27 Mart 2013 Çarşamba

Havayı ne zaman özelleştireceksiniz?




Fikret Başkaya

Özelleştirme [privatisation], neoliberal saldırının üç sloganından biri. Diğer ikisi  serbestleştirme [libéralisation] ve kuralsızlaştırma [déréglementation]. Özelleştirme kamu mallarının, kamuya ait işletmelerin özel sermayeye, kapitalistlere satılması,  devlet tarafından sağlanan kamu hizmetlerinin de özel sektöre havale edilmesi demek. Velhasıl tüm bu alanların meta kategorisine indirgenmesi, metalaştırılması, paralılaştırılması, kâr etmenin hizmetine sunulması demek. Aslında asıl söz konusu olan, topluma/kamuya [socium‘a] ait varlıkların ve değerlerin kapitalistler tarafından yağmalanmasıdır... İşe önce bizde bir zamanlar KİT [Kamu İktisadi Teşebbüsleri] denilen, kamuya ait işletmelerin satışıyla başlandı. Fakat önce özelleştirmenin neden gerekli, neden vazgeçilmez olduğuna insanların inandırılması gerekiyordu.

Bu amaçla ünlü iktisat profesörleri, “konunun uzmanları”, bilimi kendinden menkûl zevat sahaya sürüldü. Gazete köşelerine çöreklendirildiler, televizyon ekranları özelleştirmecilere sonuna kadar açıldı. Her akşam neden özelleştirmek gerektiği, özelleştirmenin nasıl hârikalar yaratacağına dair tartışma proglamları düzenlendi. Nakarat kabaca şöyleydi: Devlete ait işletmeler verimsizdir, kaynak israf ediyorlar, bütçe açığını azdırıp enflasyona ve işsizliğe neden oluyorlar. Bir kere kamu işletmelerinin ve kamu hizmetlerinin “verimsizliği” bilim erbabı tarafından kanıtlanınca, artık üretilen yalanı medya büyütüp yayabilirdi ve insanların üretilen yalana inanması için fazla zaman gerekmedi. Politikacıların da devreye girmesiyle iş tamam oldu... Artık ortalama insan kamu işletmelerinin ne büyük bir bela olduğuna, tüm kötülüklerin kaynağı olduğuna  inandırılmıştı.   
Oysa özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin tamamı uydurmaydı. İki nedenden dolayı: Birincisi bu tür işletmeler ve hizmetler başlangıçta kâr etmek amacıyla oluşturulmazlar. Ekonomik kalkınma, kamu sağlığı,  sosyal refah gibi amaçların gerçekleşmesi için kurulurlar, orada kapitalist mantık dışı kaygılar ve amaçlar söz konusudur; Ve ikincisi, verimlilik kavramıyla ilgilidir. Bir kurum, bir hizmet kimin için verimlidir? Verimlilikten ne anlaşılması gerekir? Mesela 1930’lu yıllarda Karabük Demir Çelik Fabrikaları kâr amacıyla kurulmuş değildi. Ekonominin sağlıklı gelişmesi için gerekli görüldüğü için kurulmuştu. Aynı şekilde 1970’li yıllarda Et ve Balık Kurumu, Zirai Donatım Kurumu vb. kâr amacıyla kurulmadılar. Dolayısıyla bir işletme veya bir hizmet kamunun elinde zarar eder, özel sektörün elinde kârlıdır demek saçmadır. İstenirse bir işletme “verimli” bir şekilde kullanılabilir. Nasıl kullandığınıza bağlı olarak. Zira kamu işletmelerini yönetenler başka dünyadan gelmiyor, başka bir kumaştan yapılmış da değillerdir... Asıl saçmalık bir kamu hizmetinin bir kâr aracına dönüştürülmesidir. Aksi halde insanlardan neye onca vergi alınıyor sorusu akla gelir... Tabii hala birazcık akıl kalmışsa. Şimdilerde bir tek havadan vergi alınmıyor ve buna rağmen kamu hizmetleri ve sosyal hizmetler de dahil, her şey özelleştiriliyor. Bu işte bir yanlış yok mu? Bu sefil durum neden sorun edilmiyor. Kaldı ki, kapitalist için kârlı olan herkes için iyidir anlayışı saçmadır. Eğer verimlilik eşittir kâr anlayışı geçerliyse, çelişkiden yakayı kurtarmak mümkün değildir.

Bu anlayış daha baştan kavramın kendinde [ contradiction dans le terme] bir çelişki barındırıyordu. Zarar eden, “verimsiz”  bir işletmeyi yegane amacı azami kâr olan bir kapitalist satın alır mıydı? Siz kapitalist olsaydınız satın alır mıydınız? Sorun verimlilik-verimsizlikle ilgili değildi. Asıl amaç “yapısal kriz” koşullarında değerlenme sıkıntısı çeken sermayeye yeni değerlenme alanları açmakla ilgiliydi ve o alan açıldı... Özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerden biri de söz konusu işletmeleri rekabete açmaktı. Zira rekabet “etkinliğin” vazgeçilmezi sayılıyor. Mesela Tüpraş nerdeyse tuz-sabun parasına, belki bir kaç yıllık kârına eşit bir fiyattan satılınca rekabete açılmış mı oldu? Daha önce bir devlet tekeli olan, bir özel sektör tekeline dönüştü. Hangi babayiğit Tüpraş gibi bir işletmenin karşısına dikilip, onunla rekabet edebilir? O halde iki şey: Birincisi, verimsiz hiç bir işletmeyi hiç bir kapitalist satın almaz; ikincisi, zaten kârlı olan işletme özelleştirmenin hemen ardından işçilerin en az üçte birinin işine son verir. Azami kârın bir gereği olarak... Fakat ona işten atmak denmez, “esneklik” denir...
Tabii bir başka önemli sorun da özelleştirilen [ sermayeye peşkeş çekilen] işletmelerin değerinin nasıl saptanacağıyla ilgilidir. Zira satılacak olan domates, biber değil ki, bilinen bir fiyatı yok. Tabii fiyat tespiti için emperyalist ülkelerin “uzman kurumlararına” milyonlarca dolar ödenmesi ayrı bir kepazelikti... Fakat satılan işletmelerin fiyatı ekseri alıcılar tarafından belirleniyor. Eğer özelleştirmeci bir iktidar varsa, zaten fiyat teferrüattır. Böylece kamu kaynaklarıyla, yurttaşlardan toplanan vergilerle oluşturulmuş kamu işletmelerinin yerli/yabancı sermaye tarafından yağmalanması büyük bir başarı olarak sunulabildi...

Fakat o kadarı sermaye sınıfı için yeterli olmazdı. “Verimli” hale getirmek için eğitim ve sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb. de özelleştirme kapsamına alınıp, sermayeye peşkeş çekilmeliydi ve çekildi. Artık kimse bunların “verimliliğinden”, “kârlılığından” şüphe etmiyor. Şimdilerde tüm kamu hizmetleri sermayenin etkinlik alanı haline getirildi, metalaştırıldı, paralılaştırıldı, amaçlara ve varlık nedenlerine yabancılaştırıldı. Giderek üniversetiler bile birer kapitalist işletmeye, öğrenciler de müşteriye dönüşmekte...
Kalkınma yolunda hızlı adımlarla ilerlemek, “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak” için, topluma ait ne varsa özelleştirilmeliydi. Özelleştirmenin bir biçimi de 49 veya 99 yıllığına kamu mallarının, kamuya, hazineye ait varlıkların kapitalistlere kiralanmasıydı... Bu, kapitalistler için kaymaklı ekmek kadayıfı gibi bir şeydi... Devlet Üretme Çiftlikleri bu yöntemle peşkeş çekildi. Sonra özelleştirme sırası yollara, köprülere geldi. Şimdilerde DDY’nin satışı gündemde ama özelleştirilmeden önce “güzelleştirilmesi” gerekiyor. Bunların kapitalislere hediye edilmeden önce yüksek kâr edecek hale getirilmeleri, “modernize edilmeleri”, bu amaçla da kamu bütçesinden milyarca dolar harcanması gerekiyor. Aksi halde aşırı kâr mümkün olmaz...
Gazetelere yansıyan haberlere göre sıra milli parklara gelmiş ama ona özelleştirme demiyorlar. Haber şöyle: “Milli Parklar İmara açılıyor”. Tabii imar iyi bir şey, Arapça ümrân’da türeme, “şenlendirme, bayındır hale getirme” demeye geliyor. Şenlendirmeye kim karşı çıkabilir? Eğer bu operasyonu haber yapan gazeteci, işin esasından haberdar olsaydı ve ikiyüzlülüğü sevemeyen biri olsaydı, nasıl bir başlık atması gerekirdi? Kimbilir belki şöyle: “Kamu mallarının yağmalanma sırası Milli Parklar’a geldi...” Yine yakın tarihte Bodrum’da bir belediye parkının özelleştirildiğine dair haberler yayınlandı.

Kamu işletmeleri, kamu hizmetleri, sosyal hizmetler, yollar, köprüler, koylar, göller, denizler, ormanlar, yerin altı ve üstü, su, belediye hizmetleri, parklar, müzeler... velhasıl toplumca ortak sahiplenilmesi, kullanılması gereken her şey dar bir oligarşinin özel mülkü değilse etkinlik alanı haline geldiği bir toplumda ortak yaşam mümkün müdür? Bu sürdürülebilir bir şey midir? Orada artık yurttaş kavramının bir karşılığı var mıdır? Toplum çoğunluğunun oluşturan emekçi kitlenin Orta Çağ’ın serf’inden, reayasından, bir farkı kalır mı? Bu durumda artık havayı ne zaman ve nasıl özelleştirecekleri merak konusu demektir...

Varı-yoğu, ortak sahiplenilmesi ve kullanılması gereken ne varsa dar bir oligarşiye ait olduğu bir toplum ne mene bir şeydir? Böyle bir rejimin hala demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi kalır mı? Böyle bir toplumda birlikte yaşamanın, ortak yaşamın varlık nedeni kalır mı? Kimse kendini aldatmasın, eğer bu sefil ve akla zarar süreç vakitlice durdurulamazsa, ufukta görünen kâbustan başkası olamaz... Her şeyin dar bir oligarşiye ait olduğu bir toplumda birey nasıl bir şeydir, orada hâlâ yurttaş kavramına yer var mıdır? Oligarşi demokrasinin inkârı olduğuna göre...

Bir tarafta oligarşik dinamikler ve süreçler hızla yol alıp kendini dayatırken, öte yanda demokratikleşiyoruz demenin bir karşılığı olur mu? Bu yolun Türkiye’yi nereye taşıyacağını sanıyorsunuz? Oligarşik iktidar hızla sınırlı demokrasi kırıntılarını da yok ediyor. Demokrasiden çok söz ediliyor da, oligarşi kavramı nedense hiç telaffuz edilmiyor. Bu size mânidar gelmiyor mu? Diktatörlük ve demokrasiye dair yüzbinlerce kitap yayınlanırken, oligarşiye dair nerdeyse tek bir kitabın bile yayınlanmamış olması tuhaf değil mi? Oligarşi bahsinde durum böyle çünkü zenginlik bir tabudur. Tabu da üzerinde konuşulması yasaklanan, yok sayılan demektir...

Eğer bir rejim tek parti rejimiyse, ki Türkiye’deki rejim muhalefet partilerinin varlığına rağmen, reel olarak bir tek parti rejimidir, zira iktidar partisi AKP, her istediği yasayı, her düzenlemeyi hiç bir engelle karşılaşmadan yapabilir durumda. İktidarı frenleyecek/dengeleyecek/denetleyecek etkin bir karşı odak yok. Dolayısıyla çok partinin varlığı denklemde bir değişiklik yaratmıyor. İktidar medyayı ve yargıyı da denetimi altına almış durumda. Zaten polisi de tam bir fütursuzlukla kullanabiliyor. Buna bir de “demokratik, laik. sosyal hukuk devleti” diyorlar... Siz öyle dediniz diye öyle olması mı gerekiyor? Böyle bir rejim söz konusuyken hala demokratikleşmeden söz etmek abesle iştigalden başkası değildir. O halde rejime demokratiklik süsü ve görüntüsü veren ne? İşte seçimler, çok parti sisteminin varlığı, “hür” medya, kuvvetler ayrılığı, vb... Oysa mevcut durumda bunların artık reel bir değeri ve karşılığı yok... Seçimler seyirciyi aldatmaya yarayan tam bir sirk oyunu, siyasi partiler tek kişi şirketine benziyor, medya da artık medya olmaktan çıkmış, oligarşinin bir parçası, iktidarın bir baskı ve yıldırma aracına dönüşmüş durumda. Her halde son yarım yüzyılda otosansürün bu kadar yaygın olduğu bir dönem hiç yaşanmadı. Bir zamanlar “dördüncü kuvvet” denilenlenden artık eser yok...Tabii kuvvetler ayrılığının da bir kıymet-i harbiyesi yok. Böyle bir rejime bir isim koymak gerekse ne demek gerekirdi? Totalitarizm size bir şeyler hatırlatıyor mu?.. O halde bir önerim var: Gelin oligarşiyi tartışalım...

24 Mart 2013 Pazar

MİT-Öcalan Mutabakatı: Nedir, Ne değildir?




Cemil Gündoğan

Abdullah Öcalan uzun zamandır beklenen açıklamasını yaptı. Sıcağı sıcağına değerlendirme imkânım yoktu, biraz gecikmiş olarak ve satır başları halinde sunmak istiyorum.  Buradaki düşünce ve iddiaları daha sonra genişçe ele alma imkânı doğacaktır sanırım.
Öcalan’ın Newroz konuşmasında dikkat çekici ilk husus, İmralı sürecinin ne tür somut adımlar içerdiğinden bahsetmemiş olmasıydı. Oysa kitleler, Öcalan’ın aylardır MİT’le pişirdiği yemeğin ne olduğunu bilmek istiyorlardı. Buradaki gözden kaçırma ameliyesi, yapılan işin üzerinde dolaşan kuşku bulutlarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı.
Öcalan, konuşmasında, somut diyebileceğimiz iki tedbir sıraladı:
1-Kürt gerillalar Türkiye dışına çıksınlar.
2-Suriye ve Irak Kürdistan’ındaki Kürtler, Araplar, Asuriler ve Türkmenler bir “Milli Dayanışma ve Barış Konferansı" yaparak yüzlerini Misak-ı Milli’ye dönsünler.
Bu tedbirlere göre, bazı Kürtler dışarı çıkarken bazılarının da içeriye girmesi gerekiyor. Öcalan bu garip trafiğe “barış” adını veriyor ve bizim de öyle olduğuna inanmamız için bir dizi kavram sıralıyor: Çanakkale şehitleri, İslam kardeşliği bayrağı, Kurtuluş Savaşı, 1920 Meclisinin kurucu pratiği vs. Türk-İslam sentezinin diskurundan aparılmış süfli kavramlar bunlar.
Biraz daha yakından bakınca bu garip trafiğin ortak paydasının Misak-ı Milli olduğunu görüyoruz. Muhammed’in, İsa’nın ve Musa’nın adı eşliğinde bize müjdelenen parlak gelecek Misak-ı Milli’nin güncelleştirilmesinden ibarettir.
Misak-ı Milli (Ulusal Yemin), Osmanlı Meclisinin 1920’de aldığı bir kararın adıdır. Bu karara göre, Osmanlı Meclisi, bugünkü Güney Kürdistan’ı oluşturan Musul ile Bugünkü kuzey Suriye’yi ve Suriye Kürdistanı’nı oluşturan Halep vilayetinin Müttefikler tarafından işgalini onaylamıyor, buraları Türk toprağı sayıyordu. Öcalan’ın barış mesajına göre, ne olduysa “yıkıcı modernite”nin bu Yemin’e ihanet etmesiyle başladı. Dolayısıyla yapılacak şey 1920 Meclisinin kurucu ruhuyla Osmanlı yeminini güncellemekten ibarettir. Öcalan’ın bize barış diye pazarladığı şey özetle budur.
***
Bütün mesajdaki bu iki somut öneriye bakınca, Öcalan’ın Newroz mitinginde barış değil aslında savaş ilan ettiği düşüncesine kapılıyorum. Çünkü barış diye tarif ettiği şey, Irak ve Suriye Kürdistanı’nın Türkiye’ye katılması veya bağlanmasını vazediyor. Ve bu tür Yeni-Osmanlıcı bir yayılmacılık bölgesel çatışmalara yol açmadan gerçekleşemez.
Hamidiye çizgisindeki birkaç kişi dışında bu öneriden barış çıkacağına inanacak Kürt olduğunu sanmıyorum. Bu planı destekleyecek Kürtler olursa, bunu, savaşı daha fazla uzatmanın anlamsız olduğuna ikna oldukları için yapacaklardır. Muhtemelen Öcalan da sorunun farkında ve bu nedenle PKK’yi ve BDP’yi Hamidiye çizgisine çekmeye çalışan bir diskurla çıkıyor kitlenin önüne.
***
Öcalan’ın Newroz mesajı, gerçekte, barış denilen şeyden Türk devletinin anladığını özetliyordu. Öcalan, bir milyon Kürdü Diyarbakır’a toplayıp devletin mesajını bir kez daha iletmiş oldu. Hepsi bu.
Milyonlarca Kürdün bu mesaja tepkisi ise Öcalan’ın mesajını okuyan Sırrı Süreyya Önder’i şaşkınlığa ve daha yüksek sesle onay talep etmeye itecek kadar netti: suskunluk.  
Kimse kendisini kandırmasın, “tarihi” denilen Newroz mesajının yürekleri dağdaki çocuklarında olan sıradan Kürtlerdeki gerçek karşılığı budur.  Yarın çaresizlikten boyun eğebilirler veya “Yeter artık; itirafçıların kullandığı söylemleri bize bir gün ‘devrim’, ertesi gün ‘barış’ diye pazarlamanızdan bıktık!” diye PKK’ye çatabilirler. Yarın bunların ikisi de olabilir, ama bugünkü düşünceleri ve hissiyatları yukarıdaki gibidir.
***
Türk devleti Libya’nın istilasından bu yana Ortadoğu politikasını değiştirmiş bulunuyor. Eskiden İran, Irak ve Suriye’yle birlikte sürdürdükleri statükoyu koruma politikasından sınırların değiştirilmesini mümkün gören revizyonist bir politikaya geçtiler. Ama bu politika daha birinci adımda, yani Suriye’de bataklığa saplandı. Öyle anlaşılıyor ki devlet katında bu bataklıktan çıkmanın çarelerinden biri olarak Kürtlerin kullanılıp kullanılamayacakları tartışılıyor ve planlanıyor. Büyük gürültü içinde pazarlanan Öcalan’ın “barış” mesajı, işte bu planın Türk-İslamcı bir diskur içinde Kürtlere servis edilmesinden ibarettir.  Abdülhamit günlerine, o olmazsa İttihat ve Terakki Cemiyetinin, İslamcılığı aktif bir politika aleti olarak kullandığı günlere dönelim deniyor: Sünni Türklerle Sünni Kürtler bin yıllık İslam kardeşliği bayrağı altına birleşsin ve Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek için kafire kılıç çalsın! Söylenen bu. Newroz konuşmasının devlet erkânından, devletçi yazarlardan vs. bu kadar övgü almasının nedeni de bu.
Öyle görünüyor ki, Öcalan da devletin bu dönüşümünde PKK’yi işlevsel kılabilirse kişi olarak güçlü bir siyasal aktör haline gelebileceğini hesaplıyor. Bir diğer deyişle, Türkiye sınırlarının dışına çıkarılmış gerillaların Ortadoğu’da Türk devleti adına vuruşturulmasının karşılığında Türk siyasetinde kendine siyaseten bir yer edinebileceğini umuyor. Bir süre sonra bu politika “Suriye Kürtlerine yardım” adı altında piyasaya sürülürse şaşırmamak lazım.
***
Hesaplar kısaca böyle. Ne var ki bu hesapların tutma şansı yoktur. Çünkü MİT-Öcalan mutabakatı, hem Kürtlere hak vermiyor, ki bu Kürtlerin tepkisini çekmek demek, hem de hedeflerini gerçekleştirmeye giriştiği andan itibaren TC ile çatışan Kürtlerin müttefiklerini arttıracak bir kurguya sahip, ki bu, plana direnecek iç ve dış güçlerin sayısını arttırmak demek. Bu bir açmazdır.
Barış’ı Misak-ı Milli’ye eklemleyen devlet politikasının Ortadoğu’da bölgesel çatışmaları kışkırtmaktan başka bir sonuç doğurmayacağına yukarıda değinmiştim. Bu ise PKK’nin uluslararası müttefiklerinin sayısını ve kararlılığını arttırmak demektir. Açmazın dışardaki görüntüsü kabaca böyledir.
İçerideki duruma gelince şöyle özetlenebilir:
MİT-Öcalan mutabakatı, Türkiye’deki Sünni İslamla Kürdistan’daki Hamidiyeci çizginin Yeni-Osmanlıcı bir yayılma stratejisi çerçevesindeki ittifakına dayandırılmıştır. Böyle bir ittifak,  Türkiye’de barışın gerçekleşebilmesi için ikna edilmesi gereken temel kitlelerden birini oluşturan Türkiye’deki şehirli orta tabakalar ile liberaller için sadece bir kâbus olabilir. Böyle bir ittifak gerçekleşirse ilk muhtemel sonuçlarından biri, Ergenekoncuların CHP’de ipleri yeniden ele geçirmesi olacaktır.  
Erdoğan’ın bu sözde “barış” sürecini kendi başkanlığına bağlamış olması da benzer bir karşı etki yaratacaktır.   
Sözde barış projesinin Sünni karakteri o kadar açıktır ki, Türk Kürt fark etmez Aleviler de buna sıcak bakamayacaklardır. Bu proje yürürse “Aleviler Kemalisttir!” diye bağıran bazı Kürt milliyetçilerinin sözlerinin Kürt Alevileri üzerindeki etkisi de giderek azalacaktır. Sünni Kürtlerin liderinin İdris-i Bitlisi rolüne soyunduğu bir günde başka nasıl bir sonuç beklenebilir ki?
Geriye AKP’ye destek veren Sünni Türkler ile sıradan Sünni Kürtler kalıyor. Birinci grubun bu sözde barış sürecini sessizce desteklediği doğrudur. Ancak biraz yakından bakılınca bu desteğin, sadece, planın PKK militanlarının yurtdışına gönderilmesiyle ilgili bölüme verilmiş bir destek olduğu görülür. Planın Yeni-Osmanlıcı yayılmacılıkla ilgili kısımlarının da sıradan Sünni Türkler tarafından aynı şekilde desteklendiğini gösteren hiçbir belirti yoktur.
Benzer bir durum sıradan Sünni Kürtler için de geçerlidir. Dağdaki çocuklarının sağ salim eve dönmesi umuduyla Newroz günü Diyarbakır meydanlarına koşan milyonların, yarın bu plan gereği çocuklarının Suriye çöllerine sürülüp kurda kuşa yem edildiklerini gördüklerinde de aynı coşkuyla süreci destekleyeceklerini söyleyebilir misiniz?  
***
Kısacası, Öcalan’ın bizlere barış diye pazarladığı ama gerçekte bölgesel savaş davetiyesi olan çağrısı çürük malzeme üzerine oturtulmuştur. PKK isterse çok küçük manevralarla bunun böyle olduğunu dünya aleme gösterebilir. Dolayısıyla burada tayin edici olan PKK’nin takınacağı tavırdır ve önlerinde iki seçenek bulunmaktadır:
1- MİT-Öcalan mutabakatına boyun eğip Türk devletinin Sünni İslam diskuru kullanan Yeni-Osmanlıcı yayılmacılığında koçbaşı rolü üstlenmek. Bu durumda gerçek bir barış olmaz, MİT-Ocalan mutabakatı bazı komplikasyonlara rağmen yürür ve Kürtler de öldükleri ve ölecekleriyle kalırlar.
2- Öcalan’la kendi aralarına açıktan ilan edilmemiş bir mesafe koyup devlete bu sözde barış projesinin gerçek sınırlarını hatırlatan bir manevra yapmak; ama bunu “barış masası”ndan çekilmeden gerçekleştirmek. Bu durumda MİT-Öcalan mutabakatını gerçek bir barış anlaşmasına dönüştürmenin imkânları doğabilir. Bunun gerçek bir barışa varıp varmayacağı ise bir kez daha Türklerin tavrına bağlı kalacaktır.
Burada barış masasında kalmak önemlidir. Kanımca PKK’nin bu pozisyondan ayrılması için bir sebep bulunmuyor. Zaten kendisi masadan çekilmediği müddetçe AKP’nin veya Abdullah Öcalan’ın PKK’yi masadan itme imkân ve kabiliyeti de yoktur. Çünkü Erdoğan’nın ve dolayısıyla AKP’nin kaderi her geçen gün daha fazla MİT-Öcalan mutabakatının başarısına bağlanmaktadır. Abdullah Öcalan ise ancak arkasında PKK gibi bir örgüt varsa politik bir aktör olabileceğini bilmektedir. BDP, PKK’ye karşı açık ve radikal bir tavır almadığı müddetçe, kimse PKK’yi masanın dışına itmeyi göze alamaz. BDP’nin böyle kritik bir anda PKK’ye dirsek çevireceğini düşündürecek ciddi bir veri ise bulunmuyor. Tersine, BDP kadrolarının büyük bölümünün, anadilde eğitimi bile kabul etmeyen bir çözümü onursuzca bir çözüm olarak kabul ettiklerini biliyoruz. Dolayısıyla PKK ile BDP’nin MİT-Öcalan mutabakatına karşı menfaatlerinin aynı doğrultuda olduğunu söylemek abartı olmaz.
Fakat sürecin kilidi PKK’nin elinde olmasına rağmen PKK mevcut haliyle masada bile bulunmamaktadır. Esasen ortada gerçek manada bir masa olduğunu söylemek bile zordur. Önerilen manevra belki bu tuhaf durumu da düzeltebilir.
En açık terimlerle düşünüldüğünde denklemin kuruluşu böyledir. Bu durumda PKK liderleri ya Yeni-Osmanlıcı Türk yayılmacılığının Hamidiyeci birlikleri olarak ya da otuz yıldır her şeylerini bu mücadeleye adamış kitlelerin sözcüleri olarak tarihe geçeceklerdir. Bu sözleri okuyacak PKK’liler sinirlenmek yerine olup bitene bir kez daha ve sakin bir kafayla bakarlarsa daha iyi ederler. Çünkü anlatılan iki pozisyon arasındaki alan sanıldığı kadar geniş değildir.
2013-03-23 

12 Mart 2013 Salı

Emperyalist savaşları anlama klavuzu


Fikret Başkaya

Politika, kan dökülmeden yapılan savaştır. Savaş da, kan dökülerek yapılan politikadır”                                                                                                                                                                          Mao Zedoung

Fransız devlet ve siyaset adamı Georges Clemenceau [1841-1929], “En çok yalan, seçimlerden önce, savaş esnasında ve avdan sonra söylenir” demişti. Öyle görünüyor ki, son dönemin savaşlarında asıl yalan savaş esnasında değil, savaş öncesinde söyleniyor. Savaşlara medyatik yalanlar öncelik ediyor. Elbette yalan sadece medyanın marifeti değil. Yalanlar önce “bilim yuvası” denilen üniversitelerde, prestiji ve ünü büyük “düşünce” kuruluşlarında, think-tank’larda peydahlanıyor ve medya nöbeti devraldığında yalan “gerçek” oluyor... Her zaman olduğu gibi, şimdilerde de “barış” ve “istikrardan” çok söz ediliyorsa da, reel durum retorikten farklı, içinde bulunduğumuz durum tam da George Orwell’in “savaş barıştır” sözünü hatırlatıyor. Velhasıl, bu günün dünyası yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinde duruyor.

Kristof Kolomb’un macerasıyla dünyanın manzarası köklü bir değişime uğradı. Kapitalizmin hakim üretim tarzı haline gelmesiyle dünya, çevre-merkez şeklinde kutuplaştı. Kolonyalizm ve emperyalizm sayesinde dünyanın geri kalanının zenginliğine az sayıda kapitalist/kolonyalist/emperyalist Batılı devletin el koyması mümkün hale geldi. Dolayısıyla emperyalist/kolonyalist Batı’nın [ki, uygar dünya diyorlar] zenginliği ve refahı, dünyanın üç kıtasının [Asya, Afrika, Latin Amerika] sömürüsüne, yağma ve talanına dayandı. Birinci emperyalistler arası savaş [1914-1918] arefesinde yeryüzünün %84,4’ü az sayıda kolonyalist/emperyalist ülkenin ya doğrudan kolonisi [sömürgesi], ya da nüfûz bölgesi [yarı-sömürgesi] durumuna indirgenmişti. Söz konusu kapitalist/kolonyalist/emperyalist dünya sisteminden ilk kopuş 1917’de Sovyet devrimiyle gerçekleşti. Emperyalist ülkeler koalisyonu devrimi boğmak üzere harekete geçti ama başaramadılar. Söz konusu yapıda ikinci önemli kopuş denemesi, ikinci emperyalistler arası savaş [1939–1945] sonrasında sömürge halklarının, anti-kolonyalist ulusal kurtuluş mücadelesi sonucu ulus devletlerin ortaya çıkmasıydı. Eğer yeni bağmsızlığa kavuşan ülkeler, gerçek bir kopuşu gerçelekştirip, bağımlılık ve sömürü  zincirini kırmayı başarsalardı [kapitalizmden başka bir şey yapabilselerdi],  bu emperyalist sistemin sonu olurdu. Böylece, yeryüzünün lânetlileri yaklaşık 450 yıldır uzak tutuldukları sofraya dahil olabilirlerdi...

Lâkin bağımsızlıklar ekseri radikal kopuşlar değildi. Gerçek kopuşlar değildi. Bağımsızlık hareketlerine önderlik edenler, kapitalist dünya sistemi dahilinde kalarak, kalkınabilecekleri, sanayileşebilecekleri, dünyanın zenginliğine ortak olabilecekleri yanılsamasıyla malûldüler. Bu durum başta tartışmasız hegemonik güç olan ABD olmak üzere, emperyalist kampın işini kolaylaşırdı. Söz konusu ülkelerin kendi ayakları üzerinde durabilen aktörler olarak ulusararası arenada yer almalarını engellemek üzere ikili bir saldırı, yıpratma, zayıflatma, çökertme stratejisi izlendi. Birincisi: Askeri darbeler, savaşlar, siyasi cinayetler, komplolar, etnik/din/mezhep temelli kışkırtmalar ve çatışmalar, genç devletlerin kendi ayakları üzerinde durmalarını problemli hale getirdi. Bazılarına birden fazla olmak üzere 50 kadar ülkeye müdahale edildi, darbeler peydahlandı, savaş açıldı; İkincisi: IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist finans kurumları vasıtasıyla, söz konusu ülkelere “yapısal uyum” veya “istikrar” proğramlarının  dayatılmasıydı... Aslında söz konusu olan emperyalizme “uyumlanmaktan”, “istikrarsızlaşmaktan” başka bir şey değildi. Ve bu ikili saldırı sonucu söz konusu ülkelerin büyük çoğunluğu komprador rejimlere dönüştüler... Ve 1989-1990’da Sovyet sisteminin de çökmesiyle, emperyalist bloka kaybettiği mevzileri geri alma yolu yeniden açılmış oluyordu... Artık ABD önderliğindeki kollektif emperyalizmin [ ABD, AB, Japonya] eli güçlenmişti. Bu durum, hegemonik güç olan ABD’nin dünyayı militarize etme emellerine uygun bir zemin yaratmıştı.

Sovyet sisteminin çöküşüyle ABD düşmansız kalmıştı. Oysa hegemonik bir güç düşmansız mümkün değildir... Bir bocalama döneminin ardından dünyaya tek başına şekil vermek üzere harekete geçecekti ama önce “uygun bir hareket alanı” oluşturmak, “zemini hazırlamak”  gerekiyordu. Bu amaçla bir dizi ideolojik manipülasyona girişildi. Samuel P. Huntington tarafından “medeniyetler çatışması” tezi ortaya atıldı [Aslında bu tezin asıl mucidi Bernard Lewis’dir]. Oysa medeniyetler çatışması diye bir şey mümkün değildir. Zira, çatışan çıkarlardır, son tahlilde mesele sınıfsaldır...] Onu İslami terör söylemi izledi ama, “islam terörü” denileni peydahlayan da ABD’nin kendisiydi...  Eperyalizmin jeostratejik, jeopolitik, ekonomik çıkarları, reel ve muhtemel rakiplerin engellenmesini, başta Çin olmak üzere “yükselen ülkeler” denilenlerin durdurulmasını gerektiriyordu. Amaç rakiplerin enerji kaynaklara, stratejik madenlere, biyolojik çeşitliliğe ortak olmasını engellemek, değilse zorlaştırmak, bunlar üzerindeki emperyalist tekeli korumaktı. Ve bir sürü uyduruk savaş gerekçeleri üretildi: “Ulus-devlet döneminin artık gerilerde kaldığı, haydut devletlerin [failed states-rogue states] ]  barışı ve istikrarı tehlikeye attığı, işte islâmi terör, kitle imha silahlarına, kimyasal silahlara sahip olma, halkı katletme, jenosit riski, terörü destekleme, demokrasi ve insan hakları zaafı, söz konusu ülkenin bir diktatör tarafından yönetiliyor olması vb...
Rejimi değiştirmek [regime change] üzere savaş açılıyor ama asıl amaç rejimi değiştirmek değil, devleti çökertmek, ülkeyi parçalamaktır. Bu amaçla ve öncelikle 1648 Westfalya Barışı’ndan beri geçerli uluslararası hukuk ilkelerinin aşılması, teamüllerin yok sayılması gerekiyordu. Bilindiği gibi, Avrupa’da 30 yıl savaşlarının ardından imzalanan Westfalya Barış Antlaşmasıyla [1648], devletler arası ilişkileri düzenleyen bir dizi önemli hukuk ilkesi kabül edilmişti: 1. “Ulus devletin mutlak egemenliği [sauveraineté absolue] ve kendi kaderini belirleme hakkı; 2. Büyük-küçük, güçlü-zayıf, fakir-zengin ayrımı yapmadan tüm ulus-devletlerin hukukî eşitliği; 3. Antlaşmalara saygılı olma ve zorlayıcı bir uluslararası hukukun geliştirilmesi; 4. Başka ülkerin içişlerine karışmama ilkesi. Bu konudaki mevzuat, izleyen dönemde, özellikle de İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurulmasıyla daha da ‘olgunlaşmıştı...’ 
ABD’nin rejim değiştirme adı altında savaşlar açabilmesi için “başka devletlerin içişlerine karışmama” ilkesinin aşılması, ulusal egemenlik hakkının yok sayılması, geçerli uluslararası hukuk sisteminin by-pass edilmesi, teamüllerin çiğnenmesi gerekiyordu. Ve bu amaçla “insâni müdahale” ve “koruma sorumluluğu” tezleri geliştirildi... Bu, başka bir ülkenin “içişlerine karışma” yolunun açılması demekti... Fransa’da faşizme karşı direnişin ardından, dirennme hakkı uluslarası/devletlerarası mevzuata bir hak olarak dahil edilmişti. Direnme bir hak sayılır olmuştu. ABD bu hakkı da yok sayıp, onun yerine çatışmaları görüşmeler yoluyla çözme, [conflict resolution] “ kuralını” ikâme etti... Bir de tabii terörün uluslararası hukukta bir tanımının yapılmamış olması işi iyice kolaylaştırıyordu... Böylece bir halkın direnme hakkı rahatlıkla terör sayılabilir hale geldi.
Bu aşamadan sonra çökertilmek istenen hedef ülkeye savaş açmak artık iyice kolaylaşmış oluyordu. Önce çökertilmek istenen devlet içinde etnik, mezhep kökenli çatışmalar  körükleniyor, ülke istikrarsızlaştırılıyor ve bu “istikarsız” durumun ABD ve bir bütün olarak “uygar dünya” için, ve tabii “dünya barışı” için bir tehdit oluşturduğu, “uluslararası toplumun” bu duruma seyirci kalamayacağı söylemi medya tarafından pofpoflanıp, sürekli gündemde tutuluyor. Aslında “uluslararası toplum” denilenin kollektif emperyalizmden  [ABD, AB, Japonya] başkası olmadığının bilinmesi gerekir... Asya, Afrika, Latin Amerika’daki onca ülkeden hiçbiri “uluslararası toplum” denilene dahil değildir! Başka türlü söylersek, “uluslarası toplum“ NATO’cu emperyalist kamptan ibarettir.

Aslında savaşlarının gerçek nedenini gizlemek her zaman kuraldır, ama son dönemin yeniliği, artık  medyanın da bir tür “kitle imha silahına” dönüşmüş olmasıdır. Kapitalizm öncesi dönemde krallar, imparatorlar, hanlar, sultanlar, padişahlar... savaş çıkarmak için halkın rızasına gerek duymazlardı. Zira, egemenden tebaya doğru tek yönlü bir ilişki söz konusuydu. Modern çağda bir devletin bir başka devlete savaş açabilmesi, belirli oranda da olsa halkın rızasına dayanmayı, hiç değilse tepkiyi etkisizleştirmeyi gerektiriyor. Mâlum halk her zaman barıştan yanadır. Dolayısıyla halkı savaşa razı etmek gerekiyor ve razı etmek için de gerekçelendirilmesi gerekiyor. Ve işte bu aşamada bir dizi savaş propogandası ve yalan devreye giriyor... Birinci değişmez yalan: “Biz savaş istemiyoruz”dur. Eğer öyle olsaydı savaşlar da olmazdı. O halde neden bunca savaş var? Onu ikinci yalan açıklıyor: “Savaşı karşı taraf istiyor ve bizi müdahil olmaya zorluyor...” Böylece savaş bir zorunluluk olarak sunulabiliyor. Nitekim, Nazi Almanyasının dışişleri bakanı Joachim von Ribbentrop, Polonya’ya karşı Alman sandırısını şöyle “haklı gösteriyordu”: “Fuhrer savaş istemiyor. Bu işe gönül rızasıyla müdahil olmuyor. Fakat savaş veya barış kararını verecek olan o değildir. Karar Polonya’ya aittir. Polonya, Reich için hayati önemi olan bir çok konuda Almanya’nın taleplerini karşılamalıdır. Eğer kabul etmezse savaşın sorumlusu Almanya değil, Polonya’dır”. [1]. Körfez Savşında [1991] ve Irak savaşında [2003] kullanılan dil ve üslûp aynıydı. Bush [baba] şöyle diyordu: “Bir korsanlık eylemi söz konusuyken, herkesin her şeyden çok istediği barış bir kısım basit ödünlerle sağlanamaz. Söylemek gerekir ki, top Irak’ın elindedir“.[2] Savaş öncesinde Batı medyasında sürekli olarak Irak’ın savaşa nasıl hazırlandığına dair haberler yayınlanıyordu...   

Savaşı başlatanın bir başka gerekçelendirme aracı da savaşın ‘yüksek insânî değerler” için çıkarıldığıdır. Mesela Birinci emperyalistler arası savaşın [1914–1918], militarizmi yok etmek, küçük ulusları korumak ve dünyayı demokrasiye hazırlamak amacıyla başlatıldığı söylenmişti. Elbette insanlara, bu emperyalistsler arası savaş ekonomik, jeopolik ve jeostratejik çıkarların bir gereği olarak peydahlandı demeyeceklerdi... Yugoslavya’ya NATO saldırısıyla ilgili olarak dönemin İngiltere başbakanı Tony Blair, “Biz çıkarlarımız için değil, insânî kaygılarla müdahale ettik” demişti. Birinci Körfez savaşıyla ilgili olarak Busn [baba] “Öyle insanlar var ki, bir türlü anlamıyorlar. Mücadele petrolle ilgili değil, mücadele kaba bir saldırıyla ilgili” demişti... Yugoslavya’ya saldırının görünür gerekçesi ülkenin etnik çeşitliliğini korumak, azınlıklara yapılan kötü muameleyi son vermek ve diktatörü bertaraf etmekti. Oysa asıl gerekçe ekonomik ve jeopolitik çıkarlarla ilgiliydi ve amaç hasıl oldu...

Savaşı iyiyle kötünün savaşı olarak sunmak yaygın bir durumdur. Bu durumda savaş bir haçlı seferi niteliği kazanır ve karşı taraf, her türlü olumsuzluk ve kötülükle malül “şer ekseni”,  olarak sunulur. Bunun için de karşı tarafın şeytanlaştırılması esastır. Bütün bir halkı şeytanlaştırmak mümkün olmadığına göre, lider üzerinde odaklaşılır. Lider üzerinden koskoca bir halk gizlenir, yok sayılır... İşte Bin Ladin, Saddam, Milosevic, Kaddafi, şimdilerde Beşar Esad... Karşı taraftaki [saldırıya uğrayan] şeytandır, delidir, canavardır, çirkindir; bu tarafsa [saldıran] en yüksek insânî değelerin timsâlı ve taşıyıcıdır, barıştan yanadır, uzlaşmacıdır, yakışıklıdır... Tabii bu tür bir ideolojik manipülasyon bir başka şeyi de gizler. Bu yaklaşım idealist/metafizik tarih anlayışını besler. Buna göre tarihi yapan liderlerdir, kahramanlardır, “büyük adamlardır”.  Oysa materyalist tarih anlayışı bunun tam karşıtı zeminde yer alır ve tarihin büyük adamların oyuncağı olmadığı görüşünü vazeder.

Geride kalan yaklaşık iki on yılda emperayalistler tarafından çıkarılan savaşlar [saldırılar demek daha doğru] asla afişe edilen gerekçelerle ilgili değildi. Uyuşturucuyla savaş, terörle savaş, bir ülkeyi işgaldan kurtarma, kitle imha silahlarına sahip olma, jenosidi önleme, demokrasi ve insan hakları götürme, “insânî yardım” vb... Emperyalist kampın duruma göre dillendirdiği bu tür sözde gerekçelerin reel bir karşılığı yoktur. Olması da zaten mümkün değildir. Emperyalizmin çıkarı Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’daki rejimlerin demokratikleşmesinde değil, ne yapıp-edip muhtemel bir demokratikleşmeyi engellemektedir. Zira, gerçekten demokratik, kendi ayakları üstünde durabilen bir rejim demek, emperyalist sömürü ve dış müdahaleye kapalı bir rejim demektir. Bu yüzden en gerici, en bağnaz, en halk düşmanı ve karanlıkçı rejimler, olabilidiğince desteklenir ve işe yaramaz hale gelince de şeytanlaştırılıp bertaraf edilir.  

Aslında Libya’ya yönelik çökertme savaşı, son dönemin tüm emperyalist savaşlarının bir özeti sayılabilir. Tabii Suriye’deki de... Libya’yla ilgili emperyalist medya’nın yalanları öncekilerin tam bir genel tekrarı gibiydi: Kaddafinin göstericilere uçaklarla bombaladığı, Libya da halk çoğunluğunun Kaddafi’yi istemediği [oysa Kaddafi’yi asıl istemeyen Libya halkı değil, emperyalistler koalisyonuydu], 17 Şubat- 15 Mart arasında 6.000 kişiyi ödürdüğü, isyancıların Kaddafi rejimine muhalif barışçıl göstericiler olduğu, Kaddafi’nin Birleşmiş Milletler Örgütüyle görüşmeye/uzlaşmaya yanaşmadığı, Ulusal Geçiş Konseyi’nin [CNT] Libya’yı demokratikteştirmek isteyen sivil unsurlardan oluştuğu ve demokrasi mücadelesi yürüttüğü... Bütün bunlar medya tarafından peydahlanıp servis edilen yalanlardı ve hiçbir aslı-astarı yoktu. Elbette Libya arzulanır anlamda demokratik bir rejime sahip değildi ama yaratılan olumsuz imajla da ilgili değildi. Ve rejime önemli bir halk desteği vardı. Nitekim 1 Temmuz 2011’de Kaddafiyi desteklemek üzere yaklaşık 1,5 milyon insan sokağa çıkmıştı ki, 6 milyon nüfusa sahip bir ülke’de bu her dört kişiden birinin sokağa çıkması demektir... Aslında bu anlaşılır bir durumdu zira, Libya Afrika kıtasının sosyal göstergeler bakımandan en iyi durumda olan ülkesiydi.

Libya’da kişi başına gelir 14.192 dolardı. Her aile ferdi yılda 1.000 dolar devlet yardımı alıyordu. İşsizlere ayda 730 dolar ödeme yapılıyordu. Devlet her doğan çocuk için 7.000 dolar ödüyordu. Ev almaları için yeni evlenenlere 64.000 dolar ödeniyordu, özel iş kurmak isteyenlere 20.000 dolar veriliyordu, ağır vergiler yoktu. Eğitim ve sağlık parasızdı, kalabalık ailelere sembolik fiyattan temel gıda maddeleri sunuluyordu, birçok eczane ilacı parasız sağlıyordu, elektrik parasızdı, petrolün litresi 14 cent [yaklaşık 20 kuruştu], apartman ve araba almak isteyenlere faizsiz kredi sağlanıyordu... [3].

Aslında Kaddafi rejiminin çökertilmesi, Afrika’nın yeniden kolonizasyonun giriş kapısıydı ve o kapıdan girdiler, açılan yoldan daha şimdiden Mali’ye ulaşılmış durumda. Libya, hedefteki ülkeleri [Mali, Cezayir, Suriye vb.] işgal etmek için bir tramplen işlevi görecekti. Amaç Afrika’nın yeraltı ve yerüstü kaynaklarına, biyolojik çeşitliliğine el koymak ve son on yılda kıtaya başarılı bir giriş yapan Çin’i Afrika’dan atmaktır. Tekrar edersek, savaşlar doğrudan jeopolitik, jeostratejik, ekonomik çıkarlar için peydahlanıyor... Asla insanlıkla, insan haklarıyla, özgürlükle, demokrasiyle, “yüksek insânî değerlerle” ilgili değil... Zaten öyle bir şey eşyanın tabiatine de aykırı olurdu... Emperyalist savaşla özgürlük ve demokrasi arasında nasıl bir ilişki olabilir ki?
O halde sadede gelebiliriz: Kapitalizm varoldukça, emperyalizm kaçınılmaz, emperyalizm varoldukça da emperyalist savaşlar-çatışmalar kaçınılmaz. Her kim ki, gerçekten bu dünyada haysiyetiyle yaşamak, hayırlı bir şeyler yapmak istiyorsa, ikircikli olmayan bir tarzda kapitalizme karşı mücadele yürütmesi gerekir. Zira, öyle sanıldığı gibi emperyalizm “dışsal” bir olgu değil. Emperyalizm yerli uzantıları sayesinde varolabiliyor, varlığını sürdürülebiliyor... Velhasıl emperyalizm içimizde... Dolayısıyla anti-emperyalist olmakla anti-kapitalist olmak bir ve aynı şey... Tabii bu duruma müdahale edebilmek için de olup-bitenleri anlamak, bilince çıkarmak gerekiyor. Mâlum, anlamak aşmaktır denmiştir... Lâkin bu, bu gazeteleri okuyarak, bu televizyonları seyrederek, bu uzmanları dinleyerek mümkün değil... 

[1] Bkz: Anne Morelli, Principes élémentaires de proganda da guerre, Bruxelles, Aden, 2010.
[2]. Anne Morelle, “ Les dix commandements sans lesquelles nos geurres semblerait injustes, http://legrandsoir.net
[3] Rakamlar için bkz: Michel Collon, La Strategie du chaos- Impérialisme et Islam, Investig’Action-Couleur Livres, Bruxelles.