29 Mayıs 2014 Perşembe

SENDEN USANDIM!





Haci Cirik / Fezali

Bu güne şükürler olsun yarabbi
Diye diye, böyle senden usandım!
Satın alır olduk mezar taşını
Doğdum ya, inan ki senden usandım!

Boynuma takıldı değirmen taşı
Çalıştım besledim bir koca başı
Seçimden seçime seçilen kişi
Ne bu zülüm böyle, senden usandım!

Haram oldu bana rızık kapısı
İliğim sömürür devlet kapısı
Seçimden seçime seçilen kişi
Geldin gittin öyle, senden usandım!

Sömürü sistemde yaşanmaz inan
Doğru söyler isen, olursun yanan
Cezalar kesilir eyvah el aman
Gördüm duydum vallah, senden usandım!

Çağlarsın Fezali, akarsın duru
Seyret sen bakınır, ilgisiz körü
Din iman adına, coşturur sürü
Billah inkar etmem, senden usandım!

28 Mayıs 2014 Çarşamba

“ADİL OKAY İLE GEÇERKEN”



M. Adil Çetin


(…) M. Şehmus Güzel tarafından hazırlanan “Adil Okay ile geçerken…” adlı kitap, Ankara’da Eylül 2011 yılında Ütopya Yayınevi’nden çıkmış olup 302 sayfadır.

Çalkantılı politik bir hayat yaşayan Sayın Adil Okay’ın hayatını konu alan bu kitap, Adil Okay ile yapılmış bir röportaj şeklinde oluşmuştur. Nehir söyleşi tarzında bir kitap. “Nehir söyleşiler… Bir nehir gibi durmaksızın akan, kollara ayrılan, ayrıldıkça daha çok toprağa can veren, hakkında yeni şeyler söylenen hayatların kitap sayfalarına dökülmüş halleri… Bir insanla söyleşmek. Sorular sormak, cevaplar almak. Sorarak tanımak ve tanıtmak. Bir ömre tanıklık etmek. Hayatını anlatmak ise kolay iş değil. Cesaret istiyor, dürüstlük, sağlam bir hafıza, bir oranda nesnellik, olaylarla yeniden yüzleşebilmek… Kimisi yazar kimisi anlatır… İşte nehir söyleşi de bu ‘anlatanlar’ için…” (Milliyet.com.tr)

Emre Aköz, bir yazısında nehir söyleşisi hakkında şunu söylüyor: “Son yıllarda ‘nehir söyleşiler’ revaçta. Nedir nehirsöyleşi? Kişi masanın başına oturup hayatını kaleme almıyor da… Birisinin hakkında sorduğu sorulara cevap veriyor… Tekrar tekrar geçmişe dönerek, cevaplardan yeni sorular çıkararak ilerleyen bir süreç bu…”

Kitap, yaşamın başlangıcı şiir olsaydı, Yalçın Ergönül’ü astılar, ninemin yemekleri, babam, ilk çizgi romanlarım, anam, ilkokul ve twist, Antakya’da bayram ritüeli, katıldığım ilk devrimci cenazesi: Mustafa Kuseyri, sünnet, yaş günleri ve yılbaşı kutlamaları, çıraklık, ilk yazarlık deneyimi, lise yılları, ufukta siyaset, Antakya’da sosyal ve siyasal durum, merhaba İstanbul merhaba, Adana’da yükseköğrenim, Akademide faşist işgal kırılıyor, Adana’da Adil’e saldırı var, Amerikalı Robert, avukatım Halil Güllüoğlu öldürülüyor, Adana cezaevinde köylü amca, cezaevinde eğitim ve siyasi tartışmalar, radikal solda liderlerin konumu, Adana’da hal örgütlenmesi, silahlı eylemler, Antep’te Yaşar ve Cuma öldürülüyor, okuduğum kitaplar gördüğüm filmler, tesadüfen yakalanmak, Adil komada apartman boşluğuna atılıyor, bir babanın mücadelesidir yazılan, kolumu bağırtarak yeniden kırdılar, kuduz tehlikesi, nerde bu keser yav, firar ve Pol-Der’li polislere saldırı, 12 Eylül 1980, Taşköprü Kel Erhan ve operasyon, darbeden sonra ülkeden kaçak çıkış, arandığım halde ülkeye geri dönüyorum, ve sürgün kapısı, kolektif özeleştiri, pişmanlığın sorgulanması, karabasanlarla yaşamaya alışmak, sonsöz bölümlerinden oluşmaktadır. Kitabın sonunda fotoğraf ve belgelerle 1982 Lübnan’ından 2011 Türkiye’sine Adil Okay ve Kaynakça bulunmaktadır.

Adil Okay, daha önce tanıtım yazısı yazdığım “Nerde Benim Oruğum…” adlı kitabın yazarı Süleyman Okay’ın oğludur. 1957 yılında Antakya’da doğmuştur. Politik sebeplerden Adana ve Ankara cezaevlerinde yattı. Adana cezaevinden firar ederek 1981 yılında yurtdışına kaçtı. Lübnan’da, Filistin kamplarında kaldı. 1983′te Fransa’ya yerleşti. Fransa’da aylık dergi ve şiir kitapları yayınladı. Yirmi yıl sürgünden sonra Türkiye’ye dönebildi. Türkiye’de ve ülke dışında; birçok ulusal gazete, dergi ve antolojide şiir, öykü, deneme, makale ve araştırma yazıları yayınlandı. Ömer Seyfettin Öykü Yarışması ile Hasan Bayrı Şiir Yarışması’nda ödüle layık görüldü. Şiirleri Fransızca ve Arapçaya çevrildi.

Kitabın oluşumunu şöyle açıklıyor Sayın M. Şehmus Güzel; “Çok uzun söyleşiler yaptık. Bunların tümünü kasetlere kaydettik. Soru cevap şeklinde. Adil Okay’ın çocukluğu, herhangi bir çocukluk değil. Gençliği herhangi bir gençlik değil. Sonrası da çok farklı. Öyle ‘Hayat Rahat ve Durgun Akan Bir Nehirdir’ havası yok bu çocuklukta, bu gençlikte ve sonrasında.”

Yazar Adil Okay, bugünlere bakarak bir tespitte bulunuyor: “Yorgun ve yaralı olan ama geçmişine, bugünkü yetersiz zayıf da olsa yürütülen mücadeleye saygılı olan arkadaşlarımıza bir şey deme hakkımız yok. Ama hiçbir iş yapmadan sadece eleştiren, açık, hata arayanları, alkol masalarında ahkam kesen kaşarlanmış, lümpen tipleri ciddiye almak mümkün değil. İçimizden böyle örnekler de çıktı maalesef. Aleni dönenlerden daha zararlı tipler. Ayrıca tüccarlaşanlar, kıblesi para olanlar, eski değerlerine sırtını dönüp küfredenler, karanlık işlere bulaşanlar da var.” (s. 261)

Antakyalı bir insanın, Adil Okay’ın hayatını konu alan bu kitap diğer kitaplardan farklı bir tarzda hazırlanmıştır. Kitabın tamamı soru-cevap şeklindedir. Sorularla bir insanın hayatı irdelenmiştir. Soruları soran M. Şehmus Güzel, cevaplayan ise Adil Okay’dır. 2007′de başlayıp 2010′da biten bir çalışmadır.

Kaynakça
: İskenderun Körfez Gazetesi


27 Mayıs 2014 Salı

NEDEN GİZLENİRSİN





Fezali / Haci Cirik

Varsın,birsin dedik,  asırlar yıllar
Neden gizlenirsin sen kullarından.
Ömür boyu secde eder bu kullar
Neden gizlenirsin sen kullarından.

Var mı bir kusurun,  biz mi görmedik
O gizli sırrına, biz mi ermedik
Gösterdiğin yola biz mi varmadık
Neden gizlenirsin sen kullarından

Nerede yaşarsın mekâna varsam
Secde eder idim yüzünü görsem
Sorular sorardım sırrına ersem
Neden gizlenirsin sen kullarından

Yalvarırdım dileğimi ver diye
Tabibim ol şu yaramı sar diye
Şehirde görmedim gelmedin köye
Neden gizlenirsin sen kullarından

Asırlardır camileri dolaşır
Kimisi mollaya sorar danışır
Kimisinin eli kana bulaşır
Neden gizlenirsin sen kullarından

Niyet ettik oruç tuttuk, otuz gün
Anlamadım gitti,  bu nasıl bir din
Bulamadık kapısını cennetin
Neden gizlenirsin sen kullarından

Fezlali’yim gördüm insanda seni
Her şey o sıfatta, keremi gani
Gel gayri incitme bu tatlı canı
Neden gizlenirsin sen kullarından

22 Mayıs 2014 Perşembe

İSTANBUL 2. ASLİYE CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA!



Erol Özkoray
Sayın Mahkeme Heyeti,
Biz entelektüeller, fikirlerimizle, yazdıklarımızla toplumda önemli işlevler yükleniriz, ona öncülük yaparız. Kamu yararına bu toplumsal görevi yerine getirirken herhangi bir maddi karşılık beklemeyiz, bazen ciddi riskler  de alırız. İçinde yaşanan siyasi rejimin niteliklerine göre kimimiz hapislerde yatar, hatta bazılarımız öldürülür de. Ne olursa olsun bu durum entellektüelleri etkilemez, çünkü bizlerin ana rolü ve misyonu toplumların önlerini açmaktır. Biz olmazsak, yani fikirler olmazsa ve bunlar için mücadele edilmezse toplumlar ilerleyemezler. Bizim önerilerimizi uygulayacak olan da siyasi sınıf ve partilerdir. Toplumlar böyle gelişir. Bir toplumun ileri olup olmadığı ihracat rakamıyla değil, entelektüellerinin durumuyla anlaşılır. Entelektüeline sahip çıkmayan, onu yok etmeye çalışan ve ona düşman devletler iflah olmazlar. Kültüre düşman olan ülkelerin herhangi bir gelecekleri de yoktur. Cezayir Savaşı'nın en tehlikeli döneminde, yani Fransa'nın devlet olarak çökme noktasına geldiği anda, Cezayirlilerin bağımsızlıgını destekleyen Fransız entelektüel Jean-Paul Sartre'ı tutuklatmak amacıyla dönemin devlet başkanı Charles De Gaulle'e şikayet eden emniyet müdürünü ünlü lider tersler: “Sartre Fransa'dır, tutuklanamaz!” Onun için bugün Fransa dünyanın ideolojik merkezidir, yani çağın önemli fikirlerinin çıktığı yerdir ve saygı duyulan bir ülkedir. Tabii bir demokrasidir de...
Teknik olarak konuya baktığımda, toplum önünde küçük düşürücü, onur ve şerefini zedeleyici nitelikte yayın yaptığım iddiasıyla, dava açılmasına neden olan Recep Tayyip Erdoğan adlı şahsı tanımıyorum. Ayrıca, kendisi ile hiç karşılaşmadım ve tanışmadım. Ses tonunu bile bilmem, çünkü televizyon izlemem. Bundan böyle kendisine rastlayabileceğimi de sanmıyorum, çünkü hiçbir ilişkisi olmayan apayrı iki dünyanın insanlarıyız. Akla gelebilecek herhangi bir konuda, hiçbir ortak yönümüz yoktur; ne fikir düzeyinde, ne insanlık konusunda, ne kültürel anlamda, ne de siyasi düzlemde. Bunu söylüyorum, çünkü hem bir gazeteci, hem de bir siyasi iletişim danışmanı olarak 1980'li yıllardan beri hemen hemen bütün liderleri tanırım ve bunların bir bölümüne başbakanlık ya da parti başkanlıkları sırasında danışmanlık da yaptım.  Dolayısı ile tanımadığım bir şahsın küçük düşmesi, onur ve şerefinin zedelenmesi teknik ve hukuki olarak zaten kanuna göre de imkansızdır.

Diğer taraftan bir siyaset bilimci olarak, kendisinin siyasi meşruiyeti olmadığına inanırım, bu kez de siyasi olarak tanımam. Bunun nedenini de şudur: Gezi Direnişi sırasında barışçıl sivil halkımıza karşı, yönettiği kendi polisini saldırtarak 8 gencimizin ölümüne ve 10.000 yurttaşımızın yaralanmasına neden olduğu için “insanlık suçu işlemiş olması” ve belgeleriyle sabit olan kendisinin ve ekibinin karışmıs olduğu ağır yolsuzluk skandalları. Evrensel demokratik değerler çerçevesinde şu an kendisinin istifa etmiş olması, hapsedilmesi ve yargılanması gerekirdi. Yani rollerimiz tamamen değişmiş durumda. Karşınızda fikirleri nedeniyle benim değil, halka ve ülkeye karşı eylemleri nedeniyle onun olması gerekirdi. Tabii bu durum gerçekleşmeyecek anlamına gelmez, bunu hep birlikte yaşayıp göreceğiz.

Konuya onur ve şeref  olarak bakarsak Gezi Direnişi sürecinde asıl Türk Milleti, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir biçimde, kamu görevlileri tarafından büyük hakaretlere uğramıştır (çapulcular, marjinaller, ayaktakımı, alkolikler, vandallar), onuru ve şerefi ayaklar altına alınmıştır. Konuya taraf olduğum ve bu durum beni de doğrudan etkilediği için, buradan heyetinize Recep Tayyip Erdoğan hakkında ağır hakaret ettiği için suç duyurusunda bulunuyorum. Durum aynen devam etmektedir ve bunlara Soma Katliam'ında fiili şiddetin de eşlik ettiği, “kendini bilmezler ve ahlaksızlar” hakaretleri de eklenmiş, “Israil dölü” sözüyle de antisemitizm, yani ırkçılık çok tehlikeli boyuta ulaşştır. Bunların hepsi suçtur, hele antisemitizm yapanın Batı'da seçilme hakkı bile elinden alınır. Halkımızın çoğunluğu bu aşağılamaları yapanlardan artık bıkmış ve nefret eder hale gelmiştir. Bu çerçevede asıl milyonlarca yurttaşımızın hakarete ve saldırıya uğradıkları için, kamu görevlilerine karşı dava açma hakkı vardır. Halkımıza, benim burada yaptığım gibi, bu yolu denemesini kesinlikle öneririm.

Konuya asıl önemli yanı olan hukuk çerçevesinde baktığımızda ise karşımıza bir ülkedeki rejimin niteliğini belirleyen en önemli konu olan ifade ve düşünce özgürlüğü çıkar. İfade Özgürlüğü bir siyasi sistemin demokrasi olarak nitelendirilebilmesi için en temel özgürlüktür. Öbür özgürlüklere benzemez, çünkü özgürlüklerin anasıdır. Düşünce ve ifade özgürlüğü ve onun sonucu olarak basın özgürlüğü hiçbir sınır, kısıtlama ve yasak tanımaz. TCK’daki 301. ve benzeri maddelerin demokrasilerde yeri yoktur. Bu tür maddelerin olduğu siyasi sistemler ya otoriter, ya totaliter, ya da diktatörlük rejimleridir. Bu tür kanunların olduğu ülkelerde fikirlerden korkulur ve aydınlarla uğraşılır. Kitaplarla ve fikirlerle uğraşmanın siyaset bilimindeki adı da faşizmdir, en basit haliyle de otoritarizm.

Ben yazı yazarken özgür, batılı ve çağdaş bir aydın olarak hiçbir sınır tanımam, hiçbir güce (siyasal, ekonomik, sosyal, finansal) boyun eğmem; ayrıca kendi Fikir Özgürlüğü’me de kimseyi karıştırtmam. Kimse bana neyi nasıl yazacağımı, nasıl düşüneceğimi, neyi ne zaman nerede söyleyebileceğimi dikte ettiremez. Keyfi otorite ve baskılara meydan okurken, İfade Özgürlüğü ekseninde evrensel olan hukuk değerlerini temel alan kendi hukukumuzu öne çıkarıyorum; kaldı ki bu “hukuk anlayışı” Anayasa’nın 90. maddesi ile güvence altına alınmıştır. Bu anlamda,  TCK’daki İfade Özgürlüğü ile ilgili bütün hükümlerin Anayasa’ya aykırı ve geçersiz olduğunu savunuyorum. Burada söz konusu olan, siyasi otorite ile aramızda olan, Demokrasi adına yapısal bir uzlaşmazlıktır.

Toplumun yararına, İfade Özgürlüğü’nü sınırlayan tüm bu anakronik ve çağdışı kanunları reddederken, zaten Anayasal hakkım olan 90. maddeye gönderme yapıyorum: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır”.

Türkiye’nin imzalamış olduğu “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ve “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi”ne göre fikir suçu olamaz. Bu çerçevede ifade özgürlüğünü kısıtlamayı amaçlayan kanunların tümü kadüktür. Bu durumda Türkiye’de alenen Anayasa çiğnenmektedir.

Sonuç olarak benim için çağdışı, anti-demokratik ve hatta bu alandaki faşist kanunların hiçbir önem ve değeri yoktur; çünkü Anayasa’nın 90. maddesi bunların tümünün üzerindedir ve benim için geçerli olan tek hukuki normdur. Kısaca kitap ve fikir kutsaldır. Dokunulmaz, dokunulamaz.

İddianamede ise, savcı Hasan Bölükbası'nın düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda kafasının son derece karışık olduğu görülüyor. Savcı kitaba aynı bir salam muamelesi yapıyor ve dilimlere ayırıyor. Halbuki bu bir kitaptır, bir bütündür. Bir gazete haberi değildir, bağımsız bir yazı değildir. Yürürlükteki kanun çerçevesinde eğer mutlaka dava açmak istiyorsa, önünde tek yol vardır; o da 301. maddedir. Ama onu yapamıyor, çünkü Gezi Fenomeni'nin temeli Nurten Özkoray'ın Boğaziçi Üniversitesi'nde 2010 yılında kabul edilmiş olan dolayısı ile YÖK'ün onayından da geçmiş “Türkiye'de bireysellik ve demokrasi” adlı yüksek lisans tezine dayanır. Yani bilimseldir. Savcının böyle bir yola girmesi Türkiye ve Batı'da akademik dünyanın ayaklanması demektir ki bu tsumaniye kimse dayanamaz. Zaten onun için salam dilimi mantığı ile Nurten Özkoray'a takipsizlik kararı veriyor. Kitabın ek bölümünde yer alan anonim nitelikli duvar yazılarını temel alarak “başkaları tarafından yazılmıs olsa dahi...” diyerek buradan suç unsuru icat etmeye çalışıyor. Ayrıca 53. maddeyi de iddianamaye ekleyerek benim seçme-seçilme ve diğer siyasi haklardan yoksun bırakılmamı isteyecek kadar da keyfi davranabiliyor. Bir savcı ve hukuk adamının görevi devletin üstün çıkarlarını korumak değil, yurttaşa hizmet etmek için adalet dağıtmaktır. Demokrasilerde böyledir. Tersi faşist ya da otoriter rejimlerde olur. Alman filozof Hegel'in dediği gibi, “başkasının hizmetkarı olmak yerine, insanın önce kendinin efendisi ve kendinin hizmetkarı olması gerekir”.

Gezi Fenomeni adlı kitap, Türkiye’nin yakın tarihinin önemli hadiseleri arasında yer bulmuş ve Mayıs-Haziran 2013’te gerçekleşmiş olan “Gezi Parkı Direnişi” diye adlandırılan dönemi ve olaylar silsilesini konu edinir. Bu yayının amacı, ülkenin geleceği açısından kayda değer bulduğum bu sürecin bir fotoğrafını çekmek, bu dönemi belgelemektir. Nurten Özkoray’ın Boğaziçi’nde yaptığı sosyoloji yüksek lisans tezi söz konusu çalışmanın akademik, bilimsel temelini oluşturmaktayken, ben de  bir gazeteci ve siyaset bilimci olarak kendi izlenim ve yorumlarımı aktardım. İşbu yayın, gelecekte 2013 Türkiyesi üzerine çalışacak tarihçi, araştırmacı, öğrenci vb. kişiler için bakılması gereken metinler arasında bulunmayı hedeflemektedir. Bahsi geçen bilimsel ve belgesel gayelerden ötürü, hakkında belli tahliller geliştirilen dönemin ruhunu yansıttığı düşüncesiyle sokaktan, bilumum görsel malzeme üzerinden, İnternet ve çeşitli medya organlarından derlenen duvar yazıları ve sloganlara kitapta yer verilmesini uygun gördüm. Söz konusu kelime öbekleri ve cümleler, cümleciklerin belli bir yazarı, müellifi yoktur, tanımı gereği bu tür sözler öncelikle anonimdir, kamuya mal olmuş hüviyettedir. Dönemin ruhunu yansıttığı varsayılan bu sözlerin kayıt altına alınışı, yine gelecekte bu dönem ve meseleler üzerine çalışacak insanlar için bir tür muhtemel kaynak niteliğinde olabileceği düşünülerek gerçekleştirildi. Bu sözleri derleyerek kitabın sonunda ek bölüm halinde yayımlamayı seçmem, yukarıda zikredilen bilimsel ve belgesel kaygılardan ötürüdür. Bu tavır tarafsızdır, dokümante edilmis olan sloganların lehinde, veya aleyhinde olmayı gerektirmez. Bu durumda, kaynağı belli, fakat müellifi anonim yazıların alıntı yapılarak bir kitapta yayımlama yoluna gidilişinin de herhangi bir şekilde suç teşkil ettiğini iddia etmek saçmalık olur. Zira, içinde yaşanılan dönemin fotoğrafını çekerek geleceğe aktarma kaygısı gazeteci, sosyolog ve yayıncı yaklaşımıyla gerçekleştirilerek vuku bulmuştur.

Şimdi en önemli noktaya geliyorum. Savcının suç isnat etmeye çalıştığı “başkaları tarafından yazılmıs” duvar yazıları, sözler ve sloganlarla ilgili yeni TCK'da herhangi bir kanun yoktur. Yani savcı keyfilikte sınır tanımadan, kanunda karşılığı olmayan bir suç icat ediyor ve buradan ceza verilmesini istiyor. Kısaca gerçeküstü bir durum karşısındayız. Savcı kendini kanun yapıcı yerine koyuyor. Bu durum, ancak eski ceza kanunundaki 162. Madde geçerli olsaydı amacına ulaşabilirdi. Bu maddeye göre : “
Kanunun cürüm saydığı neşriyatı nakil etmek başlı başına bir cürüm olup, faili aynı cezaya tabidir. Nakil olunan bu gibi neşriyatın muhteviyatı tasdik olunmadığına veya ihtiyatla nakil edildiğine yahut mesuliyeti başka bir kimsenin tamamiyle deruhte eylediğine dair bir kayıt ilavesi naklini mesuliyetten vareste kılamaz.

Kısaca suç(!?) sayılan birşeyi tekrar yayınlamayı suç sayan eski TCK'nın 162. maddesiydi ve yeni TCK'ya alınmadı. Şimdi yasalarda olmamasına rağmen ''Olsa da olmasa da...'' diyen savcılar ve onların iddianamelerini kabul eden yargıçlar tarafından diriltilmeye çalısılıyor.

Bu mahkeme, ünlü felsefe profesörü John Rawls'ın “Adaletin Teorisi” adlı kitabında yer alan “Bir devlette adaletin uygulanabilmesi için rejimin demokratik olması şarttır” sözünü uygulamaya koyarak işe başlayabilir. Sizlerin de çok iyi bildiği gibi hukukta temel anlayış şudur: KANUNSUZ SUÇ OLMAZ. Yeni TCK ile iptal edilmiş olan 162. madde, bu dava ile geri getirilmeye çalışılıyor. Bunu ancak kanun yapıcı olarak parlamento gerçekleştirebilir. Dolayısı ile, hukukun en temel niteliğini bile hiçe sayarak, yeni TCK'da suçlamaya tekabül eden bir kanun bile bulunmayan, iddianamesi keyfi, kasıtlı ve kötü niyetli olarak düzenlenmiş olan bu davayı düşürmenizi yüce heyetinizden talep ediyorum.

------------------

Erol Özkoray: “Kanunsuz suç olmaz!”

Idea Politika Yayınları (Istanbul) – Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a “Gezi Fenomeni” adlı kitabında hakaret ettiği iddiasıyla açılan davanın ilk celsesinde, gazeteci-yazar Erol  Özkoray  düşünce ve ifade özgürlüğü üzerine evrensel görüşlerin yer aldığı manifesto niteliğindeki savunmasında, davanın düşmesi gerektiğini söyledi ve “savcının isnat etmeye çalışğı suçun kanun olarak karsılığı yoktur” dedi.

Savunmasında RTE'nin “Gezi Direnişi sırasında, insanlarımızın ölümüne ve yaralanmasına yol açtığı için “insanlığa karşı suç” islediğini ve “meşruiyetini keybettiğini” belirten Özkoray şunları söyledi: “Gezi'nin anonim olan duvar yazıları ve sloganlarına kitabımda yer verdiğim için ceza vermeye çalısılıyor. Bu eski TCK'daki 162. maddedir, ancak yeni TCK'da buna yer verilmedi. Savcılık makamı olmayan bir kanunu hortlatmaya çalışıyor, kendini kanun yapıcı olan parlamento yerine koyuyor. Bunun gerçekleşebilmesi için davaya gelmesi değil, Ankara'ya parlamentoya gidip lobi faaliyetinde bulunması gerekiyor. Hukukun temel prensibidir: Kanun yoksa, ceza da yoktur; kanunsuz suç olmaz! Mahkemedeki genel hava, bana gelecek duruşmada davanın düşeceği izlenimi uyandırdı. Tersi zaten çok büyük skandal olur”.

Avukat Sennur Baybuğa'nın Erol Özkoray'ı savunduğu davayı PEN Türkiye Merkezi Başkanı Tarık Günersel, PEN 2. Başkanı Halil Ibrahim Özcan , Türkiye Yayıncılar Birliği Koordinatörü Merve Okçuoğlu, editör Attila Tuygan, yazar Aziz Tunç, gazeteci Raffi Hermon, kitabın diğer yazarları Nurten-Gökşin-Imre Özkoray, psikolog Inci Özkoray ve yabancı basın mensupları takip etti.

Erol Özkoray'ın 32 aya kadar hapsinin istendiği davanın bir sonraki celsesi 17 Haziran 2014 tarihinde görülecek.

Erdoğan'ın 24 Nisan mesajına, Diaspora'dan cevap...



Hrant Kasparyan

Osmanlı Ermenilerinin varisleri, somut adım bekliyor…

Batı Ermenileri Ulusal Kongresi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ermeni Soykırımı’yla ilgili taziye mesajına ilişkin yazılı bir açıklamada bulundu. Erdoğan’ın mesajını “ilk adım” olarak değerlendiren Kongre, Türkiye sivil toplumu ile başlatılan yapıcı diyaloga Türkiye’nin yetkili makamlarının da katılmasını umut ettiklerini dile getirdi. Kongre, yakın zamanda yayımlayacakları bir talepname hazırladıklarını da belirtti.
13 Mayıs Salı günü Ermenistan’ın başkenti Yerevan’da yıllık olağan toplantısını düzenleyen Batı Ermenileri Ulusal Kongresi’nin gündeminde, Başbakan Erdoğan’ın 1915 taziye mesajı da ele alındı. 

Kongre, Erdoğan’ın 23 Nisan 2014’te yaptığı açıklamanın tüm beklentileri karşılamadığını ifade etmekle birlikte, Türkiye sivil toplumu ile başlatılan yapıcı diyaloga Türkiye’nin yetkili makamlarının da katılmasını umduklarını ifade etti.

2011 yılında Fransa’da yapılan geniş katılımlı bir toplantıyla Ermeni Diasporası gündeminde yer edinen ve iki yıla yakın bir süredir Türkiye’ye de ziyarette bulunarak Türkiye halklarının temsilcileriyle görüşmeler gerçekleştiren Kongre’nin temsilcileri, yayımladıkları açıklamada somut adım atılması gerektiğini vurguladı.
Türkiye tarafından kapalı tutulan Ermenistan sınırının açılmasını talep eden Kongre, yakın gelecekte atılması beklenen adımlar arasında, Anayasa’nın 66. maddesinin iyileştirilmesi ve Hrant Dink’in yargı karşısına çıkartılarak hedef haline getirilmesine neden olan Ceza Kanunu’nun 301. maddesinin kaldırılmasını istedi.
Kongre’nin açıklaması şöyle:

Türkiye Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, 23 Nisan 2014’te, Birinci Dünya Savaşı sırasında hayatını kaybeden Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı Ermenilerin varislerine taziyede bulundu:  Batı Ermenileri Ulusal Kongresi bu açıklamayı bir ilk adım olarak değerlendiriyor, tıpkı Çinli filozof Lao Tzu’nun dediği gibi; “Binlerce millik bir yolculuk bile, tek bir adımla başlar.”

Bu adım, Osmanlı vatandaşı Ermenilerin bugünkü varisleri olan Batı Ermenilerinin tüm beklentilerini elbette karşılamıyor, fakat, Türkiye sivil toplumu ile başlattığımız yapıcı diyaloga, bu konuşmanın ardından Türkiye’nin yetkili makamlarının da katılmasını ümit ediyoruz.

Batı Ermenileri Ulusal Kongresi, adaletin sağlanması ve Batı Ermenilerinin haklarının iade edilmesi, zararlarının telafi ve tazmin edilmesi, tarihsel yurtlarına geri dönebilmeleri için gereken tüm koşulların sağlanması doğrultusundaki iradesini vurgulamaktadır.

Başbakan Erdoğan’ın kabinesi ve bilhassa Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Osmanlı Ermenilerinin tehcir edilmesini “yanlış ve insani olmayan” bir adım olarak nitelendirdi.

“1915, BİLİNÇLİ BİR SİYASETİN ÜRÜNÜ”

Osmanlı İmparatorluğu’nun İttihat ve Terakki hükümetinin 1915’e dek bilinçli bir şekilde sürdürdüğü ırkçı ve milliyetçi siyaset neticesinde, Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde yaşayan iki buçuk milyon Ermeni, zorunlu göçe tabi tutuldu, cinsiyet ve yaş ayrımı yapılmaksızın toplu katliamlara, asimilasyon ve mülksüzleştirmeye maruz kaldı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından Cumhuriyet dönemindeki Türkiye, Batı Ermenilerinin vatansızlaştırılma ve mülksüzleştirilme sürecini sistematik bir yolla nihayetine erdirmiştir.

SOMUT ADIMLAR BEKLENİYOR

Osmanlı Ermeni vatandaşlarının varisleri olarak Batı Ermenilerinin bugünkü öncelikli ve en önemli beklentisi, Türkiye makamlarının Batı Ermenileri temsilcileriyle yapıcı bir diyalog kurmasıdır. Bu bağlamda, Türkiye’nin demokratikleşmesi için mücadele eden ülke kamuoyundan, gelecekte, Türkiye Anayasası’nda yer alan milletler hakkındaki 66. Madde’nin iyileştirilmesi, Türk Ceza Kanunu’ndaki 301. Madde’nin kaldırılması, halihazırda bir milyonu aşkın Batı Ermenisi varislerinin yaşamakta olduğu Ermenistan ile (önkoşulsuz olarak) sınırın açılması gibi yeni ve somut adımlar atmasını bekliyoruz.

BEKLENTİLER AÇIKLANACAK

Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın, Başbakan Erdoğan’ın konuşmasına atıfta bulunarak 30 Nisan 2014’te yaptığı açıklamanın mantığından hareketle, Batı Ermenileri Ulusal Kongresi, Avrupa Birliği’ne katılım ve demokratikleşme süreçlerine paralel olarak, Türkiye’nin, Batı Ermenilerinin haklarını tanıyacağı, zorlu ve uzun olsa da hakların iadesi sürecine de aynı şekilde başlayacağına inanmak istiyoruz. Yapılması beklenen değişiklikler öncesi, Batı Ermenileri Ulusal Kongresi adına Türkiye makamlarına yönelik olarak bir talepname hazırlamakta olduğumuzu ve yakında deklare edeceğimizi kamuoyuna bildiriyoruz.

20 Mayıs 2014 Salı

Herç u Réç!...



 
Aslan Şimal

Gözlerinin önünde olup biteni, gerçeği ısrarla görmezden gelen insanlar için Kürdistan’da kullanılan bir deyim vardır. “Em dibéjin herç vaye, ew dibé réç vaye.” (Biz ‘ayı burada’ diyoruz; o, ‘iz burada’ diyor.) KCK ve bileşenlerinin Paris katliamı konusundaki tavırlarını bu deyimden daha iyi ortaya koyacak bir tanım olamaz. Ortada katliam var, katliamı yapan var, yaptıran var, kanıtlarıyla beraber. Bütün dünya her şeyi öğrendi. Ortada somut kanıtlarıyla bir gerçekleşme var. Delilleriyle beraber bu somut olay (herç) gözümüzün içine sokuluyor hergün. Buna rağmen bizimkiler hala ‘réç’ diyor. Hala “paralel devlet” diyor.

Peki KCK’nin katliam karşısındaki bu ipe un serme, gerçeğin gereğine uygun tavır geliştirmeme, yani ‘réç’ siyasetini körlük olarak değerlendirmek mümkün mü? Ya da Ömer Güney sızmasını ve katliamı sıradan görüp küçümsediği için mi bu anlaşılmaz tutumunu sürdürüyor?

Tabii ki kimse “işte katliamcılar ortada, neden kısasa kısas uygulanmıyor, intikam alınmıyor, ya da İmralı görüşmeleri bitirilmiyor” demiyor. Bu yönlü düşünceler de doğru tutumu temsil etmez. Zaten devlete sahip olmak isteyen gerici güçlerin kavgasında ortaya çıkmış katliam itirafları üzerinden politika üretmek de yanlıştır. Mesela sesli ve yazılı kanıtların deşifre olmasından sonra PKK/KCK’nin katliam konusunda yorum yapmasının kıymeti harbiyesi yoktur.

Bizim herç ve réç meselemiz daha derindir. Katliamın üstünden birbuçuk yıl geçtiği halde, PKK, MİT sızması konusunda ikna edici tek bir açıklamada bulunmamıştır. Sızmaya yol açan çatlağa dokunmamıştır. Çatlağın daha da yarılacağını bildiğinden, bir iç soruşturma açmamıştır. Çünkü hepimiz, içimizdeki ‘herç’ın büyüklüğünün farkındayız. Ömer Güney bu ‘herç’ın sadece bir pençesidir.

Devletin en temel kurumlarından olan MİT’in PKK ile teşviki mesaisi taa ilk yıllarda başlar. Bu mesainin tarihine bakıldığında, MİT hep üç ayaklı bir planla PKK’ye sızma yapmaya çalışmıştır. Önce zaafını, zayıf yerini tespit ediyor. Bunun üzerinden bir eğilimi örgütlüyor ve bu ikinci ayağı oturtmada başarılı olursa operasyonel adım uygulamaya geçiyor. PKK bir çok kez sızmayı eğilim aşamasında yakaladı ve saldırıları önledi. Ama MİT’in Paris katliamında olduğu gibi, -ondan önce birkaç gerilla birliğinin şehit edilmesinde, Erdal ve Ramazan gibi HPG komutanlarının şehit edilmesinde görüldüğü gibi- sızmasını bir çok kez operasyonel düzeye vardırdığını görüyoruz.

MİT’in PKK içindeki faaliyetleri eskiden kadro ile sınırlı idi. Dediğimiz gibi daha çok partiiçi düşünce düzeyinde eğilim örgütlemekle, objektif planda etkili oluyordu. Son on yılda ise PKK’nin hemen hemen bütün kurumlarında denetimini geliştirmiş vaziyettedir. Eğilim örgütlemek kitlesel düzey kazanmıştır. Devletin istihbarat kurumlarının günlük sohbet konularının başında, PKK’nin hangi kurumunun yönetiminin hangi ekip tarafından değiştirildiği konusu gelmektedir. Bu gerçeği, Ömer Güney’in ses kasetinden ibretle dinlemedik mi!

Mesela, Ömer Güney kimlerin onayı ile kimleri derneğin yönetimine getirmiştir? Bu yöneticiler kimlerdir? Örgütün hangi sorumlularının onayı ile yönetim belirlenmiştir? O örgüt sorumluları mı Güney ve ekibini yönetiyordu yoksa Güney mi onları manipüle ediyordu? Güney’in sızmasında, herhangi bir üst düzey kadro ile geliştirdiği bir hemşerilik ilişkisi rol oynadı mı? Örgüt, Güney’in “yönetimini aldık” dediği dernekle ilgili ne tür soruşturmalar yaptı? Mesela MİT komplosu sonucu görevden alınan Şiyar dinlendi mi? Şiyar gibi, MİT’in manipülasyonu sonucu örgütün görevden aldığı başka sorumlular var mı? Bunların itibarları iade edilecek mi? Sızmaları önleyici ne tür tedbirler düşünülmektedir?

Paris katliamı vesilesiyle bu basit sorulara verilecek çok kolay cevaplar olacağını sanmıyorum. Çünkü tablo ürkütücüdür: MİT isterse PKK kadrolarını PKK eliyle tasfiye edebiliyor, kurumlarının yönetimini belirleyebiliyor! Bunu izah etmek tabii ki kolay değildir. Zamanında Mehmet Ağar, MGK kararlarının bir tanesinin dahi tartışılmaya açılması halinde rejimin onarılmaz yıkımlarla karşı karşıya gelebileceğini söylemişti.

MİT’in manipülasyonlarına birden fazla kez uğramış biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Paris katliamında örgüt içi soruşturma açılması halinde, örgüt içi dengeler ciddi şekilde sarsılır. Büyük bir tasfiye yaşanır. Bu tasfiye beraberinde onyılların emeklerinin heba olmasıyla da sonuçlanabilir. O nedenle mevcut yönetim Paris katliamını soruşturmayı göze alamaz. Bu, üstünde düşünmeye değer bir durum olabilir. Gerek sorumluluk aldığımız süreçlerde gerekse sonraki dönemlerde devletin tasfiyeci yönelimlerine PKK içinde hangi kişi ve eğilimlerin kapı araladığını örgüte çok net bir şekilde ifade ettik. Bir seferinde “heval, sen bildiklerimizin ötesinde şeyler söylemiyorsun, ama örgütsel kaygımız, doğrulardan önce gelir” cevabını almıştım.

Biz, parti adına, bizleri mücadele dışına itenleri, manipülasyon olduğunu bildiği halde buna onay verenleri isim isim biliyoruz. Bunlar sonra legal ve illegal alanda siyasetin merkezine oturdular. Bazıları KCK’den tutuklandılar, o sırada deşifre oldular, bir kısmı ise korkudan hala içerde yatıyor. Çalışma tarzları şudur: Örgütü manipüle edip kadroyu tasfiye kararı almasını sağlarlar. Kadro tasfiye olunca, ona dönerek “sana üzüldüm kadro. Demek bizim dünyamız da adaletsizmiş. Bunca kan, ter, emek, çaba… Hepsi boşmuş. Seni de dışlamışsa bu hareket gerçekten yanlıştır” kara propagandasını yapmaya başlar.

En gözde ve fedai kadroları, en sadık ve varını yoğunu devrime adamış, devrimde kaybetmiş aileleri, direnişçi kitleleri bu kara propaganda ile etkisiz kılarlar. Bu yöntem AKP faşizmi döneminde etkince uygulandı, uygulanıyor. Biraz FKÖ’leşme yaşanıyor. Kontrol edilebilir, düzene yakın bir çizgi PKK’ye hakim kılınmak isteniyor. 2003’te ortaya çıkan tasfiyecilik sonrası süreç bu çizginin serpilmesini hızlandırdı. Kadrolar “hizip oluşturabilme potansiyeli var” gerekçesiyle tasfiye edilirken, kurumlar lümpen, çizgidışı, her şeye açık, sistemle entegrasyonu kolay sağlayabilecek esneklikte insanlarla dolduruldu. Bu sıradanlaşma, sızmalar için adeta köprü oldu. Mesela Ömer Güney katliamdan sonra gözaltına alındığında onun ev arkadaşları “polis arkadaşımızı suçlamak istiyor” diyerek ona hala sahip çıkıyorlardı. Neden? Çünkü kabul/red ölçüleri kriter olmaktan çıkmış, devrimci yaşam ölçüleriyle düzen ölçüleri örtüşmüş durumda…

Birkaç gün önce KCK yöneticisi Duran Kalkan “yeni MİT yasası, PKK  liderlerini yurtdışında öldürme amaçlı çıkarılmıştır.” diye demeç verdi. O halde sayın Kalkan hala Paris katliamının faillerini kabul etmiyor. Sanki suç örgütü MİT’in suç işlemek için yasaya ihtiyacı varmış gibi konuşuyor. Yani şöyle mi oluyor. Sakine yoldaşları MİT katletti ama yasal güvence olmadığı için inkar etti, bundan sonra katledecek ama inkar etmeyecek! Tamam da, burada katledilecek için değişen sonuç ne ki, yasanın analizini yapıyoruz? Anlayan beri gelsin!

Bence sayın Kalkan devletin “Kürtleri yasa içinde mi dışında mı öldürmek gerekiyor” kararı üzerine kafa yoracağına, PKK adına değer ailelerini tek tek fişleyip demokratik siyasetin dışında tutan MİT sızmalarını nasıl önlerim diye tedbir geliştirmesi daha doğru olur. Ömer Güneyler’in sızmasına yol açan  “bana düşünen değil, örgüte gelebilecek insan lazım” yaklaşımıyla şekillenen örgüt kararlarını sorgulasın.

“Örgütlendirilerek” çatlaklardan sızarak, kurumlarda manipülasyon görevi üstlenen bu tiplerin Diyarbakır, Van ve Hakkari gibi alanlarda yerel seçimlerde geliştirdikleri fişleme yöntemi ile Ömer Güney’in kadro düşürme taktiği birebir örtüşüyor. Fişleme çetesi Kürdistan’da yerel yönetimlerde herhangi bir yerde görev almak isteyen yurtseverleri tek tek araştırmıştır. Hangi aday adayı şehit ailesindeyse, gerilla ya da tutsak ailesiyse, toplumda emeğiyle öne çıkmışsa, bunları elemiştir. Mesela kendisi parti yöneticisidir, ailesinden beş kişiyi kentin değişik belediyelerinde işe almış. Bu kişinin BDP’deki görevini tahmin etmek zor değil: Yerel yönetim komisyonunda yöneticidir ve “PKK aynı aileden birden fazla kişinin asgari ücretle de dahil, belediyelerden çalışmasını yasaklamıştır” tellallığını zırvalamaktadır. Yetmiyor, tek tek aday adaylarını aşağılayıcı yöntemlerle fişlemektedir. Sıradan çeteleşme… Sıradan paralel PKK!

Herç! Herç!

19.05.2014

Aslan Şimal / Amed

Kaynak: Rojeva Kurdistan


19 Mayıs 2014 Pazartesi

SOMA OMA MA!...



SOMA OMA MA
Müslüm Kabadayı

Yeraltında milyonlarca ışıldaklı Soma
Kazma vuruyor yeryüzündekiler ısınsın diye
Soma’larda yanıyor yürekler, çatırdıyor yüzlerce oma
Şimdi yeryüzü daha kömür yeraltından, bu katliam niye?
Sermaye devleti hırsız ve katilleri beslenin diye!
Direndiğinde milyarlarca soma, ayağa kalktığında çelikleşmiş oma.
Vebalı sermaye sıçanları geberir tek yumurta ikizlerinin altında
Hayat ver, direnç der yeraltındaki ışıldaklı somalara sen ey ma!


18 Mayıs 2014 Pazar

Soma‏…






DR.İsmet Turanlı

 Türkiye’de önlenebilir insan kaybı, TÜRBAN’dan daha mühümdür.

Türkiyenin şu anda en mühüm problemi, Başbakanın,  kendisini dünyanın en akıllı insanı olduğunu zannetmesidir. Onun içinde yaptığı hatalar insan kaybına sebep olmaktadır. Mühüm ile gayri mühümü ayırt edecek kadar akıllı değildir ve bu durumunuda kendisine söyleyecek akıllı danışmanları yoktur.

Benim aklımın kendime yetmediğini iyi biliyorum, fakat buna rağmen,  çok kere Erdoğan’dan daha akıllı olduğumu farkediyorum.

En somut bir olay, maden ocağında 300 e yakın vatandaşımızın kaybı önlenebilirdi. Önlenmesi gayet de basit. Başbakan, türban için sarfettiği enerjinin onda birini; sarfettiği zamanın yüzde-birini, madenlerin batıdaki kalitede olup olmadığına harcasa idi,  bu büyük hata olmazdı ve batıda kullanılan teknoloji kullanılırdı ve hiç bir çocuk babasız kalmazdı, hiç bir genç kadın dul kalmazdı. Şu gerçeğe başbakan itiraz edemez. Bir insanın hayatı o çok kıymet verdiği, günlerce, senelerce meydanlarda müdafaa ettiği Türban yasağına eş değer taşımaz. Bugün Türkiye’de bir çok önlenebilir ölüm sebepleri var ki, bir kaçından bahsedeceğim, başbakan ölümleri ciddiye alıp önleme imkanlarını yaratır. Milli geliri artırdığından bahsediyor. Paranın insan ahlakını bozduğunu, çoğu insan kaybının sebebi olduğu bilincine varır.

Yurtdışında ölümlerin minimize edildiği maden ocaklarından bir saatlik ziyarette görürdü ki,  bizdeki teknoloji miadını çoktan doldurmuş, yeni teknolojiye gereken mali desteği verecek durumda olduğumuza göre bu kadar insan kaybı başbakanın akıllı olduğununa bir delalet midir.?

Trafik canavarının aldığı can sayısını batıdakilerle mukayese etti mi? DYP iktidarda iken, sınıf arkadaşım Yıldırım Aktuna, sağlık bakanı idi. Trafik kazalarında % 50 ölümlere sebep kan kaybı olduğuna göre,  otobanları kontrol altına alacak helikopterler (Kan konserveleri taşıyan) satın alınıp devreye sokulursa,  ölümlerin önüne geçilebilir diye mektupla onu uyarmıştım. Ancak 25 sene sonra sağlık bakanlığı bu tedbiri aldı, helikopterler satın aldı. Artık köylerden bile acil hastalar gerekli merkezlere ulaştırılıyor.

Bir başka önlenebilir ölüm sebebi Meme kanserli hastalar. Bu mevzuda sistem HATASI VARDIR. Meme kanserini tarama ancak bazı merkezlerde yapılmaktadır. Halbuki Avrupa’da,  jinekoloklar 20 yaşindan itibaren , bakanlığın yaptığı bir ödeme ile kanserden koruma taraması yapmakta ve kanserli hastalar çok erken teşhis edilmekte ve ölüm nisbeti Türkiye’ye nazaran çok düşüktür.

Bebek ölümlerinde azalma, rahim kanserleri profilaktik muayenelerle erken teşhis edilebilmektedir.

Genç kadınların (Çocuk gelinlerin) ölümleri önlenebilir. Düğünden önce, aile hekimlerinin izni alınırsa , cahilce evlenmeler önlenebilirr. Eskiden pasaport için çiçek aşısı raporu istenirdi. Daha bazı hallerde,  doktorun frengisi olmadığına dair rapor istenirdi. Raporlar muayene yapılmadan verilirdi.

Kısaca Türkiye’deki ölüm sebepleri ve istatistikleri yapılıp batı ile mukayese edilirse ve oralarda alınan tedbirler tatbik edilirse,  medeni bir memleket olabiliriz. Türban yasağının kalkması ile değil.

Başbakanın akıllı olmadığının delilidir, yukarda bahsettiğim problemler üzerine (Çılgın öneriler yapmaya lüzum yok) kafa yormaması, zaman ayırmamasıdır. Arap dünyasına, UNO’ya akıl vereceğine,  evvela evimizdeki ölümlerin önüne geçsin.

Çok doğum yapanlara, Hitler’de madalya göndermişti. Kimin sezaryenle doğum yapacağına, kürtajın ne zaman yapılması gerektiğine Başbakan karar veremez. Bunun uzmanları vardır. Asıl kararı kadınlar kendileri verir.

Başbakan imam hatip mezunu olduğu için dini tedrisata, Muhammedin hayatını bilmeye , camilerin çoğalmasına öncelik tanımıştır, Futbola merakı gereği stadyumlara mali destek verilmesini israf addetmmekte ve gençlerde takımlara kimlğin dini kimliğin dahi önüne geçmesindan rahatsız olmamaktadır. Atatürkün okunmasını EMRETTİĞİ (Tavsiye değil) bir kitap vardır. ‘’ Beyaz zambaklar memleketi Finlandiya’’ O kitapta futbolun gençler için ne derece zararlı bir spor olduğu açıkça izah edilir.

Ekseriyeti eğitimsizlerin, yahutta eğitim seviyesi düşük olanların sade milli iradeyi tecelli ettirdiklerini idrak ettiğinizde eğitimlilerin ekseriyetinin yaptığınız bukadar kıymetli hizmetlere nazaran size oy vermekten çekinmelerinide ciddiye almanız gerekmez mi? Nasıl ki muhalefetin eğitimden nasibini pek alamamışların  oylarını kazanamamalarını ciddiye almaları gerektiği gibi. Eflatun eğitimsizlerinde sağ duyuları olduğunu söylediğinden haberiniz varmı. Onların karınlarını kaşımaları muhalefetin kafasını kaşımasını gerektirir.

Her türlü icraata, tukaka diyen,  muhalefetin davranışındaki hata kadar iktidarında muhalefetin her türlü önerisine kategorik olarak karşı çıkması hatalı gidişata sebep olmakta, son SOMA’daki ölümler önlenebilirdi CHP’ nin  diğer muhalefet partileri ile verdikleri önerinin ciddiye alınmaması, can kayıplarına mal olmuştur. Muhalefet iktidarın istifasını isterken bir gölge kabinesi dahi olmadığının farkında değil herhalde.

SOMA katliamı,  yanlız madencilikte hatalarımızı değil,  Türkiyedeki bütün MORTALİTE(Ölüm) sebeplerinin araştırılması, analizinin yapılması ve batıdaki örneklerle mukayese edilerek oralarda alınan tedbirler içselleştirilerek, Türkiye’yi muasır devletler seviyesine getirilmesine önayak olmalıdır. Her şerrin bir hayri, her hayrın bir şerri olduğunu düşünmeliyiz. Televizyonlarda köşe yazarlarının afaki önerileri yerine batıda olduğu gibi uzmanların fikirlerine kulak verilmelidir.

Türkiyede maalesef akademisyenler darbelere şakşakcılık yapmıştır. Türkiyede kendilerini aydın zannedenler maalesef hep taraf tutmuşlardır. Hakiki aydın insan, tarafsız davranır. Hadiseleri şahsileştirmekten, duygusallaştırmaktan çekinir. Benim batıda geçen 60 senelik çalışma ve yaşam zamanında batılıların nesnel düşünme yeteneğine sahip oldukları, bir dakika ameliyathaneye geç girdiğim  için yapmam lazım gelen ameliyatı yapmama müsaade edilmemişti. Disiplin dediğimiz böyle olmalıdır. Zamana saygısızlığı, kendini Türkiye’nin en akıllı zanneden aydınlar maalesef kongrelerde hiç ciddiye almıyorlar.

Şimdi bir kongre firması konuşması uzayanı 2 dakika sonra zil çalarak uyarmakta , ona riayet etmeyen konuşmacının ise otomatikman mikrofonunu kapatmakta. Başka türlü medenileşeceğimiz mümkün değil. Başbakanında tam bir kasımpaşalı tavrı ile konuşmacıya hakaret etmeside af edilemez.

Ben daha çocuk yaşında iken akıllı davranmışım. Sabahları okulda andımız söylememişim. İçeriğinden ötürü değil, askeri bir davranış olduğu için. Londrada sinemada bile filim başlamadan önce istiklal marşı söyleniyordu. Avrupada bukadar çok kralliyetlerin mevcudiyetinide hala anlayamamışımdır, nasılki bizde Atatürk kelimesinin enfasyonu gibi.

Bakanlıklardaki toplantılarda bakanın en akıllı konumu itiraz götürmediğine göre Tayyip Erdoğanında kendini dünyanın en akıllısı olduğu zehabını silmek Türkiyeye vebali önleyemeyecektir.

Antalya. 17.05.14 

15 Mayıs 2014 Perşembe

Bu katliamın faili kim?





Fikret Başkaya

Manisa’nın  Soma ilçesinde, bir özel şirkete devredilen maden ocağında iki gün önce meydana gelen “kazada”, şu an itibariyle 282 kişinin öldüğü, 80 kadarının yaralandığı bildiriliyordu.  Ve yeraltında kalanların sayısı bilinmiyormuş... Yerin altında kalanların sayısının bile bilinmemesi, bunun ne büyük bir kepazelik, ne büyük ayıp, ne büyük bir skandal, ne büyük aymazlık ve utanmazlık  olduğunu göstermiyor mu?  Böyle bir olaya “kaza” deyip geçiştirebilir misiniz? Bu “olayı”, kaza, facia, cinayet ... gibi kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. Böyle bir şey,  işin kolayına kaçmak üstünden atlamaktır. Bu düpedüz bir katliamdır. Zira kaza, cana, mala ve çevreye zarar veren, beklenmedik, şüpheli durumları ifade etmek için kullanılır. Kaza tüm önlemleri en üst düzeyde alınmasına rağmen istisnaî olarak ortaya çıkana denir. Cinayet, bir veya bir kaç kişinin taammüden öldürülmesidir. Oysa, ortada tamı tamına bir katliam var. O halde bu katliam neden ve nasıl yaşandı?

Madenler kamuya/topluma aittir, dolayısıyla kamuya ait olması, kamu tarafından yönetilmesi ve kullanılması, özel mülkiyet, özel kâr ve kazanç konusu yapılmaması gerekir. Bu yüzden, herkese ait olan, herkesin ortak kullanımına sunulması/kolektif olarak sahiplenilmesi ve kullanılması gereken bir doğal varlığın, birileri tarafından, tekil şahıslar, kapitalist şirketler tarafından sahiplenilmesi, kullanılması, yönetilmesi, yağmalanması, özel kâr ve kazanç aracına dönüştürülmesi, kabul edilebilir değildir. Bu, topluma ait olanın özel çıkarlar için, kapitalistler tarafından çalınması, el konulması, gasp edilmesi demeye gelir. Dolayısıyla itiraza bu ‘ortak varlığın’ özelleştirilmesine karşı çıkarak başlamak gerekir. Asıl yanlışı ve haksızlığı teşhir ederek başlamak gerekir... Yoksa bu katliam, bu skandal “ölenlere Allahtan rahmet, yakınlarına sabır dilemekle, Cuma namazında hutbe okutmakla, bayrakları yarıya indirmekle, hamasî nutuklar atmakla. vb. ” geçiştirilecek cinsten değildir. Bu aymazlığa son verilmedikçe, bu sefil duruma itiraz edilmedikçe, “asıl sorumlular” hedef tahtasına oturtulmadıkça, daha büyük katliamlar neden şaşırtıcı olsun?   

Özel sektöre, özel çıkara terkedilmiş madenlerde katliamların istisna değil kural olması kaçınılmazdır. Zira kapitalist şirketin yegane amacı kâr etmek, her seferinde daha çok kâr etmektir. Daha çok kâr etmenin yolu da maliyetleri düşürmekten geçer. Ve en büyük maliyet unsurlarından biri işçi ücretleridir. Ücret ne kadar küçükse kâr da o kadar büyüktür. İkincisi, diğer her türlü maliyet unsurunu küçültmekten geçer. Madenlerde bunların en önemlilerinden biri güvenlikle ilgili  harcamalardır. Zira hiç bir üretim etkinliği, madenler kadar risk içermez... O halde güvelik harcaması ne kadar küçükse, kâr da o kadar büyüktür... Kapitalist başka türlü yapmaz, yapamaz. Kapitalistin gözünde insan diğer üretim unsurları gibi bir şeydir. Çalıştırdığı işçiyi insan olarak görmez, zira onun gözünde insan (işçi) üretim unsurlarından sadece biridir. İşte ara-malı, hammadde, makina gibi bir şeydir... Kârı artırmanın üçüncü yolu çalışma yoğunluğunu artırmaktır. Başka türlü ifade edersek, daha az işçiyle daha çok ve daha çabuk üretmektir... Nitekim maden ocağından bir vardiya çıkmadan, ocak tahliye edilmeden ikinci vardiyanın sokulması, tam da söylediğime canlı bir örnektir...

Böylesi bir mantığın geçerli olduğu yerde, kapitalist patronu iş güvenliği konusunda zorlayacak olan yegane güç devlettir. Lâkin kapitalist devlet, şimdilerde “neoliberal devlet”, kapitalistlere sınırlama getirmeye asla yanaşmaz. Ama sınırlıyormuş gibi yapar ve insanlar da ona inanır veya inanmış görünür... Siz hem kârı, özel kazancı, bireysel zenginleşmeyi kutsayacaksınız ve hem de onu sınırlayamaya yelteneceksiniz, bu mümkün değildir. Zaten neoliberal küreselleşme çağında devletin yegane varlık nedeni, zenginlerin zenginliğini artırmaktır, her yolu deneyerek, tüm imkânları seferber ederek onların önünü açmaktır. Onun için kiminle çuvala girdiğini bilmek önemlidir... Dolayısıyla bu katliamın birinci sorumlusu, sadece işveren değildir, onun bu hoyratlığa teşvik eden, yangına körükle giden devlet ve onun temsilcisi hükümettir. Çalışma bakanıdır, İktidar partisidir, iktidar partisini uyarmakta başarısız olan muhalefet partileridir ve bir bütün olarak “milli iradenin” timsâli olarak sunulan TBMM’dir, yani parlamentodur. Özelleştirmeleri marifet sayanların, taşeron işçi çalıştırmaya yol açanların ve itiraz etmeyenlerin tamamıdır. “Taşeron işçi” kavramının bizzat kendisi bir utanç unsuru değil mi? Tabii utanmak için önce utanabilir durumda olmak gerekir... Ve maalesef “iş bitiricilik” ahlâksızlığının geçerli olduğu bir toplumda artık utanmaya/arlanmaya da yer yoktur...

Başta Türk-İş olmak üzere sendikalar özelleştirmeler  konusunda olsun (nitekim Türk-İş’e bağlı Çelik-İş Sendikası, Özelleştirme İdaresinden Karabük Demir Çelik İşletmesini satın alıp işletmecisi olmuştu...) iş yaşamının taşeronlaştırılması konusunda olsun, kıllarını kıpırdatmadılar? Elbette istisnalar vardı ama sonuçta istisna idiler ve şeylerin gidişatı üzerinde etkili olmaları mümkün olmadı... Bu saldırı karşısında devletin ve sermayenin tarafında saf tutup, varlık nedenlerine ve misyonlarına ihanet eden sendikacılar taifesinin bu katliamda sorumluluk payı büyüktür. Bu ülkede sendika bürokratları kendi iktidarları dışında, hayatî iş güvenliği ve güvencesi sorunu da dahil olmak üzere, hiç bir sosyal-politik sorunla gerektiği gibi ilgilenmediler, ilgilenmiyorlar. Aslında Türkiye’de sendikalar, baştan itibaren ve genel bir çerçevede devletin ve büyük sermayenin hizmetinde oldular. Devlete ve sermaye sınıfına işçilerden daha yakındırlar... Yani karşı taraftalar, bulunmaları gereken yerde değiller. Dolayısıyla bu katliamın ikinci derecede sorumlusu, sendikalardır. Artık bu fosilleşmiş örgütlerin ne menem şeyler olduğunu sorgulamanın, bunları teşhir etmenin ve pabuçlarını dama atmanın zamanı çoktan gelmiş olmalıdır. Toplum öyle bir ikiyüzlülük, umursamazlık ve aymazlık girdabına sokulmuş durumda ki, maalesef hiç bir sorun gerektiği gibi ele alınamıyor lâyıkıyla tartışılamıyor

Katliamda elbette devlet/sermaye medyasının vebali de çok büyüktür. Hiç bir zaman çalışanların kaderine ilgi duymadılar, iş yaşamında olup bitenleri sorun etmediler. Zenginliğin asıl yaratıcı olan işçi sınıfını yok saydılar. Şeylerin gerçeğine dair toplumu bilgilendirmediler. Tuhaf bir “basın özgürlüğü” anlayışına sahip oldular. Oysa, Viktor Dedaj’ın da ifade ettiği gibi “Basın için haber verme, bir özgürlük değil, fakat bir görevdir. Basın özgürlüğünün sınırının başladığı yer de, tam da benim gerçek habere ulaşma hakkımın başladığı yerdir”. Bizde medya oldum olası varsılların başarı öyküleriyle ilgilendi ilgileniyor. Lâkin, zenginlerin nasıl zengin olduğunu asla sorun etmiyor. İşçilerin çalışma koşullarının skandal bir hâl almasından toplumu haberdar etmiyor, bilgilendirmiyor, misyonunun gereğini yapmıyor, varlık nedenine yabancılaşmış durumda... Hiç bir zaman “Sessiz çoğunluğun” sesi olmadı... Şimdilerde Türkiye’de medyanın içine sürüklendiği kepazeliği ifade etmeye artık kelimeler kifayet edemez durumda...

“Her zaman toplumun bir kaç adım önünde...” olduğu söylenen akademi de, bu katliamla ilgili davanın sanıkları arasında yer almalıdır. Zira üniversite denilen kurumlar, bilimden başka her şeyle ilgililer, toplumsal sorunlara külliyen yabancılaşmış durumdalar. Devlete ve sermayeye bilirkişi, iktidara “âkil adam” olmanın ötesine geçemiyorlar. Devletin ve sermayenin hizmetindeler ve gerçek anlamada bilimsel faaliyete külliyen yabancılaşmış durumdalar. Elbette orada da istisnalar var ama malum, “istisnalar kiralı doğrulamak içindir” denmiştir... Zaten şimdilerde bizzat  kapısında üniversite yazan kurumlar da artık sermayeye dönüşüyor, tuhaf birer kapitalist işletme haline geliyorlar... Toplumun sorunlarına bu ölçüde yabancılaşmış bir üniversite, bir akademi olur mu?

Bu vesileyle bir anektod nakletmeme izin verilsin: “ Devlet üniversitesinde hoca olduğum yıllarda “ Sosyal Politika” diye bir ders de veriyordum. 12 Eylül’den sonra “sosyal” kelimesi her halde rejim için “kötü şeyler” ima ettiği için olacak, dersin adı değiştirildi, “çalışma ekonomisi”, “endüstriyel İlişkiler”, vb. oldu... Ücretleri anlattığım bir dersin sonunda öğrencilerden biri bir soru sordu. Doğru hatırlıyorsam soru şöyleydi: “ Hocam siz sosyalist bir insansınız, sosyalist bir düzen kurulduğunda en yüksek ücretin kime verilmesini isterdiniz?  Bu soruya verdiğim cevap şöyleydi: “ Elbette o günkü somut koşulların nasıl olacağını önceden kestirmek mümkün değildir ama doğrusu öyle bir yetkim olsaydı, en yüksek ücretin maden işçilerine, bir de çöpçülere verilmesinden yana olurdum”... Ve sınıf ayağa kalkmıştı... Efendim nasıl olur, siz o kadar tahsil yapın, üniversiteyi bitirin, doktora yapın, işte doçent olun, çöpçüden ve maden işçisinden daha düşük ücret alın...” Ben de “benim o okullarda nasıl okuduğumu, o unvanları  nasıl kazandığımı sanıyorsunuz? Ben bu durumumu onlara borçluyum, onların emeğinin ürünü olan sayesinde bu durumdayım” şeklinde söylediklerim salonu bir nebze sakinleştirmişti... O zaman bir şeyin daha farkına vardım: Okullarda verilen eğitim eğitilenlerde, diplomalılarda, “farklı oldukları” bilincini yerleştirecek şekilde kurgulanıyor. Ve okuldan çıkanlar şöyle düşünüyor: “Eğer farklı isem, farklı yaşamaya, otorite kullanmaya, ayrıcalıklı bir  statüye sahip olmaya da hakkım vardır...”! Aslında bu durum her şeyde çelişkinin mündemiç olduğunu bir defa daha gösteriyor. Eğitimden geçenler içinde çıktıkları sınıfa, çevreye yabancılaşıyor...


Soma katliamıyla ilgili olarak da her zaman yapılan yapılıyor ve yapılacaktır. Ve öncekiler gibi unutulup gidecektir. Oysa unutulmaması, unutturulmaması gerekiyor. Onun için de eskisi gibi yapmamak, işin gereği ne ise onu yapmak gerekiyor ve aslında ne yapılması gerektiği de bir sır değil: Daha geç olmadan insanlığı kapitalizm belasından kurtarmak için ayağa kalkmak. Bu yönde tutarlı bir mücadele yürütmek, gezegeni korumak, gezegende canlı yaşamı güvence altına almak, velhasıl “başka bir dünya” kurmak...