27 Şubat 2009 Cuma

من بعدك - SENDEN SONRA





ماجد أبوغوش


من بعدك
لا شيء يهم
ضوء القمر
هدوء الليل
أو لون الخد

من بعدك
لا شيء يهم
إرتجاف القلب
اللمعة في العينين
أو لمسة اليد

من بعدك
لا شيء يهم
طعم القهوة
سحر التبغ
أو نشوة الموجة
في الجزر وفي المد

من بعد
لالالا شيء يهم

* * * * * * * * *
Senden Sonra

Macid Ebu Goş

Senden sonra,
Ne ay ışığı
Ne gece sessizliği
Ne de yanak rengi
Hiç bir şey ilgilendirmiyor!

Senden sonra,
Ne kalp çırpınışı
Ne göz pırıltısı
Ne de el dokunuşu
Hiç bir şey ilgilendirmiyor!

Senden sonra,
Ne kahve tadı
Ne sihirli tobak
Ne coşkulu dalgalar
Ne de ”med ve cezir”
Hiç bir şey ilgilendirmiyor.

Senden sonra
Hiç, hiç, hiç bir şey ilgilendirmiyor!...

--------

Çeviri: Faiz Cebiroğlu

19 Şubat 2009 Perşembe

Muhammed al-Astal / محمد الأسطل *




ماجد ابو غوش


على خد البرتقالة
نامت النحلة
على خد السحابة
نامت النجمة
على باب غزة
نامت الغزالة
وفي عين الغزالة
ينام الشهيد


* طفل شهيد من غزة

----------------------

Muhammed al-Astal(*)

Macid Ebu Goş

Portakal yanağında
Arı uyudu.

Bulut yanağında
Yıldız uyudu.

Gazze kapısında
Geyik uyudu.

Ve geyik gözlerde
Şehid yatıyor!

-----------
(*) Gazze’li şehid çocuk.

Çeviri: Faiz Cebiroğlu

18 Şubat 2009 Çarşamba

Bir Tarihi Mektup (*)







Fadıl Ölmez

Sevgili Başkan Abdullah Öcalan,

Size Danimarka’dan yazıyorum. Sevgi ve selamlarımı iletiyorum.

Uluslararası bir komplo sonucu, fiziki olarak esir alınmanız, herkeste olduğu gibi, bende de derin bir üzüntü yaratmıştır. Size geçmiş olsun diyorum.

Özelde size, genelde Kürt halkına karşı yapılan bu haydutça eylem, yüzbinlerin nefretini kazanmış bulunmaktadır. Dünyanın hertarafından TC’ye hergün lanetler yağarken; size sevgi, saygı ve selam gönderiliyor.

Sevgili Öcalan; yeniden dirilttiğiniz halk ve yorulmak bilmez bir mücadele sonucu yaratmış olduğunuz “yeni Kürt kişiliği” yerini bulmuştur. Şu an herkes ayaktadır; herkes meydanlarda seninle birlikte, seninle el-ele.

Şu an herkes ayakta; gözlerimiz İmralı’da, seni düşünüyoruz. Zorla kısıtlanan fiziki özgürlüğünü düşünüyoruz.

Size eşitlik, ortaklık ve özgürlük savaşımınızda başarılar diliyorum.

Zafer, Kürt halkının olacaktır. Bundan kuşku duymuyoruz.

En içten sevgi ve selam.

Liva İskenderun’lu Arap Devrimci

Fadıl Ölmez

Danimarka, 12 Mart 1999


---------------------

(*) 12 mart 1999’da Başkan Apo’ya, İmralı Cezaevi’ne gönderilen mektup. Mektup örneği, aynı tarihte Avrupa Özgür Politika gazetesine de gönderilmişti.

15 Şubat 2009 Pazar

ÖZGÜR BAŞKAN(*)




Fadıl Ölmez / fadilce@yahoo.dk


Başkan Apo, ABD ve İsrail İstihbarat güçleri tarafından en alçakça bir şekilde kaçırılıp, işgalci Türk sürülerine teslim edildi. Bu korsanca eylem, emperyalizmin sınır, hukuk tanımaz haydutçuluğun bir örneğidir. Bu korkakça eylem, Kürt halkı ve tüm ilerici güçler tarafından ”önemli bir yerde” not edildi ve bunun hesabını da mutlaka soracaktır.

TC, bu korsanca eylemi, basın, yayın ve tüm medyasıyla tam bir zafer(!) sarhoşluğu içinde kutluyor; PKK ”bitti” diye yayıyor, zafer(!) naralarını atıyor. Oysa durum tam tersidir. Başkan Apo’nun fiziki olarak esir düşmesi, ne PKK’nin gücünü, ne de kurtuluşa giden yolda Kürt halkının mücadelesini engellemez. Doğru, Başkan Apo, şu an düşman elinde esir. Bunu Mihrac Ural, ”Esir Başkan” olarak adlandırdı. Buna katılmakla birlikte, bu ”Esir Başkan” sıfatını, ”Başkan Apo, fiziki olarak esir, ama fikirsel olarak özgür” şeklinde düzeltiyor ve bu bağlamda Başkan Apo’ya, ”Özgür Başkan” diyorum.

Fiziki olarak esir, ama fikirsel olarak özgür Başkan; şu an Ortadoğu’da, Avrupa’da ve dünyanın her tarafında özgürlük rüzgarı olarak esiyor. Özgür Başkan’ın düşüncesi ve yarattığı militan Kürt halkı, dünden daha kararlı, dünden daha umutlu bir şekilde mücadele veriyor.

İşte işgalci Türk sürülerinin görmek ve anlamak istemediği budur. Özgür Başkan Apo’nun yarattığı yeni Kürt kişiliği, yerini bulmuştur. PKK-MK üyesi Cemil Bayık, haklı olarak, ”Apo’yla Kürt halkı birleşmiştir. Artık her Kürt insanı birer Apo olarak görülebilir” sözleri, var olan durumu en güzel bir şekilde ifade etmektedir.

Evet, Özgür Başkan önderliğinde yetişen Kürt halkı, eski Kürt değildir. Bu halk dünde olduğu gibi, bugün de her türlü komployu yenecek aşamaya gelmiştir. Önemli olan da budur.

Ama işin acı tarafı, hiç kuşkusuz Türk solundan duyarlı olan tarafların olduğu gibi, bazı kesimlerin de bu korsanca eylem karşısındaki sessizliğidir. Enternasyonalist olmak bir yana, insan olmanın ölçütü olan, bu korsanca eylemi en azından kınayabilirlerdi. Bunu dahi yapmadılar. Gerçekten yazıklar olsun!

Böylece, ABD tarafından gerçekleştirilen bu korsanca eylem, bizlere bir kez daha dostu ve düşmanı göstermiş oldu. Gerçekten yazıklar olsun!

Birde yıllardır Avrupa’da mülteci olarak yaşayan, ceplerinde Avrupa pasaportlarıyla dolaşan ve bu yaşananlar karşısında tavırlarını vurgulu olarak dile getirmeyen diğer Kürt örgüt ve sözüm ona, liderlerine ne demeli?

Onlar şimdi ne yapıyor?

Bu korsanca eylem karşısında nasıl yatıp, nasıl kalkıyorlar?

Gerçekten merak ediyorum.

Lenin’in çok sevdiğim bir sözü var, onlara gönderiyorum:

”Köle olarak doğmak, hiç kimsenin kusuru değildir. Ama hem özgürlük savaşımına yan çizen, hem de köleliğini göklere çıkaran bir köle, insanda meşru bir öfke, horgörü ve tiksinti uyandıracak bir aşağılık asalaktır.”

Uzatmaya gerek duymuyorum. Başkan Apo’nun, ABD haydutları tarafından kaçırılıp, işgalci Türk sürülerine teslim edilmesi, özgürlük güneşini gölgelemeyecektir. Zira zindanın karanlığı, Kürt devriminin güneşini asla söndüremez!

-----------------------

(*) Özgür Politika Gazetesi, 23 Şubat 1999.

8 Şubat 2009 Pazar

REFAH(*)/ رفح


ماجد أبوغوش

رجال آليون ببزات عسكرية
يطلقون النار
على النحل والفراش
على الأطفال والغزلان
وعلى أحواض الزهر !

جنود آليون
بقلوب سوداء
واسلحة عمياء
......................
وأحمد صعد إلى السطح
ليطعم الحمام
وأحمد الأن
في غرفة الموتى ينام

وأسماء تحضن راس أخيها
ومثل أميرة
تنام !
...................
أحمد وأسماء
أسماء لم تجلب الملابس عن حبل الغسيل
واحمد
لم يطعم الحمام !

................
...............

جنود آليون
باحذية ثقيلة
وقلوب عمياء !

رفح : مدينة فلسطينية في قطاع غزة

---------------------

REFAH(*)

Macid Ebu Goş

Asker elbiseli robotlar:
Arılara ve kelebeklere.
Çocuklara ve geyiklere.
Ve çiçek tohumlarına
Ateş ediyor!

Otomatik aletli askerler:
Kara kalplerde
Ve kör silahlarda.

………..

Ve Ahmed dama çıktı
Güvercinlere yem vermek için.
Ve şimdi Ahmed
Ölüm odasında yatıyor!

Ve Usama,
Kardeşinin başına sımsıkı sarılmış
Ve prenses gibi
Yatıyor!

…………………

Ahmed ve Usama…
Usama, çamaşır ipinden elbiselerini getiremiyor artık
Ve Ahmed,
Güvercinlere yem vermiyor!

………….
………….

Otomatik aletli askerler:
Ağır postallı
Ve kör kalpli!

Çeviri: Faiz Cebiroğlu

(*) Refah: Gazze’de bir şehir.

6 Şubat 2009 Cuma

Af Sonunda Girdi




A.Kadir Konuk / Yenihayat1@t-online.de

Siyasi genel af sonunda girdi!

Yani Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne demek istiyorum.

Belki defalarca okumuşsunuzdur, ama özellikle benim için harika bir müjde sayılabilecek haberi bir kez de birlikte okuyalım:

“DTP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal, cezaevi sorunlarının çözümü için ‘genel af’ çıkarılması gerektiğini söyledi. Birdal, DTP’li Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk ve Siirt Milletvekili Osman Özçelik ile birlikte Mecliste basın toplantısı düzenledi ‘Türkiye, yarı açık cezaevi haline getiriliyor’ diyen Birdal, cezaevlerinde ciddi sorunlar yaşandığını vurguladı. Birdal sorunların çözümüne yönelik genel af dahil şu önerilerde buldundu: ‘Sorunların kesin çözümü, demokratik ve toplumsal barışı sağlamış bir ülke olmaktan geçmektedir. Ülkenin iç barışı ve toplumsal barışı ile yakından ilişkilidir. Sayın Başbakan Davos'ta yaptığı açıklamada 'yurtta barış dünyada barış' istediğini söyledi. Cezaevi sorunlarının çözümü de yurtta barışın önemli bir adımını oluşturacaktır; bunun yolu da 'siyasi genel af'tır. 'Genel af, olmazsa olmaz' diye düşünüyoruz."

Düşünce sadece Akın Birdal’ın değil, DTP’nin düşüncesi olarak açıklanıyor.

DTP bu işe gerçekten tüm gücüyle asılırsa gel keyfim gel.

Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim, ortancaları kucaklarım!

Baki selam!

Af konusunun mecliste dillendirilmesi affın hemen, yada mutlaka çıkacağı anlamına gelmiyor. Olsun.

Siyasi af ile ilgili ilk yazım Beybun sitesinin yöneticilerinin hoşgörüsüyle 24.11.2008 tarihinde yayınlanmıştı. Demek ki yaklaşık üç aydır, hemen her gün bu sorunu yazmışız, tartışmışız. Sitenin bir çok yazarı kısa sürede sloganı desteklediler. Başka siteler, tek tek arkadaşlar destek verdiler bu çalışmaya.

Solcular, demokratlar, Kürtler konudan fellik fellik kaçarken faşistler, dinciler hemen atladılar konunun üzerine, siteler oluşturdular, iyi de yaptılar, yüzlerini gördü herkes.

Kimlere baş vurmadık, kimlerden rica etmedik iki satır yazı yazsınlar, köşelerinde bu konuya azıcık yer versinler diye. Tınmadılar.

Şimdi kalk borusu çalındı, rahat rahat yazabilirler artık, ama sakın utanmasınlar, onlarla dalga geçmek gibi bir terbiyesizlikte asla bulunmayacağım..

Evet, tüm siyasi ve adli mahkum yakınları, şimdi adres DTP’nin büroları, DTP’li milletvekillerinin telefon numaraları, e-mail adresleri, evlerinin önü!

Hücummm!

Söyledikleri sözde durmalarını sağlayabilmek için beş dakika nefes aldırmayın onlara!

Posta kutuları dolsun mektuplarınızla.

Arada bir de çiçek gönderin, daraldıkça koklar, açılırlar.

Bırakmayın arkalarını. Hiç bir şey yapamıyorsanız her gün, ama her gün bürolarının kapılarının önüne af istiyoruz yazılı pankartları bırakın.

Söz ağızdan çıktı bir kere.

Bu iş mecliste tartışılır. Karşı çıkan olur, destekleyen olur, gizli destekleyen, köstekleyen olur.

Bir konu ulu orta tartışılmaya başlanmışsa iyi kötü bir sonuca ulaşır, meraklanmayın.

Bakarsınız yarın AKP sahip çıkar bu isteme, işi sulandırmaya çalışır. CHP de öyle. Olsun.

MHP şiddetle karşı çıksa da farketmez.

Önemli olan ağızlarının, kulaklarının bu söze alışması.

Şimdi gidin, Ankara’ya yürüyen o insan hakları savunucularını bulun, kucaklayın, öpün!

„Yatan aslandansa gezen tilki yeğdir“ diyerek çıkın sokaklara, oturmayın!

Güç verin şimdi o insanlara.

Yalvarıp yakınmayın, harekete geçin.

Sizin oluşturacağınız aktif destek o insanları daha cesur konuşmalara yöneltecektir, unutmayın.

Türkiye Cumhuriyeti yasalarının hiç biri af istemiyle yürümeyi yasaklamıyor.

Kimse sizi yasa dışı bir iş yapmakla suçlayamaz, korkmayın!

Ya şimdi, ya başka hiç bir zaman!

İşin tavsamasına, unutulmasına fırsat tanımayın.

Size „yapın edin diyorsam“ ne olur beni yanlış anlamayın, ne ağayım ne paşa ne milletvekili, ne parti başkanı, orada, yanınızda olamadığımdandır böyle seslenmem, orada olsam önce ben fırlardım sokağa.

Kullandığım sözler birer emir değil, okurla yazar arasındaki samimiyete dayalı ünlemli rica, biraz da yakarı. Değilse ne haddime insana emir vermek. Kimim ben; kıçı kırık bir yazar-gazeteci. Üstelik aşiretim bile yok, ne şeyh torunuyum, ne dedelerden el almışım. Sıkıştığımda sığınacak bir tanrım bile yok.

Siz o işleri yaparken ben ne mi yapacağım?

Öncelikle „Üryan geldim yine üryan giderim“ türküsünü yeniden öğreneceğim. Sonra size derin bir sevgisizliği içeren aşağıdaki şiirimsiyi armağan edeceğim. Daha sonra da sevgili bir yazar arkadaşımızın söylediği gibi insanca düşüncelerimle hak ettiğim „Sevgisizliğin ıssızlığına“ sığınacağım.

“Bir Kadın Beni Sevdi
Geçen yüz yıl mıydı ne
Telefonda
Bir kadın
Seni seviyorum dedi.
Üstelik gülüyordu.

Geçen yüzyılda ben
Gerçekçinin ilahı
Yanıtım yekten
Sevemezsin beni sen…

Neden?

Bir kere zengin değilim
İkincisi genç
Üçüncüsü
Bazen affedersiniz
Alttan kaçıyor hava
Dişler derseniz
Tamirci tezgahında
Saçlar Kelaynak

Kadın da kabadayıydı ha
Sana ne ulan dedi
(Hem de bana)
Sana ne, sevdiysem sevdim

Diretmedeyim:
Sen orada ben burada
Küf düşer bu yoğurda
Gel desem gelemezsin

Gel desen…

(Şarkıdan çalmış gibi olmasın ama)
Gelemem ki…
Bırak bunları bırak
Söyle beni sevdiğini…

Diretmedeyim:
Öyle hemen bir çırpıda
Kapı önünde tuz ister gibi
Diyemem ki…

Biliyorum
Ne düş ne hülya
Geçen yüzyılın bir yerinde
Bir kadındı arayan
Kapayan bir kadındı telefonu
Son sözü; salak
Gerçekçi salak…
Romantiği sıfır salak…

Ama ben anlarım insanlıktan
Sarhoştu biliyorum
Uyanınca unutacak!”

„Hafıza-i beşer, nisyan ile maluldür“ demişler.

Ama sloganı unutmayacağım, o güzel güne ulaşıncaya kadar asla dilimden düşürmeyeceğim.

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af

5 Şubat 2009 Perşembe

Davos Fatihi




Abdulkadir Ulumaskan / ulumaskan@hotmail.de

Türk devleti; işgal, talan ve istilaya yani fetih etmeye çok hevesli olduğundan fatih ismi ve ünvanını çok sever. Onun için nihayet Recep Tayyip de Fatih Tayyip Erdoğan olmayı becerdi. Ne fark eder ? Biri sultan, öteki de başbakan. Mehmet Fatih istanbul’u fethetmiş ise, Recep Fatih de Davos’u feth etmiştir.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Fatih Recep Tayyip Erdoğan, rol yapma anlamında Davos’ da gerçekten de ödüle değer bir oyun sergilemiştir. Onun için adamın hakkını yememek gerekir. Her tiyatrocunun yapabileceği türden kolay bir rol değildi bu rol.

Aslında Erdoğan’nın iç kamuoyuna yönelik oynadığı yorumları doğru da olsa - ki doğrudur da - olayın hepsi bu değildir. Ya da mesele sadece Erdoğan’nın Kasımpaşa kabadayılık veya yiğitliğinin tutmasının da ötesinde, bunun başka nedenleri de vardır.

Bu nedenlere geçmeden önce Davos fatihi Erdoğan’nın bu tavrını doğru, tutarlı ve dürüst olup olmadığına biraz değinmek istiyorum. Erdoğan’nın tavrı sahte, tutarsız ve dürüstçe bir davranış değildir. Sadece Davos’ta İsrailin öldürme becerisi ile ilgili söyledikleri söz olarak doğrudur. Tabi bu söylenenler de danışıklı döğüş olmazsa eğer ? Gerisi yalandır. Çünkü dürüst insan, dürüst hükümet ve dürüst devletin yaptıkları söylediklerini teyid etmiyorsa bu dürüstlük değil, samimiyetsizlik olur. Erdoğan’nın dürüst olabilmesi için dediklerinin gereğini yapması gerekir.

Peki nedir bu yapılması gereken ya da söylediklerini doğrulayacak olanlar ?

Erdoğan, ilkin dürüstlüğünü kanıtlayabilmek için daha iki hafta önce İsrail ile yapmış yüz milyonluk anlaşmayı iptal etmeli ya da en azından askıya almalı. Yine İsrail ile olan tüm askeri ve ticari ilişkilerini dondurmalı ve Konya’daki öldürmeyi çok iyi bildiklerini söylediği İsrail’in savaş uçaklarının pilotlarının eğitimine son vermelidir. İsrail konslosluğunu geri çekerek onlarınkini sınırdışı etmelidir. Yoksa bu iş öyle : „Bakkal dükkanı değil, devlet yönetiyoruz.“ Demeyle olmaz. Herhalde devlet yönetmek çöplükteki horoz gibi horozlanmayla da olacak iş değildir. Davos ta toplantıyı yöneteni protesto etmek için toplantıyı terk ettiğini söyleyip Türkiye’de İsrail’i protesto ettiğini söylemek de siyaset değil, tutarsızlık olur.

Kenan Evren’nin dediği gibi netekim Türkiye’ ye döndükten sonra Erdoğan ve sözcüsünün sık sık İsrail ile ilgili dostuk ve ilişkilerinin önemini belirtmeleri horozlanma konusunda pek de samimi olmadıklarını ya da bu işin sadece bir palavradan ibaret olduğunu gösteriyor.

Doğru tavrın iç politikaya yansıması elbette olacaktır. Ancak samimi olmayan rol tavırlarla iç siyaseti yönlendirmek, halkı enayi, aptal yerine koymak isteyen etik olmayan bir davranıştır. Erdoğan ile AKP bugün buna oynuyorlar. Umarım tarih bir kez daha - Aziz Nesin’i % 70 konusunda haklı çıkarmaz - ve Türk halkı Erdoğan’a kanmaz. Ancak eğer gerçekten anket sonuçları doğruysa, malesef şimdilik Erdoğan işi götürmüş gibi görünüyor. Aziz Nesin`nin bu orantısını başka bir yerde yazmış ve açıklamıştım. Ancak yanlış ve Türk kalkına hakaret olarak anlaşımaması için bunu bir kez daha anlatmak istiyorum. Aziz Nesin Türklerin % 70 inin aptal olduğunu ancak bu 70 lik oranın kendisini % 30 un içerisinde gördüğünü söylemişti.

Ancak bu oranın aptal olmadığını ama çirkin politikalarla aptalaştırıdığına inanıyor ve Aziz Nesin’nin de bunu kastettiğini düşüyorum.

Seçimler yaklaştıkça Fatihleşen, Fatihin torunu Tayyip yeni bir oyun fethetmiştir.

Bir önceki seçimlerde orduya karşı duran bir fatih edasıyla oyları toplarken, seçimlerden sonra foyası çıkıp askerlerin emrinde olduğu görülünce, bu sefer ki seçimlerde Ak Parti için, Gazze sorunu hazır biçilmiş bir kaftan oldu. Daha Erdoğan Davos toplantısına girmeden önce tüm hazırlıklar yapılmış, Filistin - Türkiye bayrakları ve „Davos Fatihi Başbakan“ pankartları havaalanında onu bekliyordu. Hem de sabaha kadar, metrolar, kalabalıkları taşımak için bedava hizmet vererek.

Şimdi de Davos fethinin yalnızca bir Kasımpaşalılık meselesi olmadığı konusuna dönmek istiyorum. Bu Davos kahramanlğı ile ilgili Türkiye’nin Amerika ve Avrupadan kopma sinyaleri veriyor yönündeki teori ve senaryolar, her ne kadar Avrasyacıların iştahını kabartsa da bunu çok fazla ciddi ve gerçekçi olduğunu düşünmüyorum.

Eğer varsa böyle bir durum bunun Türk devletinin bir blöf ve şantajından öte bir şey olmadığı / olmiyacağını sanıyorum.

Fakat olay, biçimi, yöntemi ve samimiyetsizliğiyle daha çok kurgulanmış bir seneryoyu andırıyor. Tük devleti komplocu bir zihniyetin ürünü ve komplocu bir cumhuriyeti olduğu için, Türkiye de bu konuda bolca komplo senaryo ve teorileri yapılır. Şimdi de Türkieye uygun bir senaryoyu da ben tahmin etmiş olayim. Olabilir ki Türkiyenin son dönemlerde Ortadoğuda arabuluculuk önderliğine soyunaması yada soydurulması belki de sadece kendi kendine gelin - güvey olma meselesi değildir. Bu konuda ABD. Türekiye ye bir yeni rol biçmiş olabilir. Özllikle Israilin başına bela ettiği HAMAS’ı Amerika’nın aracılığı ve Türkiyenin eliyle kontrol etme isteği Türkiye ye böyle bir rol verebilir. Tabi Türkiye’nin HAMAS’ı ikna edebilmesi için de ilkin HAMAS’ın gözünde bir fatih ve kahraman olması gerekiyor, ki onu ikna edebilsin. Ve bunun için zaten Erdoğan nerdeyse HAMAS’ın onursal lideri konumuna gelmiş ve hemde AKP ile HAMAS ‚ın idelojik kardeşlikleri de vardır. ılımlı islamın temsilcisi Erdoğan, bu ılımlı islamın mimarı ve kendi efendisi ABD. nin emriyle ılımlı bir HAMAS’a neden aracı olmasın? Ve işte buyrun size Türkiye’nin Ortadoğu’daki öncü, lider arabuluculuk konumu ve baş rolü...

3 Şubat 2009 Salı

Hain Demokrasi...!





Abdulkadir Ulumaskan / ulumaskan@hotmail.de


Cezair kurtuluş savaşı döneminde, bir çok Cezairliyi katleden emekli bir General 50 yıl sonra kendisiyle yapılan ve kitaplaştırılan bir röportaj da, çok yüksek bir uçuramdan bir Cezayirliyi atıp paramparça ettiğini söylediği için yargılanıp, ceza olarak da daha önce devlet tarafından kendisine verilen devlet nişanı madalyasını geri almış. Bunun üzerine 90 yaşındaki emekli General şu ilginç açıklamayi yapmıştır : „Aslında ben bunları öldürdüğüm için değil, fakat öldürdüğümü açıkladığım için bana bu ceza verildi.“ Yani beni cezalandıran aynı bu devlet, bir zamanlar bunları öldürüdüğüm için, bana madalya takarken ama şimdi aynı devlet, aynı sebeple beni cezalandırıyor demek istiyor. Olay açıklanana kadar General devletin şeref madalyalı bir kahraman iken, bunu itiraf edince de bu, şeref ödülü cezaya dönüşmüş oluyor.

Bu olayı, Türk devletinin Kürdistan’da işlenen suçlarala olan ortak mantığını anlatmak ve ortaya koymak için verdim.

Ergenekon konusunda cinayetlerin en yoğun olduğu Kürdistan’a hiç dokunulmamasına karşı olan tepki ve eleştiriler üzerine devlet göstermelik bazı adımlar atması ve bir kaç kişinin tutuklanması pek inandırıcı gelmiyor. Bunun inandırıcı olmaması bizim önyargılı olmamızdan çok, devletin artniyetli olmasından kaynaklanıyor. Çünkü Kürtlere yönelik olan tüm cinayet, faili meçhullerin hepsi devletin bilgisi ve emriyle olmuş ve bunun tüm failleri Fransız General gibi devlet tarafından ödülendirilmiştir.

Ancak burada Türkiye ile Fransa örnekleri arasında önemli bir fark var. Türkiye bu cinayetleri işleyen generallere dokunulmaz, sadece alt düzeydeki birisi işlediği cinayeti itiraf ederse belki yargılanabilir. Ama Türkiye de bu itirafı yapacak kimse de bulunmaz.
Ve Genral Kenan Evren kendisi bile suçlarını: „ yanlış yaptım.“ Diye bizzat itiraf etmesine rağmen, hâlâ herhangi bir yargılamaya tabi tutulmadan, devlet korumasıyla, krallar gibi yaşıyor ve yaşatılıyor.

Kürtleri öldürmek serbest ama öldürdüğünü söylemek suçtur. Çünkü Kürdistan’da ben kürdüm deyip bunun için çaba gösteren binlerce insanın faili belli ya da belirsiz öldürülmesi ya bizat devlet eliyle olmuş, ya bu desteklenerek korunmuş ya da göz yumulmuştur. Ancak bunlardan bazıları tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıp gizlenemeyince devlet bir kısmını kerhen yargılamak zorunda kalmıştır. Ne zaman ki devlet veya devletin güvenlik güçleri içerisinde Cem Ersever gibi bazıları artık Kürtleri öldürmekten bıktığını söyleyince, bu suç sayılmış ve bu gibi kişiler öldürülmüşlerdir.

Fakat Fransa da 50 yılda demokrasi, hukuk ve insan hakları konusunda çok şey değişerek, Fransa o noktadan, bugün dünyadaki en demokratik ülkelerden biri haline gelmesine karşın, Türkiye hâlâ kurulduğu 80 yıl önceki gibi olduğu yerde durarak, dünyada demokrasi, hukuk ve insan hakları konusunda sicili bozuk en kötü ülkelerin başında gelmektedir.

Türkiyede demokrasi konusundaki tüm talep ve eylemler hainlik olarak nitelendirilmekte ve demokrasinin kendisi de Türk devletine hain bir kavram olarak görünmektedir. Ancak burada bir terslik var. Çünkü demokrasi, anti - demokratik ülkelerin düşmanı gibi görünse de özünde demokrasi, hukuk ve insan hakları herkesin dostudur. Doğru olan demokrasinin Türk devletinin düşmanı olduğu değil, devletin kendisi demokrasinin düşmanıdır.

Bu meret devlet oldu olası demokrasi, hukuk ve insan hakları düşmanı olmuştur.
Türk devletinin temelleri düşmanlıklar üzerine kurulduğu için devlet düşman makinesi gibi habire kendisine düşmanlar üretip yaratmıştır. Bu düşman güçlerin bazıları hayali ve uyduruk da olsa, bazıları da gerçektir.

Ancak son yillarda Türkiye Cumhuriyeti devleti düşmanlarını nitelik değişikliğine uğratarak kendisine yeni yeni düşmanlar peydahlamış bulunuyor. Eskinin düşmanları olan „Kahpe Yunan“, „Gavur Rus“, „Alçak Ermeni“, „Kafir Avrupa“ ve bunların işbirlikçileri olan „Hain Kürtlerin“ yanısıra demokrasi, hukuk ve insan hakları gibi yeni düşmanlar da ortaya çıkıp Türkiye’yi bölüp paramparça etmek istiyorlarmış. Vay kahpe demokrasi, alçak hukuk ve hain insan hakları vay ! Şimdi Türkiye’nin alt edilmesi gereken temel baş düşmanı bunların her üçüsüdür. Demokrasi, hukuk ve insan hakları. Bir devlet için; demokrasi, hukuk ve insan haklarının düşman olması çağın bir uygarlık ve insanlık felaketidir.

Türk devleti ezelden beridir bu her üç kavramı kendine düşman olarak bellemiş ve halende öyle biliyor. Herhalde böyle bir devlet ile dost olmak demokrasi ve insanlık adına işlenebilinecek en ağır bir suç olsa gerek. Bunu böyle söylerken bu ne, Türkiyeyi suçlamak ve ne de ona iftira etmektir. Zaten insanhakları konusunda suçlu bir devlet olup Uluslararası insan Hakları Mahkemesinden yüzlerce ceza almış olması onun bu konuda sabıklalı bir devlet olduğunu gösterir. Galiba devletin ne kadar suçlu olduğunu tek tek örneklerle vermeye gerek yoktur. Bu konuda değil kitaplar dolusu, ansiklopediler dolusu çokça örnekler vardır. Yalnızca Ergenekon davasının tek başına 25 bin sayfa olduğu söyleniyor. Bu işin açığa çıkan kısmı. Gizli kalmış en az 50 bin sayfanın daha olduğunu varsayarsak artık gerisini siz hesaplayin. Diğer suçlar ise buna dahil değildir.

Sonuç olarak ; Türkiye, ya demokrasi, hukuk ve insan hakları kavramlarıyla olan düşmalığından vazgeçerek, bu kavramlarla barışık yaşamasını öğrenecek ya da çağdaş uygarlığın bu kavramları karşısında mirasyedisi olduğu osmanlı imparatorluğu gibi ezilip yıkılmaktan yakasını kurtaramıyacaktır.

2 Şubat 2009 Pazartesi

KOMÜNİKASYON(*)







Faiz CEBİROĞLU




”…Komünikasyon, haberleşmedir. Haberleşme, birlikte bilmek ve birlikte öğrenmek içindir.

Komünikasyon, birlikte anlayış yaratmak içindir… Birlik ve ortaklık içindir…

….kömünikasyonun da anlamı ve kökü: Ortaklık ve ortaklığı yaratmak için birlikte çaba sarfetmektir. Birlikte yapmaktır!..”


Bir yazımda, dilin, bir “komünikasyon davranışı” olduğunu yazmıştım. Peki, komünikasyon nedir? Komünikasyon deyince, ne anlıyoruz?

Çok hızlı bir küreselleşmeye girdiğimiz bu haberleşme ağı ve çağında, komünikasyon kavramı üzerine durmak çok önemlidir diye düşünüyorum.

Komünikasyon, Latince’den ’comminocatio’ sözcüğünden geliyor. Haberleşme demektir. Bu bağlamda komünikasyon, insanların karşılıklı bağlantı kurduğu, haberleştiği bir süreç olarak, tanımlanabilir. Karşılıklı bildirişim, komünikasyonun iki yönlü olduğunu gösterir. En basit bir
komünikasyon modeli şöyledir:

Gönderen -Alan

Burada mesaj, alıcıya değişik yollardan iletilir. Bu iletişim yolu, gönderenin seçtiği, araca bağlı. Bu bazen, mektupla, kitapla, afiş, gazete, film, konuşma gibi yollarla gerçekleştiriliyor. Bu değişik iletişim araçlarını gözönünde bulundurursak, komünikasyon modelini şöyle genişletebiliriz:

Gönderen -Mesaj- Alan

Mesaj derken, mesajın değişik anlam içerdiğini de unutmamak gerek.

Bir: Mesaj; enformasyon içerikli.

İki: Etki amaçlı.

Üç: Yorum ve değerlendirme amaçlıdır.

Bu genel bilgilerden sonra, komünikasyonun, aynı zamanda, “kişisel” ve “kişisel olmayan” yönü olduğunu da yazmam gerekiyor. Aralarında “fark” olduğu, açıktır. Bu, şu demektir: Kişisel komünikasyon, hem başımızla, hem de kalbimizle birlikte yapılan kömünikasyondur. Kişisel olmayan kömünikasyon türü ise, bazen ir-rasyonal, us dışı, baş ve kalbin bir kenara itildiği, safdışı bırakıldığı bir haberleşmedir. Mekaniktir.

Kişisel komünikasyon, iletişim kurduğumuz kişiye karşı, hem mesajın içeriğinden, hem de kullandığımız dilden sorumlu olmak demektir. Burada kalkış noktası, ifade ve demeçlerimizdir. İfade ve demeç; sorumluluğu başkalarının üzerine atmayan; “ben şunu diyorum.” “Benim düşüncem şudur,” anlamına geliyor. Sorumluluktur.

Yalnız bu kadar değil. Ekleyeceklerim var.

Yaşadığımız bu haberleşme ve bağıntı çağında, farklı komünikasyon yöntemleri vardır:

- Agresif (saldırgan, düşmanca, nefret duygulu) komünikasyon; var olan sorumluluktan kaçmak, sorumluluğu başkalarına devretmek.

- Yıpratıcı Komünikasyon: Kişisel sorumluluk kabul etmemek.

- Assertive (özdeğer): Hem kişisel, hem de birlikte sorumluluk kabul eden, kendinden emin, kendini geri plana itmeyen, başla, kalple birlikte yapılan iletişimdir.

Yalnız bu kadar değil. Komünikasyon, aynı zamanda hem sözlü, hem de sözsüz (vücutdili) bir bildirişimi içerir. Sözlü komünikasyon, yani dil, kullandığımız dildir. Sözsüz komünikasyon ise; mimik, el, kol hareketleri, vücut duruşumuz ve bakışımızdır. Karşılıklı konuşma esnasında, vücutdilimiz, konuşmanın içeriğine göre, kendini gösterir.

Kömünikasyon, bazen ikili, bazen çoklu bir haberleşmedir. Komünikasyon, kaç kişi arasında olursa olsun, içinde, anlam, düşünce ve duygular vardır. Karşılıklı, sorumluluk vardır.

Komünikasyon, haberleşmedir.

Haberleşme, birlikte bilmek ve birlikte öğrenmek içindir.

Komünikasyon, birlikte anlayış yaratmak içindir.

Birlikte anlayış, birlikte bilmek, dünümüzü bügüne, bugünümüzü de yarına bağlamak, demektir.
Komünikasyon budur: Birlik ve ortaklık içindir.

Aslında kömünikasyonun da anlamı ve kökü: Ortaklık ve ortaklığı yaratmak için birlikte çaba sarfetmektir. Birlikte yapmaktır!

----------
(*) Faiz Cebiroğlu: Pedagoji Yazıları - I – Eylemsel Yetke, Sayfa: 119, Alter Yayıncılık, 1.Basım, Eylül 2007, Ankara

1 Şubat 2009 Pazar

DAR SOKAK DERGİSİ ŞUBAT SAYISI ÇIKTI



DAR SOKAK
Aylık Edebiyat Dergisi Yıl:2 Sayı 7 (Şubat) 2009

ÖYKÜLERİYLE:

GAVURUN ÖLÜMÜ / Halil İbrahim Özcan
RAMAZAN / Muhsin Boz

2009 DÜNYA ÖYKÜ BİLDİRİSİ / Osman Şahin

ŞİİRLERİYLE:

Faiz Cebiroğlu / Cephe’de Ebu Nidal

A.Nail Deniz / Kırlangıç Saatleri 3

Levent Özbek / Öğrenmek Zor

İhsan Topçu / Tanrı Gitti

Aziz Kemal Hızıroğlu / Yorgun İyilik

Önder Karataş / Filistin’de olan biten

Sabahattin Yalkın / Auschwitz Trenleri

Yunus Yunusoğlu / Göz(ün) Görünmeyince Gözümde

Tan Doğan / Kırgın

SÖYLEŞİ:

Mustafa KÖZ ( Şair Vicdanının Sesini Dinliyor ) / Murat Altunöz

----------------------------------------------------------

ADRES: PK 16 Antakya-HATAY

Türkiye Editör: Murat Altunöz / murataltunoz@hotmail.com

Avrupa Editör: Faiz Cebiroğlu / faizce@hotmail.com

Yayın Kurulu:
Özcan Özgün Ali Özhan Ögün

Tanrı Yatak Odasına Girmez




A.Kadir Konuk / Yenihayat1@t-online.de

Tanrının ne işi var insanların yatak odalarında? Röntgenci mi?

Eğer her şeyi biliyorsa onların orada ne yaptıklarını bilmez mi de gidip o iki kişilik komik hareketleri izler.

Tanrı yatak odalarına girmez, inanın bana. Kuran’ın hiçbir yerinde de yazmaz onun iki kişilik işlere burun soktuğu.

Tanrı girmez ama kendinden menkul din adamları “İşe bismillahla başlayacaksın, ışığı kapatacaksın” diyerek girerler oralara.
Arkasından zemm-u sure!

Yatak odasına girmeden önce içeride ölürüm diyerek sala verenler, yasin okuyanlar da vardır belki, bilemiyorum.

Tanrının girmediği yere bazı hallerde örgüt yöneticileri, örgüt karşıtları, özel düşmanlıkların taraftarları da girebilirler.

İnsanları çalıştıkları işlerde, politikada, bilimde, yetenek alanında alt edemeyenler onların yatak odalarına burunlarını sokarlar. İki kişilik odalara birden bütün ülke dalar.
Ne oluyor burada?
Sevişiyorlar.

İki kişi özgürce karar vermiş, birlikte olmuşlar, size ne oluyor?

“Evli değiller, metres tutmuş, sevgilisi var, zina yapıyorlar, çocuklarımıza kötü örnek oluyorlar, kızlarımız, oğullarımız bizim istemediğimiz biriyle asla evlenemezler, birlikte olamazlar, onların şeylerinin yönetimi bizim elimizdedir!”

Zina yasası devletin, iki kişilik yatak odalarına giren resmi uzun burnudur.

Anımsadıkça yüzümü kızartan bir suçumu anlatayım sizlere.

Hızlı devrimciliğimin başlangıç yıllarındaydım. Hemen her gün faşistlerle kavga ediyorduk. Okuduğum yüksek okulda sınıfımızdaki kadınların hepsi en az altı yıl öğretmenlik yapmış kişilerdi. Bunlardan biri ‘Falancı beni rahatsız ediyor’ diye şikayet etti. Biz ki kadınlara bakıyorlar diyerek Üçüncü Ordu birliklerinin altında yer alan mahallemize asker, subay sokmayan, girenleri taş yağmuruna tutan, mahallenin namusundan sonra kentin, ondan sonra da devrimci olarak ülkenin namusundan kendilerini sorumlu tutanlardık, böyle bir olayda elbette sessiz kalamazdık.

Adamı köşeye çektim, neden öyle yapıyorsun diye diklendim.
Seviyorum, dedi.
O sevmiyor ama.
Kardeşin mi dedi.
Hayır.
Sevgilin mi?
Hayır!
Peki sana ne oluyor? Yetişkin kadın, kendisi rahatsız edilmemesini söyleyemez mi?

Sustum kaldım. Elimde zordan başka silahım kalmamıştı, bir daha olursa görürsün gününü diyerek tehdit ettim.

İşin ilginci ne biliyor musunuz, adam gerçekten aşıktı kadına, mücadelesini bırakmadı ve sonunda nişanlandılar.

Aklıma geldikçe utanırım.

Yatak odaları iki kişiliktir. Oraya birlikte olmaya gönüllü karar verenler girebilirler. Bu birlikteliğin ne kadar süreceği, evlenip evlenmeyecekleri, aynı çatı altında mı ayrı çatı altında mı yaşayacakları sadece ve sadece onları ilgilendirir.

Aşk da cinsel ilişki de iki kişiliktir.

Üçüncülere nane yemek düşer.

Aşağılık insanlar da vardır elbette. Gönül eğlendirdiklerini düşünen insanlar da. Birlikte oldukları kadını ve erkeği arkadaş toplantılarında dillerine dolayan, ötekilerin salyalı ağızlarına bakarak neler yaptığını ballandırarak anlatan yaratıklar da vardır. Günümüzde cep telefonlarının kameralarıyla sevişmeyi kaydedip sonra bunu şantaj aracı olarak kullananlarda…

Birilerinin ilişkisini anlatan yazılar yazanlar bunu “Düşünce özgürlüğü” ile ilişkilendirirler.

Dedikodu düşünce özgürlüğü değildir.

Toplumun devamlı ilgi odağında bulunan insanların bir tek özelleri vardır, o da yatak odalarıdır.

Oralara tanrı bile giremez.

Ama günümüzde önüne gelen kamerasıyla giriyor o odalara, sonra şöyle yaptılar, böyle yaptılar diyerek makaleler döktürüyorlar.

İnanın bu tür insanlar en çok beyinlerinde büyüttükleri ama asla gerçekleştiremedikleri fantezilerini anlatıyorlar o yazılarında.

İnsanın yaşı ne olursa olsun, sevmek değil, sevmeye yasak koymak iğrençtir.

Ha, sen bir tecavüz olayına, alçak bir saldırıya tanık mı oldun, o zaman alacaksın kelleni koltuğuna, atılacaksın o şerefsizin üzerine, gücün ne kadarına yetiyorsa göstereceksin.

Değilse orada burada şöyle oldu, böyle oldu diye salyalar akıtarak konuşmayacaksın!

Aşk, sevgi, sevda özeldir. Masumluğu burada yatar.

Benim yaşımda olanlar, özellikle de küçük kentlerde büyüyenler iyi bilirler. Mektupçu çocukları olurdu gençlerin. Onlarla gönderirlerdi mektuplarını sevgililerine. Ağızlarını ulu orta açmasınlar diye de çocuklara rüşvet vermek zorunda kalırlardı. Bu çocuklardan bazıları bak annesine, ağabeyine söylerim ha diyerek tehdit eder, rüşvet oranını yükseltmeye çalışırlardı.

Sevgililer çamaşır ipine önceden kararlaştırılan renkte bir havlu asarlarsa o gün gözlerden uzak bir köşede buluşabilecekler demekti. Gözler hep o çamaşır iplerinde kalırdı. Bazen yanlışlıkla anneler asarlardı aynı renkte havluları çamaşır iplerine, gider duldalarında saatlerce bekler, kandırılmış olmanın acısını ve hiddetini yaşardı gençler. Öteki buluşmada yanlışlık öğrenilince işareti değiştirilirdi hemen.

Ben bunları yapmadım, oturdum mahallenin çeşme taşına, asıldım uzun havalara, bütün mahalleyi geçtik bütün kent duydu aşkımı. Annemle babam da beni 16 yaşımda sevdiğim kadınla nişanladılar.

Görmeye giderdim nişanlımı, kaynanam zebani gibi gelir otururdu koltuğa, bir nefeslik kalkıp gitmez, karşıdan karşıya çaktırmadan mahzun bakışır, gözlerimiz birleşince gülümserdik birbirimize. Belki bu nedenle hiç sevememiştim kaynanamı.

Ama günümüzde yukarıda belirttiğim metotlara hiç gerek kalmadı. İletişim artık her alanda olanaklı. İnsanlar işaretleşmeyi değil konuşmayı da öğrendiler.

Pardon, hepsi değil…

Yaşanmıştır, inanabilirsiniz. İsviçre’de işçi olarak çalışan bir Anadolu delikanlısı bir kadını müthiş sevmiş. Başlamış Qırık usulü takibe. Sabah kadının kapısının önüne dikiliyor, kadını takip ederek işine kadar götürüyor, akşam işinden alıyor, eve kadar getiriyor, bu arada da aradaki mesafe azar azar kapanıyor.

Kadın gitmiş polise en sonunda. Bir adam altı aydır beni takip ediyor, iyice yakınlaştı, korkuyorum demiş.

Polisler adamı iki gün izlemişler, üçüncü günde yakalamış, neden bu kadını takip ediyorsunuz diye sormuşlar.
Seviyorum.
O zaman neden gidip konuşmuyorsunuz?
Korkuyorum!

Söz konusu aşk, sevgi olunca günümüz insanının daha cesur olduğunu söylemek gerekir. Eğer yüz yüze gelme olanakları yoksa açar telefonu, yazar bir e-mail, seni seviyorum der. Bu nedenle “Yine yakmış yar mendilin ucunu” şarkısı unutulmuştur.

Reddedilmek günümüz insanını yıkmaz, ama en azından sevgisini söylemiş olur. Hiç belli olmaz, sevgi yüze karşı açıklanınca belki yanıt evet de olabilir, yeni bir ilişki başlar.

Günümüzün uygar insanının dilinde “Bana yar olmazsan seni başkalarına yar etmem” darbe sözü yer almaz. Bu söz ilkel yaratıklara aittir.

Bütün bunları neden yazdım biliyor musunuz?

Nazım Hikmet yeniden vatandaşlığa alınınca ağzı salyalılar onun tarihte kalmış yatak odalarına girmeye başladılar. Oysa herkes biliyor onun hiçbir şeyi gizli yaşamadığını. Bu nedenle bütün aşkları yatak odalarının dışındaki olaylarıyla kitaplara geçmiştir.

Aşk ışığı, aydınlığı, açıklığı sever.

Asıl çirkin olan karanlık yerlerde buluşup, aydınlık yerlerde hiç ilişkileri yokmuş gibi davranmaktır. Genelevler bu nedenle geceleri açılırlar.

Seven insanların sevgilerini gizlemeleri, gizli yaşamaya çalışmaları karşılıklı saygısızlıktır.

Aşka saygısızlıktır.

Seven insan bunun mücadelesini verir, sonuçlarına da pekala katlanır. Karışanlara da bu benim yaşamım, sana ne oluyor diye diklenir.

Özgür aşk da özgür ilişki de budur.

Uzun burunlara bok sürmektir özgür aşk, özgür ilişki.

Omzuna kolunu atıp güpegündüz dolaşabilmektir.

Sevgisinden dolayı tanrı dahil hiç kimseye hesap verme gereği duymamaktır.

Bütün bunlardan dolayı Orhan Veli’nin ‘Dedikodu’ isimli şiirini çok severim.

“DEDİKODU

Kim söylemiş beni
Süheyla'ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni'yi öptüğümü,
Yüksek kaldırımda, güpe gündüz?

Melahat'i almışım da sonra
Alemdara gitmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?

Güya bir de Galataya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;

Geç bunları, anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.
Ya o, Mualla'yı sandala atıp,
Ruhumda hicranını söyletme hikayesi…”

İlk okul beşinci sınıfta Ayşe’yi sevdiğim için aşırı dinci öğretmenimden korkunç dayak yemiştim. Altı yaşındaki oğlumun üç sevgilisi var şimdi, eve yatıya bile geliyorlar zaman zaman.

Almanya’ya ilk geldiğimde bir arkadaşımın ilk okula giden oğlunun yatak odasının kapısında “Kapıyı vurmadan girmeyin” yazısını asılı görünce, ne bu diye sormuştum.

Sevgilisi geliyor, annesi bir kere kapıyı çalmadan girmiş, ondan sonra astı bu yazıyı, dedi arkadaşım.

Çocuklara ait olsa bile yatak odaları özeldir.

Oralara tanrı bile izinsiz giremez.

Adalet Bakanlığı’nın cezaevlerinde mahkumların cinsel yaşamlarını düzenlemek için neler yapılabileceğini tartıştığını, iyi halli mahkumlar için eşleriyle birleşebilecekleri özel oda hazırlanabileceğini belirttiklerini okumuşsunuzdur.

Yazmıştım, düşünün bir saniye, siz mahkumsunuz, sevgilinizle birlikte olduğunuz odanın kapısının önünde sadece gardiyanlar değil, tüm cezaevi bekliyor.

Girer misiniz böyle bir ilişkiye?

Orada cinsellik değil, özgürlük en öndedir. Orada yatarken “Etini öldüreceksin” diye yazmıştır Nazım Hikmet!

Bu nedenle de bağırıyoruz o sloganı.

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!
Zindanlar boşalsın, genel af!