30 Mart 2014 Pazar

Receb’in sonu!



Demir Bilgin

Recep, bitmiştir!

Bölgesel ve içsel şeriatçı burjuvazisinin desteklediği ve 12 yıldır iktidar yaptığı AK Parti ve Recep devri sona yaklaşmıştır. Recep, bitmiştir.

Bugün (30 Mart 2014) yapılmakta olan Yerel seçimlerin sonucu ne olursa olsun, Recep, politik olarak ve psikolojik olarak ta bitmiştir. Receb’in bitişi çok ”hazin” olacaktır. Hazinden de öte çok ”dramatik” olacaktır. Bunu tarihsel bir not olarak yazıyorum. Seçim sonuçları öncesinde, Receb’in bitişini ilan ediyorum. Biten Recep, hem Türkiye’de, hem de Uluslararası Mahkemede, Lahey’de de yargılanacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Receb’in, hırsızlığı, rüşvet, yağma yanında, hem katil, hem de savaş suçlusu olarak yargılanacaktır.

Yerel seçimlerin sonucu ne olursa olsun, Türkiye’de kurmuş olduğu ”Aile Şirketi” dağıtılacaktır. Receb ve ailesinin gasb-ettikleri  tüm ”servete” el konulacaktır. Bunu da buradan ilan ediyorum.
Receb’e dair ”dramatik” notlar vardır:

Bir: Recep, bir savaş suçlusudur.

İki: Tayyip, hem hırsız, hem de katildir.

Üç: Erdoğan, Roboski katili, çocuk katili ve Gezi intifadasında gençlerin katili ve  insanlık katilidir.

Dört: Tayyipsiz Recep, Suriye’de yenilmiştir. Suriye’de yenilen Recep, Türkiye’den ”firar” etmenin yollarını arıyor. Recep, ”firar” etmede geç kalmıştır.

Yerel seçim sonuçları öncesi bu notu yazmak istedim.

Yerel seçim sonuçları öncesi, Receb’in bitişini tescil ettirmek istedim.
Kayd-ediyorum: Recep bitmiştir.

Biten Recep, yargılanacaktır. Bunun da haberini şimdiden veriyorum!

Bir soru kaldı,  şudur: Receb’e bel bağlayan ”solcular”da  vardı. Bunlar ne olacak?

Cevap açıktır: Bunlar çoktan beri bitmiştir. İslami faşizme ”bel bağlayan” solcu(!) olmaz. İslami faşizme umutla bakan insan, ilkel gerici ve ilkel dönek olur. Bunlar da bitmiştir.

Evet, karanlık yıllar, aynı zamanda, derslerle doludur. Karanlık yıllar, kim solcu, kim değil, adeta bir aynadır. Recebi karanlık yıllarında bu aynada, bu ”sahte” solcuları da gördük…

Yeni bir döneme giriyoruz. Yeni dönem, her alanda örgütlenerek,  Anadolu’yu ”daha temiz, daha iyi” bir politik duruma çekmek, oluyor. Kirlenen ve geriye götürülmek istenen Türkiye, bu karanlık durumu aşacaktır.
Recep, bitmiştir!

Receb’in bittiği yerde, mutlaka gülistanlar yeşerecektir!




29 Mart 2014 Cumartesi

KAR KURTÇUKLARI(*)…



Remzi Aydn

Köpeklerin ve horozların sesi birbirine karışmıştı, keçilerin ormana doğru kara batarak yürüdüğünü pencereden izledim. Bazen dallardaki karlar keçilerin üzerine düşüyordu. Seley, ateşi uykudan uyandırmış ama beni uyandırmaya kıyamamıştı.

Kahvaltımızı yaptık, Seley ortalığı düzenledi eline bir kitap alarak pencerenin kenarına oturdu. Uzun süre Seley’i izledim, sanki ilk defa karşılaşmış gibi heyecanlıydım. Bir şeyler söylemek istedim ama okumasını engellemeye kıyamadım.

-Dağların zirvelerinde kar neden erimez biliyor musun fotoğrafçı?

-Serin olduğu için!

-Kar kurtçuklarını hatırlıyor musun? İşte o kurtçukların görevi karı serin tutmak ve erimesini engellemektir. Aynı zamanda kendilerine bir yaşam alanı sağlamaktır. Kar ve kurtçukları bu şekilde mutlu yaşar.

-Bir yerde su içmek için kaynağa eğildim, içinde kurtçuklar vardı. Yaylacı bir adam çekinmeden içmemi söylemişti. Hemen üstte bir su daha vardı ve orada kurtçuk yoktu ve diğerine nazaran oldukça sıcaktı. Kurtçukların suyu soğuttuğunu orada yaşamıştım. Fakat kar boyutuyla hiç düşünmedim.

-Bilgiyi eğer yaşamında kullanamıyorsan, bilginin gölgesi yaşamına düşmüyorsa o bilgi ölüdür. Gölgesi olmayan her şey aslında yoktur. Kitapların size verdiği bilgiler gölgesiz, o nedenle de ölü.
Seley elindeki kitabı kenara bıraktı ve yüzüme baktı. Bu hangimizin dersiydi ve içinde ne gizliydi. Söyledikleri beynimize düşen gölgeden ibaretti peki aslı neredeydi?
-kar kurtçuğa hayat verirken aslında kendine yaşam veriyordu. Bu doğanın bilinci, şaşmaz gerçeklik içeriyor.

-İnsan o kurtçuğa benzer, kainattan beslendiğini sanır ama aslında kainatı besleyendir. Birinin ölümü, diğerinin ölümüdür aslında.

Bu kadar basit olmamalıydı, Yusuf’un kuyusu gibiydi Piro’nun bilgileri. Işığın izin verdiği kadarını görebiliyordum, oysa asıl derinlik karanlıkta gizliydi.

-Hangi kitabı okursan oku, anladığın her cümle aslında senin yazdığın cümledir, yazarı yaşatan ya da yazdıran aslında biziz. Anlayamadığımız her cümle yazılmamış sayılır. Nice ölü kitapla hasbıhal etmeye çalıştık, lakin konuşamazdı.

Seley’in dudaklarında hafif bir kıvrım oluşmuştu. Piro, ateşe daldı ve sanki söylediklerimi hiç duymadı, tepki vermedi, gülümsemedi! Hangi kar kurtçuğunun bedenindeydi, ateşin karşısında olmasına rağmen hiç erimeden yaşamına devam ediyordu, tıpkı güneşin altında erimeyen karlar gibi. Bawa’nın eksikliğini ilk kez bu kadar derinden hissetmiştim. Seley yutkundu, bakışlarını gözüme kilitledi bir şeyler söyleyecekti sanki ama konuşmadı. Piro’ya aynı anda dönüp baktık, ateşin alevleri sanki yer altında körük ile kızıştırılıyordu. Sarı alevin rengi ve şekli, etrafı muzlarla çevrili limona benziyordu. Hayallerimi karıştırdım, bu kompozisyonu nerede gördüğümü düşündüm. Bir muz serasında çalışmıştım üç gün. Yeşil muzlar ortasına konulan limon ile olgunlaştırılıyor ve sarartılıyordu. Limon olmadığı takdirde muzlar birkaç gün içinde olgunlaşmadan çürüyordu.

Birden patlama sesiyle kıvılcımlar etrafa yayıldı. Gece serada uyuduğumda, muz salkımının doğum sancısı ile açıldığını duyardım. Sera sahibinin oğlu bir ağaca çivi çakmıştı, muz ağacı o gün hamile kadın gibi düşük yapmış, meyve salkımı yere düşerken çatırtılar oluşmuştu, sanki çığlık atıyord. Tepkisi ve sesler beni çok şaşırtmıştı. Alev mi, yoksa Piro’mu beni o ana götürdü bilemedim. Alevin bana anlatmak istediği neydi, doğum, düşük yapma ve en önemlisi limon ve muzların ilişkisi. Ekşi olan bir tek limonun o salkımı nasıl sarartıp, tatlandırdığını hatta olgunlaştırdığını neden anımsamıştım?

Piro’nun sakalları hafifçe kıpırdadı, sesi belli belirsiz,

-Işık felsefesi tüm inançlar için aynı görevi yapar. Bu felsefenin gövdesine çakılan her çivi, diğer inançların ve felsefelerin düşük yapmasına neden olur.

-Farklı inançların bu felsefeye girmesi gövdeye çakılan çivi gibi yani.

-Işık Felsefesi; sadece kendisiyle tanımlanabilir ve ölçülebilir.

-O tüm sıfat ve isimleri içerir ama hepsinden ötededir ve hiçbiri onu kapsamaz.

Tekrar suskunluk, sanki güreş alanında rakibinin gölgesiyle mücadele etmeye çalışan pehlivan gibiydim, her türlü oyunum boşa çıkıyor ve sonunda ben sırt üstü yere kapaklanıyordum. Gülümsedim ve burada olmanın mutluluğunu ve ayrıcalığını bir kez daha yaşadım.

Piro, gölgesi ile beni sarmalayan o kadim kartal gibi yine zirvedeydi ve ben başımı göğe kaldırmış, onu izliyordum adeta.

--------------


(*)PİRO-JAR U DİYAR... romanından alıntıdır...

Sevan Nişanyan‏…




Sait Çetinoglu  

SEVAN NİŞANYAN’IN  TECRİT KOŞULLARI OLAĞANLAŞTI,  SÜREKLİLEŞTİ.


Sevan Nişanyan’a,  bugün bir ceza daha teblig edilerek,  Açık Cezaevi’ne nakli önlendi. Yeni bir ceza daha tebliğ edilmeyse, Ekim 2014’ e kadar kapalı cezaevinde tecrit koşullarıda kalacak…

28 Mart 2014 Cuma

Hakan Fidan & Ahmet Davutoğlu SAVAŞ PLANI…





Bugünkü Suriye tapelerinin ilk partının İngilizcesi.

ELECTION DRIVEN WAR PLANS – I
PART 1
Ahmet Davutoğlu:
“Prime Minister said that in current conjuncture, this attack (on Suleiman Shah Tomb) must be seen as an opportunity for us.”
Hakan Fidan:
“I’ll send 4 men from Syria, if that’s what it takes. I’ll make up a cause of war by ordering a missile attack on Turkey; we can also prepare an attack on Suleiman Shah Tomb if necessary.”
Feridun Sinirlioğlu:
“Our national security has become a common, cheap domestic policy outfit.”
Yaşar Güler:
“It’s a direct cause of war. I mean, what’re going to do is a direct cause of war.”
--------
FIRST SCREEN:
Ahmet Davutoğlu: I couldn’t entirely understand the other thing; what exactly does our foreign ministry supposed to do? No, I’m not talking about the thing. There are other things we’re supposed to do. If we decide on this, we are to notify the United Nations, the Istanbul Consulate of the Syrian regime, right?
Feridun Sinirlioğlu: But if we decide on an operation in there, it should create a shocking effect. I mean, if we are going to do so. I don’t know what we’re going to do, but regardless of what we decide, I don’t think it’d be appropriate to notify anyone beforehand.
Ahmet Davutoğlu: OK, but we’re gonna have to prepare somehow. To avoid any shorts on regarding international law. I just realized when I was talking to the president (Abdullah Gül), if the Turkish tanks go in there, it means we’re in there in any case, right?
Yaşar Güler: It means we’re in, yes.
Ahmet Davutoğlu: Yeah, but there’s a difference between going in with aircraft and going in with tanks…
SECOND SCREEN:
Yaşar Güler: Maybe we can tell the Syrian consulate general that, ISIL is currently working alongside the regime, and that place is Turkish land. We should definitely…
Ahmet Davutoğlu: But we have already said that, sent them several diplomatic notes.
Yaşar Güler: To Syria…
Feridun Sinirlioğlu: That’s right.
Ahmet Davutoğlu: Yes, we’ve sent them countless times. Therefore, I’d like to know what our Chief of Staff’s expectations from our ministry.
Yaşar Güler: Maybe his intent was to say that, I don’t really know, he met with Mr. Fidan.
Hakan Fidan: Well, he did mention that part but we didn’t go into any further details.
Yaşar Güler: Maybe that was what he meant… A diplomatic note to Syria?
Hakan Fidan: Maybe the Foreign Ministry is assigned with coordination…
THIRD SCREEN:
Ahmet Davutoğlu: I mean, I could coordinate the diplomacy but civil war, the military…
Feridun Sinirlioğlu: That’s what I told back there. For one thing, the situation is different. An operation on ISIL has solid ground on international law. We’re going to portray this is Al-Qaeda, there’s no distress there if it’s a matter regarding Al-Qaeda. And if it comes to defending Suleiman Shah Tomb, that’s a matter of protecting our land.
Yaşar Güler: We don’t have any problems with that.
Hakan Fidan: Second after it happens, it’ll cause a great internal commotion (several bombing events is bound to happen within). The border is not under control…
Feridun Sinirlioğlu: I mean, yes, the bombings are of course going to happen. But I remember our talk from 3 years ago…
Yaşar Güler: Mr. Fidan should urgently receive back-up and we need to help him supply guns and ammo to rebels. We need to speak with the minister. Our Interior Minister, our Defense Minister. We need to talk about this and reach a resolution sir.
Ahmet Davutoğlu: How did we get specials forces into action when there was a threat in Northern Iraq? We should have done so in there, too. We should have trained those men. We should have sent men. Anyway, we can’t do that, we can only do what diplomacy…
Feridun Sinirlioğlu: I told you back then, for God’s sake, general, you know how we managed to get those tanks in, you were there.
Yaşar Güler: What, you mean our stuff?
Feridun Sinirlioğlu: Yes, how do you think we’ve managed to rally our tanks into Iraq? How? How did manage to get special forces, the battalions in? I was involved in that. Let me be clear, there was no government decision on that, we have managed that just with a single order.
FOURTH SCREEN:
Yaşar Güler: Well, I agree with you. For one thing, we’re not even discussing that. But there are different things that Syria can do right now.
Ahmet Davutoğlu: General, the reason we’re saying no this operation is because we know about the capacity of those men.
Yaşar Güler: Look, sir, isn’t MKE (Mechanical and Chemical Industry Corporation) at minister’s bidding? Sir, I mean, Qatar is looking for ammo to buy in cash. Ready cash. So, why don’t they just get it done? It’s at Mr. Minister’s command.
Ahmet Davutoğlu: But there’s the spot we can’t act integratedly, we can’t coordinate.
Yaşar Güler: Then, our Prime Minister can summon both Mr. Defence Minister and Mr. Minister at the same time. Then he can directly talk to them.
Ahmet Davutoğlu: We, Mr. Siniroğlu and I, have literally begged Mr. Prime Minster for a private meeting, we said that things were not looking so bright.
FIFTH SCREEN:
Yaşar Güler: Also, it doesn’t have to be crowded meeting. Yourself, Mr. Defence Minister, Mr. Interior Minister and our Chief of Staff, the four of you are enough. There’s no need for a crowd. Because, sir, the main need there is guns and ammo. Not even guns, mainly ammo. We’ve just talked about this, sir. Let’s say we’re building an army down there, 1000 strong. If we get them into that war without previously storing a minimum of 6-months’ worth of ammo, these men will return to us after two months.
Ahmet Davutoğlu: They’re back already.
Yaşar Güler: They’ll return to us, sir.
Ahmet Davutoğlu: They’ve came back from… What was it? Çobanbey.
Yaşar Güler: Yes, indeed, sir. This matter can’t be just a burden on Mr. Fidan’s shoulders as it is now. It’s unacceptable. I mean, we can’t understand this. Why?
SIXTH SCREEN:
Ahmet Davutoğlu: That evening we’d reached a resolution. And I thought that things were taking a turn for the good. Our…
Feridun Sinirlioğlu: We issued the MGK (National Security Council) resolution the day after. Then we talked with the general…
Ahmet Davutoğlu: And the other forces really do a good follow up on this weakness of ours. You say that you’re going to capture this place, and that men being there constitutes a risk factor. You pull them back. You capture the place. You reinforce it and send in your troops again.
Yaşar Güler: Exactly, sir. You’re absolutely right.
Ahmet Davutoğlu: Right? That’s how I interpret it. But after the evacuation, this is not a military necessity. It’s a whole other thing.

SEVENTH SCREEN
Feridun Siniroğlu: There are some serious shifts in global and regional geopolitics. It now can spread to other places. You said it yourself today, and others agreed… We’re headed to a different game now. We should be able to see those. That ISIL and all that jazz, all those organizations are extremely open to manipulation. Having a region made up of organizations of similar nature will constitute a vital security risk for us. And when we first went into Northern Iraq, there was always the risk of PKK blowing up the place. If we thoroughly consider the risks and substantiate… As the general just said…
Yaşar Güler: Sir, when you were inside a moment ago, we were discussing just that. Openly. I mean, armed forces are a “tool” necessary for you in every turn.
Ahmet Davutoğlu: Of course. I always tell the Prime Minister, in your absence, the same thing in academic jargon, you can’t stay in those lands without hard power. Without hard power, there can be no soft power.
EIGTH SCREEN
Yaşar Güler: Sir.
Feridun Sinirlioğlu: The national security has been politicized. I don’t remember anything like this in Turkish political history. It has become a matter of domestic policy. All talks we’ve done on defending our lands, our border security, our sovereign lands in there, they’ve all become a common, cheap domestic policy outfit.
Yaşar Güler: Exactly.
Feridun Siniroğlu: That has never happened before. Unfortunately but…
Yaşar Güler: I mean, do even one of the opposition parties support you in such a high point of national security? Sir, is this a justifiable sense of national security?
Feridun Sinirlioğlu: I don’t even remember such a period.
NINTH SCREEN:
Yaşar Güler: In what matter can we be unified, if not a matter of national security of such importance? None.
Ahmet Davutoğlu: The year 2012, we didn’t do it 2011. If only we’d took serious action back then, even in the summer of 2012.
Feridun Sinirlioğlu: They were at their lowest back in 2012.
Ahmet Davutoğlu: Internally, they were just like Libya. Who comes in and goes from power is not of any importance to us. But some things…
Yaşar Güler: Sir, to avoid any confusion, our need in 2011 was guns and ammo. In 2012, 2013 and today also. We’re in the exact same point. We absolutely need to find this and secure that place.
Ahmet Davutoğlu: Guns and ammo are not a big need for that place. Because we couldn’t get the human factor in order…






23 Mart 2014 Pazar

BU KİNİ…


Haci Cirik / Fezali

Allah mı yarattı nereden kaldı
Başımıza sardı bu kin, kibiri
Doğuştan günahsız dünyaya saldı
Başımıza sardı bu kin, kibiri

Görebilsem bu kaderi yazanı
Tarumar ederim bozuk düzeni
Susturdular aklı olan yazanı
Başımıza sardı bu kin, kibiri

Mezarda rahat yok yatan ölüme
Çürüyen bedenim kazanç zalime
Tepeden bakar perişan halime
Başımıza sardı bu kin, kibiri

Dağlarda ceylanlar sekemez oldu
Vatan millet bayrak diyerek vurdu
Sözüm ona bakın koruyor yurdu
Başımoza sardı bu kin, kibiri

Fezalim ezelden belalı başım
Hürü gılman cennet olmadı işim
Rüyam korku dolu yoramam düşüm
Başımıza sardı bu kin kibiri

22 Mart 2014 Cumartesi

DEVRİMCİ OZAN!



Haci Cirik / Fezali

Ülkesini özler devrimci ozan
Güneşe eğilen güllere benzer
Halkına sevdalı derdini yazan
Sazının döşünde tellere benzer

Toprağına hasret gözünde yaşı
Halkına  fedadır  bedeni  başı
Hayelinde düşler yaren yoldaşı
Yüce dağ başında yellere benzer

Başında sevdası özlem ateşi
Acılar içinde bacı kardeşi
Sofrası meydanda ekmeği aşı
Ocağında közlü küllere benzer

Fezali perişan hali bir yaman
Başından eksilmez kar ile duman
Günleri yıl oldu geçmiyor zaman
Esir olmuş sanki kullara benzer.

Twitter / mwitter...




Salim TURGUT

Gücün dayanılmaz hafifliğine kapılanlar, kendilerine yönelik en ufak eleştiriye bile tahammül edemezler. Eleştirinin onlar açısından ‘yıkıcı’ bir yanı vardır ve hiç hoşgörüleri yoktur.

Sürekli korku halinde yaşarlar. İktidarın ayaklarının altından çekilmesi ile birlikte nelerle karşılaşabileceklerini bildikleri için koltuklarına sıkı sıkıya sarılırlar. İktidarın gücünden faydalanarak yeni bir yaşam ve ilişki tarzı oluşturan bu güçler, iktidarın ayaklarının altından kaymaması için her türlü yalana, hileye ve baskıya başvurular.

Çürüme, yozlaşma ve yoksulluk kapitalizmin en belirgin hastalığıdır. Sistem bu hastalıktan kurtulmak için her dönem yeni arayışlara girse de elinde başvuracağı yöntemler hep birbirinin tekrarıdır. Ya mevcut partiyi iktidardan değiştirip bir süre toplumu rahatlatır, ya da var olan parti ya da kişiler iktidarını teslim etmemek için direnir. Bu direniş faşizan yöntemleri içerir. Günümüzde son günlerde yaşanan süreç tamamen iktidara tutunma sürecinden başka bir şey değildir.

AKP hükümeti ‘ileri demokrasi’ hedefi ile birçok kesimin desteğini almışken şimdi ‘ileri faşizm’ arayışları içerisinde.

Çürümenin, yozlaşmanın ve yoksulluğun arttığı bu dönemlerde toplumsal uyanışı bastırmanın ve iktidara sıkı sıkıya sarılmanın yöntemi olarak da egemen güçlerin başvurduğu en önemli reçete hep yasaklar olmuştur. AKP ve Erdoğan’ın içinden geçtiği süreç tamda burasıdır.

2013 Mayıs – Haziran’ında başlayan gezi kalkışmasından AKP ve Erdoğan büyük yaralar aldı. Gezi sürecinde Türkiye Cumhuriyetinin başbakanı olmak yerine kendi partisinin başı olmayı seçerek gezi sürecini kendi tabanını kemikleştirmekle geçirdi ve gençlerin ölümünün birinci dereceden sorumlusu oldu. ‘Oğlumu allah değil, Tayyip Erdoğan öldürdü’ diyen Berkin’in annesi Gülsüm Elvan’ın acılı feryadından Erdoğan’ın dönüşü olmayan bir yola sadece gidiş bileti almış olduğunu çıkartabiliriz.

Gezi sürecini yalanlarla, demogojilerle ve emri verdiği polislerin ‘kahramanlıkları’ ile atlatan Erdoğan, bu süreçte aynı zamanda kendi tabanının kemikleşmesini sağlayarak toplumun ruhsal olarak ikiye böldü ve toplum geri dönüşü olmayacak bir şekilde ayrıştı ve kutuplaştı. Toplumun ruhsal bölünüşünün hemen ardından patlak veren 17 Aralık 2013 operasyonları bu sürecin daha da derinleşmesine neden oldu.

17 Aralık 2013 sonrası ardı ardına patlayan kasetler yıllardır bilinen ama resmiyete dökülmeyen yolsuzluk ve rüşvetleri gün yüzüne çıkarttı. Bir dönem ünlü bir ‘büyüğümüz’, ‘rüşvetin belgesi mi olur’ demişti. Teknolojinin geldiği aşama rüşvetin de belgesinin olabileceğini gösterdi bize. Ardı ardına ortaya dökülen tapeler ve görüntüler ahlaki çürümenin ve yozlaşmanın geldiği boyutu göstermesi açısından önemli.

Yasal olmayan yollarla elde edilen bu görüntü ve tapelerin elde edilişini ve yayınlanışının kişilik haklarına bir müdahale olarak görsem de, tapelerin içeriğinin kamuyu ilgilendirdiğini ve kamunun da bilme hakkı olduğunu düşünüyorum. Normal koşullarda demokratik bir ülkede bu kayıtların yüzde birinin bile ortaya çıkması o iktidarların istifası ile sonuçlanırdır. Ama bizim ülkemiz normal demokratik ülkeler kapsamına girmediğinden olsa gerek hala bu işin sorumluları siyasal erkin başında durmakta ve meydanlarda kükremektedir.

Tapeleri piyasaya sürenlere yakınlığı ile bilinen bazı köşe yazarlarına göre yayınlanmayı bekleyen çok önemli kasetlerin olduğu iddia edilmekte. Yayınlanmamış kasetleri ‘heybede ki büyük turp’ olarak ifade eden bu yazarlar, şuana kadar ‘büyük turp’lardan sadece bir tanesinin -Tayyip Erdoğan / Bilal Erdoğan görüşmesi kast edilerek- çıktığını daha heybede 6-7 tane ‘turp’un olduğuna vurgu yapmaktalar. Bu ‘turp’lardan iki üç tanesinin seçimlerden üç dört gün önce yayınlanmasının beklendiğini ve bunlar yayınlandıktan sonra bu işin içinde olanların ‘sokağa çıkacak yüzlerinin kalmayacağını’ belirtmekteler. Sosyal medyada ‘başçalan’, ‘haramzadeler’ ve ‘fuatavni’ adlı kullanıcılarından gelen ilk mesajlarda da bu turpların neler olabileceğinin emareleri verilmekte. Mesajlara göre bu turplardan biri Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünün kaza olmadığı, ikincisinin Roboski katliamında emir verenlerin konuşmaları ve üçüncüsü de ‘muta nikahı’ ile ilgili olduğuna dair. Bu bilgilerin 25 Mart tarihinde sızdırılacağı ifade edilerek bir beklenti de yayılmış durumda.

Büyük turpların hala heybede olduğu varsayımından mı kaynaklı yoksa başka amaçlardan mıdır bilinmez ama var olan bir gerçek var ki medya ve sosyal medyaya baskıların yoğunlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Başbakanlık ile medya arasında ‘Alo Fatih’ hattının kurulduğu, beğenilmeyen gazete, gazeteci ve yazarlara yönelik doğrudan yaptırımların uygulandığı artık tüm toplumca biliniyor. Sürecin topluma yayılmasında internet gazeteciliğinin ve sosyal medyanın çok önemli bir fonksiyonu söz konusu. Erdoğan ve onun danışmanları da bu süreci gördüklerinden dolayı önce internete yönelik sansür anlamına gelen TİB’i çıkarttı. Ardından da gezi sürecinin en önemli örgütlenme ve iletişim araçlarından biri olan twitterı kapattırdı. Erdoğan’ın seçim meydanında ‘twitterı mwitterı kapatacağız’ diye konuşmasından üç dört saat geçmeden, seçim meydanındaki açıklamayı ‘fetva’ olarak kabul eden TİB, twitterı kapatıverdi.

TİB’in kapatmasına rağmen gezi gençliği DNS ayarlarını değiştirerek yasaklanmış olan twittere yeniden girdi. Tabii yasakları en fazlada yasaklayan hükümetin yetkileri deldi. Dramatik olan ise yasaklanan Twitterin neden yasaklanması gerektiğini savunan AKP’lilerinde DNS ayarlarını değiştirerek twittere girerek yasağı savunmaya kalkmalarıydı.

Napolyon ‘ Yok edemeyeceğiniz bir şeyi yasaklamayın’ demişti. İki asır önce her türlü yetkilere sahip biri olan Napolyon’un bu şekilde konuşmuş olması ilginç değil mi?

Yasaklar bir düşüncenin, bir eylemin yok edilmesi için bir engel teşkil etmiyor. Aksine yasaklanan şey her ne ise yasağın ardından hep ilgi çekmiştir. Yasak olan bir şey gizemli olduğu için de çekici ve merak uyandırıcı olmuştur. Yasaklanan şey içinde bilinmezlikleri taşısa da serbest olduğu dönemden daha ilgi çeker ve taraflı tarafsız herkesin ilgi odağı olur. Yasaklar ihlal edilmek için konulduğundan hiçbir yasak gerçek anlamda üzerine yüklenen misyonu yerine getirememiştirde.

Twitter’ın yasaklanması da bir kez daha haberlerin yayınlanmasının engellenemeyeceğini gösterdi. Napolyon’un yıllar önce gördüğünü Erdoğan’ın yakın çevresinin görmediğini gösteriyor. Erdoğan ve yakın çevresinin ‘akıl tutulması’na yakalandıkları ve ‘sağlıklı’ olmadıkları çok açık.

Yasaklarla bir düşüncenin yok edilemeyeceğini ve bir ülkenin yönetilemeyeceğini görmek için tarih sayfalarına bakmak yeterli olacaktır. Çünkü tarihin çöplüğü yasakçı, baskıcı ve diktatoryal yönetimlerle doludur.

Duyurulur!...

22 Mart 2014 / İstanbul

Kaynak: Özgür Medya


21 Mart 2014 Cuma

İki yeni kitap…





Faiz Cebiroğlu ve N.Demir Yılmaz’dan iki yeni kitap var.

F. Cebiroğlu, Eylemsel Yetke - Pedagoji Yazilar 2  / N.Demir Yılmaz ise "İyi ki Adam Olamamışam."

N. Demir Yılmaz; öykülerinde; ”Köyden kente ve başka ülkelere göç olgusunu işliyor.

----------------

“ÇÜRÜYEN VE YÜRÜYEN”E AYNA TUTAN ÖYKÜLER”

 Müslüm Kabadayı

Doğa-insan arasındaki nesnel çatışmanın, birey-toplum yanında kahramanlar arasında ve kahramanın kendi iç dünyasındaki çatışmayla öznel boyut kazandığı andan itibaren öykü vardır. Bu, insanın ve toplumun gelişimiyle doğanın değişiminin öyküsüdür aynı zamanda.

Yaşamın tüm alanlarında eylemsel bilinçle kendini geliştirmesi gereken bireyin dünyasını çelişki ve çatışmalarla kuşatan sınıflı toplumlarda, öykülerin tema-konu ve içeriğini belirleyen temel unsurun, sınıf çatışmasının bin bir yansıması olduğunu biliyoruz. Bu “yansımaların yansılayıcısı” olan yazarların dünya görüşlerine, algı-imgelem gücüne göre de edebi yapıtların biçimlendiğini söyleyebiliriz. Burada önemli olan; gerçekçi, özellikle toplumcu gerçekçi edebiyatın yaratıcısı olanların, olay-kahramanlar-dönem-toplum biçimi bakımından çelişki ve çatışmaları tanıklık etmenin ötesine geçip gelmekte olanın ipuçlarını, görüngülerini, sezgilerini nasıl verdiğidir. Bu açıdan bakıldığında edebiyatımızda Sabahattin Ali ve Orhan Kemal, öykü ve romanımızın güçlü kalemleridir. Onların çizgisinden günümüze gelen ve geleceğe yol alacak olan “yeni kalemler” söz konusudur. “İyi Ki Adam Olamamışım!” adlı ilk öykü kitabıyla N. Deniz Yılmaz, “yeni kalemler”den biri olmaya aday olduğunu göstermektedir.

Onun öykülerinde Türkiye toplumunun son 40 yıldaki yaşadığı önemli çelişki ve çatışmaların izlerine rastlamak mümkündür. Köyden kente, başka ülkelere göç olgusunun yeni durumunu yansıtan Selim Kara ve Ramo karakterleri önemlidir. Asker kökenli bir yazarın, son yıllarda bir sektör haline gelen “güvenlik hizmetleri”nde çalışanların gerçekliğini ustaca kaleme aldığı öykülerdeki sınıf atlama çelişkisinin, kahramanların vicdanında yarattığı yarılmayı betimlemesi, takdire değerdir ve bunun edebiyatımızda yeni bir konu olduğu da söylenebilir. Yine “Bayrak” adlı öyküde, kökeni ve inancı ne olursa olsun bir insanın yurt sevgisi ve bağımsızlık bilincinin, hamasetin aşılarak halklar arasındaki kucaklaşmanın çimentosu olduğu sezdirilirken, estetik düzeyin yakalanması da önemlidir. “Yeni Gitarcı/ Eski Gitarcı”da, ordudaki çelişkiler ve oradaki insani durumların “içerden biri”nin diliyle öykülenmesi, edebiyatımızın kazanımlarından olacaktır.


N. Deniz Yılmaz’ın, insani durum ve duyarlıkları, böylesine yalın ve aynı zamanda mizahi bir dille öyküleştirdiği “İyi Ki Adam Olamamışım!” kitabının, okur tarafından özenle okunacağını ve eleştirmenlerce titizlikle değerlendirileceğini düşünüyorum.

18 Mart 2014 Salı

Erdoğan-Ergenekon İttifakı mı?..





Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se

Seyredenler olmuştur, 25 Aralık operasyonunun ertesinde davet edildiğim IMC TV’deki bir programda Gülen cemaatiyle olan çatışmasında Erdoğan’ın tutabileceği dört muhtemel yol olduğunu ileri sürmüştüm. Koşullara bağlı olarak birbirlerini destekleyecek veya birbirlerinden bağımsız biçimde yürütülebileceğini varsaydığım bu dört alternatif şunlardı: 1-Ek dış destek bularak iktidarına yönelik saldırıyı göğüslemek. 2-Her şeye rağmen Cemaatle uzlaşarak sorunu çözmek. 3- Hali hazırda arkasında bulunan güçlü kitle desteğini her türlü yola başvurarak kemikleştirmek suretiyle tek başına direnmek. 4-İçeride yeni müttefikler bularak savunma cephesini genişletmek.

Kürtlerin önemli bir bölümü o sıralar dördüncü ihtimal dışındakilerle fazla ilgilenmiyordu. Bu ihtimale ilişkin yorumları ise kabaca şöyleydi: Erdoğan’ın Kürtler dışında ittifak yapabileceği güç kalmamıştır. Bu nedenle içeride müttefik aramaya yönelik her adım, pratikte AKP ile Kürtlerin ittifakı anlamına gelecektir. Kürtler mevcut krizde AKP’ye yakın durarak bu ittifakın yolunu kolaylaştıran bir politika gütmelidir.

Sözü edilen programda izah etmeye çalıştığım gibi, değişik kesimlerin değişik hesaplarla ileri sürdüğü bu tezin dayandığı ana varsayım yanlıştı. Çünkü Kürtler, Erdoğan’ın içeride ittifak yapabileceği tek güç değildi. Kürtlerden evvel Ergenekoncular vardı muhtemel müttefikler listesinde. Ergenekoncularla ittifak yapmak, Erdoğan açısından hem daha kolaydı hem de daha meşru. Böyle bir ittifakın önünde engel olarak görülen Erdoğan’ın özsel ordu karşıtlığı, bazı aydınların desteksiz atıflarından başka bir şey değildi. Erdoğan’ın amacı Türkiye’yi yönetmekti. Bu amaç gerektirdiğinde askerle çatışacağı gibi, aynı amaca hizmet ettiğinde pekâlâ Ergenekoncularla ittifak da yapabilirdi. Bu nedenle Kürtler, Erdoğan’ın ittifak yapma ihtimali olan güçler arasında dördüncü alternatifin son şıkkını oluşturuyorlardı. Bu koşullar altında Kürtlerin izlemeleri gereken siyaset Erdoğan’a en başından açık çek vermek değil, onu Kürt sorununu çözmeye mecbur bırakacak bir siyaset olmalıydı. Bu ise mevcut yönetememe krizinin aşağıdan, yani toplumsal dokudan yaratılacak baskılarla derinleştirilmesini öngörüyordu. (Sözü edilen televizyon programı şu linkte izlenebilir:

http://www.youtube.com/watch?v=K9Lv950CH1w&feature=youtu.be)

Bu tartışmanın üzerinden topu topu bir buçuk ay geçti. Ama olaylar öylesine hızlı aktı ki Kürtlerin bütün yumurtalarını AKP sepetine koymalarını öneren politikanın yanlış bir varsayım üzerine kurulmuş olduğu kısa sürede açığa çıktı. Erdoğan, 25 Aralıkta doğrudan kendisini sanık sandalyesine oturtmayı hedefleyen telefon kayıtlarının internete düşmesinden kısa bir süre sonra, yönünü bu kez açık biçimde Ergenekonculara çevirdi ve takip eden birkaç hafta içinde de Ergenekon tutuklularını serbest bırakan yasal düzenlemeleri gerçekleştirdi. Bu yazının yazıldığı gün itibarıyla Ergenekon davası sanıklarının ezici çoğunluğu serbest bırakılmış durumdaydı. PKK de önceki gün KCK adıyla yayımladığı bildirisinde AKP hükümetinin “demokratikleşme hamlesinin muhatabı olmaktan” çıktığını açıkladı.
***
PKK’nin bu yeni yönelişin içini nasıl dolduracağını bilmiyorum. Fakat yarın Öcalan’dan farklı bir açıklama gelirse kendi sözlerini yutacaklarını tahmin etmek zor değil. Tutsak bir lidere kayıtsız şartsız biat etme politikasının kaçınılmaz maliyetlerinden biridir bu. Dahası, açıklamanın eklektik ve çelişkilerle dolu niteliğine bakılırsa, yapılan deklarasyonun AKP’ye karşı tertiplenmiş bir “iyi polis/kötü polis” oyununun ürünü olduğu da düşünülebilir. İzleyenler bilir, Öcalan bir süre öncesine kadar PKK içinde bu oyuna izin vermiyordu. İyi polisi de kötü polisi de kendisi oynuyordu ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak iki rolü de

yüzüne gözüne bulaştırıyordu. Fakat son dönemlerde bu tutumunu gevşettiğine dair belirtiler var. Belki de oldubittiler nedeniyle bu noktaya gelmiş durumda. Sebep ne olursa olsun ortada böyle bir olgu var. Son açıklamada bir yandan AKP muhatap olmaktan çıktı denirken diğer yandan AKP’nin yeni-Osmanlıcılık siyasetinin Kürtler cephesindeki karşılığı olan Hamidiyeciliğin diplomatik metinlerdeki ifadesine dönüşmüş olan “Misak-ı Milli” lafının özel bir madde halinde vurgulanması, böyle bir iyi polis/kötü polis oyununu düşündürüyor.

Bu ve bunun gibi başka ihtimallerin varlığına rağmen, PKK’nin, Erdoğan’ın Ergenekoncularla ittifak kurmaya yöneldiği bir dönemde yeni bir politik tutum belirlemeye çalışıyor olmasının bizzat kendisi önemlidir ve şimdiye kadarki açıkça ilan edilmiş AKP destekçiliğiyle karakterize olan politikasına oranla doğru yönde atılmış bir adımdır. Umarım bu adım Kürtlerle Alevilerin, Müslüman olmayan azınlıkların, devrimci-demokrat solcuların, liberallerin ve demokrat İslamcıların ittifakını sağlayıp geliştirir ve AKP-Cemaat-Ergenekon üçlüsünün karşısında (bazen de arasında) daha pro-aktif bir politikayı mümkün hale getirir. Böyle bir politika, hem Kürtlerin hem de Türklerin yararına olacaktır.
***
Erdoğan’ın Ergenekon’a zeytin dalı uzatma yönündeki hamlesi sadece PKK’nin konumunu etkilemiyor. Erdoğan’dan böyle bir davranış beklemeyen aydınlar arasında da karışıklıklar ve şaşkınlıklar yaratıyor. Bu kişiler Erdoğan’ın şimdiye kadarki otoriterleşme yönündeki hamlelerine iyi-kötü bir kılıf bulabiliyorlardı. Ancak katilliği herkesçe bilinen bazı Ergenekon sanıklarını göz göre göre tahliye etmesini izah etmekte zorlandılar. Erdoğan’ın son on yıldır Kemalist bürokrasiye karşı bir devrim yapmakta olduğuna gerçekten inanan veya inanmış görünmeyi çıkarlarına uygun bulan bu yazarlar, şu sıralar o muazzam “devrim”in nasıl ellerinden kaymakta olduğuna dair hayıflanmalar kaleme almakla meşguller.

Diğer bazıları, “böyle olması gerekmezdi” inlemesinin eşlik ettiği bir kaderciliğe sapmış görünüyorlar. Kendilerini olayların akışına bırakmış gibi bir halleri var.

Bir de dinci harekete Türkiye’yi demokratikleştirmede neredeyse özsel misyonlar yükleme noktasına savrulmuş eski solcular ve liberaller var. Onlar da Erdoğan’ın yeni yönelişine rasyonel kılıflar uydurmakla meşguller. E. Mahçupyan’ın, Erdoğan’ın askerlerle flörtünü Kürt sorununu çözmeye yönelik yeni bir iktidar bloku inşa etme girişimi olarak lanse etmesi örneğinde olduğu gibi.

Son olarak, Erdoğan’ın yeni yönelişini Ergenekonla gerçek bir ittifak değil de Cemaat belasından kurtulmak için başvurulmuş geçici bir manevra olarak anlamak eğiliminde olan yazarlar var. Bu tür yorumculara göre, Erdoğan Cemaat belasını savdıktan sonra tekrar Ergenekoncuları dövmeye başlayacaktır. “Ergenekon generalleri beraat etmedi, sadece tahliye oldular!” diyen yazarların bir kısmı bu mezheptendir.

Aslına bakarsanız bu düşüncede belli bir gerçeklik payı vardır. Çünkü ilk olarak hiçbir kişi veya parti elindeki iktidarı başkasıyla paylaşmayı istemez; paylaşmak zorunda kaldığında da onu geri alma eğilimi taşır. Bu ilişki, iktidarın mantığına içkindir. İkinci olarak da Ergenekoncular Erdoğan eliyle serbest bırakılmış olsalar bile yeni durumda Erdoğan’ınkini değil, kendi oyunlarını oynayacaklardır. Diğerleri bir yana, sırf bu iki nedenden ötürü, Erdoğan’ın kafasında ileride Ergenekonla yeniden hesaplaşma ihtimaline ilişkin fikirler dolaşıyor olabilir. Ancak bu tür fikirler mevcut güç dengeleri içinde gerçekleşebilir şeyler olmadıkları için Erdoğan’ın ileride yeniden Ergenekonla hesaplaşacağı iddiası boş bir umudun ifadesi olarak kalmaya mahkumdur.

Öte yandan Ergenekoncuların iktidar oyunlarına yeniden dahil olduklarını söylemek, Türkiye’yi önümüzdeki dönemde eski Kemalistlerin yöneteceği anlamına gelmez. Son gelişmeler, Ordu da dahil politika üzerinde etkisi olan bütün güç ve örgütlerin pozisyonunda

bazı değişiklikler yapacaktır. Bu cümleden olmak üzere Ordunun eli düne oranla biraz daha rahatlayabilir. Ne var ki bu durum, eski Kemalistlerin Türkiye’yi tek başlarına yönetmelerine yetmez. Bunun temel nedeni, Türk toplumunun derin toplumsal yarılmalarla bölünmüş olmasıdır. Bu toplumsal yarılmalar, son iki aydaki gelişmelerin bir kere daha gösterdiği gibi, yeni fay hatlarının eklenmesiyle genişleyip derinleşmektedir. Bu koşullar altında, Türkiye’yi tek başına yönetebilme kabiliyeti, giderek tesadüfe bağlı ve geçici bir niteliğe bürünmektedir. “AKP seçimlerde %50’den fazla oy alsa dahi Türkiye’yi eskisi gibi yönetemez”, diyenler bu nedenle haklıdırlar. Ama AKP için geçerli olan şey, eski Kemalistler için de geçerlidir. Onlar da Türkiye’yi tek başlarına yönetme kabiliyetine artık sahip değildirler. Böyle bir şeye kalkışırlarsa çok kısa süreli bir başarı sağlasalar bile Türkiye’yi Mısır’a veya Ukrayna’ya dönüştürmekten başka bir sonuç alamazlar.
***
Sonuç olarak, Erdoğan’ın yüzünü Ergenekonculara çevirmesiyle birlikte Türkiye’deki siyaset sahnesi yeniden şekillenecektir. Kırım krizinin frenleyici potansiyelini göz ardı etmeksizin ekleyelim ki bazı dış faktörler de bu şekilleniş üzerinde katkıda bulunacaklardır. Söz konusu şekillenişin Kürt hareketi üzerine de bazı etkileri olacaktır. Bugüne kadar Erdoğan destekçiliğiyle ayakta kalmaya çalışan Kürt muhaliflerinin ayaklarının altındaki toprağın kayması ihtimali bunlardan birisidir. “Erdoğan-Öcalan Yakınlaşmasının Muhaliflere Etkisi” başlıklı bir önceki yazımda, Öcalan’ın Erdoğan’a yaklaşmış olmasının bu kesimler üzerinde ne tür olumsuz etkiler yarattığını tartışmaya çalışmıştım. Öyle görünüyor ki, Erdoğan’ın yüzünü Ergenekonculara doğru çevirmiş olması, sözü edilen Kürt muhalifleri bakımından o yazıda tartışılanlardan da ciddi sorunlar doğurmaya adaydır.

Yine de her krizin, aynı zamanda köklü zihniyet değişikliklerini gerçekleştirmek bakımından bir fırsat olduğu gerçeğini hatırlamakta fayda var. Mevcut kriz hali de Hamidiyeci ideolojinin son on yılda Kürt aydın ve siyasetçilerinin bagajına kattığı açık ve gizli tortulardan arınmak ve Kürt hareketini, Türk siyasal sistemini oluşturan tarafların basit bir uzantısı olmaktan çıkararak kendi ayakları üzerinde durabilen toplumsal bir harekete dönüştürmek bakımından bir fırsata dönüştürülebilir.

Sizce böyle bir şeyi ummak çok mu safça olacaktır?

Bizdeki Hamidiyeci hegemonyayı besleyen Türkiye’deki merkezler birbirine girmişken.
Türkiye’deki merkezleri besleyen küresel aktörler konuyla ilgili politikalarını değiştiriyorken.
Ve son olarak korucular bile Türk siyasal bütünlüğünden kopma eğilimine girmişken.
2014-03-17

17 Mart 2014 Pazartesi

Emperyalizmin son hamlesi: Ukrayna....





Emperyalizmin son hamlesi: Ukrayna üzerinden Rusya’yı vurmak.

Fikret Başkaya

Berlin duvarının yıkılması, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Varşova Paktı’nın sahneden çekilmesi, soğuk savaşın sonu ilan edildi. Artık dünyaya barış egemen olacak, refah artacak, çatışmaların ve düşmanlıkların olmadığı “kutupsuz” bir dünyada yaşanacaktı! Aslında böyle bir tespit, soğuk savaş denilene dair yanlış bir algıya veya yanlış anlamaya dayanıyordu. Zira, soğuk savaş denilen sadece ABD’nin başını çektiği emperyalist kampla Sovyetler Birliği arasındaki bir “rekabet ve düşmanlık” hali” değildi. Asıl soğuk savaş, şimdilerde Güney veya Global South denilen, Üçüncü Dünya ülkelerine yönelik bir savaştı. Asya, Afrika, Latin Amerika halkları, kendi kaderlerine sahip çıkmak üzere kolonyalist-emperyalist sistemden bağımsızlaşmakta, tarih sahnesinde yerlerini alma niyetini ortaya koymaktaydılar. Eğer yeryüzünün lanetlileri, kolonyalist- emperyalist tahakkümden kurtulur, gerçekten bağımsızlaşır, kendi doğal ve beşeri kaynaklarını kendi refahları ve kalkınmaları için seferber etmeyi başarırlarsa, bu emperyalizmin ve tabii kapitalizmin sonu olurdu. Oysa, kolonyalist-emperyalist-kapitalist Batı’nın yaklaşık 500 yıllık saltanatı, dünyanın geri kalanının sömürüsüne, yağma ve talanına dayanmıştı. Dolayısıyla ne yapıp-edip Üçüncü Dünya halklarının ve devletlerinin emperyalist tahakkümden kurtulmaları, kendi ayakları üstünde durabilmeleri engellenmeliydi! Bu amaçla darbeler, komplolar, suikastlar, iç çatışmalar, savaşlar peydahlandı, saldırılar yapıldı, “kalkınma reçeteleri” sunuldu, “dış yardım” tuzağı kuruldu. Genel bir çerçevede, daha önceki dönemde geçerli kolonyalist egemenlik, neokolonyal (yeni sömürgeci) bir egemenlik olarak ihya edilmeye çalışıldı ve bu alanda oldukça başarılı olduklarını teslim etmek gerekir. Dolayısıyla, Berlin duvarı çöktü, soğuk savaş bitti tekerlemesinin bu dünyada reel bir karşılığı yoktu.

Eğer söylendiği gibi, soğuk savaş bittiyse, Varşova Paktı lağvedildiyse, o zaman NATO’nun da lağvedilmesi gerekmez miydi? Aksi halde bu tek yanlı “ateşkes” demeye gelmez miydi? Oysa tam tersi yapıldı, NATO daha da güçlendirildi, etkinliği ve kapsayıcılığı arttı... Bu durum hiç sorun edildi mi? Duvar 9 Kasım 1989 da çöktü, yaklaşık 14 ay sonra ( 16-17 Ocak 1991 gecesi) ABD ve müttefikleri Irak’a saldırdı ve ona “Körfez Savaşı” dediler... Uygar Batı’da kaç kişi bu savaşa karşı çıktı? Savaş öncesinde ve savaş anında Batı medyasında neler yazıldı? Aslında “soğuk savaş bitti” denilen dönemde ABD ve müttefiklerinin [NATO cu cephenin densin] kaç ülkeye saldırdığını, kaç ülkede iç çatışmalar, istikrarsızlık ve savaş peydahladığını hiç düşündünüz mü? Tabii, biz gelip senin rejimini yıkacağız, toplumunun dokusu parçalayacağız, onun yerine bir kukla rejim kuracağız. 500 yıllık saltanatımızı kaldığı yerden sürdüreceğiz diyemezlerdi. Bu Batı medeniyetinin “asaletine” uymazdı. Bu amaçla yeni bir dil, yeni bir söylem ve retorik oluşturmaları gerekiyordu ve oluşturdular. Anlı şanlı profesörler, think-tank’lar (bunlara düşünce kuruluşu deniyor ama o zevatın kimin hesabına düşündüğü pek sorun edilmiyor maalesef), saygın üniversiteler, yüksek maaşlı “konunun uzmanları” çareyi buldular: İşte “önleyici savaş”, “insanî müdahale”, “koruma sorumluluğu” “ demokrasi ve insan hakları”... bu meseleyi hâlledecekti... Bunlar öyle gerekçeler ki, artık istedikleri ülkeye istedikleri zaman saldırabilir, her türlü uluslararası hukuku ve teamülü yok sayabilir, devleti çökertebilir, rejimi değiştirebilirlerdi... Ve değiştirmeye devam ediyorlar. Şimdi hedefte Ukrayna var  ve Ukrayna üzerinden de Rusya var. Tabii Venezüella, Bolivya, Ekvator, Brezilya , Arjantin, belki Türkiye ve başkaları var... Elbette çekirgenin ilâ nihaî sıçraması diye bir kesinlik yoktur.

Önce bir ülkeye IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi emperyalist finans kuruluşları tarafından neoliberal “yapısal uyum” programları dayatılıyor, emekçi çoğunluk yoksullaştırılıyor, haklı olarak kitle tepkisi büyüyor, durum kaşımaya elverişli hale geliyor. İstikrarsızlığın alt-yapısı oluşuyor, ardından bir müdahaleyle rejimler çökertiliyor. Artık son dönemde büyük ordular meydanlara sürülmüyor. Irak’a yönelik birinci ve ikinci savaşta olduğu gibi, ya da Afganistan’daki gibi büyük bir askeri harekata gerek kalmadan amaca ulaşmak mümkün. Doğrudan bir açık işgale pek tevessül edilmiyor. Zira yeni müdahale biçimleri hem daha az masraflı, hem emperyalist cephenin daha az insan zayiatı vermesini mümkün kılıyor ve hem de Batı kamuoyu olsun, ve bir bütün olarak dünya kamuoyu olsun, daha kolay ikna edilebiliyor, aldatılabiliyor veya tepki etkisizleştiriyor. Tabii bu amaçla da içerdeki “Truva atları” daha çok devreye sokuluyor... Üçüncü Dünya (Global South] halklarını ve kaynaklarını feth etmenin “rafine yöntemleri” keşfedilmiş durumda. Önce kitle iletişim araçları devreye sokuluyor ve kamuoyu denilen, dünya ölçeğinde şartlandırılıp, hazırlanıyor. Hedef ülkenin yöneticileri lânetlenip-şeytanlaştırılıyor [Elbette melek değiller ve o ayrı bir tartışma konusu]. İkinci aşamada başta BM ve bağlı kuruluşlar olmak üzere emperyalizmin hizmetindeki başlıca kurumlar ve diğerleri, CIA, Mossad ve NATO’cu ülkelerin istihbarat örgütleri, “saygın” düşünce kuruluşları ve NGO’lar (STK‘lar) devreye sokuluyor. Bu arada insâni, bilimsel ve entellektüel izlenimi veren, aslında CIA ve benzerlerinin yan örgütleri olan National Endowment for Democracy (NED) gibi adında demokrasi geçen ama aslında CIA’nın yönlendirdiği örgütler, vakıflar, vb. devreye sokuluyor. Milyonlarca dolar harcanarak içerde “ özgürlük ve demokrasi kahramanları” peydahlanıyor. Bir fikir vermek için, Türkçesi “demokrasiyi güçlendirme” demek olan NED’in, sadece 2012 yılında Ukrayna’daki 60 kadar “örgüte”  3.4 milyon dolar ödediği biliniyor. [1]  Serguei Glaziev’in bildirdiğine göre, “Amerikalılar, muhalefeti ve isyancıları destekleyip, silahlandırmak için haftada 20 milyon dolar harcıyorlarlardı”. [2] Tabii Almanya’nın  ve Alman vakıflarının katkısını da unutmamak gerekir...

Artık geriye beslenip-büyütülen “Truva Atlarını” harekete geçirmek kalıyor. İçerde bu unsurlar -ki, onlara ekseri “özgürlük savaşçıları” deniyor- sayesinde yaratılan karışıklık, kargaşa, çatışma ve istikrarsızlık belirli bir kıvama gelince, “uluslararası toplum” denilenin “rahatsızlığı artıyor” ve müdahaleye yeşil ışık yakılıyor... Öyle ya, “uluslararası toplum” o durumu artık kabul edemez... mutlaka bir şeyler yapılması gerekir... Bu amaçla mesela bir depremde çekilmiş, ya da başka bir zamanda, başka bir yerde çekilmiş yıkım ve vahşet görüntüleri, hedefteki ülkede olmuş gibi medya aracılığıyla tüm dünyaya servis ediliyor... Tabii “uluslararası toplum” denilenin NATO’cu cepheden başka bir şey olmadığı da ekseri gözden kaçıyor... Asıl halka saldıranlar, halkın kim olduğuna kendileri karar veriyor. Mesela Suriye söz konusu olduğunda, Başkan Esad için “ halkını katleden diktatör” deniyor. Halkın çoğunluğu ulusal onuruna sahip çıkıp, rejimi desteklerken, esas itibariyle dış kaynaklı emperyalist saldırıya karşı kahramanca savaşırken, rejim hangi halkı katlediyor dersiniz? İşte “barış”, “demokrasi”, “insan hakları”, “özgürlük”, “diktatör”, “şiddet”... emperyalist haydutların ve  küresel egemen medyanın diline pelesenk ettiği kelimelerden bazıları. Lâkin “her söz her ağıza yakışmaz” denmiştir...

Ukrayna’da ne oluyor?

Aslında Ukrayna’da gerçekten ne olup-bittiğini ister Batı’da olsun, ister dünyanın geri kalanında olsun, pek bilen yok. İnsanların, oraya dair bildikleri, Amerikan neokonları’nın ve tam bir yalan imalathanesi haline gelmiş olan Batı medyasının bilinmesini istedikleri kadar. Geçtiğimiz günlerde Ukrayna’da gerçekleşen faşistleri, ırkçıları, anti-semit katilleri iktidara taşıyan sağcı darbe, bazı farklarla 2004 deki “turuncu devrimin” bir tekrarı veya Suriye ve Libya’da olup-bitenin bir benzeri. Büyük ölçüde dışardan uyarılıp-desteklendiği de bir sır değil. Elbette bunu söylemek oradaki rejimin çürümüşlüğünü, kokuşmuşluğunu dikkate almamak değildir. Darbenin arkasında da ABD, Almanya ve bir bütün olarak AB, başka türlü söylersek NATO’cu cephe ve İsrail var. Amaç Rusya’yı köşeye sıkıştırmak , Çin, Rusya, İran, Suriye, Lübnan Hizbullah’ı ve kısmen Irak tarafından oluşturulan, Suriye kriziyle de belirgin hale gelen ekseni, “itiraz cephesini” etkisizleştirmek.

Tabii, Ukrayna’ya yönelik ‘operasyonun’ birinci ve görünen amacı onu NATO bayrağı altında, Merkel Almanya’sı başta olmak üzere, emperyalist Batı’nın korunmuş av alanı haline getirmek olsa da, aslında Rusya’nın jeopolitik, militer ve ekonomik çıkarları hedef alınıyor. Zira, Vladimir Putin yönetimindeki Rusya Federasyonu, Batı için devrilmesi gereken bir kaya olarak görülüyor. Bu arada Putin’in İran ve Suriye’ye yönelik hesapları bozmasının öcü de alınmak isteniyor. Başka türlü ifade edersek, Rusya’nın daha fazla güçlenmesinin önü kesilmek isteniyor. Bu amaçla ABD, AB ve İsrail ve neo-nazi ittifakı oluşmuş bulunuyor. Fakat şimdilik Putin akıllı bir manevrayla Kırım’ı faşist darbenin dışında tutmayı başarmış görünüyor. Fakat Batı hegemonyası altına girmiş bir Ukrayna, güney sınırında bir risk oluşturmaya devam edecektir. Batı tarafından uygulamaya konulması kesin gibi görünen ekonomik ve politik yaptırımlar elbette sıkıntı yaratacaktır. Zaten asıl amaç da Rusya’nın boğazını sıkmak ama Rusya Federasyonu’nun bir  kıta ülkesi olduğunu unutmamak gerekir. Dolayısıyla öyle kalay lokma değil. Böyle bir durumda Putin’in, nesnel olarak emperyalizm tarafında yer almaları mukadder olan Rus oligarklarıyla hesaplaşması gündeme gelebilir. Bu durumdan başarıyla çıkması, ancak emekçi Rus halkına dayandığında, halkın gönüllü ve kalıcı desteğini arkasına aldığında mümkün olabilir. Tabii bu kapışma sadece Rusya’yı etkilemekle kalmaz, dünya dengelerini ve dünya jeopolitiğini de yeniden biçimlendirecek yeni saflaşmalar ortaya çıkacaktır. Fakat ne olursa olsun faturanın her yerdeki emekçilere, sıradan insanlara çıkacağı kesin. Tabii daha kötüsü bir dünya savaşı da ihtimal dışı değildir ve öyle bir savaşın nükleer savaş olma ihtimali de... Emperyalist cephe Rusya’yı hata yapmaya zorlayarak, avantajlı duruma gelmeyi planlasa da her halükârda faturanın kime çıkacağı belli...

Kırım Referandumu, ‘Uygar Batı’nın çifte standardını ve ikiyüzlülüğünü bir defa daha gösterdi.

İşlerine geldiğinde self determinasyondan söz ediyorlar, islerine gelmediği zaman toprak bütünlüğünden, uluslararası hukuktan, ilkelerden... Ukrayna’nın toprak bütünlüğü Batı için “vazgeçilmezmiş!”, bu bir ilke gereğiymiş! Yugoslavya param parça edilirken, Slovenya’nın, ardından Hırvatistan’ın, Bosna’nın ve nihayet Kosova’nın kopuşu da bir ilke sorunu değil miydi?  Hiç vakit kaybetmeden söz konusu yeni devletçikleri tanımak için birbirleriyle yarışmamışlar mıydı? İskoçya yakında İngiltere’den ayrılmak için referandum yapacak, acaba Ukrayna’da olduğu gibi, İngiltere’nin toprak bütünlüğünün bir ilke sorunu olduğu hatırlanacak mı? Başkan Obama Ukrayna’da Rusların uluslararası hukuku ihlâl ettiğini söylemiş. Kendi ülkesi Irak’ı, Afganistan’ı, Libya’yı... işgal ettiğinde uluslararası hukuk yıllık izninin bir bölümünü kullanmak üzere tatile mi çıkmıştı? Obama geride kalan üç yılda insansız hava araçlarıyla (İHA), taammüden 3000 kişiyi öldürdüğünde şu ilkelere, uluslararası hukuka ve teamüllere ne oldu. Washington Post’ta çıkan bir haberde: “Bay Obama ve Avrupalı yöneticiler hızlı hareket ederek, Ukrayna’nın parçalanmasını engellemeliler” deniyor. Tüm Batılı ülkeler ve Kırım referandumunu tanımayacaklarını ilân ettiler. Neden? Bir halk kendi kaderini tayın etmek için sizden izin mi almak zorunda? O takdirde self determinasyonun bir anlamı ve değeri olur muydu?

Dünya düzeninde  yalanın, ikiyüzlülüğün ve çifte standardın istisna değil, kural  haline gelmesi, insanlığın bir ayıbı değil mi? Eğer öyleyse bu ayıpla daha ne zamana kadar...



2. Michel Viatteau et Olga Nedbaeva, « Le président ukrainien à Sotchi sur fond de tensions », La Presse, 6 février 2014,


15 Mart 2014 Cumartesi

KCK: AKP hükümeti işlevini kaybetti(*)



BEHDİNAN / ANF

KCK Yürütme Konseyi 3-10 Mart tarihleri arasında yaptığı Yürütme Konseyi toplantısının deklarasyonunu yayınladı.  AKP hükümetinin şu anda siyasal zeminini yitirip, işlevini kaybettiğini belirten KCK Yürütme Konseyi ”Dış güçler her zaman olduğu gibi kendilerine bağlı ve çıkarlarına uygun bir politika izleyecek yeni bir iktidar blokunu Türkiye'de hükümet yapmak istemektedir. Ancak AKP iç ve dış siyasal zeminini ve toplumsal desteğini kaybederken, dış güçler ve onların Türkiye'deki uzantıları yeni bir iktidar bloku oluşturup kendi hegemonyalarını sağlama konusunda zorlanmaktadır” dedi.

KCK Yürütme Konseyi yaptığı yazılı açıklamada,  Dünya, Türkiye ve bölgedeki siyasal gelişmelerin kapsamlıca değerlendirerek, aşağıdaki deklarasyonu Türkiye halklarına ve devrimci güçlere sunma kararı aldığı belirtildi.

“Halklar dünyanın her yerinde ayağa kalkmaktadır. Özellikle Ortadoğu'da egemen güçler halklar üzerindeki kontrollerini kaybetmiş bulunmaktadır. Toplumlar binlerce yıllık devletçi sistemin baskısından kurtulmak istemektedir. Eski hegemon güçler yıkılırken, halklar yeni hegemonya kurmak isteyenlere izin vermemektedir” denilen KCK Yürütme Konseyi Deklarasyonunda, devletin ilk ortaya çıktığı yerde devletçi sistemin krizinin yaşandığını belirtti.

‘ULUS DEVLETİN YÜKÜ ÇEKİLMEZ HALE GELDİ’

Son iki yüzyılda Ortadoğu’ya giren kapitalist modernitenin sorunları daha ağırlaştırdığı belirtilen deklarasyonda, “Ulus-devlet toplumların sırtındaki yükü çekilmez hale getirmiştir. Devletçi sistem ortaya çıktığı yerde kriz yaşarken, bu krize kapitalist modernite sisteminin ve bölge gerici güçlerinin çare bulması mümkün değildir. Sorunları bu güçler çıkardığına göre, çözüm de bunları aşmakla sağlanacaktır” dendi.

Ortadoğu halklarının sömürücü ve baskıcı, devletçi sisteme karşı ayağa kalktığı da belirtilen KCK Yürütme Konseyi Deklarasyonda şöyle dendi: ”Dış güçler artık kendi çıkarlarını karşılamayan bu işbirlikçilere sırt çevirmekte, halkların isyanlarını yönlendirip kendi çıkarlarını temsil edecek yeni işbirlikçileri iktidara getirmek istemektedir. Ancak halklar ve demokratik güçler kapitalist modernist güçlerin bu planını kabul etmemektedir. Bu ortamda demokrasi güçleri yeterince etkin olmayınca, yüzüne İslam maskesi takmış ve bölge halklarının kültürünü ve inancını istismar eden çeşitli güçler bundan yararlanmaya çalışmaktadır. Devletçi sistemin kriz içine girdiği, ama demokrasi güçlerinin de gereken hamleyi gösterip inisiyatif alamadığı yerlerde ortaya bir kaos çıkmakta, bu da halklara acı çektirmektedir.

’40 YILLIK DİRENEN BİR HALK GERÇEKLİĞİ ORTADA’

Kürt Özgürlük Hareketi kırk yıllık mücadelesiyle özgürlüğü için direnmekte ısrar eden bir halk gerçekliği yaratmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi bu mücadelesini hem Kürtleri özgür ve demokratik yaşamına kavuşturmak, hem de Kürtlerin bulundukları ülkeleri demokratikleştirmek için yürütmektedir. Özellikle Türkiye'yi demokratikleştirmeyi mücadelesinin temel hedefi olarak görmüş, buna göre hareket etmiştir. Çünkü bu hareket Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümünün birbirinden koparılmayacak kadar iç içe olduğunu söyleyen bir yaklaşıma sahiptir. Bu açıdan Türkiye'nin demokratikleşmesine hep duyarlı olmuş, bu sorumlulukla mücadelesini yürütmeyi ideolojik ve politik duruşunun gereği saymıştır.

Kürt Özgürlük Hareketi bu sorumluluğun gereği olarak yirmi yıldan fazladır Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü için defalarca ateşkes ilan etmiştir. Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü için ondan fazla deklarasyon yayınlamış, çözüm projeleri sunmuştur. Türk devleti ve hükümetleri her defasında bu adımları zayıflık belirtisi ve taktik yaklaşım olarak görüp hiçbir karşılık vermese de, Kürt Halk Önderi ve Kürt Özgürlük Hareketi Kürt sorununun siyasal demokratik çözümü temelinde Türkiye'nin demokratikleşmesinde ısrar etmiştir.

Çünkü böyle bir çözümün halkların çıkarına olduğuna inanmıştır. Kürt sorununun çözümsüzlüğünden dış güçlerin yararlandığını, bundan da başta Kürtler ve Türkler olmak üzere tüm Türkiye halklarının zarar gördüğünü her zaman vurgulamıştır. Bu nedenle çözüm ve demokratikleşme zemini ve umudu gördüğü her fırsatta Türkiye'nin demokratikleşmesi için adımlar atmayı halklara karşı sorumluluğunun gereği saymıştır.”

Kürt halkının özgürlük mücadelesinin Kürt gerçeğini tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarıp, Kürt sorununun çözümünü, Türkiye halklarının önüne koyduğu gibi, Türkiye’deki devrimci, demokrasi güçlerinin onlarca yıldır büyük bedeller ödeyerek yürüttüğü özgürlük ve demokrasi mücadelesini de Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü için gereken toplumsal ve siyasal zemini ortaya koyduğuna da dikkat çekti.

‘KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜ TÜRKİYE HALKLARINA DA ZARAR VERİR’

Türkiye’nin demokratikleşmemesinin ve Kürt sorununun çözümsüz kalmasının sadece Kürtlere değil, tüm Türkiye halklarına zarar verdiği bilincinin Türkiye toplumunda önemli düzeyde geliştiğini belirten KCK Yürütme Konseyi, “Bu anlayış ve yaklaşımla hareket eden Kürt Halk Önderi, 2012 yılı sonunda yeni bir demokratikleşme ve barış hamlesi başlatma kararı almıştır. Ortadoğu'da kaosun hakim olduğu, halkların bu kaos içinde umutsuzluk ve acıyla kıvrandığı ortamda bu demokratikleştirme hamlesiyle Türkiye'yi bölgeye örnek bir ülke haline getirmek istemiştir. Türkiye demokratikleşerek başta Kürt sorunu olmak üzere içerideki tüm sorunların çözümüyle örnek bir ülke haline gelip bölgedeki tüm sorunların çözümüne de öncülük yapabilecektir.

Önder Apo böylesi tarihsel bir sorumlulukla 2013 yılı Newrozu’nda iki milyondan fazla insanın önünde Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun demokratikleşme manifestosunu ilan etmiş, 2012 yılının son aylarından itibaren fiilen yürürlükte olan çatışmasızlığı resmileştirmiştir. Gerilla güçlerine Türkiye dışına çıkma çağrısı yaparak dev bir adım atıp demokratik çözüm için güçlü bir zemin yaratmıştır” dedi.

KCK Yürütme Konseyi Deklarasyonu’nda Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 2013 Newrozu’nda yaptığı çağrının satırbaşlarını şöyle belirtti:

“Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun noktasına geldik. Yok sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürtüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor.

Etnik ve tek uluslu coğrafyalar oluşturmak, bizim aslımızı ve özümüzü inkar eden modernitenin hedeflediği insanlık dışı bir imalattır.

Tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini, en eski sömürge ve ezilen sınıf olan kadınları, ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini, işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dışlanan herkesi çıkışın yeni seçeneği olan Demokratik Modernite Sistemi'nde yer tutmaya, zihniyet ve formunu kazanmaya çağırıyorum.

Bu modele yine Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının, ondaki kültür ve zamanın öncülük etmesi, onu inşa etmesi kaçınılmazdır.

Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı'nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz.

Son doksan yılın tüm hata, eksiklik ve yanlışlıklarına rağmen bir kez daha mağdur edilmiş, büyük felaketlere uğramış halkları, sınıfları ve kültürleri de yanımıza alarak bir model inşa etmeye çalışıyoruz. Tüm bu kesimleri eşitlikçi, özgür ve demokratik ifade tarzının örgütlenmesini gerçekleştirmeye çağırıyorum.

Bu toprakların tarihselliğinde önemli bir yer tutan ‘BİZ’ kavramının genişliği ve kapsayıcılığı dar, seçkinci iktidar elitleri eliyle ‘TEK’e indirgenmiştir. ‘BİZ’ kavramına eski ruhunu ve pratiğini vermenin zamanıdır.

Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed'in mesajlarındaki hakikatler, bugün yeni müjdelerle hayata geçiyor, insanoğlu kaybettiklerini geri kazanmaya çalışıyor.”

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Anadolu ve Kürdistan coğrafyasının tarih içinde birbirini tamamlayan birlikteliğini bu defa demokratik temelde güncelleştirmeyi hedeflediğini de ifade eden KCK Yürütme Konseyi ”Bu aynı zamanda Türkiye'ye yaşadığı iç ve dış tüm çıkmazlardan kurtulması için büyük bir fırsat sunmak anlamına gelmektedir.

‘DEMOKRATİKLEŞME HAREKETİ TÜRKİYE HALKLARINDA HEYECAN YARATTI’

Önder Apo'nun bu demokratikleşme hamlesi sadece Kürt halkında değil, Türkiye halklarının tümünde heyecan yaratmıştır. Tüm Türkiye'de Kürt sorununun çözüleceği ve kalıcı barışın gerçekleşeceği yönünde umutlar artmıştır” dedi.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin çatışmasızlık sağladığı gibi, esir askerleri de serbest bıraktığını, gerillalarını sınır dışına çıkarmaya başladığı da vurgulanan KCK Yürütme Konseyi Deklarasyonu’nda şunlara dikkat çekildi: “Gerillanın sınır dışına çıkarılması iradesinin ortaya konulması, Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü için muazzam bir zemin ve fırsat ortaya çıkarmıştır. Türkiye ve Kürdistan toplumunda Türkiye'nin demokratikleşmesine ve Kürt sorununun çözümüne verilen destek yüzde 80’ler düzeyinde olmuştur. Ancak gerillanın Türkiye sınırları dışına çıkarılması iradesi somut olarak ortaya konulmasına rağmen AKP Hükümeti çözüm için adım atmamıştır. Çatışmasızlığın sürmesini ve bu ortamda seçimlere ulaşmayı kendi açısından yeterli görmüştür. Bu açıdan bu büyük fırsatı seçimlere kadar oyalayıcı paketlerle geçiştirme dışında bir şey yapmamıştır. Hareketimiz bir deklarasyon yayınlayarak ciddi uyarmasına rağmen, AKP Hükümeti bu uyarıyı dikkate almamıştır. Türkiye halklarının yüzde 80’lere varan demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünü isteyen beklentilerinin tersine hareket ederek Kürt Halk Önderi’nin başlattığı süreci boşa çıkarmıştır. Kürt Halk Önderi ve Özgürlük Hareketi'nin verdiği fırsatı demokratikleşme doğrultusunda değil, kendi hegemonyasını güçlendirmek için kullanmıştır.

AKP Hükümeti Önder Apo ve Hareketimizin çağrılarına ve halkın beklentilerine sonbaharın sonuna kadar karşılık verip adım atmayınca, Önder Apo'nun ve Kürt Özgürlük Hareketi'nin attığı adımların ve yaptığı çağrıların muhatabı olmaktan çıkmıştır. 17 Aralık’ta ortaya çıkan iktidar mücadelesi ortamında Önder Apo demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümündeki samimiyetini göstermek için fırsatçı bir yaklaşım içine girmemiştir. Ancak AKP Hükümeti bu şansı da kullanmayarak Önder Apo’nun attığı adımlara karşılık vermeyeceğini bir kez daha göstermiştir.

‘AKP BASKICI POLİTİKALARI ARTTIRDI’

AKP Hükümeti yaşanan siyasal krizi demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümüyle aşacağına, hegemonik zihniyetle daha baskıcı politika ve uygulamalara yönelmiştir. Tüm hegemonik zihniyette olanların sandığı gibi böyle davrandığında sorunların üstesinden geleceği yanılgısı içine girmiştir.”

Köklü, siyasal, sosyal, kültüre ve uluslararası boyutu olan Kürt sorununun ancak radikal demokratik adımlarla çözülebileceği de belirtilen deklarasyonda, “AKP gibi hegemonya peşinde koşan bir hükümetin bu sorunu çözemeyeceği anlaşılmıştır. Bu açıdan da AKP Hükümeti Önder Apo'nun başlattığı ve Hareketimizin de başarıya ulaşması için büyük çaba harcadığı demokratikleşme hamlesinin muhatabı olmaktan çıkmıştır.

‘ÖNDER APO’NUN ÇAĞRISI HALKLARA VE DEMOKRASİ GÜÇLERİNEYDİ’

Önder APO’nun 2013 yılı Newroz’unda başlattığı demokratikleşme hamlesinin esas muhatabı AKP Hükümeti değildi. Önder Apo'nun çağrısı esas olarak halklara ve demokrasi güçlerine olmuştu. Kuşkusuz bir muhatabı da hükümetti. Ancak demokrasi güçleri ne bu sürece müdahil olarak kendi demokratikleşme hamlelerini yapıp kendi çözümlerini üretebildiler, ne de AKP'yi köklü bir demokratikleşme adımına zorlayabildiler. Rolünü oynayamayan demokrasi güçleri içinde Özgürlük Hareketimiz de bulunmaktadır. Böyle olunca, bu durumu fırsat bilen AKP, Önder Apo’nun başlattığı süreci oyalamayla geçiştirme ve zaman kazanma politikası izlemiştir. Kuşkusuz bu bir yılın halklarımız açısından kazanımları olsa da, Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü açısından hedeflenen amaçlara ulaşılamamıştır.

Gelinen aşamada AKP ne egemen dış ve iç güçlerin ne de halkların ihtiyacına cevap verecek durumdadır. Bu nedenle her bakımdan siyasal olarak işlevini yitirmiştir. Eski hegemonyanın dağıldığı ortamda AKP çok uğraşmışsa da, iktidar olduğu on iki yıl içinde kendi hegemonyasını kuramamıştır. Kürt halkı ve Türkiye halklarının direnişi buna fırsat vermemiştir.

‘AKP HÜKÜMETİ İŞLEVİNİ YİTİRDİ’

Şu anda AKP Hükümeti siyasal zeminini yitirip işlevini kaybederken, dış güçler her zaman olduğu gibi kendilerine bağlı ve çıkarlarına uygun bir politika izleyecek yeni bir iktidar blokunu Türkiye'de hükümet yapmak istemektedir. Ancak AKP iç ve dış siyasal zeminini ve toplumsal desteğini kaybederken, dış güçler ve onların Türkiye'deki uzantıları yeni bir iktidar bloku oluşturup kendi hegemonyalarını sağlama konusunda zorlanmaktadır. Çünkü halklar Ortadoğu genelinde olduğu gibi eski hegemonik baskıcı güçleri etkisizleştirirken, yeni bir hegemonik baskıcı gücün iktidar olmasını istememektedir” dedi.

Dış güçler ve işbirlikçilerinin AKP’nin iktidarı dağılırken, bu dağılmanın kontrollü olması için büyük çaba gösterdiğini de belirtilen deklarasyona şöyle devam edildi: “Bu güçlerin halkın toplumsal muhalefetinin radikal demokratik karaktere kavuşmasını istememeleri, halkın muhalefeti ve direnişini kendi iktidarcı hegemonik amaçlarına akıtmak için çaba içine girmeleri bu gerçekliği göstermektedir. Halkın direnişinden sadece AKP Hükümeti değil, dış güçler ve onun içerideki uzantıları olan Fetullahçılar, CHP ve MHP de ürkmekte ve korkmaktadır.

Mevcut süreç eski hegemonyanın dağıldığı, hükümetin de siyasal gücünü yitirdiği, ama yeni bir hegemonik iktidarın kurulmasının da halklar tarafından kabul edilmediği bir siyasal ortamı ifade etmektedir. Bu durum demokrasi güçleri ve halkların sürece müdahil olarak radikal demokratik bir hamle yapmalarına imkan vermektedir. Başta Kürtlerin ve Alevilerin varlık ve özgürlük sorunları olmak üzere, tüm toplumsal ve siyasal sorunların köklü bir demokratikleşme olmadan çözülmesi mümkün değildir. Bu nedenle dış güçler ve onların içteki uzantıları hiçbir soruna çözüm bulamamaktadır. Bu da siyasal, sosyal ve ekonomik sorunların ağırlaşmasını beraberinde getirmektedir. İşte bu ortam demokrasi güçlerinin ve halkların sürece devrimci demokratik bir müdahale yapıp Türkiye'yi demokratikleştirmesine oldukça meşru bir zemin ve fırsat sunmaktadır.

Sorunların ağırlaştığı bir süreçte iç ve dış hegemonik güçler demokratik devrimci güçlerin etkili hale gelmemesi için CHP ve Fetullahçılar üzerinden AKP Hükümetini tedricen aşıp yeni hegemonik bir hükümet kurmayı hedeflemektedir. Halk güçleri dış güçlerin yeni hegemonik ve antidemokratik bir iktidarı halkın başına musallat etmesine müsaade etmemeli ve buna fırsat vermemelidir. Türkiye halkları, Kürt Halk Önderi’nin başlattığı sürece yüzde 80 oranında destek veriyorsa, bu desteği demokratik Türkiye'nin gerçekleştirilmesine vermektedir. Halklarımız radikal demokratikleşme istiyorsa, demokrasi güçlerinin bu isteğe doğru cevap verme sorumluluğu vardır. Bu hem siyasi hem de ahlaki bir sorumluluktur. Halklarımız bu sorumluluğu üstlenen güçlere sahip çıkacak ve onların yürüteceği mücadelenin içinde güçlü biçimde yer alacaktır.”

‘SORUNLARI ÇÖZMEK İÇİN PROGRAM OLUŞTURULMALI’

Bu nedenle demokrasi güçlerinin bir araya gelip, Türkiye’nin demokratikleşme ve özgürlük sorunlarını köklü biçimde çözecek bir program oluşturması gerektiği ve bu program etrafında demokrasi güçlerinin ittifakını yaratacak, Türkiye’nin tam demokratikleşmesi için demokratik siyasal mücadelenin yükseltilmesi gerektiği de vurgulandı.

“Türkiye'nin mevcut siyasal ortamında demokrasi güçlerinin bir program etrafında ittifak oluşturarak siyasal mücadeleyi halk güçleriyle birlikte yürütmekten başka sorunlara çözüm bulmaları ve Türkiye'yi demokratik istikrara kavuşturmaları mümkün değildir” denilen deklarasyonda, “Kürt halkının ve Türkiye'deki demokrasi güçlerinin ağır bedeller vererek yürüttüğü özgürlük ve demokrasi mücadelesi böyle bir Türkiye'yi gerçekleştirecek birikim ve tecrübeye sahiptir.

Radikal demokratik güçlerin etrafında ittifak kurup mücadeleyi yükselteceği Türkiye'yi demokratikleştirme programı esas olarak aşağıdaki çerçevede olabilir. Kuşkusuz ortaya koyduklarımız gerçek demokrasinin önünü açacak ve gerçekleşmesini sağlayacak öneriler niteliğindedir. Bu önerileri tüm demokrasi güçleri tartışmalı ve Türkiye'nin demokratikleşmesini sağlayacak gerçek bir demokratik program ortaya çıkarmalıdır” denildi.

‘DEMOKRASİNİN ÖNÜNÜ AÇACAK NİTELİKTE ÖNERİLER’

-Farklılıkları tekleştiren ve asimile eden her türlü anlayış ortadan kaldırılarak Türkiye'deki tüm farklı etnik, dinsel ve sosyal toplulukların tam düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğüyle kendi kendilerini demokratik ve özgür yönetmelerini sağlamak.

-Kadın erkek farklılığına dayalı eşitliğin kabul edilerek toplumsal cinsiyetçiliği tümden ortadan kaldırıp kadın özgürlüğüne dayalı bir özgürlük anlayışı ve ahlaki-politik toplum gerçeğini ortaya çıkarmak.

-Egemen sınıflar tarafından yıkılan adalet ve eşitlik anlayışının yarattığı tüm tahribatları gidererek toplumsal adalet ve eşitliği sağlayacak hukuku toplumsal ahlakı temel alarak yeniden yaratmak.

-Baskıcı, sömürücü, hegemonik güçlerin toplumlar üzerindeki hakimiyetini kurmak için zindanlara doldurdukları tüm siyasi tutsakların serbest bırakılmasını sağlamak.

-Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurularak Mustafa Suphi’lerin katledilmesi, Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın idamıyla sonuçlanan saldırılar başta olmak üzere bugüne kadarki tüm siyasi cinayetler ve darbeleri araştırarak gerçekleri açığa çıkarma temelinde toplumsal barışın sağlamak.

-Halkın demokrasi ve özgürlük mücadelesini bastırmak için kurulmuş tüm sivil ya da resmi özel savaş kurumlarının dağıtılması; terörle mücadele altında oluşturulmuş özel birlikleri ve koruculuğu lağvederek toplumların iradesi, örgütlenmesi ve özgürlüğü önündeki tüm engelleri kaldırmak.

-Kürt halkının ve Alevi toplumunun sorunları başta olmak üzere, tüm etnik ve inanç topluluklarının gerçek demokratikleşme içinde haklarına kavuşmalarını sağlayacak bir programın oluşturulmasını ilkesel olarak Türkiye halklarına deklare etmek. Bu tür sorunların çözümü için Kürtler ve Alevilerle diğer etnik ve dinsel toplulukların temsilcilerini muhatap alarak müzakere temelinde ve demokratik zihniyetle sorunları demokratik çözüme kavuşturmak.

-Eğitimin tüm farklı dil ve lehçelerin ihtiyaçlarını da karşılayacak biçimde bilimsel demokratik temelde yeniden yapılandırılması

-Sağlığın toplumcu anlayışla demokratik temelde yeniden yapılandırılması ve tüm sağlık hizmetlerin karşılık beklenmeden gerçekleştirilmesi.

-Ekonomik alanı da toplumsal ve siyasal alan gibi demokratik toplumcu karaktere kavuşturmak. Hem topluluklar ekonomisinin hem özel işletmelerin oluşturduğu ekonomik faaliyetlerin tam şeffaf olması temelinde toplumun en demokratik yaşam alanı olan ekonomik alanı toplumun çıkarlarını koruyacak biçimde anayasal ve yasal güvenceye kavuşturmak. Ekonominin ekolojik ilkelere uyması zorunluluğunu ilkesel olarak kabul etmek.

-Ekonomik alanda tekelciliğin tamamen önüne geçecek yasaları çıkarmak.

-Emekçilerin örgütlenme ve sendikalaşma özgürlüğünü tam sağlamak.
KCK Yürütme Konseyi Deklarasyonu’nda “Bu çerçevede tüm farklı toplulukların özgünlüğünün ve özgürlüğünün kabul edildiği ve bireysel demokratik hakların güvenceye kavuşturulduğu radikal demokratik bir anayasa yapılarak devletin yeniden yapılandırılması için mücadele etmek” dedi.

-------
(*) Firatnews.com