29 Nisan 2012 Pazar

KÜRT devletini istemeyen tek ülke TÜRKİYE




DR.İsmet Turanl
 50 li seneler de kurulan BAĞDAT paktı görünüşte Sovyetlere karşı idi. Türkiye’nin maksadı ise müstakil bir Kürt devletinin kurulmasını önlemekti. Bugün de Irak’ın yahut Suriye’nin parçalanmasını istemeyişinde ki asıl gaye oralarda özerkleşebilecek Kürt bölgelerinin Türkiye dede de Facto bölünmüş olan kuzey Kürdistan’ın bu gelişmeye katılacağıendişesidir. Türkiye hatalı bir ümitle kendini avutmaktadır. Kürdistan’ın dışa açık bir hududu olamayacağından Türkiye’nin hamiliğine muhtaç olduğudur. Son zamanlardaki gelişmeler, benim de kaç senedir sözünü ettiğim, Kürtlerin artık dörde bölük yaşamak istemediği ve eninde sonunda bu dört bölgenin birleşeceğidir. Son haberlere göre Suriye ve İran’ın Kürtlere özerklik tanımak istemeleridir. Maliki’de Irak’ta Şii iktidarınısağlamlaştırmak için Kürtlerin ayrılmasına karşı çıkmayacaktır. Barzani de Eylül de referanduma gideceğini USA ziyaretinden sonra açıkladı. Şu anda Orta doğu da USA’ nın en güvendiği İsrail’den başka tek ülke Kürdistan olacaktır. Ayrıca USA Kerkük petrollerindeki ortaklıklarınıbırakmak istemeyecektir. İsrail ‘in Kürdistan da ki eğitim faaliyetleri bilinmektedir. Böylece Türkiye’nin Kürdistan’ın dışa açılım kapısı olamayacağı düşüncesi sakattır. Zira İran, Suriye ve Irak’la Kürdistan iyi ilişkiler kurarsa Türkiye’ye muhtaç kalmayacaktır. Türkiye Kürtlerini muhafaza etmek için Barzani ile şimdiki sıcak ilişkilerini muhafaza edemeyecektir.
Türklerin dostluklar babında zayıf bir karakterleri vardır. Önce sıcak ilişkiler kurar sonra ufak bir menfaat kaybına maruz kalınca düşman konumuna girer. İnsani ilişkilerinde de böyledir. Ben şahsen aşırısevgi gösterenlerden korkarım. Onların, kıymeti Harbiye si olmayan bir çıkar zedelenmesinden sonra düşmanca hakaretlerine maruz kalmışımdır. Bakın Suriye ile ne sıcak ilişkiler gerçekleşmişti. Birlikte bakanlar kurulu toplantıları yapmış, sınırları açmış, vize zorunluğunu kaldırmıştı.Irak ile İran ile çok dostane anlaşmalar imzalanmıştı. Nerde ise onlar ile de sıfır probleme doğru gidilirken Kürtler yüzünden gerginlik yaşanmakta. Davutoğlu’nun teorik sıfır problem nazariyesi çarşıya uymadı.

Bugün dünya da sahile açılımı olmayan kaç devlet mevcut. Macaristan, Çek, Slovakya, İsviçre, Özbekistan, Türkmenistan, Afganistan ve birçok güney Amerika ve Afrika devletleri var.
Türkiye de muhalif partiler de bugün dış politika da zor günler geçiren iktidara yardımcı olmaları gerekirken âdeta DÜŞMAN DEVLETLER GİBİ DAVRANIYORLAR. MHP Kürdistan devletinin kurulmakta olduğunu kabul ederken Barzani’ye çok terbiyesizce tabirlerle hakaret etmektedir. Fırat’ın ötesinde partisinin varlığından söz edilmiyor. Yani Kürtler bu şoveniz, milliyetçi partiyi görmek istemiyorlar. Bazımilitanları bu hakikati kabul etseler de, ayrılmak isteyenler güney Kürdistan’a gitsinler diyecek kadar çirkinleşiyorlar. Kürtlerin Türklerden de evvel o bölge de asırlardır yaşadıklarını bilmiyorlar mı? YoksaHallaçoğlu’nun dediği gibi Türkiye de ki Kürtler de aslında Türk mü?

CHP nin Kürt politikası saydam değil. Partinin MHP gibi Kürdistan da hiç etkinliği olmadığı gibi Tanrıkulu gibi birçok Kürt politikacısı Kürtlerin insan haklarını savunduğu aşikâr.
Türklerin başka bir yanlışı da BDP’nin 2,5 milyon oyu olduğunu kabul etmelerine rağmen bu oy sahiplerinin aileleri ile birlikte en azından 5 milyon olduklarını hesaba katmamaları. 2,5 milyon AK partinin oyu olduğuna göre onlarda en azından 5 milyonluk bir nüfusa icabet eder. Doğu da ve Güney doğu da, Kuzey Kürdistan da 10 milyon Kürt yaşamakta ve sadece BDP, PKK değil, Kürt halkı artık self determination, ana dil de eğitim hakkınıistemektedirler. En azından Kürdistan dışında da bir 10 milyon Kürt yaşamaktadır.

20 milyon nüfuslu, dörde bölük yaşamak zorunda kalan başka bir millet var mı dünya da? Peki bu millet ilelebet dörde bölük mü yaşasın dediğim de en fanatik milliyetçi Türk’ten bile cevap alamıyorum.
AK parti TBMM’de çoğunlukta olduğu için her istediğinin yapılmasını istiyor diye itiraz edenler Türklerinde Türkiye de çoğunlukta olduğu için çoğunluğun istediğinin kabullenmesi gerektiğini söylerken tenakuza düşmüyorlar mı? Tükürüğümüz bile sizi boğar diyecek kadar çirkinleşen bir bakan kabine de yer alabilir mi?

Türkiye’nin reel politikayı ciddiye alıp çıkmazdan kurtulması için Kürdistan ile, hatta Kuzey Kıbrıs Türk devleti ile federasyona gitmesi yahut ta küçülüp daha homojen ve kişi başına daha zengin bir devlet haline dönüşmesi mümkündür. Bu yapılanmanın önünde ki en büyük engel Türklerin kibiridir.
Kürdistan devletinin UNO tarafından kabulü halinde PKK’nın varlığına da ihtiyaç kalmayacaktır. Türkiye’nin komşularında ki siyasi gelişmeleri ciddiye almaz, onlarla düşmanlığıkörükleyici politikalardan vazgeçmez ise vahim neticelerine katlanması ve izolasyonu muhtemeldir. Kürdistan devletinin kurulması bir normalleşme sürecidir. BirASLINA RÜCU sürecidir.

Antalya. 28.04.12

18 Nisan 2012 Çarşamba

Suriye’ye dair gerçeği söylemek!*

"Bir kere “Özgür Suriye ordusu” denilen bir tevatürden ibaret ve zaten ‘özgür’ de değil, olması da beklenemez. Paralı askerler, silahlar, propaganda aygıtı dışarıda kotarılıyor ve dışarıdan geliyor. Aslında birer ölüm mangası olan paralı askerler bu işi ABD, NATO Avrupa’sı, Siyonist İsrail, petrol monarşileri ve Türkiye adına yapıyorlar... Aynı şey “Suriye Ulusal Konseyi” için de geçerli. Bu örgüt ta baştan Fransa’nın gözetimi altında Paris’te peydahlandı... Bütün bunlar yapay ve Suriye toprağında kök salamamış zorlama “örgütler”... Benzer bir zorlama Türkiye’deki mülteci kampları için de geçerli. Aslında Hatay sınır bölgesinde oluşturulan kamplar reel bir ihtiyaca cevap vermekten çok, başta Batılı ülkelerin insanları olmak üzere, dünya kamuoyunu [eğer öyle bir şey varsa] etkileme amacı taşıyor... Bu operasyon ünlü şahsiyetlerin ziyaretleriyle, diplomatik planda da destekleniyor. Ünlü sinema oyuncusu Angelina Jolie’nin, BM eski Genel sekreteri Kofi Annan’ın ve ABD’li bazı senatörlerin ziyareti gibi... Böylece bir an önce harekete geçilmesini sağlamak için dikkâtler Suriye’ye çekilmek isteniyor..."





Dr. Fikret Başkaya

Yaklaşık bir yıldır Suriye’de “düşük yoğunluklu” bir savaş devam ediyor. Her zaman olduğu gibi medyatik yalanlar ve diplomatik dalavereler ve tam bir ikiyüzlülükle Suriye’ye dair gerçek gizleniyor. Savaşın tarafları hakkında insanların kafası karışık. Genel algı kabaca şöyle: Orada özgürlük ve demokrasi talebiyle sokağa çıkanlara, gösteri yapanlara “zalim diktatör” Beşar Esad’ın askerleri ve polisleri ağır silahlarla saldırıyor, insanları öldürüyor, yaralıyor, hapsediyor, işkenceye tâbi tutuyor, ülkeden kaçmaya zorluyor... Eğer sorun gerçekten hak, özgürlük ve demokrasi talebi ve mücadelesiyle ilgili olsaydı, tartışmasız isyancıların desteklenmesi gerekirdi. Lâkin, gerçek durum görünenden çok farklı...

Dolayısıyla söylemle gerçek arasında bariz bir uyumsuzluk var... Elbette Suriye’deki Baascı rejim otokratik bir “muhaberat” rejimi ama orada yapılmak istenen, iddia edildiği gibi otokratik bir rejimin yerine demokratik bir rejim kurmakla ilgili değil. Yıllar öncesinden tezgahlanmış Suriye’yi çökertme planının sahneye konması... Suriye, ABD başta olmak üzere, Siyonist İsrail, ABD uydusu petrol monarşileri ve NATO’cu Türkiye tarafından çökertilmek isteniyor. Suriye’ye saldırı kararı, New York ve Washington’a yapılan suikastın hemen ardından, 15 Eylül 2001’de Camp David’de alınmıştı. Bush yönetimi, Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Sudan, Somali ve tabii İran’ı kapsayan bir saldırı planı hazırlamıştı. 2003’de Bağdat’ın düşmesinin hemen sonrasında ABD Kongresi bir Accountability Act’la mümkün olan en uygun zamanda Suriye’yle savaşa girmeyi emrediyordu. Bush’un eli ermediği için iş Barack Obama’nın üzerinde kaldı...

Şam’a giden kanlı yol medyatik yalanlardan ve diplomatik manevralardan geçiyor

NATO’cu ittifaka ve bölgedeki gerici rejimlere ve Türkiye’ye göre, geniş halk kitleleri aylardır Beşar Esad’a karşı daha çok özgürlük ve demokrasi talebiyle sokaklara dökülüyor... ‘Ana-akım medyanın dünyaya servis ettiği resim böyle... Gösterileri örgütleyenler ve sokağa dökülenler “sıradan insanlar” mıdır? Başlarda “demokratik bir muhalefet”in varlığından söz edilebilir. Fakat gösteriler kısa sürede manipüle edilerek ortamın terörize edilmesi sağlanmıştır. Silahın ve emperyalist müdahale çağrılarının yapıldığı ortamda seküler, demokratik güçler sahneden çekilmiştir. Geriye kalanlar kuşkusuz, Mısır ve Tunus’taki gibi özgürlük talebiyle sokağa dökülmüş kitleler değildi artık. Bu gösterilerin arkasındakiler, içindekiler ve önündekiler, Suudi ve Mısırlı fetvacıların El Cezire televizyonundan yaptıkları çağrıya cevap veren dinci fanatiklerdir. Libya’dan, Irak’tan Afganistan’dan vb. geliyorlar... Türkiye’den ve Lübnan’dan Suriye’ye giriyorlar. Elbette aralarında Suriyeliler de var. İsyanın omurgasını Sünni İslam anlayışının fanatik bir yorumunu temsil eden selefiler ve Suriye’de birçok kanlı cinayetin sorumlusu olan radikal dinci Müslüman Kardeşler örgütü oluşturuyor. Amaçları Beşar Esad’ın yerine daha demokratik bir rejim kurmak değil, kendi istedikleri bağnaz bir İslamî rejim kurmaktır. Zira Alevi Beşar Esad’ı bir sapkın, kedilerini de “saf islamın” temsilcisi olarak görüyorlar. [Bu fanatik akımın şefleri dünyanın en kötü rejimlerinden olan ve Esad’a “halkının sözünü dinle” diyecek kadar yüzsüz olan Suudi Arabistan’da mülteci olarak bulunuyorlar ve sapkınların, daha doğrusu Sünnî olmayan herkesin öldürülmesini emrediyorlar.]. Dolayısıyla, rejimin barışçıl göstericileri dağıtmak için silah kullandığı, yüzlercesini öldürdüğü iddiası tipik bir medya yalanıdır. Bastırılması için önce gerçekten gösteri yapılması gerekirdi ve bilinen anlamda gösteriler söz konusu değildi. Tam tersine bu güne kadar yüz binlerce Suriyelinin katıldığı çok sayıda miting rejimi desteklemek için yapıldı ve neredeyse bunların tamamı egemen medya tarafından görmezden gelindi

Kaldı ki rejim daha baştan dış destekli fanatik dinciler tarafından yapılan provokasyonun farkındaydı ve olabildiğince muhtemel bir mezhep çatışmasını engelleyecek şekilde ve yumuşak davranma yolunu seçti. Esad, güvenlik güçlerine sivillere zarar vermeyecek şekilde davranma talimatı vermişti. İsyancılar tarafından iki bini aşkın polisin ve askerin öldürülmesinin nedeni budur... Ölüm timlerinin çoğu dışarıdan [daha çok Türkiye, Ürdün ve Lübnan sınırından] ülkeye sızmış katillerden ve paralı askerlerden oluşuyor. Ordu birliklerine, polis karakollarına, resmi binalara pusu kuruyorlar, hastane, okul ve ulaşım hatlarını bombalıyorlar, kentlerin göbeğinde sivilleri öldürüyorlar. Medya, saldırganların kimliğini ve işledikleri cinayetleri gizlemek için her türlü ahlâk dışı yolu deniyor. El Cezire ve el Arabiye gibi Katar ve Suudi Arabistan destekli kimi televizyonların stüdyolarında hazırlanan filmler, görüntüler ve 1.5 milyon Suriyelinin rehin alındığı gibi yalan haberler tüm dünyaya servis ediliyor. NATO cephesine dahil “ana-akım” Batı Medyası üretilen yalanları yaymak üzere seferber oluyor. Bu konuda o kadar ileri gidilmiş görünüyor ki, mesela Çeçenistan savaşında direnişçiler tarafından ele geçirilen bir Rus uçağının görüntüleri sanki Suriye’de gerçekleşmiş gibi sunulabiliyor... Hızlarını alamamışlar ki 2006 tarihli bir videoyu yayına sokmuşlar... Yüzüne ve vücuduna ketçap sürülmüş insanları savaş mağduru gibi gösteriyor... O kadar ki, İkinci Dünya Savaşına ait görüntüleri bile servis edebilirler... Amaç rejimi olabildiğince şeytanlaştırmak...

Fakat provokasyon için Suriye’ye sızanlar sadece El Kaide ve Müslüman Kardeşlerin silahlı unsurlarından ve paralı askerlerden oluşmuyor. Fransız ve Türk istihbaratçıları ve subayları başta olmak üzere bir çok NATO ülkesinden ve tabii ABD’den “uzmanlar” da işin içinde. [49 Türk istihbarat görevlisinin, biri albay bir grup Fransız subayının ve bir kaç İngiliz askerinin Suriye rejimi tarafından yakalanması, ortada bir halk isyanı değil, apaçık dış kaynaklı bir saldırı olduğunu ortaya koyuyor.]

Ölü, yaralı ve ülke dışına sığınanlarla ilgili rakamlar da medya yalanlarını takviye edecek biçimde “imal ediliyor.” Rakamlar, İngiliz istihbarat örgütleri tarafından yönlendirildiği ileri sürülen, ne idüğü bilirsiz, yöneticilerinin kim olduğu doğru düzgün bilinmeyen Londra merkezli “Suriye İnsan Hakları Gözlemevi” tarafından imâl ve servis ediliyor... Asıl önemli ve rahatsız edici olan husus da, bu “kurum” tarafından uydurulan rakamların Birleşmiş Miletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin hiç bir doğrulama çabası olmaksızın alıp kullanmasıdır. Bu durum bile tüm BM kurumlarının aslında kimin hizmetinde olduğu hakkında da bir fikir veriyor... Aslında “uluslararası” denilen kurumların ulusların kurumları olduğu bir tevatürden ibarettir. Mesela Birleşmiş Milletler Örgütü, baştan beri asıl ABD’nin bir örgütü olarak işlev gördü. Keza Arap Ligi de petrol monarşilerinin oyuncağı haline gelmiş durumda... Başka türlü ifade edersek, kim finanse ediyorsa örgüt onun borusunu çalıyor.

Asıl amaç Beşar Esad rejimini yıkıp, emperyalistlerin, Siyonist İsrail’in, bölge monarşilerinin ve Türkiye’nin çıkarlarına uygun İslamcı bir rejim kurmaktır.

Aslında Suriye’de yapılan ve yapılmak istenen, Afganistan’da, Irak’ta, Somali’de Libya’da yapılanın bir tekrarı ve asıl amaç bölgeyi emperyalizm ve başta Siyonist İsrail devleti olma üzere, gerici-çürümüş bölge monarşileri için “dikensiz gül bahçesi” haline getirmektir. Bu amaçla bu güne kadar göreli bir biçimde olsa da onca etnik ve dini ve mezhebi barış içinde yaşatmayı başarmış rejimi yıkmak istiyorlar. Böylece etnik, dini ve mezhep çatışmalarının yolu açılmış olacak. Bölge bütünüyle batağa saplanacak. Eğer mevcut rejim emperyalist komplo sonucu çökertilirse, emperyalizmin peydahlayıp-beslediği Müslüman Kardeşler iktidar olursa, sadece Baascılar değil, Alevi-Nusayriler başta olmak üzere, tüm heterodoks ve Hıristiyan halkların varlığı tehlikeye girecektir. Bu arada, Suriye devletinin, sürekli bir Alevi devleti ya da Alevilerin egemenliğinde bir diktatörlük olarak anlatılmasının gerçek dışılığına da işaret etmek gerekiyor. Fakat bu söylemle Sünni-İslam duyguları harekete geçirilmek, Suriye rejimine yapılan/yapılacak saldırılar meşrulaştırılmak istenilmektedir.

Elbette rejimin demokratikleştirilmesi, her türlü özgürlüğün gerçekleşmesi mutlaka gerekiyor ama onu ancak orada yaşayan halk yapabilir. O halde üç şey: Birincisi, haklar, özgürlükler ve demokrasi ihraç veya ithal edilebilir bir şey değildir, ona ihtiyacı olanların mücadelesiyle kazanılabilir, yaşanabilir, geliştirilebilir ve korunabilir; ikincisi, emperyalistlerin asla demokrasi ve insan hakları diye bir kaygısı yoktur ve olamaz, zira böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır; üçüncüsü de emperyalistlerin demokrasi şampiyonu kesilmelerinin asıl nedeni, başta “eğitilmiş kesimler” olmak üzere, kitleleri aldatmaktır. Her halde bu kavramı en son ağızlarına alması gerekenler en büyük demokrasi düşmanı olan yeryüzünün egemenleridir... Bu vesileyle Irak’a demokrasi götürme iddiasındaki ülkeler koalisyonundan bazılarının [Katar, Suudi Arabistan, vb.] “demokratik performanslarına” ne demeli? Ve bu ikisinin Bahreyn’de özgürlük talebiyle ayağa kalkan halkı ezmek üzere asker, silah ve para gönderdikleri bilinmiyor mu? Tabii Suriye’yi etkisizleştirmek tek başına amaç değil. Zira, Suriye’deki rejimi çökertmek, Lübnan Hizbullah’ını da etkisizleştirmek demek ki, böylece İran’a giden yol açılacaktır. Zaten nihai hedef de İran’ı çökertmektir. Daha doğrusu Suriye’ye yönelik saldırı, Suriye, Lübnan, Irak ve İran’a yönelik saldırının bir parçasıdır. [Şimdilerde Filistin Hamas’ı, Katar emiri tarafından satın alınmış ve kamp değiştirmiş görünüyor... ].

“Özgür Suriye Ordusunun” ve “Suriye Ulusal Konseyinin” Suriye’yle ilgisi tartışmalıdır...


Bir kere “Özgür Suriye ordusu” denilen bir tevatürden ibaret ve zaten ‘özgür’ de değil, olması da beklenemez. Paralı askerler, silahlar, propaganda aygıtı dışarıda kotarılıyor ve dışarıdan geliyor. Aslında birer ölüm mangası olan paralı askerler bu işi ABD, NATO Avrupa’sı, Siyonist İsrail, petrol monarşileri ve Türkiye adına yapıyorlar... Aynı şey “Suriye Ulusal Konseyi” için de geçerli. Bu örgüt ta baştan Fransa’nın gözetimi altında Paris’te peydahlandı... Bütün bunlar yapay ve Suriye toprağında kök salamamış zorlama “örgütler”... Benzer bir zorlama Türkiye’deki mülteci kampları için de geçerli. Aslında Hatay sınır bölgesinde oluşturulan kamplar reel bir ihtiyaca cevap vermekten çok, başta Batılı ülkelerin insanları olmak üzere, dünya kamuoyunu [eğer öyle bir şey varsa] etkileme amacı taşıyor... Bu operasyon ünlü şahsiyetlerin ziyaretleriyle, diplomatik planda da destekleniyor. Ünlü sinema oyuncusu Angelina Jolie’nin, BM eski Genel sekreteri Kofi Annan’ın ve ABD’li bazı senatörlerin ziyareti gibi... Böylece bir an önce harekete geçilmesini sağlamak için dikkâtler Suriye’ye çekilmek isteniyor...

AKP hükümetinin Suriye’ye saldırı için bu kadar hevesli ve aceleci davranması nasıl açıklanabilir?

Açık olan bir şey varsa, “Suriye’nin düşmanları cephesi” Esad rejimini çökertmek istiyor. Ortak amaç bu olsa da hepsinin kendine göre bir “gerekçesi” var. ABD ve NATO için Esad rejimini çökertmek, İran’ın en önemli müttefikini yok etmek demek. Körfezin gerici monarşileri için seküler bir rejimi fanatik bir teokrasiyle ikâme etmek demek. El Kaide, Vahabiler ve Selefiler için başlıca amaç seküler rejimden kurtulmak demek. Siyonist İsrail için bölünmüş, parçalanmış, çökertilmiş bir Suriye, bölgedeki hegemonyasını güçlendirmek, istikrarlı bir “düşmana” son vermek demek... Türkiye ısrarla “uçuşa yasak bölge”, değilse bir “insânî yardım koridoru” öneriyor. Aslında İnsanî yardım koridoru fiilen ülkeye saldırı demektir ve “insanlıkla” bir ilgisi yoktur... Söz konusu olan gerçekten insâni kaygılar mıdır? Zaten kendi topraklarını saldırganlara bir üs olarak kullandırması, silahların ve savaşçıların geçişini sağlaması, silah yardımı yapması, istihbarat ve askeri uzman desteği... geçerli uluslararası hukuk kurallarının ihlâli anlamına geliyor... Acaba AKP hükümeti bütün bunları kendi neoliberal kapitalist “ılımlı İslam” modelinin bölgede zafer kazanması için mi yapıyor? Yoksa başkaca amaçlar da söz konusu mu? Parçalanmış Suriye’den bir pay mı kapmak istiyor ya da vâsilik yapacağı zayıf bir İslamcı hükümet mi? “Gerekçeler” ne olursa olsun, derhal bu uğursuz yoldan dönülmeli, bu amaçla da muhalefet sesini yükseltmelidir. Zira olanlardan ve olacaklardan hepimiz sorumluyuz. Aslında Suriye’ye saldırı hepimize saldırıdır. “İnsânî yardım” ve “demokrasi” götürmek üzere Irak’a giren ABD ve NATO’cu müttefiklerinin 1.2 milyon insanın ölümüne neden olduklarını hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Irak’ın işgali sürecinde gösterilen duyarlılık Suriye’den esirgenmekte; yoksa bütün bölgemizi yakacak bir savaşın eşiğinde olduğumuz idrak edilmiyor mu? Bunca zaman suskun kalınması büyük bir hata iken, halen bu hatadan dönme şansımız ve olanaklarımız var. Bir an önce, gittikçe yaklaşan emperyalist saldırıya karşı sesimizi yükseltmek, şu aşamada en haysiyetli tavır olacaktır.

------------
Türkiye ve Orta Doğu Forumu Vakfı [ Özgür Üniversite] adına Dr. Fikret Başkaya
*17 Nisan 2012 tarihinde Özgür Üniversite’de yapılan basın toplantısında sunulan metindir.

Kalaşnikof iflas etmiş!




Dr.İsmet turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Beni hayatımda en mutlu eden havadislerden biri Kalaşnikof silah fabrikasının iflas etmesidir. İnşallah öteki silah fabrikaları da iflas eder. Şayet iflasın sebebi talebin azalmış olmasından ötürü olması hali mutluluğumu daha da artırır. Keşki UNO bütün silah fabrikalarının faaliyetlerinin yasaklanması için bir karar alsa. O zaman silaha yapılan yatırım bütçeleri sağlığa ve eğitime kaydırılır. COSTA RICA ordusunu lağv edip sağlığa ve eğitime yatırımını yapalı dünyanın en mesut ülkesi haline geldi.

Turizm bakanı Günay, bu sene turizmden 30 milyar dolar beklediğimizi söyledi. Taraf gazetesi yazarı Lale Kemal geçen gün yazdığı makalede milli savunma, yani askerlerin USA’ya 30 milyar dolarlık uçak siparişi verdiğini yazdı. Yüzbinlerce vatandaşımızın, gece gündüz turistlere verdikleri hizmet karşılığı Türkiye’ye girecek bütün dövizin uçak satışına harcanacağını düşününce tüylerim diken diken oluyor. Dabaz oluyorum.

Başbakan Erdoğan ailelere 3 çocuk yapmalarını tavsiye ediyordu. Şimdi beş çocuğa ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Acaba Suriye ile harbe tutuşursak bu beş çocukta kâfi gelebilir mi? Sağlık hizmetlerinde yapılan hatalardan dolayı, sadece kanserden ölenleri hesaba katmasak bile, Türkiye de ki ölüm sebeplerine bir göz atacak olursak, her gün televizyonlarda trafik kazalarında, teknik ihmallerden dolayı yahut ta üç beş kuruş daha kazanç sağlamak için müteahhitlerin sebep oldukları kazalarda hayatlarını kaybeden vatandaşların, işçilerin işyeri güvenliği ihmal edildiği için hayatını kaybedenleri, daha birçok lüzumsuz yere yaşamlarını yitiren insanlarımızı, 30 seneden beri Kürt sorununu çözemediğimiz için kaybettiğimiz gençleri düşündükçe yöneten kadronun ehliyetsizliğine isyanımın fayda vermediğini düşünüyorum.

Türkiye’nin silah kadar, kanser kadar tehlikeli bir SOSYAL HASTALIĞI var. Aziz Nesin % 60 ımız aptal demiş. Kendisi psikiyatr olmadığına böyle bir nispeti nasıl hesaplamış bilmiyorum.

Fakat Türkiye de %80’nin YALAN söylediğini söylediğimde kimse itiraz etmiyor. İşte sosyal hastalığımız yalan söylenmesidir. Erdoğan’ın en büyük hizmeti TÜTÜN mevzuun da oldu. Şayet bu yalanı da ortadan kaldırıcı bir yasaklama getirişe Türkiye lüzumsuz ortaya çıkan sorunlarından kurtulur. Batı ile oryantal yaşam arasında ki en büyük fark DÜRÜSTLÜKTÜR.

TEŞVİK PLANI

Teşvik planından çok ümitlenenler var. Olasılık imkânlarının analizi yapılmıyor. Kürdistan da ki iller 5-6 ıncı bölgeler de. Buralara özel, yerli firmaların yatırım yapacakları bekleniyor. O firmaların maddi potansiyellerinin kısıtlı olduğu hesaba katılmıyor.

70 li senelerde Türk ve Alman sermaye patronları birlikte üç günlük bir toplantı yaptılar. Bonn büyükelçimiz Halefoğlu benim de katılmamı söyledi. Anadolu da yapılacak yatırımların önüne çıkacak problemlerden bahsedildi. O problemlerin şimdide var olduğunu düşünüyorum.

1. O bölge de PKK’nın varlığı yatırımcıları korkutmaktadır.
2. O bölgeye kaliteli teknik elemanları götürmek kolay olmaz.
3. Üretimle sağlanacak malların İstanbul’a veya diğer limanlara transferi zaman alır ve masraflıdır. İstanbul da imal edileceklerin, teşviklere rağmen daha ucuz maliyeti olacağı hesapları.
4. Keza yerel vasıflı işçi bulma zorunluğu yaşanacaktır.
5. Enfrastrüktürün elverişli olmaması yatırımcıyı düşündürmektedir.

Birinci bölge ile 5-6 ıncı bölgeler arasında ki farkın on senelik iktidar devrinde azalmayışını AK partililer nasıl izah edecekler. Bu hususta AK partinin gerçekleri görmekten imtina etmemesi samimi olmasından mı biraz da naifiyetlerinden mi, muhaliflerin sorması gerekir.

Yukarda bahsettiğim mahzurların o bölgenin kalkınmasında mani teşkil edeceğini, bundan evvelki paketler gibi kadük kalacağından endişelerim var.

Son Suriye’nin Kürtlere özerklik vereceği dedikodusu da Türkiye’yi rahatsız etmiştir. Irak’ın kuzeyindeki Kürdistan devletinin deklarasyonu duyuldukça da Türkiye bayağı bu hususta geride kaldığı intibaını uyandıracaktır. Hele hele İran’da da Kürdistan bölgesinin özerkliğinden BDP başkanı Demirtaş tarafından açıklandığına göre Türkiye’nin behemehal yeni anayasada Kürtlerin isteklerini karşılayıcı maddeleri kabullenmesi beklenebilir. Teşvik planlaması ile Kürtleri oyalama taktiklerinin Kürt siyasilerince anlaşılmış olduğu görünüyor.
Barzani’ni USA ziyaretinden sonra Referandumdan bahsetmesi, PKK ile görüşmelerde aracılık yapabileceklerini söylemesi, istikbale olan ümitlerimizi kuvvetlendirmiştir. Neticede Türkiye de kan akmasının durması, gençlerin telef edilmemesi, annelerin göz yaşlarının akmayacağı imkânlarının doğması, Kürt sorununa çare arayan aydınları sevindirecektir.

Antalya. 9.4.12

8 Nisan 2012 Pazar

Manipülasyon üzerine bir kez daha…



Demir Bilgin

Daha önceleri yazmıştım, tekrarlıyorum: Emperyalizm, aynı zamanda manipülasyondur. Manipülasyon, dünya kamuoyunu, kendi çıkarları için, yanıltmak ve sürüler misali yönlendirmek oluyor. Manipülasyon, bu bağlamda, hile, oyun ve düzenbazlık oluyor. Irak, Libya ve şimdi de, Suriye’ye kaşı yürütülen bu ”medya savaşı”,  manipülasyonun somut tarifi ve kendisi oluyor.
Emperyalizmin, genelde, Orta-doğu ve Kuzey Afrika’ya kadar uzanan bölgede/ bölgelerde,  özelde Suriye’ye karşı başlatmış olduğu ’medya savaşı’nın bir yönü de,  bu bölgede yaşayan insanları sürüler haline çevirmek ve insancık hale getirmek içindir.

İkinci tekrar şudur: Manipülasyon olan emperyalizm, aynı zamanda bir fabrikadır, bir ”Şer Fabrikası” dır. Bu şer fabrikasında, ezilen ve direnen bölge halklarına karşı tüm şerler imal ediliyor; bu fabrikada, ülkelerin nasıl işgal edileceği icat ediliyor. Bu, şer fabrikasında, Suriye’nin işgali ile ilgili seneryolar üretiliyor. Bu şer fabrikasında, işgal seneryoları yazılırken, onlara, yani bu emperyalist barbarlara hizmet edecek ”yerel komprador” ajanlar ve hainler yaratılıyor. Irak’ta bu oldu. Libya’da bu oldu. Şimdi de, Suriye’de böylesi bir ”hain tabaka” yaratılıyor.
Suriye’ye karşı, emperyalizmin koltuk değnekleri olan, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin finansa ettiği  ”paralı çete gurupları” yaratılıyor. Adını, ”Özgür Suriye Ordusu” alan bu hain güruh, emperyalizmin sadık hizmetçileri olarak faaliyet göstermektedirler.  Bu hain güruha, latince bir sözcük ile, ”renegar” diyorum.

Adını ”Özgür Suriye Ordusu” alan bu hain çete, renegardır!
Renegar, yaşadığı ülkenin çıkarlarını yadsıyan ve para karşılığında, ülkenin çıklarlarına ihanet eden ve düşman saflarına geçen tüm hain ve dönekler oluyor!..

Beyinlerin ezilmek istendiği bir dünyada bunları tekrar yazmak istedim.
Bellek silme oprasyonların devam ettiği bu dünyada bunları tekrarlamak istedim.

Bunları bilmek gerekiyor. Suriye’ye karşı ”renegar” gurupların başlatmış olduğu bu haince savaşın arkasındaki gerçeği öğrenmek gerekiyor.
Amerikan ’şer fabrikası’nda imal edilen, Al Arabiya, El Cezire gibi kanalların aracı olduğu Suriye’ye karşı başlatılan bu ”manipülasyon medya savaşını bilmek gerekiyor.

Öfkeliyiz. Ama umutluyuz da. Zira yalnız değiliz.Orta-doğu’da ” Büyük Ortadoğu Projesi” adı altında sürdürüen bu, ”böl, parçala ve yönet” saldırı ve işgal politikasını görenler ve bizleri destekleyenler var. Bizler de topyekûn olarak, empeyalizme ve manipülasyon dünyasına karşı birlikteyiz. Ayaktayız.
Bizler de, her alanda ve imkanda,  Amerikan ”şer fabrikası’nda yaratılan bu hain, renagar güruha karşı birlikteyiz. Ayaktayız.

Bunları yazmak,  bunları tekrarlamak istedim.
Bunları yazmak, bunları tekrarlamak, her gün tekrarlamak ve iletmek şu an en önemli görevimiz oluyor.

Emperyalizmin, manipülasyon yöntemlerini teşhir etmek ve karşı durmak, şu an  devrimcilik oluyor.

Teşvik Haritasının düşündürdükleri…



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Hükumet yeni teşvik planını açıkladı. Kabineden bir bakan ‘’ Sakın bundan siyasi bir mana çıkarmayın ‘’ diyerek bu haritadan Kürtlerin kendilerine siyasi bir mana çıkarabileceği endişesini açıklamış oldu. Harita istesek te, istemesek te öylesine çok ciddi bir gerçeği dile getiriyor ki bakanın ihtarı insanı güldürmekten alıkoyamıyor.
Plana göre Türkiye’yi illerin ekonomik durumuna göre 6 bölgeye ayırmışlar. 5 inci ve 6’ıncı bölgedeki illerin meskûnları yoğun olarak Kürtlerin yaşadığı bölgeler. Bu bölgeler coğrafi olarak Kürdistan dâhilin de. Seçim neticelerinin haritada görünüşü de tıp a tıp örtüşüyor.
Gelelim bu görünüşün analizine:

1. AK parti iktidarının on senelik zaman zarfında bu bölgenin kaderinde bir değişiklik sağlamamış. Oralara triliyon’luk yatırımlar yaptık demelerinin bir göstergesi değilmiş. Kürdistan’ dan gayri bölgelere daha fazla yatırım yapılıp, gelişmişlik sağlanmış ki nispet olarak Kürdistan bölgesi 5-6, yani en geride kalmış bölge kaderi aşılmamış. Bu duruma, siyasilerin ağızlarına pelesenk yaptıkları gibi,’PKK sebep olmuştur’’. PKK yatırımcıları caydırıcı tahribatlar yaptılar. İkinci bir suçlama da ‘’ O bölgenin sermayedarları kendi bölgelerine vefakâr olmamış, batıya yatırımları tercih etmişlerdir. Yahut ta verilen teşvikleri dolaylı yollarla batıya intikal ettirmişlerdir. Şu hakikati görmezden geliyorlar. Kürdistan da ki bütün sermayedarların kapitallerinin toplamının bir Koç yahut bir Sabancı olamayacağını bilmez değiller. Etleri ne ki, butları da ne olsun Atasözünü hatırlatıyorlar. Doğum yerlerine sadık Tusiad-Müsiad azalarını tenzih ederim. Boğaziçi’nde yalı sahibi Türk kapital sahiplerini suçlamadığınız müddetçe etnik bir ayrımcılığı düşündürmüyor musunuz? Kapitalizmin kaçınılmaz gerçeği o ki ‘’ Zengin bölgeler ve kapital sahipleri daha çok zenginleşirken, fakir bölgeler ve halkları gittikçe daha fakirleşmişler’’. Gelir dağılımında ki makasın da daha da açık hale geldiğini istatistikler göstermiyor mu? Bu gidişle Barzani’nin güney Kürdistanı, Türkiye deki kuzey Kürdistan’ın önüne geçerse Kürtlerin güneye şaşı bakacakları, Türkiye’nin bölünmesi ihtimalini hızlandıracağını düşünen var mı?

2. Bu haritanın akla getirdiği diğer bir gerçekte Kürdistan da Ak partisinin oylarını temini sırf hizmetlerinden ziyade orada ki adaylarının Kürt kökenli olduğunu idrak etmesi gerekir. O bölge de anadil de eğitim gerçekleşmediği müddetçe, o bölgede ki gençlerin batıdakiler ile yarışamayacağı gerçeği de, kimliklerine bilinçlenmeleri kuvvetlenecek, dağa çıkmalar tahrik edilmiş olacaktır. Bölgenin seçilmiş siyasileri dışlandıkça, küme, küme hapse atıldıkları müddetçe ora halkının sempatisini AK partisi kaybedecektir.

Erdoğan’ın BDP’nin PKK’dan uzaklaşması için yaptığı tehditler, partinin kapatılması gibi, başarı sağlar mı? Uludere katliamının üstünün örtülmesi gayreti Kürtler arasında derin bir infial yaratmadı mı? Eğitim reformun da Peygamberin hayatı seçmeli ders olarak kabul edilirken, Kürtçenin ana dil de eğitiminin seçmeli dil olarak kabulü Ak partililerce ret edilmiştir. Ayrıca müfredat ta hala Kürt tarih, edebiyat, sanat mevzuların da tek kelime bahsedilmemesi, Kürtlerin varlığının inkâr edilmesi haksızlığını Ak partili, bırakın Türk kökenliler, Kürt kökenli milletvekilleri içlerine nasıl sindiriyorlar?. Benim naçiz yüreğimde, kafam da bunu bir türlü anlamıyor. Seçim bölgelerine ne yüzle gidiyorlar? Kürtlerin insan haklarının kabulü için hangi öneriyi meclise getirdiler.? BDP’ye alternatif siyasi yapılanmalar sevindiricidir. Bilhassa Şerafettin Elçi’nin yaptığı ihtarı çok önemsiyorum. Gelecek nesil gençlerin çok daha öfkeli, saldırgan olabileceği, şimdiki Kürt aydınlarının, siyasilerinin onları frenleyemeyeceği ifadesi ciddiye alınmak gerekmektedir. Taş atan çocukların hapishaneler de PKK lı olmaları kaçınılmaz olacaktır. Bu durumları AK partinin idrak etmemesi üzücü. Ben gene Erdoğan’ın pragmatik feraseti zora gelince U dönüşü yapacağı ümidimi koruyorum. Yoksa Perşembe’nin gelişi Çarşambadan sonra önlemez.

Tekrar şu mühim noktaya dikkat edilmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum. Planlama haritası ile seçim sonuçlarının haritaları mutlak surette örtüşmektedir. Kürdistan bölgesi en fakir bölgedir, en çok teşvike muhtaçtır. Bu yatırımların da sırf özel sermayederler den beklemek hayali zorlamaktadır. Devlet’in de yatırımlara ortaklık yapması gerçekçi olabilir. Aksi takdirde bu planın akıbeti de bundan evvelki paketlerden farklı olamayacaktır.


Antalya. 7.4.12

5 Nisan 2012 Perşembe

İskilipli Atıf Hoca Hakkında…



İsmail Beşikçi

Bu yazıda, İskilipli Atıf Hoca ile ilgili bazı anılara, değerlendirmelere, gelişmelere dikkat çekmek istiyorum. Atıf Hoca ile ilgili süreç,1920’lerdeki, tek parti dönemindeki düşün ortamı konusunda, Türk siyasal kültürü konusunda önemli ipuçları vermektedir.

Alaattin Bilgi’nin, İskilipli Atıf Hoca İle İlgili Anıları

Alaattin Bilgi’yi (d. 1925) Kapital çevirilerinden, yazılarından dolayı, daha önce de tanıyordum. Arkadaşlığımız ise, 1990’lı yılların başlarında gelişti. 1991, 1992, 1993 yıllarında, Yurt Kitap-Yayın’da, sık sık bir araya gelir, görüşür olduk. Yurt Kitap-Yayın’da, Alaatin Blgi’nin kitapları da yayımlanıyordu. Yayınevi o yıllarda, Kızılay’da, Onur İş Hanı’ndaydı.

Sohbetlerimiz sırasında Alaatin Bey, benim İskilipli olduğumu öğrendi. Bunun üzerine, bana, İskilipli Atıf Hoca ile ilgili çok değerli, dikkate değer anılarını anlattı. Atıf Hoca ile ilgili sağlıklı bilgileri Alaattin Bilgi’den aldığımı söyleyebilirim. Alaatin Bilgi’nin bilgileri, babasının anlatımlarına ve kendi gözlemlerine dayanıyor.

Ansiklopedilerde, Türkiye’nin toplumsal tarihi ve siyasal tarihi gibi kitaplarda, Atıf Hoca, Mehmet Atıf Efendi, gibi adlarla değil, İskilipli Atıf Hoca (1876-1926) olarak anılıyor. İskilip’in Toyana isimli köyünde doğup büyüdüğü için bu adla anıldığını sanıyorum.

İskilipli Atıf Hoca, 1924 yılında yazdığı, “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli risalesinden dolayı, 1926 yılında, Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanıp idama mahkûm ediliyor. İdam hükmü çok kısa bir zamanda, 4 Şubat 1926 da yerine getiriliyor, infaz gerçekleştiriliyor. İskilipli Atıf Hoca, şapka inkılâbına, başka bir deyişle batılılaşmaya karşı olduğu için idam ediliyor. Bu görüşleri, 1925 yılında çıkarılan “Şapka Giyilmesi Hakkında Kanun”a aykırı bulunuyor. İdam edildiğinde 50 yaşlarında olduğu anlaşılıyor.

Çocukken, lise yıllarında İskilipli Atıf Hoca adıyla karşılaşmadım. Atıf Hoca adını 1950’lerin sonlarında, yani üniversite yıllarında duydum. Çok ilgimi ve dikkatimi çekti. Bundan sonra, İskilip’te, birkaç kişiyle Atıf Hoca’yı konuşmak, daha doğrusu, Atıf Hoca hakkında bilgi edinmek istedim. Tatmin edici cevaplar alamadım. 1970’lerde, 80’lerde de Atıf Hoca, İskilip’de konuşulan adı yadedilen bir kişi değildi. 1980’leribn sonlarında, 1990’ların başlarında durum değişti. Çeşitli olaylar vesilesiyle Atıf Hoca’nın adı anılar oldu. İskilip’te yayımlanan İskilip’Sesi Gazetesi’nde, bu yıllarda, Atıf Hoca’yla ilgili geniş bir yazı yayımlandı. Alaattin Ağabey’in, Atıf Hoca hakında, daha doğrusu, Atıf Hoca’nın eşi ve kızı hakkında anılarını dile getirmesi, bu döneme rastlıyor. Alaattin Ağabey’in anılarını şu şekilde toparlamaya çalışacağım.:

İskilipli Atıf Hoca babamın arkadaşıymış. 1910’lu yıllarda, babamla birlikte müderrislik yapmışlar. İstanbul’da Darülfunun’da da çalışmişlar. Babam, annem, Atıf Hoca’yı, ailesini çok yakından tanıyordu. Atıf Hoca’nın idam edilmesinden sonra, eşi ve kızı çok zor yıllar geçirmişler. Günler onlar için çok uzun sürmüş… İdamdan sonra ailesi, İskilip’e, İstanbul’a veya başka bir yere gitmemişler. Yaşamlarını Ankara’da sürdürmeye çalışmışlar.

Alaattin Bey’in anıları 1930’lu yılların başlarına ilişkin. O yıllarda Atıf Hoca’nın eşinin, kızının evlerine zaman zaman ziyarete geldiklerini anlatıyor.

O zaman, Hacıbayram Camii civarında bir evde oturuyorduk. Babam Ankara Müftülüğü’nde çalışıyordu. Zaman zaman evimize bir kadınla kızının geldiğini gorüyordum. O zaman 8-10 yaşlarındaydım. Ana-kızın akşamları, hava karardıktan sonra geldiğini görüyordum. Gündüz vakti, aydınlıkta geldiklerini hiç hatırlamıyorum. Karanlıklar içinde, kimselere fark edilmeden, etrafı kollayarak, sessizce, ürkek ürkek yavaş yavaş geliyorlardı. Kızın, anasının eteğine yapışarak, neredeyse, anasının eteğinin içine girerek, geldiğini anımsıyorum. Bizim eve geldiklerinde, sokak kapımıza, sessizce, usul usul ürkerek tık tık vuruyorlardı. Annem o vakitlerlerde, Atıf Hoca’nın eşinin ve kızının geldiğini anlar, hemen kapıya koşar, kapıyı sessizce açar, sokağın altına üstüne, sağına soluna şöyle bir bakar, misafirleri sessizce içeri alır, kapıyı usulca kapatırdı. Bu ziyaretleri, kimselerin fark etmemesine, görmemesine, duymamasına özen gösterilirdi. Gerek ana-kız, gerek annem, kapılardan sessizce geçer, merdivenleri yavaş yavaş usul usul çıkarlardı. Oturma odasına vardıklarında, ana-kız, sobanın yanına usulca çökerkerdi. Annemle Atıf Hoca’nın eşi fısır fısır konuşurlardı. Ben o konuşmaları çoğu zaman duyamazdım. Annem hemen biraz yiyecek getirirdi. Bazen çerez çemez getirirdi. Ana-kızi önlerine konanları sessice yemeye çalışırlardı. Yüzlerinden, hareketlerinden, konuşmalarından derin bir acı, hüzün aktığını hissederdim. Hep yavaş yavaş konuşma egemendi. Annem, onlara karşı sevgi, şefkat doluydu. Kendisine anlatılanları derin bir hüzün içinde dinlerdi. Atıf Hoca’nın eşi konuşurken, Annem onlara sık sık metanet dilerdi. Annemin, duygularını, daha çok bakışlarıyla, el-yüz hareketleriyle ifade ettiğini anımsıyorum. Bazen bu konuşmalara babam da katılırdı. Babam da yavaş yavaş sessizce konuşurdu. Onlara sı sık ihtiyaçları olup olmadığını sorardı. “Bizim kapımız size her zaman açık, bize her zaman gelin…” derdi.

Anneme, gördükleri, yaşadıkları baskıları, eziyetleri anlatırlarmış. Evleri devamlı gözetim altındaymış. Evlerine giren-çıkan izleniyormuş. Bu yüzden olsa gerek evlerine gelen giden de olmuyormuş Hiçbir gelirlerinin olmadığını, köyden de bir şey gelmediğini, tanıdıklarının da kendilerinden uzak durmaya çalıştıkların anlatırlarmış… Kız benden büyüktü. 16-17 yaşlarında olmalıydı. Fakat kızın konuştuğunu hiç hatırlamıyorum. Hep anası konuşurdu. Ananın da kızının da utangaç, ürkek bir halleri vardı. Ziyarete geldikleri eve sıkıntı verdiklerini söylüyorlardı. Annem hiçbir sıkıntı vermediklerini, onları görmekten çok sevindiklerini, her zaman beklediklerini, rahat olmalarını, rahat oturmalarının söylerdi.

Misafirler evimizde fazla kalmazlardı. Akşam ezanından sonra gelirler, yatsı olmadan giderlerdi. Annem ana-kız için küçük bir çıkın da hazırlardı. Çıkın içinde elma kurusu, kayısı kurusu, kuru üzüm, ceviz, bulgur, fasulye, ekmek gibi gıda maddeleri olurdu. Annemin misafirlerine zaman zaman para verdiği de olurdu. Kadın çıkını sessizce koltuğunun altına alır, yerlerinden usulca kalkarlardı. Kapılardan sessizce geçerlerdi. Annem onları sokak kapısından uğurlardı. Annem sokak kapısını yavaşça açardı. Misafirler kendilerini yavaşça sokağa bırakırlardı. Gerek misafirler, gerek annem, sokağın yanını yöresini, sağını solunu şöyle bir kolaçan ederlerdi. Annem kapıyı sessizce kapatır, misafirler, yavaş yavaş evlerine doğru yola koyulurlardı. Onlar da bizim eve yakın bir sokakta oturuyorlardı.

Dinsel görüşlerinden, tutumlarından, kıyafetlerinden, davranışlarından, siyasal düşüncelerinden dolayı, idama mahkum edilmiş, ve infazı gerçekleştirilmiş bir kişinin, bir din aliminin, geriye kalan yakınları, eşi ve kızı. Alaattin Bey’in anılarından, bunların nasıl yaşadıkları, kuşatılmışlıkları, kıstırılmışlıkları dile getiriliyor. İnsanın her şeyi gözleriyle görmesi gerekmiyor. İnsanlar, çevrelerinde olup bitenleri, yakın tarihlerde olup bitenleri yürekleriyle de görebilirler. İnsanlar, böyle bir yaşamın, kuşatılmışlık, kıstırılmışlık, tecrit edilmişlik ve yoksulluk halinin, nasıl yaşandığını yürekten duyarak hissederek olup bitenleri yakından görebilirler.

İskilip’de, Atıf Hoca, artık, yakından biliniyor. İsmi artık sık sık gündeme geliyor, anılıyor. Fakat yukarıda sözünü ettiğim İskilip’in Sesi Gazetesi’nde anlatılanlar çok ibret vericiydi. Gazetede, kısaca şunlar yazılıydı. Atıf Hoca için idam kararı açıklandıktan sonra, gizli devletden bir heyet, İskilip’e gidiyor. Bu heyet, gizlice tebdil-i kıyafet eyleyerek, çarşıda, pazarda, kahvehanelerde, şadırvanlarda, halkın toplu olarak bulunduğu alanlarda, Atıf Hoca hakkında soruşturmalar yapıyor. Halka, “Atıf Hoca hakkında ne biliyorsunuz?”, Atıf Hoca kimdir?”, “Atıf Hoca ne yapmıştır?”, “Atıf Hoca’yı tanır mısınız?” “Atıf Hoca’yla akrabalığınız, yakınlığınız var mıdır?” gibi sorular soruyor. Kendileriyle konuşulan kişiler de genel olarak, “Atıf Hoca’yı hiç tanımayız”, “Atıf Hoca kimdir bilmeyiz”, “Atıf Hoca’yı görmüşlüğümüz yoktur”, “Atıf Hoca’yı tanımam, Atıf Hoca kimse, hiçbir yakınlığım, akrabalığım yoktur” vs. diyorlar. Bu cevaplar, bu tutumlar, bu davranışlar, herhalde, Atıf Hoca’nın kolayca, hükümden hemen sonra infaz edilmiş olmasını sağlamış olmalı… Bu cevaplar,eşinin ve kızının kuşatılmış ve kıstırılmış yaşamlarının, tecrit edilmiş ve yoksul yaşamlarının ipuçlarını da veriyor olmalı…

Atıf Hoca’nı doğduğu köyün adı artık Toyana değil. Köy, artık, Tophane olarak biliniyor. Ankara’dan, Çankırı yolundan İskilip’e giderken, İskilip-Bayat yol ayrımına varmadan, sağ tarafta bulunuyor.

İskilip’in Sesi Gazetesi’nin anlatımları ve Alaattin Bilgi’nin anıları bir bütünlük oluşturuyor.

Bu bilgiler 1920’lerin ortalarında, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal hayatı hakkında açıklamalar yapılırken önemli olgusal dayanaklar oluşturuyor.

Alaattin Ağabey’in İskilipli Atıf Hoca hakkındaki değerli anılarını hoş bir tesadüf, hoş bir karşılaşma sonucu öğrendim. Tesadüfler bazen böyle, güzel sonuçlar da ortaya koyabiliyor.

Alaattin Ağabey’e bu anlatımlarından dolayı teşekkür ediyorum. Bu vesileyle, Atıf Hoca’nın manevi kişiliğini saygıyla anıyorum.

İskilipli Atıf Hoca’ya Daha geniş Bir Çerçeveden Bakmak


İskilipli Atıf Hoca ile ilgili yargı ve infaz sürecine biraz daha geniş bir çerçevede bakmakta yarar var.

23 Aralık 1930’da Menemen’de, “irtica” denen bir olay yaşandı. Bu olaydan sonra, Menemen’de Divan-ı Harbi Örfi (Sıkıyönetim Mahkemesi) kuruldu. Mahkemenin başkanı Mustafa Muğlalı’ydı. Mustafa Muğlalı Temmuz 1943 deki “33 Kurşun Olayı”ndan yakından biliniyor.

Mahkeme, 30 kişiyi idam cezasına çarptırdı. 30 kişi arasında, Nakşi Şeyhi, Hewler’den Kürd Mehmet Esat Erbili (1847-1931) ve yeğeni Ali Efendi de vardı. Bu iki kişi hastanede yaşamlarını yitirdi. Osman Tiftikçi, İslamcılığın Doğuşu, Osmanlı’dan Günümüze, Türkiye’de Gelişimi Akademi Yayınevi, İstanbul, Ağustos, 2011, s. 320-322) Geriye kalan 28 kişi idam edildiler. (Şeyh Mehmet Esat Erbili’nin, sanatçı Mehmet Ali Erbil’in dedesi olduğu söylenmektedir.)

Atıf Hoca’nın, Kürd Mehmet Esat Erbili ile ilişkili olduğu, aynı siyasal cemiyetin, tarikatın üyesi olduğu belirtilmektedir. Şeyh Mehmet Esat Erbili’nin, ise, Güney Kürdistan’da, Şeyh Mahmud Berzenci’nin yakın arkadaşı olduğu dile getirilmektedir. Serbest Fırka’nın kurulduğu ve Ağrı direnişinin devam ettiği günlerde, Mehmet Esad Erbili’nin de, basında, sık sık adı geçmektedir. Şeyh Mahmud Berzenci ise, 1919-1922 yılları arasında İngilizlere karşı, Kürd milli hakları için savaşan bir Kürd lideridir. İngilizler, Şeyh Mahmud Berzenci’yi ve bütün taraftarlarını yok etmek için yoğun bir çaba sarfetmişlerdir. İngilizler, Ortadoğu’daki Türk, Arap ve Fars yönetimlerinden de bu doğrultuda faaliyet yürütmelerini istemişlerdir. Bu düşüncenin, çeşitli kaynaklarla ve belgelerle test edilmesinde büyük yarar vardır.

Atıf Hoca’nın Mezar Yeri, Mezarın İskilip’e Taşınması

İskilipli Atıf Hoca, Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından, idama mahkum edildi. İnfaz 4 Şubat 1926 günü gerçekleştirildi. O gün cenazeye sahip çıkan olmadığı için, Atıf Hoca’nın cesedi, Mamak’da, Kimsesizler Mezarlığı’na gömüldü. Mamak’daki Kimsesizler Mezarlığı

1954 de, Gülveren ve Çınçın arasındaki Asri Mezarlık’a taşındı. Atıf Hoca’nın mezarı o bölgede kalmış ve orada Savaştepe Parkı yapılmış.

Hatay eski milletvekillerinden Mehmet Sılay, Atıf Hoca’nın mezar yeri ile çok ilgilenmiş. 2000’de, mezar yerinin tesbiti için yoğun bir çaba göstermiş.

1926 da Ankara İstiklal Mahkemesi’nde zabıt katibi olan bir kişi, Atıf Hoca’nın mezarının yerini biliyormuş. Bu, Atıf Hoca’ya saygı duyan, haksız bir şekilde idam edildiğine inanan bir kişiymiş. Zaman zaman, Atıf Hoca’yı mezarında ziyaret eder, dua edermiş. Bu kişi oğluna da Atıf Hoca’yı anlatmış, mezar yerini göstermiş.

Mehmet Sılay ve arkadaşları, soruşturmalar sonunda, bu kişiyi öğrenmiş. Tanışmışlar. Bu kişi Mehmet Sılay’a mezar yerini göstermiş. Mezar açılmış. DNA örnekleri alınmış. Atıf Hoca’nın Toyana Köyü’ndeki yeğenlerinin, DNA larıyla karşılaştırılmış. Sonunda Atıf Koca’nın, mezar yeri, cesedi bulunmuş. Mehmet Sılay doktor olduğu için, bu işlemlerin kolayca yapılmasını sağlamış.

Daha sonra, Atıf Hoca’nın cesedi İşkilip’e taşınır. Dönemin Belediye Başkanı Orhan Öztürk; mezarın, Ankara’dan İskilip’e taşınmasında gayret gösterir. Ceset, 22 Temmuz 2008 de, İskilip’de hazırlanan mezara gömülür. Defin işlemi sırasında, dönemin Belediye Başkanı Orhan Öztürk, Mehmet Sılay ve Arkadaşları hazır bulunur.

Atıf Hoca’nın mezarı, hali hazırda, İskilip’de, Gülbaba Mezarlığı ile eski trafo arasında bir yerdedir. Anıt Mezar da yapılıyor.

İskilip Devlet Hastanesi’nin adı da, İskilip Atıf Hoca Devlet Hastanesi olarak değiştirilmiştir.

Önemli Bir Sorun

Zaman zaman, basında, “İskilipli Atıf Hoca’ya itibarı iade edilmelidir.” şeklinde haberler yer almaktadır. İade-i itibar ile ilgili haberleri çeşitli gazetelerde görmek, televizyonlardaki çeşitli programlarda izlemek mümkündür. Bu kampanyaların yanlış olduğunu düşünüyorum.

Çünkü Atıf Hoca her zaman itibarlı olmuştur. Atıf Hoca, Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından yargılansa da, idam edilse de, cesedi “Kimsesizler Mezarlığı”na atılsa da, her zaman itibarlı olmuştur. “İade-i itibar haberleri, insanda şöyle bir çağrışım yaptırıyor: Sanki itibarını kaybetmiş de, yeniden itibara kavuşması için, itibarının iade edilmesi için çaba sarfediliyor. Halbuki, durum hiç öyle değildir. İtibarlı olma, saygı görme anlamına gelmektedir. İtibarlı olan saygı gören, sözü dinlenen bir kişidir. Gerek İskilip’de, gerek İslami kamuoyunda, Atıf Hoca her zaman saygı görmüştür.

İskilipli Atıf Hoca’nın manevi olarak yaşatılması için her şey yapılmalıdır. Yaşamı, düşünceleri, yazıları, yargılanması, idamı, dikkate değer bir süreçtir. 1926 yılındaki sahipsizliği, 2000’lerde sahip çıkılması incelenmesi, irdelenmesi gereken bir şüreçtir.

Bunlar elbette yapılmalıdır. Ama, “Atıf Hoca’ya itibarı iade edilmelidir” gibi, “Atıf Hoca’ya itibarı iade edildi” gibi düşünceler yanlıştır. Bu konularda çaba harcamak yanlıştır. Çünkü İskilipli Atıf Hoca, her zaman itibarı olan, itibarını koruyan bir kişidir.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Eğitim Reformu: Neden Ve Kimin İçin?



Fikret Başkaya

Eğitim sistemi her zaman egemen sınıfların ihtiyacına cevap verir. Tarihsel süreç içinde eğitimin işlevleri değişebilir ama değişmeyen şey eğitim sisteminin mutlaka mülk sahibi egemenlerin ihtiyaçlarına cevap vermesidir. Kapitalizm öncesinin sosyal formasyonlarında eğitimin amacı, egemen ideolojiyi üretmek ve yaymak ve devlet aygıtının yönetici-bürokratik kadrolarını yetiştirmekti. Kapitalizmin egemen üretim tarzı haline geldiği dönemde, yukarıdaki iki işleve bir de sermaye sınıfının ihtiyacı olan “yetişkin” işgücünü yetiştirme işlevi eklendi. Son dönemde, neoliberal kürelileşmeyle birlikte eğitimin hızlı bir tempoyla paralılaşması, metalaşması, şeyleşmesi, bir kamu hizmet alanı olmaktan çıkıp özelleştirilmesiyle, artık eğitim bir kâr alanı ve aracı haline de dönüşmüş bulunuyor. Başka türlü söylersek, eğitim artık her hangi bir mal gibi alınıp-satılan bir metaya dönüşmekte. Değerlenme sıkıntısı çeken sermaye için bir kâr alanı haline gelmekte.
Eğitimin eğitilenler bakımından işleviyse, belirli düzeyin üstünde eğitim görmüş olan diplomalılara “sınıf değiştirme” yolunu açmasıdır. Böylece eğitim, emekçi sınıfların çocuklarının, mütevazı kesimden gelen çocukların egemen sınıf katına, şimdilerde burjuva sınıfına katılmasını sağlıyor. Tabii onları içinden çıktıkları sınıfa yabancılaştırmak kaydıyla... Başka türlü söylersek, onları ezen tarafın unsurlarına dönüştürüyor. [ Elbette eğitilmiş olanlar arasından az da olsa içinden çıktıkları sınıfa ihanet etmeyenler de çıkabiliyor. İyi ki de çıkıyor, aksi halde durum daha da vahim olurdu...] 

Eğitim sisteminin her zaman ve mutlaka hâkim sınıfların ihtiyacına göre şekillendiğinden habersiz olanlar, ekseri sorunu yanlış bir zemin üzerinde “tartışma” eğilimindedirler. Sanki bir şeyler yapılırsa eğimin daha iyi olacağı yanılsaması söz konusudur. Başka türlü söylersek, daha iyisi yapılabilirken ve yapılamadığı için sistemin kötü olduğu, kötü işlediği, ihtiyaca cevap vermediği düşüncesi geçerlidir... Oysa egemenler ihtiyaçlarına cevap vermeyen sistemi anında değiştirirler. Bu tür yanlış anlayışlar eğitimin toplumun tamamı için tasarlandığı, oluşturulduğu düşüncesinden kaynaklanıyor.
AKP hükümeti tarafından dayatılan son eğitim reformu – 4+4+4- modeliyle ilgili tartışmanın tarafları, yapılmak isteneni kavramaktan uzak oldukları için, asıl kaygının ve amacın pedagojik, entelektüel ve “bilimsel” olduğunu, amacın eğitimi yaygınlaştırmak olduğunu sanıyorlar... Öyle olunca da tartışma “kesintili mi yoksa kesintisiz mi olmalı” biçiminde yürüyor. Dolayısıyla operasyonun ne amaçla ve neden yapıldığı gözden kaçıyor. Yeni modelin başlıca iki amacı var: Birincisi, sermayenin, özellikle de küçük ve orta boy sermayenin ucuz emek ihtiyacını karşılamak, bu amaçla da çocuk emeği sömürüsünü derinleştirmek; ikincisi, eğitimdeki özelleştirme sürecini hızlandırmak. Bir taraftan sermayenin ihtiyacı olan ucuz işgücü meslek okullarında üretilirken, diğer taraftan da eğitimin tüm aşamalarını özelleştirmek. Lâkin kesintili mi, kesintisiz mi? tartışmasının tarafları eğitimin muhtevasını hiç gündeme getirmiyorlar... Dolayısıyla tartışma sorunun esasını angaje etmiyor. Türkiye’de ilkokuldan üniversiteye, eğitim ve okul sistemi oldum olası “düşük yoğunluklu” militer bir yapı arzediyor. Bunlara yarı-askerî kurumlar demek mümkündür. Eğitim sisteminin birinci başat niteliği budur. İkincisi, eğitim baştan sona bağnaz bir resmi ideolojiyi [devlet yalanlarını] genç nesillerin kafasına enjekte etmek üzere kurgulanmıştır. Yarı-militer kurumlar olan okullarda çocukların bilinci resmi ideoloji enjeksiyonuyla daha baştan köreltiliyor. Böyle bir yapıdan özgür bireylerin çıkması mümkün müdür? İşte Türkiye’deki eğitim sisteminin asıl misyonu ve varlık nedeni budur ve sistem tam bir etkinlikle toplumsal bilinci köreltmeyi, toplumu köleleştirmeyi başarıyor. Dolayısıyla egemen sınıflar bakımından eğitim sistemi son derecede başarılıdır. Velhasıl, Türkiye’nin “modern” okul ve eğitim sistemi böyle bir amaca hizmet ediyor.

Fakat eğitilenlerin bilincini köleleştirmek, körleştirmek, köreltmek, genç nesilleri ufuksuzlaştırmak, bilinci köreltilmiş/köleleştirilmiş eğiticileri varsayar... Dolayısıyla eğitim kadrosu da son derece başarılıdır. Tam da gerekeni yapıyorlar, özgür düşüncenin yeşermesini, filizlenmesini daha baştan engellemeyi başarıyorlar. Civcivi yumurtadayken eziyorlar... Yarı-askerî kurumların eğiticileri, öğretmenleri, tek tip bağnaz egemen/resmi ideolojiyi büyük bir başarıyla kafalara sokmayı başarıyorlar. İşte Türkiye’nin kolay yönetilen bir ülke oluşunun, demokratikleşme zaafının gerisindeki başlıca nedenlerden biri budur. Genç nesiller özgür düşüncenin ve özgürlük bilincinin gelişmesini önleyen bir eğitim sürecinden geçiyorlar...
Son eğitim reformu yangından mal kaçırırcasına oldu bittiye getirilse de epey zamandır egemenler katında mayalandırılmaktaydı. 1999 yılında yapılan 16. Milli Eğitim Şûrası’nın temel gündem maddesi ‘Meslekî ve Teknik Eğitim’di. Söz konusu şûrada alınan kararlardan birinde: “ İlköğretimin bütün sınıflarında meslek alanını tanıtıcı etkinliklere yer verilmelidir” deniyordu... 2010 yılında yapılan şûradaysa, ilk yılı okul öncesi eğitim olmak üzere, dörder yıllık üç aşamalı 13 yıllık zorunlu eğitim öneriliyordu. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği [TOBB] başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, 2010 genel kurul açış konuşmasında ne yapılması gerektiğini söylüyordu: Eğitim sistemini piyasanın [sermaye sınıfının densin] ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn etmek... Hisarcıkloğlu şunları söylüyordu: “Eğitim sistemindeki sorunlara çare bulmalıyız. Ülkemizin mesleki eğitim altyapısını komple elden geçirmeliyiz. Kısır tartışmaları bir yana bırakıp, mesleki eğitim sistemimizi piyasanın taleplerine duyarlı hale getirmeliyiz”. Ve iki yıl sonra, 2012 de “kısır tartışmalara da pek yer vermeden” eğitim sistemi talebe “duyarlı hale getiriliyor...

 Camiyi okula taşımak: AKP’nin son harikası.

 TC baştan itibaren iki temele dayandı: Okul ve Cami. Durum böyleydi ama Laik Türkiye söylemi hiç dillerden düşmedi. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum devletin tam da göbeğine yerleşmişken, Milli Eğitim Bakanlığı içinde “Din Eğitimi Genel Müdürlüğü” diye bir birim varken, vb. bu ne menem laiktir dendiğinde, cevap hazırdır: Bu Türkiye’ye özgü bir laikliktir... Yani alaturka laiklik... Ve başta okullu-diplomalı kesimler olmak üzere insanlar rejimin laik olduğu yalanına inandırıldı. Türkiye’nin laik olduğuna inanların başında da “en eğitimli” kesimler geliyor... Tabii bu da şaşırtıcı değil zira okullu olmak demek resmi ideolojinin rahle-i tedrisatından geçmiş olmak demektir. Ve okulluluk ne kadar uzunsa, resmi ideolojinin “içselleştirilmesi” de o ölçüde büyük oluyor... Dolayısıyla bilinci en çok köreltilmiş kesim en eğitimli kesimdir... Bu kesim Türkiye’nin laik olduğuna o kadar samimiyetle inanır ki, yerli yersiz, Türkiye laiktir laik kalacak... sloganına sarılırlar... Aslında yalanı üretenlerle ona inanalar aynı kesimlerdir demek daha doğrudur. Oysa din-devlet ilişkisi özü itibariyle Osmanlı İmparatorluğunda geçerli olanın miras alınmasıydı. Zaten Osmanlıdaki din-devlet ilişki biçimi de Bizans’tan kopya edilmişti. “Laik Cumhuriyet” uyduruk resmi ideolojisine dayanarak yönetemezdi. İdeolojik temelini güçlendirmek için camiye ihtiyacı vardı ve bu amaçla dini duruma göre manipüle etti ve kullandı. 12 Eylül 1980 sonrasında din, Türk-İslam sentezinin bir gereği olarak zorunlu din dersiyle eğitim sistemine sokulmuştu. İmam Hatip Okullarının  ve Kuran Kurslarının varlığı da, bir bakıma din Müslümanlara bırakılmayacak kadar önemlidir demeye geliyordu. AKP hükümeti güya 28 Şubat’ın rövanşını alıyormuş görüntüsü altında iki şey yapmak istiyor: Birincisi seçmene selam yolluyor; ikincisi, Seçmeli ‘Kur’an-ı Kerim ve Peygamberin Hayatı” dersleriyle camiyi, yani devlet dinini okula sokuyor... Fakat seçmeli söylemini nüanse etmek gerekir. Bu ikisi herkesin seçmesi mümkün olmayan dersler. Mesela ateistlerin, Hıristiyanların, Musevilerin, vb. bu dersleri seçmeleri mümkün değil. Demek ki sadece bir kesim için seçmeli dersler söz konusu... Seçme işi de tabii öğrencinin değil, öğretmenin ve okul müdürünün işi olmak kaydıyla... Dolayısıyla seçmeli ders söylemi sadece işi kılıfına uydurmak için...

Aslında kanunlar sadece yolu açar. Asıl uygulama yönetmeliklerle, tüzüklerle ve talimatnamelerle gerçekleşir. Bakanlık gerisini getirecektir. Mesela her okulda bir mescit ve abdest alma mekânları, Hz. Muhammed köşesi, vb. zamanla kotarılır... Bir sonraki aşama mesela artan okul ihtiyacını karşılamak için camilerin de “Laik eğitim”e açılması olabilir... Camiyle okul arasındaki ayrım artık iyice silikleştiğine göre...  Aslında tartışmaların bir anlam taşıyabilmesi için yapılacak şey gayet basit: Devlet dinden elini çeksin. Buna var mısınız? Aksi halde ikiyüzlülüğün bir âlemi yok. Eğitim sistemi tartışmalarına katılan “ilmi kendilerinden menkûl zevât,  “birbirinden değerli uzman konuklar” ve “her konunun uzmanlarının” ağzından hiç böyle bir şey duydunuz mu? Peki bu ne demektir? Eğitim sisteminden önce rejimin niteliğini tartışmaya cüret etmek demektir...

Kapitalizm geçerliyken “demokratik eğitim” mümkün değildir.
Demokratik eğitim, her sınıfsal kökenden çocukların eğitim kurumlarından eşit yararlanmaları anlamındadır. Eğitimin demokratikleşmesiyse eğitimin özgürlük ve demokrasi ilkeleri temelinde yürütülmesi demeye gelir. Şimdilerde özelleştirme dalgası pupa yelken yol alırken, artık “demokratik eğitim” diye bir şey retorik olarak bile gündemde değildir. Yoksul kesim çocuklarına burs vermek gibi yöntemlerle eğitim eşitsizliğini gidermek mümkün değildir. Bir küçük köylü çocuğunun veya bir işçi çocuğunun, bir işportacının veya işsiz çocuğunun, eğitim sistemi karşısındaki konumu, bir büyük kapitalist patronun, yüksek yargı üyesinin, baro başkanının, profesörün, müsteşarın, siyasi parti başkanının, ünlü bir şarkıcının veya sinema oyuncusunun, vb. çocuğuna göre son derecede dezavantajlıdır. Elit sınıfın çocukları elit okullarında eğitim görürler ve o kadarı sistemin ihtiyacını az-çok karşılar. Emekçi sınıftan da elit okullarına veya “iyi üniversitelere” tırmananlar olsa da bunlar istisnadır. Zaten şimdilerde eğitimin paralılaşması-özelleştirilmesiyle o dar yol da kapanmaktadır. Osmanlı döneminde “reaya oğlu reaya olur” denirdi. Şimdilerde artık işçi/emekçi oğlu işçi/emekçi olur denecektir ama bir iş bulabilme ihtimali de zorlaşmak kaydıyla... Dolayısıyla artık geçerli slogan: Parası olan/ parayı veren eğitim hizmetini satın alır şeklindedir. Oysa eğitimin bir hak ve kamu tarafından sunulması gereken bir hizmet olması gerekir... Eğitimin bir kâr aracına dönüştürülmesi demek bu hakkın yok sayılması demektir... Neden sevgili “uzmanlarınız” bu sorunu tartışma zahmetine katlanmıyor? Eğer eğitim hizmetleri özelleştiriliyorsa, sağlık hizmetleri özelleştiriliyorsa, belediye hizmetleri özelleştiriliyorsa, velhasıl akla gelen her şey özelleştiriliyorsa, parayla alınır-satılır birer metaya dönüştürülüyorsa, o zaman insanlar neden vergi veriyorlar? Vergiler ne için denmeyecek midir? Bir soru daha: Bu ülkede vergiyi kim veriyor ve/veya ne kadarını kim veriyor? Söz konusu olan vergi mi yoksa haraç mı? İki- üç yüzyıl kadar önce Batı Avrupa’da bir slogan şöyleydi: Temsil yoksa vergi de yok... Bu gün de şöyle bir slogan gerekmiyor mu: Kamu hizmeti/sosyal hizmet yoksa vergi de yok... Elbet bir gün asıl sorunlar da tartışma gündemine gelecektir, mesela mülkiyet sorunu gibi...

1 Nisan 2012 Pazar

Biz niye taş atmıyoruz?

'Biz niye taş atmıyoruz?'u tartışmak daha anlamlı değil mi?
Pozantı, tecavüz ya da ‘üstün insan’...







Mesut Onatlı / Demokrat Haber

“ Az önce bir şey öldü.
Utanç.
İntihar etti.”


“Disko 5 No’lu” adlı oyunda Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde yapılan tecavüzler üzerine sarf edilen sözler bunlar. Tecavüzün bir sınırı var mıdır diye düşünmeden edemiyor insan kimi tecavüzleri duyunca. Örneğin bahsi geçen cezaevinde babanın gözü önünde oğluna, oğulun gözü önünde babasına yapılan tecavüz mü yoksa birbirlerinin cinsel organlarını ağızlarına almaya zorlanmaları mı daha çok dehşete düşürür insanı?

“5 No’lu Cezaevi” belgesel/filmde geçen “işkenceciler cinsel organlarını en son kulaklarımızın arkasına deydirdiler… s.kilmedik yerinizi bırakmayacağız diyorlardı”nın veya “Bildiğin Gibi Değil” kitabında geçen 9-10 yaşlarındaki Hazal’a 9 kişinin babasının gözü önünde tecavüz ederek öldürmesinin ötesi var mıdır? Ya en son Pozantı Cezaevi’nde yaşanılanların? Varsa bir sınırı tecavüzün, nedir? Bunu yapanın, yapabilenin sınırı nedir?

Adorno’nun “Auswitch’ten sonra şiir yazılamaz” dediği durum tam da bu değil midir? Diyarbakır Cezaevi’nden, Hazal’dan, Pozantı’dan sonra yazılan, çizilen, söylenilenler bir anlam ifade edebilir mi? Yapılanı kınamak, basın açıklamaları yapmak, kampanyalar düzenlemek ne anlam ifade eder gerçekten? Pozantı’da olanlardan sorumlu olanların tümü açığa alınsa, cezaevine konulsa, o çocuklar serbest bırakılsa sorun çözülmüş mü olacak? Ki bunların bile hiçbiri yapılmadı henüz. Üstüne üstlük inkar edildi, hem olanları anlatan çocuklardan biri hem de haberini yapan DİHA muhabiri tutuklandı. Bu, “yaptık, yine yaparız” demek değil midir?

Diyarbakır Cezaevi’nde yatan bazı tutsaklar yaşadıklarından sonra ölmek istemişti. Kimi başardı, kimi öldürüldü ama asıl hedeflenen kişiyi fiziken öldürmek değil onun benliğini, kişiliğini yok etmekti. İşkenceciler, öldürmenin ötesini kurguladı ve uyguladılar orada. Dayak, dışkı-fare yedirme, lağımda yüzdürme vb. yetmedi asıl “aşağılayıcı” olan tecavüze başvurdular. “Bir gün dışarı çıksan da burayı asla unutamayacaksın” diyorlardı. Minik Hazal, asıl babasını düşürmek için gözü önünde tecavüz edilerek öldürüldü. Pozantı’da çocuklar tecavüzcülere “alın size PKK’lıları getirdik” diye sunuldular.

Bütün olanlardan sonra “yaşam hakkı” üzerine tekrar düşünmek gerekmiyor mu? Kutsal denilen yaşam hakkına bu şekilde tecavüz edenler, kişiyi bu şekilde kişiliksizleştirmek isteyenlerin “yaşam hakkı” nedir? Yaşam amaçları yaşam hakkına gasp olanların yaşam hakkı olmalı mı gerçekten? Tecavüzcülere ne yapılmalı sorusu önemli bir sorudur. Ömür boyu tek kişilik hücreye mi atılmalı, tedavi mi edilmeli? Var mı tedavisi? Veya “La Piel Que Habito/İçinde Yaşadığım Deri” filmindeki gibi o kişinin cinsiyeti değiştirilip ona tecavüz mü edilmeli ne yaptığını anlaması için? Veya öldürülmeli mi tecavüzcü, eskilerden bir film olan “Sleepers/Kardeş Gibiydiler” ve bu filmin uyarlaması olan Show TV’de yeni gösterime giren “Suskunlar” dizisindeki gibi? Kardeş Gibiydiler filmi ve Suskunlar dizisinde cezaevinde tecavüze uğrayan çocukların bütün unutma çabalarına rağmen yaşadıklarını unutamamaları ve ileriki yaşlarda öç alma tutkuları anlatılır. Dizinin 2. bölümünde tecavüzcülerinden birini öldürdüklerinde tecavüze uğramışlardan biri “20 yıldır ilk defa nefes aldım” diyordu mesela. Yine Diyarbakır Cezaevi Sempozyumu’nda orda yatmış tutuklulardan birisi “Esat Oktay Yıldıran’ın öldürüldüğünü duyduğumda sevinçten ağladım, içim ferahladı. Bir gün olacağını biliyordum. Hep bu umutla yaşadım” diyordu. Tecavüze uğrayanların nefes alması için gerçekten ne yap(ıl)malı? İnsan insana bunu neden yapar? Hem bilim hem de din çevrelerinde mahlukatların en üstünü kabul edilen insanın üstünlüğü nerede?

Türler sınıflandırılmasında en üste konulan insan (hadi özelleştirelim, erkek) daha nasıl aşağılık olabilir? Kadını kendi deyimiyle “becerip”, her erkeği de kendisi gibi erkekliği ile övünen sanıp ona da tecavüz ederek “sende erkeklik diye bir şey bırakmayacağız” dedirten “erkeklik” nasıl bir şeydir? Ötesi var mıdır?

Bu çocukların niye taş attığı anlaşılmıyor mu hala? Ey tecavüzcüler ve bunu “devletin polisine taş atarlarsa sonu böyle olur” demeye getiren aşağılık destekçileri, artık anlıyor musunuz bu çocukların niye taş attığını? Anlıyor musunuz “çatışmalarda askerler yaralanınca, keşke ölselerdi diyorum” diyen çocuğun kinini? Anlıyor musunuz “taş atıyorum, silah bulsam silah da sıkarım” diyen çocuğun öfkesini? Anlıyor musunuz “bazen bomba olup içlerinde patlamak istiyorum” diyen çocuğun nefretini? Sizler yarattınız bu kin, nefret ve öfkeyi. Dün analarına, babalarına tecavüz ederek sizler yarattınız. “Savaş nesli” denilen bu nesli sizler yarattınız. Onları durdurmak için şimdi de onlara mı tecavüz etmeye başladınız? Analarını, babalarını bu yolla durdurabildiniz mi ki onları durdurabilesiniz? Hadi diyelim durdurdunuz, bu savaşı da kazandınız. Peki ya insanlığınız?

Ve biz ey henüz insan kalabilmişler, bizler hala bu çocukların niye taş attığını mı tartışıyoruz? “Biz niye taş atmıyoruz?”u tartışmak daha anlamlı değil mi? Kaldı mı utanç?

Erdoğan'ın vebali‏!..



Dr.İsmet Turanlı,
dr_ismetturanli@mynet.com

Erdoğan bundan böyle ölecek gençlerin vebalini taşıdığının farkında mı?

Son zamanlarda Kürt sorununa odaklanan köşe yazarları Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı oluncaya kadar Kürt sorununun çözümü için bir hamle yapmayacağı tahminin de bulunuyorlar. Buna sebep olarak ta milliyetçi oyların kaybını önlemek olduğunu söylüyorlar. Son referandum da Ak partililerin yanında MHP’lilerin de desteğini aldığı anket firmalarınca iddia edilmişti. Bu dengeyi kendi başkanlık seçimine kadar korumak isteyeceği tahmin ediliyor. Acaba o zamana kadar kaç Mehmetçik, kaç PKK’lı genç hayatını kaybedecek, bunu düşünen ve başbakanı bu hususta uyaran var mı? Başka bir deyişle, Erdoğan’ın bu olacak kayıpların vebalini taşıdığını cesaret edipte kendisine söyleyebilecek danışmanları var mı? Hiç zannetmiyorum. Böyle tek adam konumuna giren liderlerin etrafında bir hale teşekkül eder ve onların davranışlarındaki motivasyonun temelinde lidere hoş gelecek sözleri dile getirmek vardır. Bu ağır tarihi vebali taşımanın siyasi liderlerin kariyerlerini berhava edebileceğini düşünmek ve hele hele cesaret edipte açıklamak her babayiğidin karı olamaz.

Erdoğan Arap baharı ile meydanlara çıkan insanların çağrılarına kulak verip, oralarda ki liderlere demokrasi dersi verirken Türkiye de Kürtlerin şu veya bu temsilcilerinin müştereken açıkladıkları özerklik ve ana dilde eğitim söylemlerini duymaz oldu. Seçim sonuçlarını dikkate alırsanız görürsünüz ki Kürdistan da seçimi kazananların top yekûn Kürt kökenli olduklarını görürsünüz. O halde oylar AK partiden ziyade Kürtlere verilmiştir. Erdoğan’ın kendi kendisini kandırıp oyların Ak partiye ait olduğu zehabına kapılırsa yahut ta birçok basın mensubunun bu tarzda değerlendirmesine inanırsa ağır bir hataya düşer. Bu kanı ile yola düşüp, nasıl olsa oyların yarısından çoğu bana verildi şımarıklığı ile ‘’ Kürt sorunu yoktur, Kürtlerin sorunu vardır’’ vecizesini söylemekten çekinmez.

Barzani’nin Şİİ kıskacında olduğunu hesaba katarak ‘’ Barzani’nin Türkiye’ye muhtaç olduğu ‘’ düşüncesi ile PKK’yı yok etmekte Kürdistan federal oluşumunun desteğini alması mümkün olabilir. Barzani’ye bakarak onun Kürdistan da Kürtlere, hatta Türkmenlere ne gibi demokratik hakları tanıdığını fark etse ‘’ Kürt sorunu yoktur’’ vecizesinden uzak durur. Barzani ile müttefikleşirse, orada ki Petrol zenginliğinden nasibini alabileceği politikasına zemin hazırlamış olur.

Suriyeli Kürtlerin Esad’dan özerklik koparması halinde Mezopotamya da dörde bölük yaşayan Kürtlerin Üniter bir yapıya gideceklerini ve USA’nın ve AB’nin bu durumu desteklerinin farkına varır. PKK’lılar arasında % 30 unun Suriyeli olduğu da istihbaratçılarla malumdur. Türkiye’nin eninde sonun da Barzani Kürdistanı ile ittifaka girmesi yahut Federatif bir müşterekliğe gideceği de Türkiye de köşe yazarları tarafından alçak sesle dile getirilmektedir. İran, Suriye ve Irak’taki Şİİ rejimleri Barzani Kürdistan’ını sıkıştırdıkça Türkiye’nin ona hami rol oynaması kaçınılamaz.

Türkiye’nin istikbal de ki yeni yapılanması AB nezdinde de inkâr edilemeyecek bir konum kazandırır. Bütün mesele Erdoğan’ın bundan böyle kullanacağı ferasetine kalmıştır.

Ayni Vebali BDP yöneticilerinin taşıdığını da söylemek gerekir. Onların oldukça dar bir sahada siyaset yapmaları Kürtlerin teveccühünü kazanmakta zorlanacakları aşikârdır. Tarihin geleceğini isabetli tayin edebilirlerse temsilci hüviyetleri de o nispette artacaktır. Bakalım istikbal kimleri haklı çıkaracaktır.

Antalya.