23 Nisan 2013 Salı

Barış Sürecinin Nesini Destekliyorum?




Cemil Gündoğan

MIT-Öcalan mutabakatı üzerine son dönemde kaleme aldığım yazılara gözü ilişen arkadaşların bir kısmı soruyor: “Süreci destekliyor musun, desteklemiyor musun?” Soru yoğunlaşınca, konuyu öne almak zorunlu hale geldi.
Tahmin edileceği gibi cevabı oldukça zor bir soru bu. Çünkü her şeyden evvel “barış süreci” denilen şeyin tam olarak neleri içerdiğini bilmiyoruz. Bilebildiklerimizin içinde ise barış umudunu besleyen maddelerin sayısı fazla değil. Buna karşılık ortada bir dizi soru ve sorun var. Bunların bir kısmı müzakerelerin yürütülüş biçimiyle, diğerleri sürecin bizzat içeriğiyle ilgilidir. Girişteki soruya cevap verebilmek için bunların hiç olmazsa en önemlilerini ortaya koyup tartışmak gerekir. Birincilerden başlarsak.
Görüşmelerin bir tutsak tarafından yürütülmesi, biçimle ilgili ilk ciddi sorundur. Öcalan, kitlesel liderliği kanıtlanmış yegâne Kürt politikacısı olarak bir görüşme sürecini başlatabilir, müzakereler sonucunda bir uzlaşmaya varılırsa Kürtler adına bir anlaşmaya imza atabilir veya görüşmelerin çıkmaza girdiği dönemlerde ara bulucu rolü üstlenebilir vs. Bunlar mümkün; ama tutsaklık koşullarında barış müzakerelerini sürdürmek onun değil, sahadaki güçlerin yapacağı bir şey olabilir. Çünkü barış, ancak geniş toplumsal kesimler katılıp sorumluluk alırlarsa kalıcı olabilecek bir şeydir. Bir tutsağın, tam içeriğini bazı devlet organları dışında kimsenin bilemediği görüşmelerle kotaracağı bir uzlaşmanın böyle bir katılım ve sorumluluk dağıtma işlemini gerçekleştiremeyeceği açık. İnsanlar, en kolay, bir işe katılırlarsa sorumluluğunu paylaşırlar.
Denilebilir ki PKK bir lider örgütü olduğu için barış anlaşması yapmak gibi bütün örgütü bağlayacak işleri ancak lider yürütebilir, PKK’nin diğer bileşenleri böyle bir angajmana giremez, onun gerektireceği yaptırım gücünü sağlayamazlar.
Bu, doğru değildir. PKK, dünya çapında örgütlenmiş, devlet-benzeri bir örgüttür. Yani kabaca bir devlet gibi çalışır.  Onun “devlet kurmak istemiyoruz” sözüyle popülerleşen devletsizlik söylemine fazla takılmayınız. Bu yöndeki sözler, bazen gençlik dönemlerinin özgürlükçü romantizmine duyulan özlemin bir ifadesi, bazen kendilerinin dışındaki sol muhaliflerin gönüllerini hoş etmeye yarayacak cafcaflı sözcükler, ama en çok da devletin Öcalan’a yasakladığı ideolojik alanların ve kurguların yerine ikame edilen pırıltılı sözcükler olarak dile getirilirler. Bu tür sözler PKK’nin bazı eylemlerini kısmen etkileyip izah etse bile PKK’nin temel siyasi yönelimini belirleyemez, izah edemez. PKK’nin temel siyasi ve örgütsel yönelimlerini belirleyen, onun silahlı, küresel ölçekli ve devlet-benzeri bir örgüt olmasıyla ilgili ihtiyaç ve pozisyonlarıdır.
Anılan niteliklerinin bir sonucu olarak PKK, isterse barış görüşmelerini de liderleri olmaksızın yürütebilecek bir yapıya sahiptir. Öcalan’ın liderliğinden mahrum kaldıkları yıllarda sağladıkları örgütsel ve siyasal gelişmenin, Öcalan’ın örgüte pratik önderlik yaptığı dönemde sağladıkları gelişmeden daha büyük olması, bunun en belirgin kanıtıdır. PKK’nin Türkiye’de ve Suriye’de sadece son üç yılda sağladığı gelişme bile Öcalanlı dönemde sağladığı bütün gelişmeyi katlayacak çaptadır. Öcalansız olarak bu gelişmeyi sağlayabilenlerin, barış sürecini onsuz yürütemeyeceklerini iddia etmek, ikna edici olamaz. Kaldı ki hem uluslararası denklem hem de Türkiye’deki iç bölünme, bugün böyle bir şeyi gerçekleştirebilmeleri için PKK’lilere her zamankinden daha uygun fırsatlar sunmaktadır.
Ne var ki PKK yöneticileri, bütün bu güç ve pozisyonlarına rağmen Öcalan’ın MİT’le sağladığı ve muhtemelen tamamını kendilerinin de bilmedikleri bir mutabakatı fazla tartışmaksızın kabul etme yolunu seçtiler. Onların bu tercihlerinin nedenleri üzerinde uzun uzadıya tartışılabilir. Bu yazıda bizi ilgilendiren nedenlerden ziyade muhtemel sonuçları olduğundan buna girmiyorum.
Sonuçları bakımından ele alındığında, bu tercih bir boyunduruğu ifade eder ve bu, barış adı verilen sürecin bundan sonraki her aşamasında PKK yöneticilerinin boynunu sıkmak için kullanılacaktır. Hem de bizzat Öcalan üzerinden. Başbakanın danışmanı Yalçın Akdoğan’ın Kandil’dekilerden rahatsızlık duyduğu her durumda, “Şimdi Öcalan dağdakilere bir mektup daha yazar, onlar da nasıl konuşmaları gerektiğini anlarlar,” mealinde konuşmalar yapması, bu boyunduruğun nasıl işlediğine dair bir fikir veriyor.
Stratejinin temel kurallarından biridir: sürecin başında yığınakta yaptığınız bir yanlış, sürecin sonraki aşamalarında her seferinde biraz daha büyümüş olarak karşınıza dikilir. PKK yöneticilerinin kendi elleriyle kendi boyunlarına taktıkları boyunduruk da bu kurala uygun olarak işlemektedir, işleyecektir. Açın bir, bir-buçuk ay önceki Özgür Politika gazetesinin sayılarını, göreceksiniz ki neredeyse bütün PKK yöneticileri, o dönemler “Statü kabul edilmeden bu işler konuşulmaz bile!” noktasında idiler. Ve asgari sınır için çektikleri bu çizgiden o kadar emindiler ki, Newroz gösterilerinin temasını bile “Kürtlere statü, Öcalan’a Özgürlük” diye belirlemişlerdi. Aynı yazarların bir de bugünlerdeki yazılarına bakın, “statü” kelimesini artık kullanmadıklarını görürsünüz. Öcalan, kendilerine “statü türü şeyler önemli değil,” mealinde bir mesaj yollayınca kızılcık şerbeti içip statü sözcüğünü sözlüklerden çıkarmak zorunda kaldılar.
Anadilde eğitim talebinin başına da aynı şey geldi.   
Ama en dramatik olanı herhalde “gerillaların Meclis kararı olmadan dışarı çıkmayacakları” koşulunun başına gelenlerdi.  PKK yöneticileri, çıkış için yasal güvence diye özetleyebileceğimiz bu koşula o kadar vurgu yaptılar ki sonunda bir tür kırmızı çizgiye dönüştürdüler.
Niye böyle yaptılar?
Çıkışta güvenlik ihtiyacı, akla ilk gelen hususlardan.
Çıkışın kanun şartına bağlanmış olmasını, Öcalan’ın müzakerelerdeki maharetinin belirtisi olarak algılamış olmaları bir diğer teşvik edici faktör olabilir.
Liderin gerillasına sadakatine dair bir imaj yaratma gayretini de gözden uzak tutmamalıyız: Statüden ve hatta anadilde eğitim gibi temel bir haktan bile vazgeçen bir lider, yoldaşlarının yeni yerlerine güven içinde ulaşabilmeleri konusunda güvenceden vazgeçmiyorsa bu, onun gerillalarına sadık bir lider olduğunu gösterir. Gerillalara bu hissi vermek hayli rahatlatıcı olsa gerek.
Fakat Hükümet’in, gerillaların çıkışıyla ilgili olarak ilk başlarda bir meclis kararından bahsedip sonraları “bu Meclis’in değil, Hükümet’in işidir” diyerek yan çizmiş olması, dikkatlerimizi daha klasik bir ihtimale çevirmemiz gerektiğine işaret ediyor: PKK yöneticilerine, çıkış için yasal güvencenin bir mutabakat maddesi olduğunun söylenmiş olması ihtimaline. Bu bilgiye sahip PKK yöneticileri, mutabakat gereği zaten gerçekleştirilecek olan bir şeyi iyice belirtikleştirip PKK’nin kırmızı çizgisiymiş gibi sunarak PKK’nin statü ve anadilde eğitim konularında zedelenen imajını kısmen telafi edebilecek küçük bir “zafer” elde etmeyi planlamış olabilirler. Böyle bir “zafer”, PKK gerillalarının ülkeyi birer suçlu gibi değil de birer özgürlük savaşçısı gibi terk ettikleri görüntüsünü verebilmek bakımından da yararlı olurdu.
Ne var ki bu hesap da stratejiyle ilgili anılan prensibin katılığı karşısında tutunamadı: Öcalan, “Çıkış için Meclis’ten kanun yerine Meclis’te bir komisyon yeterlidir,” mealinde bir mesaj yollayınca, PKK yöneticileri, cezaevine koşulsuz biçimde tabi olmakla nasıl bir stratejik hata işlediklerini bir kere daha görmüş oldular.
Hükümetin çıkış için yasal güvenceyle ilgili anılan manevrası, İmralı sürecinin yürütülüş tarzına yöneltilen eleştirilerin aslında sadece biçimle ilgili olmayıp doğrudan sürecin içeriğiyle ilgili olduklarını göstermektedir. Bir tutsakla bir gizli servisin içeriğini bazı devlet organları dışında hiç kimsenin tam olarak bilemeyeceği müzakerelerle oluşturacakları şey, gerçek bir barıştan ziyade kapalı kapılar ardında kotarılmış kumpaslar serisi olabilir. Bir kumpasla kabul edilen bir şeyin takip eden kumpasla inkâr edilmesi ise bu işin mantığı gereğidir.
***
Bir diğer kuşkulu nokta, İmralı sürecinin dünyadaki diğer barış görüşmelerinde görülenin tersine yürüyen bir gelişme seyri izlemesidir. Dünyanın başka yerlerinde isyancı gruplarla onları ezen devletler arasındaki barış görüşmeleri kural olarak şöyle bir yol izlemiştir: İsyancı taraf, temsilcisi olduğunu ileri sürdüğü sınıfın, ulusun, dinin, mezhebin vb. haklarını öne çıkarıp bunlara yasal ve mümkünse uluslararası garantiler temin etmeye çalışan bir müzakere hattı izlerken; devlet tarafı, konuyu anti-terörizm perspektifine hapsedip isyancı grubu silahsızlandırmanın teknik ayrıntılarına yoğunlaşan bir müzakereyi tercih eder. Devletin görüşme masasına oturmasını sağlayan en önemli faktörlerden biri isyancının elindeki silah olduğundan, isyancı taraf asgari taleplerini garanti altına almadan veya bu yönde uluslararası nitelikte bir uzlaşma eğilimi ortaya çıkmadan silah bırakmanın teknik teferruatlarını tartışmaya girmez. Bu yöndeki tartışmalar, devletin isyancı grubun temel haklarını karşılamak yönünde adımlar atmasıyla başlar ve karşılıklı adımlarla ilerler.
İmralı görüşmelerinde ise bunun tersine bir yol tutulmuş görünüyor. Örneğin Hükümet Kürtlerin temel haklarıyla ilgili hiçbir adım atmadan Öcalan gerillaların yurt dışına çıkarılmasını emrediyor. PKK’li olsun veya olmasın Kürt hareketi saflarında sıkça dile getirilen “Yoksa oyuna mı getiriliyoruz?” sorusu, büyük ölçüde buradaki terslikten besleniyor.
Peki, İmralı’daki görüşmelerden barış çıkabilmesi için görüşmelerin illa ki dünyadaki barış görüşmelerinde gözlenen genel kalıba uygun biçimde mi yürütülmesi gerekir?
Hayır, böyle bir zorunluluk yoktur. Değişik ülkelerde bu iş değişik biçimlerde başlayabilir. Sürecin nasıl başladığından çok, nasıl yürütülüp nasıl bir sonuca ulaştırılacağı önemlidir. Yanlış başlamış bir süreç bile bazı koşullarda düzeltilip doğru sonuca ulaştırılabilir.
Bu cümleden olmak üzere MİT-Öcalan görüşmeleri de pekâlâ Türklerle Kürtlerin barışına götüren bir başlangıç noktası olabilir. Teorik olarak böyle bir olasılığın varlığı dışlanamaz. Ne var ki MİT-Öcalan mutabakatından gerçek bir barış çıkarabilmek için bu görüşmelerin arkasını doğru biçimde doldurmak, alandaki gerçek aktörleri kucaklayacak bir müzakere sürecine dönüştürmek ve gerçek güç ilişkilerine uygun bir şekilde neticelendirmek gerekir.
Peki, var mıdır MİT-Öcalan görüşmelerinin bu tür bir sonuca ulaşabilme şansı?
Uluslararası gözlemcilerin, Kürtleri yavaş yavaş “Ortadoğu’nun yükselen gücü” kategorisine yerleştirmeye başladığı bir dönemde, Devlet Kürtlerin haklarıyla ilgili hiçbir adım atmamışken gerillaları yurt dışına göndermeyi kabul etmenin neresi bu sonuca uygun bir müzakere olarak adlandırılabilir?
Gerillaların, Kürtlerin siyasal, toplumsal ve kültürel hakları alanında hiçbir adım atılmadan Türkiye dışına çıkarılmasına ilaveten bu işin Suriye’de bir çöküş başlamadan evvel bitirilmeye çalışılması, İmralı süreci üzerindeki kuşku bulutlarını iyice arttırıyor. Devlet bu iki işi bir arada gerçekleştirmeye çalışınca, kafalarda, onun Kürtlerle barışmak için adımlar atmaktan çok muhtemel bir bölgesel savaşa hazırlanmakla meşgul olduğu düşüncesi oluşuyor. Özellikle de Yeni-Osmanlıcı yayılmacılığın şifre sözcüklerinden biri olan Misak-ı Milli’nin Abdullah Öcalan tarafından da benimsenip Kürtler için bir hedef olarak ilan edilmesinden sonra.
***
Yukarıda sıralananlar barış sürecinin yürütülüş tarzıyla ilgili kuşku uyandıran noktalardan birkaçıdır. Fakat insanların İmralı sürecinin arkasında Ali Cengiz oyunları aramaları, sadece işin yürütülüş şekliyle ilgili sorunlardan kaynaklanmıyor. Asıl sorunlar, İmralı sürecinin doğrudan içeriğiyle ilgilidir. Okurlar uzun yazı sevmediği için meselenin bu yanı gelecek yazıya kalıyor. Barış süreci denilen projede neyi destekleyip neyi destekleyemeyeceğimize ancak onları da özetledikten sonra karar verebiliriz.
2013-04-23

Hiç yorum yok: