarak İstanbul da Aka-retler de döşediği bir eve yerleştirir.

Havza da böbrek tedavisi
19 mayıs ta Samsuna gelen Mustafa Kemal, orada kendini pek emniyette hissetmez, ayrı-ca da böbreklerindeki hastalık nüksetmiştir. Biray kadar orada tedavi olur. Ondan sonra Amasya’ya geçer.

Kalp krizi
Cumhuriyeti ilan ettikten sonra bir akşam bahçede gezerken fenalaşır. Doktor çağırılma-sına karşı çıkarsa da Latife Hanım Dr. Refik Saydama haber verir. Ayrıca İstanbul’ dan Prof. Neşet Ömer çağırılır. Bir kalp krizi geçirdiği teşhisi konur ve kendisine mutlak istira-hat tavsiye edilir.

Karaciğer hastalığı
1938 de Atatürk ağır hastadır. Fransa’dan Dr.Fissenger davet edilir. Hastalığına rağmen Güney seyahatine çıkar. Ankara’ya döndüğünde pek bitkin ve yorgundur. Önce İstanbul da Savarona yatında , daha sonra Dolmabahçe sarayında tedavisine devam edildi. Müda-vim doktoru Operatör M.Kemal Öke’ nin bütün ihtimamlarına rağmen karaciğer Siroz hastalığı ilerlemiş, nihayet 10 Kasımda vefat etmiştir.

Gelecek hafta Atatürk’ün hizmetlerinin yanında aldığı hatalı kararların bugün yaşadığımız problemlerin kaynağı olduğu kanaatımdan bahsedeceğim.

Literatür:

1. Gazi Mustafa Kemal .D.v.Mikusch. Remzi Kitapevi. 1981
2. Tek Adam. Şevket Süreyya Aydemir. Remzi Kitabevi .1991
3. Mustafa Kemal. Benoit-Mechin. Edition Albin Michel .1954
4. Milli Mücadele ve Mustafa Kemal. Kültür Bakanlığı. 1981
5. Atatürk. Lord Kinross.Sander Yayınları.1966
6. Mustafa Kemal’le 1000 Gün. Nezihe Araz.1993
7. Kemal Atatürk.Bernd Rill.RORORO1985
8. Mustafa Kemal ve uyanan doğu. Fethi Ülkü.Bilgi Yayınevi,1983
9. Atatürk.Yakup Kagdri Karaosmanoğlu. İleytişim yayınları.1946
10. Çankaya.Falih Rıfkı Atay. 1961
11. Bozkurt.H.C.Armstrong.Arba yayınları.1963
12. Atattürk ihtilali.M.Esat Bozkurt. Kaynak Yayınları1940
13. Atatürk’ün jhayatı. H.Latif Sarıyüce. Serhat dağıtım. 1981
14. Mustafa Kemal döneminde Ekonomi.Bilsay Kuruç. Bilgi Yayınevi.1987
15. Atatürk’ün Anıları.İsmet Görgülü.Bilgi Yayınevi,1997
16. Atatürk ve Komunizm.Rasih Nuri ileri. Sarmal Yayınevi.1970
17. Atatürk.Unesco.1963
18. Çankaya Akşamları.Berthe G.Gaulis. Cumhuriyet. 2001
19. Geçmişten Geleceğe Atatürk.Türkan Saylan. ÇYDD Yayınları.1995
20. Atatürk din ve laiklik. Doğu Periçek kaynak Yayınları.1997
21. Atatürk in deutscher Sicht. Deutsche Welle. DW-Dokumente1981
22. Atatürk Devrimi Sosyoşojisi.Kurt Steihaus. Sarmal yayınları. 1973
23. Mustafa Kemal Atatürk. Oder Die Geburt der Republik.Dietrich Gronau.Fischer.1994
24. Atatürk’ün Ekonomi Politikası M.M.Aysan. Toplumsal Dönüşüm Yayınları.1980
25. Kaynakçalı Atatürk Günlüğü. Utkan Kocatürk.T.İş Bankası.
26. DerWeg Zur Freiheit .Atatürk. Başbakanlık Basımevi.1981
27. NUTUK. Atatürk.
28. Hangi Atatürk. Remzi Kitabevi 2011.
29. Mustafa. Can Dündar. Atatürk filmi. 2009
30. VEDA. Zülfü Livaneli Film.200

Neoliberal-Islam Sentezi...


Murat Çakir
cakir@rosalux.de

Gelismeler oylesine çetrefil, yapilan haksizliklar oylesine agir ki, insanin isyan edesi, kufredesi geliyor. Ama boylesi donemlerde ofkeye yenilmemek, kosullarin gerçekçi elestirisini yapabilmek için duygulara hakim olmak ve sogukkanlilik gerekiyor.

Kolay degil elbette. Dunya çapinda her 6 saniyede 1 çocugun açlik, hastalik veya savas sonuçlari nedeniyle oldugu; 1 milyar insanin gunde 1 Dolar’la geçinmek zorunda birakildigi; uluslararasi tekellerin kârlarini savunmak için savaslarin ve isgallerin gerçeklestirildigi, ekolojik felaketlerin koruklendigi; yasamin her alaninin ticarîlestirilerek kapitalist sermaye birikiminin boyundurugu altina alindigi; adaletsizlik ve esitsizligin hukum surdugu gunumuzde vicdan sahibi insan nasil isyan etmesin ki?

Hele bu insan »dusman ceza hukuku«nun uygulandigi, »devlet dusmani« ve »terorist« ilân edilenlerin yurttaslik haklari disina itildigi; yururlukteki yasalarin bile çignenerek, hukukun ustunlugu ve kuvvetler ayriligi ilkelerinin de facto ortadan kaldirildigi Turkiye gibi bir ulkede yasiyorsa?

Boylesi bir dunya, boylesi bir ulkede isyan elbette haklidir, hatta direnmek insan olmanin yukumlulugudur. Ancak, nasil yanlis teshis, yanlis tedaviye ve dolayisiyla kotu sonuçlara yol açarsa, tek basina »isyan« sonuç alici olamaz, saman atesi olmaktan oteye gidemez.

Bu nedenle barisin, demokrasinin, ozgurluklerin ve sosyal adaletin tesis edilmesini, yani verili kosullarin degistirilmesini isteyen guçler, verili kosullari sogukkanli ve maddî temelleri ile birlikte yeniden degerlendirmek zorundadirlar. Marx her ne kadar hakli olarak, »aslolan degistirmektir« dediyse de, hâlen geçerli olan kendi kategorik emrini, »insani somurulen, esirlestirilen, hor gorulen bir varlik hâline getiren tum kosullari alasagi etmeyi« yerine getirmek için, degisen dunyayi / yeni Turkiye’yi yeniden tahlil etmek kanimca bir zorunluluk hâline gelmistir.

Dunyanin / yeni Turkiye’nin egemenleri, guncel politikalarini »kotu insanlar« olduklari için degil, temsil ettikleri sinifin farkli sermaye fraksiyonlarinin çikarina oldugu için uygulamaktadirlar. Yeni Turkiye’nin egemenleri parlamenter burjuva demokrasisini karikaturize ediyor, »dusman ceza hukukunu« uyguluyorlarsa, Kurtleri, solculari, muhalifleri »sevmediklerinden« veya kimi solliberalin kendini inandirmaya çalistigi gibi, »hatali davrandiklarindan« degil, ulke içindeki ve bolgedeki çikarlarinin pesinde kostuklarindandir.

Yanilgiya dusulmemeli. Ornegin Cengiz Çandar gibi, »hukumet ya Arinç ve Atalay’in, ya da içisleri bakaninin dilini konusacagina karar vermeli« diyerek, karar vericilerin farkli dusunduklerini varsayma yanlisi, butunsel bir siyasî proje ve uygulamalariyla karsi karsiya olundugunu gormeyi engelleyebilir.

Gelismeler suphe goturmez bir biçimde yeni Turkiye’nin devlet aklinin Neoliberal-Islam Sentezi’nce belirlendigini gosteriyor. Muhalifler, bilhassa Kurt Hareketi ve ona yakin duran Sosyalistler, gelecekle ilgili tasavvurlarini biçimlendirmek ve mucadele yontemlerini gozden geçirmek için bugunku durumu, ayni zamanda da bugune varan sureci ozelestiri formatinda degerlendirmeye almalarinin gunumuzun en ivedi gorevlerinin arasina girdigi dusuncesindeyim.

Yazilarimi takip eden dostlara, »Ozelestiriye Davet« basligi altinda boylesi bir degerlendirme yapip, dusuncelerimi paylasacagimi simdiden bildirmeliyim. Yeri gelmisken, Rosa Luxemburg Vakfi tarafindan yayimlanan iki çalismama da dikkat çekmek isterim. »Derlemeler« baslikli brosurde Turkçe makalelerimi toparladim. Brosuru http://www.kozmopolit.com/2007/Derlemeler_2002_2011_web.pdf  adresinden ucretsiz indirebilirsiniz. Almanca bilenler için http://www.hessen.rosalux.de/fileadmin/ls_he/dokumente/Papers_Neo-Osmanische_web_1_.pdf  adresinden ucretsiz indirebileceginiz »Neo-osmanische Träume« baslikli çalismam ilginç gelebilir.

Hapisteki arkadaslarimizi unutmadan, hep birlikte »susmayacagiz, boyun egmeyecegiz« diyerek, 2012’nin tum baldiri çiplaklarin kurtulus mucadelesinin onunu açacak gunler getirecegi umuduyla, yeni yilinizi kutlarim.

Insanligin selami uzerinizde olsun!

--------------

Not: Bu yazi, Robiski-Katliami’indan once kaleme alinmistir. Yeni yil umutlarimizi kursagimizda birakanlara lanet olsun demekten baska bir sey kalmiyor. Baran Tursun’un ailesinden gelen bir mesaj, cogumuza tercuman oluyordur. Sozu onlara birakalim: »Kana doymaz katiller dunya guzeli cocuklarimizi katletti, dolayisiyla bu kan iciciler bizlere ne bayram sevinci ne de yeni yili karsilama sevinci biraktilar. Acimiz o gunku gibi tazeligini korumaktadir. Analari babalari, esleri, cocuklari kahpe kursunlara gelen biz aileler, yeni yil istemiyoruz, yeni yil katillere kalsin, biz cocuklarimizla beraber gecirdigimiz eski yillarimizi istiyoruz, buna dair yeni yil mesajimiz budur.«

Baran Tursun ailesinin, Robiski’de katledilenlerin yakinlarinin ve nicelerinin acisi acimizdir.