22 Mart 2014 Cumartesi

Twitter / mwitter...




Salim TURGUT

Gücün dayanılmaz hafifliğine kapılanlar, kendilerine yönelik en ufak eleştiriye bile tahammül edemezler. Eleştirinin onlar açısından ‘yıkıcı’ bir yanı vardır ve hiç hoşgörüleri yoktur.

Sürekli korku halinde yaşarlar. İktidarın ayaklarının altından çekilmesi ile birlikte nelerle karşılaşabileceklerini bildikleri için koltuklarına sıkı sıkıya sarılırlar. İktidarın gücünden faydalanarak yeni bir yaşam ve ilişki tarzı oluşturan bu güçler, iktidarın ayaklarının altından kaymaması için her türlü yalana, hileye ve baskıya başvurular.

Çürüme, yozlaşma ve yoksulluk kapitalizmin en belirgin hastalığıdır. Sistem bu hastalıktan kurtulmak için her dönem yeni arayışlara girse de elinde başvuracağı yöntemler hep birbirinin tekrarıdır. Ya mevcut partiyi iktidardan değiştirip bir süre toplumu rahatlatır, ya da var olan parti ya da kişiler iktidarını teslim etmemek için direnir. Bu direniş faşizan yöntemleri içerir. Günümüzde son günlerde yaşanan süreç tamamen iktidara tutunma sürecinden başka bir şey değildir.

AKP hükümeti ‘ileri demokrasi’ hedefi ile birçok kesimin desteğini almışken şimdi ‘ileri faşizm’ arayışları içerisinde.

Çürümenin, yozlaşmanın ve yoksulluğun arttığı bu dönemlerde toplumsal uyanışı bastırmanın ve iktidara sıkı sıkıya sarılmanın yöntemi olarak da egemen güçlerin başvurduğu en önemli reçete hep yasaklar olmuştur. AKP ve Erdoğan’ın içinden geçtiği süreç tamda burasıdır.

2013 Mayıs – Haziran’ında başlayan gezi kalkışmasından AKP ve Erdoğan büyük yaralar aldı. Gezi sürecinde Türkiye Cumhuriyetinin başbakanı olmak yerine kendi partisinin başı olmayı seçerek gezi sürecini kendi tabanını kemikleştirmekle geçirdi ve gençlerin ölümünün birinci dereceden sorumlusu oldu. ‘Oğlumu allah değil, Tayyip Erdoğan öldürdü’ diyen Berkin’in annesi Gülsüm Elvan’ın acılı feryadından Erdoğan’ın dönüşü olmayan bir yola sadece gidiş bileti almış olduğunu çıkartabiliriz.

Gezi sürecini yalanlarla, demogojilerle ve emri verdiği polislerin ‘kahramanlıkları’ ile atlatan Erdoğan, bu süreçte aynı zamanda kendi tabanının kemikleşmesini sağlayarak toplumun ruhsal olarak ikiye böldü ve toplum geri dönüşü olmayacak bir şekilde ayrıştı ve kutuplaştı. Toplumun ruhsal bölünüşünün hemen ardından patlak veren 17 Aralık 2013 operasyonları bu sürecin daha da derinleşmesine neden oldu.

17 Aralık 2013 sonrası ardı ardına patlayan kasetler yıllardır bilinen ama resmiyete dökülmeyen yolsuzluk ve rüşvetleri gün yüzüne çıkarttı. Bir dönem ünlü bir ‘büyüğümüz’, ‘rüşvetin belgesi mi olur’ demişti. Teknolojinin geldiği aşama rüşvetin de belgesinin olabileceğini gösterdi bize. Ardı ardına ortaya dökülen tapeler ve görüntüler ahlaki çürümenin ve yozlaşmanın geldiği boyutu göstermesi açısından önemli.

Yasal olmayan yollarla elde edilen bu görüntü ve tapelerin elde edilişini ve yayınlanışının kişilik haklarına bir müdahale olarak görsem de, tapelerin içeriğinin kamuyu ilgilendirdiğini ve kamunun da bilme hakkı olduğunu düşünüyorum. Normal koşullarda demokratik bir ülkede bu kayıtların yüzde birinin bile ortaya çıkması o iktidarların istifası ile sonuçlanırdır. Ama bizim ülkemiz normal demokratik ülkeler kapsamına girmediğinden olsa gerek hala bu işin sorumluları siyasal erkin başında durmakta ve meydanlarda kükremektedir.

Tapeleri piyasaya sürenlere yakınlığı ile bilinen bazı köşe yazarlarına göre yayınlanmayı bekleyen çok önemli kasetlerin olduğu iddia edilmekte. Yayınlanmamış kasetleri ‘heybede ki büyük turp’ olarak ifade eden bu yazarlar, şuana kadar ‘büyük turp’lardan sadece bir tanesinin -Tayyip Erdoğan / Bilal Erdoğan görüşmesi kast edilerek- çıktığını daha heybede 6-7 tane ‘turp’un olduğuna vurgu yapmaktalar. Bu ‘turp’lardan iki üç tanesinin seçimlerden üç dört gün önce yayınlanmasının beklendiğini ve bunlar yayınlandıktan sonra bu işin içinde olanların ‘sokağa çıkacak yüzlerinin kalmayacağını’ belirtmekteler. Sosyal medyada ‘başçalan’, ‘haramzadeler’ ve ‘fuatavni’ adlı kullanıcılarından gelen ilk mesajlarda da bu turpların neler olabileceğinin emareleri verilmekte. Mesajlara göre bu turplardan biri Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünün kaza olmadığı, ikincisinin Roboski katliamında emir verenlerin konuşmaları ve üçüncüsü de ‘muta nikahı’ ile ilgili olduğuna dair. Bu bilgilerin 25 Mart tarihinde sızdırılacağı ifade edilerek bir beklenti de yayılmış durumda.

Büyük turpların hala heybede olduğu varsayımından mı kaynaklı yoksa başka amaçlardan mıdır bilinmez ama var olan bir gerçek var ki medya ve sosyal medyaya baskıların yoğunlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Başbakanlık ile medya arasında ‘Alo Fatih’ hattının kurulduğu, beğenilmeyen gazete, gazeteci ve yazarlara yönelik doğrudan yaptırımların uygulandığı artık tüm toplumca biliniyor. Sürecin topluma yayılmasında internet gazeteciliğinin ve sosyal medyanın çok önemli bir fonksiyonu söz konusu. Erdoğan ve onun danışmanları da bu süreci gördüklerinden dolayı önce internete yönelik sansür anlamına gelen TİB’i çıkarttı. Ardından da gezi sürecinin en önemli örgütlenme ve iletişim araçlarından biri olan twitterı kapattırdı. Erdoğan’ın seçim meydanında ‘twitterı mwitterı kapatacağız’ diye konuşmasından üç dört saat geçmeden, seçim meydanındaki açıklamayı ‘fetva’ olarak kabul eden TİB, twitterı kapatıverdi.

TİB’in kapatmasına rağmen gezi gençliği DNS ayarlarını değiştirerek yasaklanmış olan twittere yeniden girdi. Tabii yasakları en fazlada yasaklayan hükümetin yetkileri deldi. Dramatik olan ise yasaklanan Twitterin neden yasaklanması gerektiğini savunan AKP’lilerinde DNS ayarlarını değiştirerek twittere girerek yasağı savunmaya kalkmalarıydı.

Napolyon ‘ Yok edemeyeceğiniz bir şeyi yasaklamayın’ demişti. İki asır önce her türlü yetkilere sahip biri olan Napolyon’un bu şekilde konuşmuş olması ilginç değil mi?

Yasaklar bir düşüncenin, bir eylemin yok edilmesi için bir engel teşkil etmiyor. Aksine yasaklanan şey her ne ise yasağın ardından hep ilgi çekmiştir. Yasak olan bir şey gizemli olduğu için de çekici ve merak uyandırıcı olmuştur. Yasaklanan şey içinde bilinmezlikleri taşısa da serbest olduğu dönemden daha ilgi çeker ve taraflı tarafsız herkesin ilgi odağı olur. Yasaklar ihlal edilmek için konulduğundan hiçbir yasak gerçek anlamda üzerine yüklenen misyonu yerine getirememiştirde.

Twitter’ın yasaklanması da bir kez daha haberlerin yayınlanmasının engellenemeyeceğini gösterdi. Napolyon’un yıllar önce gördüğünü Erdoğan’ın yakın çevresinin görmediğini gösteriyor. Erdoğan ve yakın çevresinin ‘akıl tutulması’na yakalandıkları ve ‘sağlıklı’ olmadıkları çok açık.

Yasaklarla bir düşüncenin yok edilemeyeceğini ve bir ülkenin yönetilemeyeceğini görmek için tarih sayfalarına bakmak yeterli olacaktır. Çünkü tarihin çöplüğü yasakçı, baskıcı ve diktatoryal yönetimlerle doludur.

Duyurulur!...

22 Mart 2014 / İstanbul

Kaynak: Özgür Medya


Hiç yorum yok: