30 Ekim 2014 Perşembe

Türk(iyeli)leşmek: Boş bir Umut, Boş bir Korku...





Cemil Gündoğan


Birkaç ay evvel HDP “Türkiye partisi” olarak seçime girip yüzde on oy alınca ne rüyalar görülmüştü. Ana akım medyadan Türk solcularına kadar çok geniş bir kesim (bunlara bir ölçüde Devlet Bahçeli’yi de katabilirsiniz), bu gelişmeyi Kürt hareketinin “Türkiyelileşme”ye başladığının ifadesi olarak selamlamış ve bunun devam ettirilmesinin Kürt sorununu çözeceğini vaz etmişti. PKK’ye muhalif Kürt milliyetçilerinin Türkiyelileşme söylemiyle ilgili eleştirileri de aynı kanaati paylaşıyordu. Bir farkla ki, onlar, bu gelişmeyi, PKK’nin Türk ajanı bir örgüt olduğunun yeni bir kanıtı olarak propaganda ediyorlardı.
Kobani direnişi vesilesiyle yaşananlar, bu tür analizlerin gerçekçi olmadığını ortaya koymuş olmalı. Kobani’deki bir kıvılcım Kürtleri sokağa dökünce, devlet eli kanlı katillerini ortalığa saldı ve böylece anlamış olduk ki, Türkiyelileşen kimse olmadığı gibi, Kürtlerle Türkler arasında alttan alta ayrışma ve öfke birikimi de devam ediyormuş.
Kendimizi kandırmaya son versek iyi olur:
1) Türkiye’de bu kafada egemenler,
2) Kürdistan’da en doğal insani ve kültürel haklarından mahrum edilmiş bir toplum,
3) Ortadoğu’da bu kaos,
4) “Ortadoğu’nun Ufalanması” üst başlıklı yazı dizisinde(*) analiz etmeyi denediğim küresel ölçekli tarihsel-sosyolojik eğilimler var olduğu müddetçe Kürtler Türkiyelileşmez. Türkleşme veya Türkiyelileşme hikâyesi, mevcut koşullarda İslamcı, enternasyonalist, milliyetçi veya sosyal-şoven Türkler için boş bir umuttan, Kürt milliyetçileri içinse boş bir korkudan ibarettir.
Anlaşılması için karikatürleştirerek söyleyecek olursam, Türkiye’deki bütün Kürtler asimile edilse, yani Türkiye’de Kürtçe konuşan insan kalmasa bile Kürtler Türkleşmez. Çünkü içinden geçmekte olduğumuz süreçte sorunu belirleyen ana boyut, insanların Türkçe mi yoksa mı Kürtçe konuştukları değildir. Dil farkı, mevcut koşullarda, sorunu ifade araçlarından sadece bir tanesidir. Ortada bir dil farkı olmasa insanlar başka bir farka sarılırlar; sarılacak sahici bir fark bulamasalar onu bir günde uydururlar.
Ortada gerçek bir sorun olduğu müddetçe, bu sorunu ifade etmek üzere kullanılan şeyin uydurulmuş olmasının bile bazen hiçbir önemi olmaz. O uyduruk farklılık, bir gerçek, hem de en hakiki gerçek olarak algılanır, yaşanır ve tüketilir. Genel terimleriyle düşünüldüğünde mesele bu kadar basittir. Bu nedenle bakılması gereken asıl yer, farka ilişkin söylemden çok sorunun ana kaynağıdır. Sorunun asıl kaynağı ise Kürtlerin kendi kendilerini yönetmek istemeleridir. Artık bu gerçeği anlayalım.
Sorun kendi kendini yönetme sorunudur, ama sadece bu kadarla sınırlı değildir. Çünkü dün belli bir elitin kendine siyasal alanda(**) yer açma meselesi olarak beliren bu sorun, bugün giderek bütün bir topluluğun fiziki var oluş sorunu olmaya doğru gitmektedir. Dünden farklı olarak bugün haber bültenlerinin başına üşüşen her Kürt’ün kafasındaki soru artık şudur: “Acaba yeryüzünde çocuklarımın ve torunlarımın sadece Kürt oldukları için işkence görmeden, aşağılanmadan, kendini gizlemeden yaşayabilecekleri bir metre karelik bir toprak parçası kalacak mıdır?” Sincar’daki soykırım girişimi ve Kobani’de bütün dünyanın saat be saat seyrettiği katliam, Kürt sorununun artık böyle ontolojik bir karakter kazanmaya başladığını bir kere daha ortaya koymuştur. Böyle bir dönüşümün yaşandığı bir süreçte bile sorunu hâlâ Türkleşmek veya Türkiyelileşmek terimleri çerçevesinde tartışmaya çalışmak akıl kârı olmasa gerek.
***

Siyaset alanından ontoloji alanına doğru bu dönüşümün derin anlamı üzerinde ciddi biçimde düşünmemiz gerekiyor. Çünkü çok acılı sonuçları olacak. Ama bundan önce, her adımda ayağımıza dolanan bir sorunu çözmemiz gerekiyor: siyasal aktörlerin sözleriyle eylemleri ve hedefleri arasındaki ilişki. Çünkü bu noktadaki problemler, hem PKK içindeki hem de PKK dışındaki bazı Kürt güçlerinin anılan dönüşümü fark etmelerinin önündeki engellerden birine dönüşmeye başlamıştır. PKK tarafından dile getirilen “biz devlet istemiyoruz” veya “biz iktidar istemiyoruz” türünden söylemler, bazıları tarafından bitmiş-kapanmış ifadeler gibi algılanmakta veya öyle propaganda edilmekte ve bu durum, Kürt sorununun esasının kavranmasını engelleyen bir rol oynamaktadır. Ama bundan da önemlisi, bu eksende yürütülen tartışmaların, an itibarıyla, Kürtler adına bir varlık-yokluk kavgasına kilitlenmiş olan PKK direnişçilerini arkadan hançerleyen bir rol oynamaya başlamasıdır. Bu nedenle bir sosyal hareketin alandaki konumu ve hedefleriyle o hareketin kullandığı dil arasındaki ilişkiye biraz daha yakından bakmamız gerekiyor.
Hikâye biraz uzun olduğundan gelecek yazıda devam edeceğiz.
2014-10-29

-------------------------
(*) Sözü edilen yazı dizisini topluca şu adreste bulabilirsiniz: http://www.gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan
 (**) Bu yazıda kullanıldığı anlamıyla “alan” kavramı, Fransız sosyoloğu Pierre Bourdieu’ye aittir (champ/field/fält). Bourdieu’nün bu teoriyi geliştirip çeşitli alanlara uyguladığı bir düzine kitabı çok sayıda dile çevrilmiştir. İnternet taramasında bunlardan yarım düzine kadarının Türkçeye de çevrilmiş olduğunu gördüm. Konuyla ilgilenen ve sadece Türkçe okuyabilen okurlara şu iki kitaptan başlamalarını öneririm: “Pratik Nedenler Eylem Kuramı Üzerine” (Kesit Yayıncılık, 1995) ve Dönüşümsel bir Antropoloji İçin Cevaplar”(J. D. Loïc’le  birlikte, İletişim Yayınları, 2003)


27 Ekim 2014 Pazartesi

Obama doktrini…


Demir Bilgin

Ortadoğu halkları - Kürdler, Aleviler, Araplar, Ermeniler, Asuriler, Ezidiler, Türkmenler, Dürziler…bölgedeki tüm halk ve azınlıklar – toplu bir katliamdan geçiriliyor. Tüm bu katliamların ana kaynağı, Obama’nın genelde Ortadoğu’ya, özelde Suriye’ye yönelik olarak hazırlamış olduğu kanlı doktrindir. Buna, ”Obama Kanlı Doktrini” demek mümkündür. Bu doktrinin özü şudur: Ortadoğu’da, yeni pazarlar elde etmek için, bölge halklarını birbirine kırdırıp, politikayı kanlı şiddet yöntemleriyle sürdürmek oluyor. Bu açık savaştır. Obama doktrini, ezilen halklara ve bölgedeki tüm devrimci direniş güçlere yönelik olarak ilan edilen, açık savaştır.

Obama doktrini, savaştır. Savaş; çözülemeyen ekonomik, politik ve toplumsal sorunlardan, halkları birbirine kırdırarak, bu sorunlardan kurtulmak demektir.

Emperyalizm, aynı zamanda doktrinler savaşıdır. Marshall doktrini, Truman doktrini ve sonrasında açık veya gizli bir şekilde devam ettirilen tüm doktrinler;  dünya pazarına hakim olmak için, komünizme, devrimci ulusal kurtuluş savaşlara, sömürge altındaki ezilen halklara, emperyalizme karşı olan tüm devrimci güçlere karşı uygulan bir yöntemdir. Bu emperyalist doktrinler yöntemi, bölgeden bölgeye farklı biçimlerde nüfuz ettiriliyor. Geçmişte, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Sosyalist Blok için farklı bir yöntem, Latin Amerika ülkeleri için farklı bir yöntem, Afrika ülkeleri için farklı bir yöntem ve nihayet Ortadoğu ülkeleri için de farklı bir yöntem uygulanıyor. Ortadoğu’da ”Obama doktrini”, ”Amerikan islamı” altında işliyor. Genelde Orta-doğu’da, özelde Süriye’de uygulan doktrin budur.

Obama’nın Ortadoğu’ya yönelik olan, ”Amerikan islamı” doktrini; bölgede kendi islamını yaratarak, kendilerine hizmet edecek, ”selefi islami bir komprodor” düzen kurmak demektir. Bu doktrin, yaklaşık olarak dört yıldır, Suriye’de, en vahşi bir şekilde nüfuz ettiriliyor. Suriye, direndi. Suriye, direniyor. Suriye Halk Ordusu ve Suriye’yi Savunma Komiteleri, Obama’nın doktrinini çökertti. Obama doktrini, Suriye’de çöktü.

Parentez açıyorum: Suriye’de çöken Obama doktrini uygulayıcıları, birden,  oyun içinde oyun oynayarak, Kobanê Kurdleri için ”Timsah gözyaşlarını” dökmeye başladılar. Kobanê üzerine,  havadan bir kaç paket silah atıldı. Bu da yetmedi, ”Özgür Suriye Ordusu militanlarını, Kobanêlilere yardım etsinler diye, göndereceğiz....” dendi. Arkasından, İşid’çi Recep Tayyip’te, aynı fikirleri dile getirdi. Bunların hepsi boştur. Kobanêliler, tek başlarına ve büyük bir direnişle, hem İŞİD’e,  hem de kanlı Obama doktrinine karşı mücadele veriyorlar. Kobanê direnişini onlardan çalmak ve kendilerine mal etmek için oynanan oyunlar da tutmayacaktır.

Parentezi kapatıyor ve devam ediyorum.

Kanlı Obama doktrini, Suriye’de çöktü. Suriye’de çöken doktrinin temsilcileri, Suriye halkından ve yöneticilerinden teker teker özür dilemeye başladılar. Dört yıl önce, Suriye’yenin çökmesi için,  iki -üç ay gibi ömür biçenler, kendileri paramparça oldular.

”Beşşar Esad, teslim ol, sonun Kaddafi gibi olacak..” diyen ve Beşşar Esad’ı bir bildiri ile tehdit eden, Orhan Pamuk gibi yazar ve aydınlar, bir enkaz yığını haline geldiler.
Evet…Suriye, halkıyla birlikte, binlerce ölü vererek direndi. Direniyor.

Suriye, Ortadoğu’da yeni Viyetnamların olacağını pratikte göstererek, hâlâ Ordadoğu’nun anti-emperyalist / anti-siyonist devrimci merkezi olduğunu gösterdi. Gösteriyor.

Selam olsun direnenlere.

Selam olsun, kanlı Obama doktrinini Suriye’de gömenlere.

Türkiye muhalefet mağduru‏…



Dr.İsmet Turanlı
  
Ağızlarına biber sürmeli.

Eskiden çocukları yaramazlık yapınca anneler çocuklarının  ağızlarına biber sürerlerdi. Pek dövmeye kıyamazlardı. ‚‘ Akşam babana (şayet yaşıyorsa) söylerim.‘‘ Sanki sadece babaların dövme hakkı vardı. Çoğukere babalarda pek kıymazlardı ve ‚‘Bir daha duymak istemiyorum‘‘ diyerek çocuklarını ihtar ederlerdi. Şimdi bizim muhalefet partilerine bakıyorumda ağızlarına biber sürmek geliyor içimden. Onu yapmakta çok zorlaştı. Erdoğan başkan olunca artık temcit pilavı nutukları sona erecek sandım. Televizyonların daimi spikeri gibi, hergün, ama hergün onbinleri meydana topluyor, yazın sıcağı, kışın soğuğu demeden hep ayni sözleri  tekrarlıyor. Bir nevi HİPNOTİZMA tekniği kullanıyor. Şimdi onun bir paraleli türedi . Davutoğlu . İkisi hakkındada şöyle bir teşhisim olmuştu. Bunlar LOGORHOE ilee maluller Yani çok kunuşma hastalığından. Meydanlara dev fotoğraflarını astırmak. Kendilerini böyle vazgeçilmez büyük insanlar olarak görmek. Bu hastalık 30 lı yıllarda Almanya da Hitlerin, İtalya da Musolininin, Stalinin, Maonun yapıkları tarzdı. Ben 60 sene Avrupa da, Almanya, İsveç, İsviçre, Fransa ve İngiltere de yaşadım, çalıştım böyle hezeyanlara rastlamadım. İşte diyorum ki. Ağızlarını tutsalar biber sürmeğe fırsat bulurum. Şiyle bir tekerleme vardı.

Söz söyle ki sözünden ibret alsınlar!

Sözün yoksa sükut eyle, seni bir insan sansınlar!‘‘.

MHP liderinden başlayalım.

30 lu senellerde Başbuğları tabutluklarda tırnakları çekilmiş, gözlerine şua tutulmuştu Turancılık gibi bir ırkçı inancından dolayı.

27 Mayısın baş aktörü olup, Menderesin ve yeni filizlenen demokrasinin idam sehpasına gönderilmesini sağladı.

12 Eylülden önce binlerce solcu gencin katliamını tahrik etti.

Katil mahkumların mahpusane tipleri gibi dudaklarından aşşağı sarkan bıyıkları,

Çolak insanların iki parmaklı ellerini Hitlervari havaya kaldırıp, seçim önceleri milletin Osmanlı tokatı ataacağı tehdidi yapmış fakat halkın % 88 inin onları istemediklerini, hele Kürdistanda sıfır çektiklerini içlerine sindirdiler. Her konuşmasında gariz küfürlerle muhalefet yaptığını sanan Bahçeliye biber sürmeğe hacet yok. Adamın zaten ben hiç gülmek değil, tebessüm dahi ettiğine şahit olmadım. Yüzünden düşen sinek bin parça olur. Anlaşılan o ki  millet zaten  biberi sürmüş . 

ŞimdiTuğrul Türkeş’in Ortadoğu planı mülayim bir tarzda ele alınmış gibi görünüyor.

Bu üç liderinde yaptıkları tehditlerde VATAN HAİNLİĞİ, Anayasa mahkemesine gitmek, Devletin yaptığı merasimleri boykot etmek, karşıt fikirlileri düşman addetmek iddiaları milleti bıktırdı. Bahçeli denen şahsiyet hayatında ne aşık olmuş, ne evlat sevgisi nden mahrumiyetinden dolayıda vicdanı sızlamıştır. İstediği Kürtleri yüzlerce senedir olduğu gibi katletmek. Şeyh Sait isyanında 30 bin, Dersimde 30 bin nihayet 40 bin PKK lı Kürt gençlerinini katletmek ona kan akımı ( AL BASMASI) korkusunu uyarmamış.

Bütün konuşmaları laf ebeliği, ağız dalaşı fakat tek aklı başında problem çözücü önerisi olmayan hakaretlerle dolu. Milletin % 88 i senin siyasetini beğenmiyor. Hiç mi ders almıyorsun.
Kılıçdaroğlu ise tam bir karikatür figuri.  Geçliğimizde Karikatür mecmuası vardı. Yetenekli karikatürislerimiz vardı. Hafta sonlarını zor beklerdik. RAMİZ’in, Cemal NADİR’in çizgilerinden mizah duygumuzu , zarif çizgileriyle , hoş, estetik karikatürlerini Kadıköy vapurunun güvertesinde çayımızı yudumlarken okumak bahtına erişirdik. Şimdiki karikatürler bana çirkin geliyor. RAMİZ’in bir tombul teyzesi vardı. Teşbihte hata olmaz. O çizgiler bana Kürtlerin bir türküsünü çağırtır.

Uy! Uy! Kundura,

Ser’i li Gunde gırtıra.‘

Yani Oy, Oy Sukabağı‘, Kıçı başından büyük.

Türkiyenin hali bu. Milletin başına geçmişlerin dertlerimizin yanında küçük beyinlilere muhtaç kalışımız. Evet Türkiye de Muhalefet mağduriyeti  vardır.

Erdoğan’ın temcit pilavı gibi nutuklarına ilk okul taebeleri dahi mukni olamıyor. İhracatımızdaki artıştan bahsederken, ithalattaki yükselişten doğan cari açıktan bahsetmiyor. Merkez bankasında şu kadar rezervimiz olduğundan bahsederken 400 milyar dolarlık borçtan bahsetmiyor. Çocuk vefiyatından, % 60ı denetimsiz asansörlerden hergün içimiz sızlayarak kaybettiğimiz genç amelelerden bahsetmiyor. Öcalan’ın barış mektubu ile başlayan çözüm süresine sahip çıkarken Öcalan’a ve Barzaniye sarılmasının sebeini millet görmez zannediyor. Güney’de Yunanistan ve Kıbrıs Rumları ile, Suriye ile,İsraille, Irakla, Ermenistanla ,Mısırla , velhasıl araplarla kanlı bıçaklı olunca dış politika iflas etmiş , Terörist diye dünyaya duyurduğu PKK ile, Peşmerge ile PYD ile birlikte Esad’ı devirmek gibi bir maceraya sürüklenmiş durumda.

Tek adam olma şehveti diğer diktatörler gibi muhalefeti, eleştirenleri, kendisi gibi düşünmeyenleri düşman, vatan haini ilan etmekten medet umuyor.Gerçi muhalefette iktidarın müsbet icraatların karalamaktan çekinmiyorlar. Halbuki yapacakları güzel icraatlar varsa onları kabullenip, Türkiyenin hangi konularda  sklalanın en altına olduğunu vurgulamaları icap eder. Onu yaparkende başarı sağlayacak önerileri getirmeleri gerekmektedir. Maalesef onlara akılları ermiyor. Akpartiden oy kazanmak istiyorsanız, seçim kazanmak istiyorsanız eksikliklerimizi ortaya döküp, onlar için öneriler için çalışmalar yapın. ERdoğana saldırırken taraftarını dahada ona yaklaştırıyor. Erdoğanın ‚‘Nereden, nereye ‚‘ dediğinde sizde ‚‘ nereden, Nereye yerlerde süründüğümüzü millete anlatın.
Totaliter rejimlere heveslenen diktatörler kendilerine saraylar yaptırırlar. İşte AKSARAY da bir misali. Büyük, pahalı uçaklar ısmarlarlar. Erdoğanımızında çok şükür Türkiyeye yakışan başkanlık uçağı var.

Aydın olduklarını zannedenler ‚‘‘Erdoğan ağzı ile kuş tutsada beğenmem ‚‘‘ DİYENLER, Atatürk’Ede toz kondurmazlar. Terekesinde 150 bin hektar arazisi olduğu ortaya çıktı. Gazi çiftliğinin kime ait olduğunu biliyormusunuz?. Davos’ta tanıştığım, parası çok, bir zenginimzden dinledim. İsmi bende mahfuz. Gazi çiftliği dedesinin mülkü iMiş. Yerel mahkeme araziyi onlara iade edince, yargıtay bu müracaatın ‚‘Atatürk‘‘e saygısızlık sayılacağını söyleyerek hazineye iade etmiş. Mimarlar odası oraya inşaat yapılmasını yasaklamışsada Erdoğan‘‘ Dediğim, dedik‘‘ diyerek inşaatı yaptırmış. Şİmdi 3 bin kişilik br resepsiyoen vermek istiyormuş. DEvletin parasının kendi kendisine ait olduğunumu zannediyor, yoksa rüşvet ten topladıkları ile mi? Tekadam ların dünyadaki akıbetleri hep rüşvete bulaşmakla son bulur. Sonunda ya memeleketlerini terk ederler, yahut hapse girereler, yahutta darbelerle tepelenirler. Tarih böyle yazıyor.  Kılıçdaroğluda o resepsiyona katılmayacakmış. Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış‘ Böylesi boykotlar acızetin ikrarıdır bence. Daha ciddi eylemlerde bulunması sağlıklı olurdu.

Erdoğan Estonya daki konuşmasında PYD ye yardım için, daha doğrusu Esad’ı yok etmek için 200 değilde 150 peşmergeyenin Türkiyeden geçmesine izin verecekmiş. Gülmek mi, ağlamak mı lazım. Ne yapacak bu 150 genç  Kürtlerimi, Türkmenlerimi  IŞID’dan kurtaracak. USA silah yadımı yaparken Işıd tarafına silah yardımı yapmış yanlışlıkla. Bu devlet başkanlarının beyinlerinde arıza mı var? Köylüler dama çıkıp Kobanideki savaşı seyreyliyorlar. İki dünya savaşı oldu böyle gülünç, ilkel savaş oyunları görülmedi. İçim sızlıyor pisi, pisine katledilen insanları duydukça.

Şimdi asıl probeme gelelim. Arap baharı ile başlayan, ondan evvel, Afganistan, Filistin savaçlarına bakınca senaryonun İLAH SATICILARI tarafından yazıldığını, arka kuliste  onların olduğunu göremiyor bugünkü dejenere insanlar. Onun gerisinde de asıl dönen dolapların PARA denen lanetin olduğunu göremiyorlar. Çünkü insanların çok ciddi meşguliyetleri  var. Her akşam TV lerde futbol maçı seyretmek. Reklamlarda insan silolarının her türlü mimari ve estetikten mahrumiyeti  de içerimi sızlatıyor. Geri kalan zamandada  ARABA ilanları. Ben artık ne liderlerin nutuklarını, nede reklamları seyrediyorum. Hiçbir kanalda ne ciddi bir konser (Batı klasiği), tiyatro, literatür yayınınyok.Milletimizin asıl boykot yapıp reytingleri sıfırlaması, kanalları ciddi yayınlara yönlendirmesi gerek.

Söylenecek çok söz var ama algılama mekanizması  ne dereceye kadar etkili bilemiyorum. İstiyorum ki aydın geçinenlerin korkmadan fikrlerini söylemeleri, liderlerin hezeyanlarını papağan gibi tekrar etmememeleri. Belki o zaman Türkiye kurtulur. Ağızlara biber sürme zamanı çoktan geçti.

Antalya. 25.10.14   



25 Ekim 2014 Cumartesi

16 Ekim 2014 Perşembe

seVan Nişanyan: Panel&Sergi


seVan Nişanyan: Panel&Sergi
Aykırı bir Ermeni Entellektüeli / orantısız zeka
Tarih 21 Ekim 2014 – Saat: 18.30
Yer: Gentrogan Lisesinden Yetişenler Derneği
Adres: Prof. Celil Öker Sok.No:2, Harbiye
Şişli / İstanbul 

Ümüş, Eylül...




Hazırlayan: Hasan Şahingöz
İletişim Adresi: 
1 Nolu F Tipi Hapishane
C tek 55
TEKİRDAĞ.

6 Ekim 2014 Pazartesi

TİHC (Türkiye İmam Hatip Cumhuriyeti)...



Fikret Başkaya

“Dil sorununun şu ya da bu biçimde başgösterdiği her durumda, bu bir dizi başka sorunun kendini dayattığını gösterir: yönetici sınıfın biçimlenip genişlemesi, yönetici gruplarla ulusal halk kitlesi arasında daha yakın ilişkiler kurma gereksinimi, yani kültürel hegemonyanın yeniden örgütlenmesi…”
                                                                                                                             Antonio Gramsci

Her ne kadar kısa bir yazıda, TC’nin (Türkiye Cumhuriyeti)  neden ve nasıl TİHC’ ye  (Türkiye İmam Hatip Cumhuriyeti) dönüştüğünü anlatmak zor olsa da, bu bir deneme girişiminde bulunmamıza, bir başlangıç yapmamıza engel değil.

Osmanlı İmparatorluğu’nun  son yüzyılında, özellikle de 1830’lu yıllardan başlayarak, çekingen, ikircikli ve güdük de olsa bir sekülerleşme süreci yol alıyordu. Cumhuriyet’e geçişle bu süreç hızlandı. Özellikle eğitim ve hukuk alanlarında olmak üzere, önemli gelişmeler sağlandı. Velhasıl TC, laiklik tercihi yaptığını ilân etmişti. Fakat tevatür edildiğinin aksine, retorik realiteyle pek örtüşmüyordu. Hilafetin ve onun temel aracı olan “Meşihat Makamı” ve Şeyhülislamlık tasfiye edildi ama onların  yerini Diyanet İşleri Başkanlığı aldı. Başka türlü söylersek, din, devletin göbeğinde yer almaya devam etti.

Oysa, gerçek anlamda laiklikten söz edebilmek, üç koşulun varlığıyla mümkündü: 1. Devlet tüm dinler, mezhepler, inançlar, kültürler ve etnik unsurlar karşısında nötr ve eşit mesafede durmalıydı – Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum devletin merkezini işgal ederken, bu koşul gerçekleşmezdi- ; 2. Emekçi halk kitleleri lehine dönüşümler gerekiyordu, politik-ideolojik planda yapılan reformlara, sosyal reformların eşlik etmesi, insanların yaşamında bir iyileşme yaratılması gerekiyordu. Topraksız az topraklı köylüleri topraklandırmak, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önünü açmak gibi; ve 3. Geleneksel ideolojiyle cepheden bir hesaplaşma gerekiyordu. Başka türlü söylersek, dinde bir reformasyon yapılması gerekiyordu. Son tahlilde din de bir ideolojidir ve bu niteliğinden ötürü de yoruma tabidir. Zamanın ihtiyaçlarıyla uyumlu, toplumun önünü açıcı yeni bir din (İslam) yorumu gerekiyordu. Öyle bir şeyin o zamana kadar yapılmamış olması, onun imkânsız olduğu anlamına gelmezdi... Aksi halde yalpalamalar ve geri dönüşler kaçınılmazdı.

Cumhuriyet rejimi ilk yıllarında ikircikli bir yol izledi ve seçici davranma yolunu seçti. Hilafetin ve Saltanatın tasfiyesiyle ayrıcalıklı statülerini, pozisyonlarını ve prestijlerini kaybeden unsurların muhtemel etkinliğini kırmak amacıyla, yer yer dini baskı altına alınırken, rejim yanlısı din uleması da ödüllendiriyordu. Nitekim, Mustafa Kemal tarafından mebus (milletvekili) tayın edilen şeyhler vardı... 1945-50’den sonra dine yaklaşım değişti. 1948 yılında ilkokulların 4 ve 5’inci sınıflarına isteğe bağlı din bilgisi dersi ve aynı yıl İmam Hatip Yetiştirme Kurslarıyla başlayan süreci, ilahiyat fakültelerinin açılışı izledi. 1949 yılında da 10 ilde 10 ay süreli  İmam Hatip Kursları açıldı. 1950’de tüm vaizler maaşa bağlandı. Ayı yıl Arapça ezan okuma yasağı kaldırıldı (aslında ezanın nasıl okunacağına devletin değil, ilgililerin karar vermesi gerekirdi, dolayısıyla ezana karışmak yanlıştı), devlet radyolarında Kur’an-ı Kerim yayınları başlatıldı. İlkokul öğretmenlerine Din derslerini verme mecburiyeti getirildi... Ve 1951’de 4 ilde 7 İmam Hatip Okulu açıldı. 1953’de Ankara Radyosunda “Din ve Ahlâk Saati” başlatıldı. 1954 yılında 4 yıl olarak tasarlanan İmam Hatip Okulları’na 3 yıllık lise kısımları da eklenerek, öğretim yılı 7’ye çıkarıldı... 1959 yılında Yüksek İslam Enstitüsü kuruldu. 1961’de de Din Eğitimi Müdürlüğü kuruldu... 1976 da bir “yenilik” daha yapılarak kız öğrenciler de İmam Hatip Okullarına alınmaya başlandı...

1970 yılından itibaren, din temelli siyasi partilerin faaliyetine izin verildi. 12 Eylül askeri darbesiyle de Türk-İslam Sentezi, devletin başat ideolojisi haline getirildi. Zorunlu din dersi dayatıldı. O zamandan sonra rejimi [devlet aygıtını] ve toplumu dinîleştirmek üzere sinsi ve açık bir rota izlendi. Türkiye Cumhuriyeti  islâmi rejim hüviyeti kazanma yolunda hızlı bir tempoyla yol almaya devam etti. Artık İhvan’ın [ Müslüman Kardeşler] Türkiye versiyonu gerçekleşme yolundaydı...

28 Şubat “post-modern” darbesi sonrasında 8 yıllık temel eğitime geçişle, İmam Hatip Okullarının ve öğrenci sayıları azalsa da, bu geçici bir durumdu. 2002 yılında AKP’nin iktidara gelişiyle süreç hız kesmeden devam etti. 2013-14 eğitim yılında İmam Hatip Ortaokulu ve liselerindeki öğrenci sayısı yaklaşık 700 bini, okul sayısı da 2 bin 300’’aşmıştı...

İmam Hatip Okulları, sadece İmam ve Hatip yetiştirme amacıyla açılmadı!

Eğer amaç gerçekten İmam-Hatip ihtiyacını karşılamak olsaydı, o zaman ihtiyaca cevap verecek kadar okul açılır ve öğrenci alınırdı ama asla kızlar bu okullara alınmazdı. Söz konusu olan bir meslek okuluysa ve kızların İmam-Hatip olmaları da dinen mümkün olmadığına göre... (Aslında kızların bu okullara alınması, toplumu dinîleştirmenin etkin bir aracı olarak görülüyordu).  O halde bu abartılı yaklaşımın asıl nedeni ne  idi? Asıl amaç, özellikle 1950’li yılların sonralarından itibaren toplumun sola meyletmesini engellemek, eşitlikçi, özgürlükçü bilincin yeşerip-filizlenmesini, toplumsal uyanışı engellemek, civcivi yumurtadayken ezmekti. İmam Hatip Okullarının açılması ve sayılarının hızla artmasıyla, devlet destekli “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kurulmasının aynı zamana rastlaması bir tesadüf değildi... Böylece Türkiye’nin gerici mülk sahibi sınıfları kendilerini güvenceye almak istiyorlardı. Amaç genç nesillerin bilincini köreltmek, onları eleştirel düşünceden uzaklaştırmak, itaatkâr, soru sorma, şüphe etme, gerçeğin peşine düşme yeteneği olmayan, egemen sınıfların ihtiyacına cevap veren bir nesil yetiştirmekti...  Elbette o zaman “asıl amaç” bu günkü netlikle ifade edilmiyordu. Açıkça “dindar bir nesil yetiştiriyoruz” demiyorlardı...

Fakat dinin solun ve demokratik yükselişin önünü kesmek üzere ‘araçlaştırılmasını’ isteyen sadece Türkiye’nin mülk sahipleri sınıfları değildi. Dönemin yeni hegemonik gücü olan ABD’nin de, sola yönelişin engellenmesi için, dinin araçlaştırılmasında çıkarı vardı. Zira, Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttüğü “soğuk savaşın” bir de “sıcak ayağı” vardı: Üçüncü Dünya’da kabaran ulusal bağımsızlık mücadelelerini, özerkleşme iradesini ve kalkınma çabalarını engellemek, dolayısıyla emperyalizmden kopuş girişimlerinin önünü kesmek... Bunun için de tüm Müslüman ülkelerde dinin emperyalist çıkarlar için araçlaştırılmasını ve kullanılmasını sağlamak! İçerde bu amaca uygun hareket eden bir kesim de, dini [İslam’ı] bir kâr, kazanç, rant  ve servet edinme aracı olarak gören ve o amaçla kullanmak isteyen, İslamcı ve/veya “Siyasal İslamcı” denilen unsurlar, tarikatlar, cemaatlerdi... Bunların ortak amacı seküler-laik-özgürlükçü-eşitlikçi-demokratik yükselişi etkisizleştirmekti... Bu vesileyle , “Siyasal İslam” denilenin aslında bir ABD-Suudi ortak yapımı olduğunu da unutmamak gerekir

Laiklik pratiğinin sakatlığından kaynaklanan bir dizi uygulama da, oportünist dincilerin ve dini kullanarak siyasi iktidarı ele geçirmek isteyen unsurların işini kolaylaştırdı...Yetişkin bir üniversite öğrencisinin başını örtmesini yasaklamak gibi... Fakat “Türban kozu”, toplumu kutuplaştırmanın bir aracı haline getirilmişti. Böylece Türban tartışmaları hem ülke gündemini meşgul etmenin, asıl sorunların tartışılmasını engellemenin etkin bir aracıydı ve hem de oportünist dincilere iktidar mücadelesinde önemli bir avantaj sağlıyordu (1). Aslında türban bu kesimler için çok zengin bir maden cevheri keşfetmek demekti... O kadar ki, 9-10 yaşındaki kız çocuklarına  türbanı dayatırken, bunu hâlâ özgürlük adına savunabiliyor olmaları ibret vericidir. Aslında bu çocuklar için değil anne ve babalar için bir “özgürlüktür”... Ve kadını bir cinsel obje olarak görmek, ayrımcılığı ilkokul çağından başlatmaktır. Üstelik başını açıp-kapatmanın da özgürlükle uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur... Sadece bireysel bir tercihtir son tahlilde... Fakat hızları bir türlü kesilmiyor. Nitekim opera ve bale sanatçılarının kolsuz penye, şort ve tayt giymelerini yasaklamaları, daha nereye kadar gidebileceklerinin de  bir göstergesi sayılmalıdır. Oysa türban takmayı bir “özgürlük kategorisi” olarak sunmaya çalışanların bu dünyada ve hiç bir zaman, özgürlük, sosyal eşitlik, kadın hakları, demokrasi diye bir sorunları olmadı ve zaten olması da mümkün değildi. Zira varlıklarını ancak bunların yokluğuna borçlu olduklarını çok iyi biliyorlar... Türkiye’de kadınların yegane sorunu türban mıydı? Kadınların maruz kaldıkları onca ayrımcılığı, haksızlığı ve eşitsizliği, aşağılanmayı hiç sorun ettiklerini duydunuz mu?  Oysa, asıl amacın kadınları özgürleştirmek olmadığı, eve hapsetmek, köleleştirmek olduğu ilgili herkesin malûmudur... Amaç kadınların sosyalleşmesini, sosyal yaşama aktif ve etkili katılımını, görünürlüklerini engellemektir. Akılları-fikirleri cins ayrımını kaşımak ve dayatmak, toplumu kutuplaştırarak iktidar olup, ranta el koymak... Malûm, iktidar olmanın öteki adı bütçeyi ve hazineyi yağmalamaktır. 12 yıllık AKP iktidarına bak anlarsın denecektir...

İmam Hatip Okulları’ya ilgili “resmi söylem”, asıl niyeti gizliyordu. İşte “İmam Hatip, ihtiyacını karşılamak”, “Aydın din adamı yetiştirmek!”, vb... Süleyman Demirel 1960’lı yıllarda başbakan iken, hızını alamayıp, bu okulların “taassuba karşı açılmış aydınlık pencereler” olduğunu söylemişti...  Eğer öyleyse tüm okulların İmam Hatibe dönüştürülmesi iyi bir fikir olmaz mıydı?.. Nitekim bu gün bu yönde çabaların yoğunlaştığını söylemek mümkün... Cumhurbaşkanının oğlu Bilal Erdoğan ve ekibinin Türkiye’yi “aydınlık pencerelere açma” konusundaki gayretleri biliniyor...

Aslında İmam Hatip Okulları aracılığıyla “bilinç dünyasının” biçimlendirilmesi, Türkiye’deki mülk sahibi tüm kesimlerin ve yönetici politik sınıfın bilinçli bir tercihiydi... Nitekim, 1960- 1966 yılları arasında Genel Kurmay Başkanı, 1966- 1973 yılları arasında da Cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay: “Bu günkü okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu okullardan mezun olan gençlere Devlet idaresi teslim edilemez. On yıl sonra bunların hepsi iş başına geçecekler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz laik okullara karşı İmam Hatip Okullarını bir “alternatif” olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu okullarda yetiştireceğiz”, demişti... Netice itibariyle yetiştirdiler ve yerleştirdiler... Devlet aygıtına öylesine yerleştirildiler ki, şimdilerde “yerleşikler” arasında şiddetli bir iktidar ve rant savaşı devam ediyor... Birlikte “yerleşenlerin” bir bölüğü diğerini tasfiye etmeye çalışıyor. Bu iktidar mantığının bir gereğidir... Cumhurbaşkanı olan bir zâtın, bu ülkenin gençlerini düşman olarak görüyor olması acaba hiç sorun edilmiş midir?

Tümgeneral Mahmut Boğuşlu’ da Amerikancı cunta yıllarında (1981) etkin bir mevkide iken, şöyle diyordu: “ Din adamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü meslekten; hakimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından, yeni tür bir din adamı yetiştirilmelidir. Bu arada sayıları son yıllarda artan İmam Hatip Okulları reorganize edilmeli, bu okullara endüstriyel, ticari, turistik, vs. hüviyetler kazandırılmalıdır”... Aslında artık generalin arzusunun gerçekleştiğini, reel olarak tüm okulların  adı konmamış birer İmam Hatip Okulu’na dönüşmekte olduğunu söylemek bir abartma sayılmaz... Eğer bu rotada ve bu hızla ilerlenirse, yakın bir gelecekte Cami ve mescitlerle okullar arasındaki ilişki bütünüyle değişecek ve okullar camilerin birer mütemmim cüzü haline gelecek...

Din, inanç, bireyin özelini, kişisel alanı angaje eden bir şeydir ve öyle kalması gerekir. Dinin başka amaçlar için araçlaştırılması kabul edilebilir değildir. Din kamu alanına “karıştığında”, işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır. İşte bu nedenle laiklik ilkesi son derecede önemli ve vazgeçilmezdir. Laikliğin olmadığı yerde  özgürlükler güvence altında olmadığı gibi, demokrasi de mümkün değildir. Dolayısıyla neden söz ettiğini bilmek önemlidir...

Demokrasi diye diye: Faşizme koşar adım...

AKP, 2010 anayasa referandumundan sonra artık gerçek niyetini gizlemeyi bir yana bıraktı ve rejimi hızla bir parti-devlet rejimine dönüştürdü. Zaten etkisiz olan parlamento bütünüyle by-pas edildi ve TBMM bir tür parti-devletin yasa fabrikası haline getirildi... Parti-devlet rejimi geçerliyken, kuvvetler ayrılığının da artık esâmesi okunmaz. Özgürlükler de parti-devletin ağzıyla konuşanların  özgürlüğüne indirgenir. Basın özgürlüğü “birlik ve beraberliğin” ve “istikrarın” düşmanı olarak görülür. Yargı, parti yargısına dönüşür. 17-25 Aralık rezaleti sonrasında yargının ne menem bir şey olduğu âyan-beyan ortaya çıktı... Artık tek adam, tek parti rejimi çoktan yerleşmiş bulunuyor. Gerçek durum böyleyken, parti-devletin adamları ve akademinin bazı çok ünvanlı üyeleri, her ağızlarını açtıklarında “demokrasiden” söz ediyorlar ama “her söz her ağıza yakışmaz” denmiştir. Türkiye’nin içine sürüklendiği durum artık, “sivil vesayet”, “otoriterleşme” gibi kavramlarla ifade edilebilir cinsten değil. Hızla faşizme doğru yol alınıyor. Gerici, halk düşmanı neoliberal politikalarda böylesine bir inatçı ısrar söz konusuyken, faşizme yelken açmak kaçınılmaz ama bu gidişatın karşısına dikilmek ve oyunu bozmak da gayet mümkün... Bunun için de gerçekten sorumlu yurttaşlar gibi davranmak ve haysiyetli bir tavrın gereğini yapmak yeterli... Eğer birileri böyle yapıyorsa, siz de neden başta türlü yapmayasınız? Böyle kritik bir durum söz konusuyken, iki türlü tavır mümkün: Şeyleri, olup-bitenleri uzaktan seyretmek, “istikrarlı” birer sayın seyirci olmaya devam etmek; veya bu kepazeliğe müdahale etmek üzere ayağa kalkmak... Velhasıl bir üçüncü yol yok!


(1). Bkz: Fikret Başkaya “Başörtüsü üzerinden yürüyen iktidar mücadelesi veya Siyasal İslam’ı  anlamak! ”, www.ozguruniversite.org



Ablamın vefatı…



Dr. İmet Turanlı
  
Güzel insanlarda ölürmüş!

Annem derdi ki ablama ‘’ İsmet kız olsaydı, evde kalırdın’’. Bu benim erkek evlat olmamdan kaynaklanıyordu. Yoksa ablamın fiziki güzelliğinden çok ruhu güzeldi. Onun için diyorum ki ‘’ Güzel insanlarda ölürmüş.’’

 Annem ablamın hamileliği hakkında şunları söylerdi. ‘’ Mersin de sürgünde idik. Haci Bedir Ağa mebus olmasına rağmen kardeşi Zeynelin hapisanede olmasına çok üzülmüştü. Üzüntüsünden kalp sektesi geçirip, vefat etti. Harf inkılabı olmuştu, fakat Adviyeye hamile olduğum için yeni alfabeyi öğrenemedim’’. Onun içinde mektuplarını eski harflerle yazardı.

 Ablam menzil köyünde doğduğunda babam çok mutlu olmuştu. (1929).

 Babamın feci araba kazasında vefatında ben iki yaşında, kardeşim daha doğmamıştı. Ve annem bize hem anne, hem de babalık etmişti. Bize insanlığı, sevgiyi, güzellikleri aşılamıştı. ‘’Herşey güzellikle, herşey sevgi ile hallolur. Sakın kavga etmeyin, ne kimseye küs olun, nede sıkı fıkı olun derdi. ‘’ İşte biz bu öğütlerle yetiştik. Ablamın etrafınca sevilmesinin temelinde işte bu öğütler vardı.

 Size ablamın iki insanca davranışına misal vermek isterim. Mersinde oturmağa karar verince bir daireyi daha inşaat halinde iken satın almıştı. Denize nazır dairenin iç dızaynını kendisi yapmıştı. Mutfağı oturma odasının yanına, pencereyi tüm camdan yaptırmıştı. ‘’Bana mutfakta hizmet edeceklerde benimle ayni manzarayı gözlemlesin’’ diyordu. Ben hiç bir evde mutfağın ön tarafta olduğunu görmedim. Mutfakta ona senelerce , vefakar hizmet eden Elif hanımın bayramlarda elini öperdi. Bu türlü davranışıda hiçbir annede müşahede etmedim. Dahası var. Teyzemin mali durumu bozulunca onun hac ziyareti biletini alırken, Elif hanımıda hacca göndermişti.

  Kendisi dayımla kızlarının Mekkede olduğu bir zamanda URME’ye gitmişti.

 Onun benim hayatıma istikamet veren iki çok ciddi kararı olmuştu.

 17 yaşına girdiğinde Malatya da akrabalardan ve zengin ailelerden evlenme teklifi gelmişti. Ali dayım ( Dengir’in babası) dedeme telgraf çekerek Ablamı Hüseyine iste demişti. Dedem o telgrafla gelince öteki müracaatları red etmiştik. Fakat annem ablamın fikrini ve kararını öğrenmek için teyzemi vazifelendirmişti. ‘’ Düşündümki Hüseyin ne de olsa akrabamız, sırasında kardeşlerimede sahip çıkar.’’ O kararı verirken beni düşünmüştü. O ileri görüşü hakikat oldu ve Hüseyin dayım Remziyi Almanyaya tahsile gönderdi, hatta evlendirdi. Benim yurtdışına çıkacağım zaman ‘’ Ben iltimas edip senin için bakandan izin alamam’’ demişti. Bense üç gün açlık grevi yapmış, Ulusta bir otele kapanmıştım. İsteğim olmazsa eve gelmeyeceğimi söylemiştim. Ablam Samet Ağaoğlu dahil üç bakanı aramış ve benim yurt dışına çıkmamı sağlamıştı. Her buluşmamızdada bana mali destek vermişti.

Orta okula başlamıştı. Fakat dedem daha fazla okumasını istememişti. O zamanlar maalesef kız çocuklarına tahsil ananelere uygun değildi. Nasıl olsa evlenecekler, tahsil neye yarar deniyordu. O ilk okul tahsiline rağmen Ankaraya yerleşince Ankaradaki siyasilere kısa zamanda uyum sağlamıştı. Onların eşleriyle buluştuğunda Briç, Bezik, Konken oynayarak muhitini genişletmişti.

Ankarada siyasiler akşamları ya Demirspor lokalinde, yahut Ankara palasta veya Gar gazinosunda akşam yemeği yerler, eğlenirlerdi. Dans eğitimi almadan kavalyelerine uyum sağlıyordu.

 Bir akşam Demirspor lokalinde otururken sağında cumhurbaşkanı, solunda meclis başkanı Koraltan oturuyordu. Bayar valilerden şikayetçi olunca ablam ‘’ CHP devrinde valiler ayni zamanda illerde parti başkanlığı yapıyordu. Sizinde 300 den fazla mebusunuz var. 61 mebusunuzu vilayetlerde parti il başkanı yapın, halkla ilişkilerinizi onlar sağlasın.’’ Bayar karşısında oturan dahiliye vekili Dr. Namık Gediğe dönerek ‘’ Fıratın akıllı eşi bize çok güzel bir fikir verdi. Bu hususta sizden öneri bekliyorum’’ dedi.

 Kendini sevdirmek için herkese güzel öğütler verirdi. Çok çabuk saygınlık kazanırdı. Mayıs ayında ellinci evlenme yıl dönümümü kutlarken büyük kulüpte, dünya çapında yazarımız Yaşar Kemal abiyi ve eşi Ayşe Baban’ıda davet etmiştim. Ablam Ayşe hanımın yanında oturuyordu. Onunla kısa smalltalk yapıyordu. Bu kısa buluşmaya rağen vefatının ardında üzüntğlerini ifade eden Ayğe hanımın sözleri beni şaşırttı.’’ Ne hanımefendi, ne sevimli bir kadındı. Hayran oldum sözlerine’’ derken telefonda ağlamaklı idi.

 Kanarya adalarında mukim baldızım Rosmarie beni teselli etmek için Thomton Wilder’in sevdiklerini kaybedenler için sözlerini göndermiş.’’Yaşayanların bir memleketi vardır,ve ölülerinin.Onlar arasındaki köprüyübağlayan SEVGİDİR, tek geriye kalan’’.

 Bugün Hürriyette Ayşe Arman çok sevdiği bir genç kadının kanserden ölümü arkasında yazdığı bir makale beni çok duygulandırdı. Bu makale sanki ablam için yazılmıştı. ‘’ Ah Ann... Güzel Ann...

‘’ Ölümüde güzel olu. İstemezdim gitmek ama gitmek zorundayım.Haftalarım kaldı,ben ölüyorum.Ablam karaciğer kanserine yakalanmıştı. Ta lise sıralarında, sonra tıbbıyede en yakın arkadaşım ,Florence Ninghtıngale hastanesi baş hekimi arkadaşım Dr. Mücahit Atmanoğlu ona kendi ablası kadar yakınlık göstermiş teşhis ve tedavisine yardımcı olmuştu. ‘’ Mücahit diyorki İsmet benim en sevdiğim arkadaşım, sizde benim ablamsınız’’ diyormuş ve heran onu aramak, hastanede hiç bekletmeden doktorları çağırıp ona hizmet etmesini sağlamış Teşekkürler Mücahit. Ann ‘ın yaptığı gibi ablamda ölmadan kısa bir müddet önce çocuklarını, torunlarını ( 13 torunu vardı. Hatta torunun çocuğunuda görmüştü) büyük kulüpte toplamış yaşam hakkında onlara tavsiyelerde bulunmuştu. Ölümünden sonrada onları düşünüyordu.

 Şöyle bitirıyor Arman makalesini. ‘’ Senin gibi cesur bir kadının arkasından ağlanmaz. Sadece ‘güle Güle’’ denir. Ve mayası cennet olana, cennet dilenmez. O, cennettin ta kendisidir.. Giderken, öğretene de ‘’ Elveda denmez. Çünkü o aslında hiç gitmezz...’’

 Ablam oğlu Osamnı kaybedince sanki ona kavuşmak için ölüme gitmeği acele ediyordu. ‘’İsmet dayanamıyorum diyordu.’’

 Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.!


Antalya. 02.10.14