9 Kasım 2014 Pazar

Teşkilat-ı Mahsusa (1)



Sait Çetinoğlu

Teşkilat-ı Mahsusa Osmanlının son dönemi ve devamındaki  cumhuriyet rejiminde,  azınlıkları yada kendinden saymadıkları halk topluluklarını ve ulusları etnik temizlikten soykırıma varan cinayetlerin ve katliamların organizasyonunu 30  binin üstünde  bir  güçle yöneten bir kadrodur.
Bu kadro, askeri ve sivil bürokrasinin de üstünde yer alır ve aydınlardan bürokrasiye din adamına ve yerel unsurlara kadar uzanan geniş bir yelpazeden devşirilen elemanlardan  oluşturulan bir cinayet şebekesi ve bir katil sürüsüdür. Yaptıklarından dolayı hiçbir şekilde cezalandırılmayan ve soykırıma varan katliamları maddi ve manevi  ödüllendirilen bu kadrolar  kurucu ve yöneticileri olarak cumhuriyet vitrininde yer alırlar.
Teşkilat-ı Mahsusa aynı zamanda zihniyettir ve bu zihniyet  İttihat ve Terakki’den (1. Jöntürk)  Kemalizm’e (2. Jöntürk)  günümüze uzanır.”

Teşkilat-ı Mahsusa (TM) hakkında resmi tarih ve tarihçiler, teşkilatın bir istihbarat örgütü olduğunu Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında zorunluluktan kaynaklı bir örgütlenme olduğu ve zorunluluktan dolayı operasyonel yetki verildiği söylemi etrafında bir efsane örülür. Dahili operasyonlarından söz edilmez ve reddedilir. 1915 Soykırım süreci ile ilişkilendirilmesine ise son derece tepki gösterilir. Oysa teşkilatın içindeki Galip Vardar, teşkilatın ikili yapısı ve ikili yüzüne şu sözleriyle işaret ederek:  “Teşkîlât-ı Mahsûsa, çok geniş tutulmuş bir teşkilâttı. Dahilî ve haricî siyâsete, harbin bütün îcâblarına göre ayarla­nacaktı. Kadrosu o kadar genişti ki, buraya bağlı çete­ler, çeteciler temin edilmişti. Bütün bu insanlar, ordu­nun vazifesini kolaylaştıracak yolları açacak, düşmanı içinden, gerisinden vuracak ve birçok bilgiler toplayacaktı burada hakim olan ruh, bir zamanlar Balkanlarda eşkıya takibinde hasıl olan ruhun[1] tamamen aynı idi. İttihat ve Terakki’nin erkanı, bütün ömürleri boyunca o davaya sadık kalmışlardı.”[2] Sözleriyle TM’yı bu katil sürüsünü yüceltir.
Bozarslan, TM’nın kuruluşu,  rolünü ve işlevini şu cümlelerle özetlemiştir “İmparatorluktan çıkış sürecinin son yılları olan Cihan Harbi döneminde, çeteleşme olgusunun en önemli örneğinin İttihat ve Terakki tarafından kurulan ve resmî askeri ve sivil bürokrasinin üstünde bir yer alan Teşkilât-ı Mahsusa olduğunu söyleyebiliriz. Ermeni soykırımında belirleyici rolü oynayan Teşkilât, hem resmi bürokraside yer tutan, hem de bu bürokraside resmen yer almayan şahıslardan oluşmaktaydı. Teşkilât içinde, Diyarbakır valisi Dr. Reşid’le birlikte, Yakup Cemil gibi sicilleri devlet adamlığını engelleyen kişiler ve ulemadan ve eşraftan -kişisel ve kolektif biyografyaları henüz yazılmamış- çok sayıda kişinin yer aldığı anlaşılmaktadır. Belli bir ölçüde modem dönemlerin memlûk sis­temini oluşturan Teşkilât’ın özellikle Balkan ve Kafkasya köken­li elemanları içerdiği yolunda da bazı bilgiler de bulunmaktadır. Bir yandan devletin resmen uygulayamayacağı icraatlarla yüküm­lü olan Teşkilât, diğer yandan Ermeni mallarının yağmalanmasın­da önemli bir rol oynamakta, bu yolla da, çeteleşme ve kişisel zenginleşme arasında bir bağ kurmaktaydı.[3]
TM’nın Kuruluşu
Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgili düzenli bir doküman yoktur. Teşkilatı Mahsusa ile ilgili belgeler, 15 Eylül 1918’e doğ­ru, Talat kabinesinin istifası sırasında Güvenlik şefi Aziz Bey [Hüseyin Aziz Akyürek] tarafından hükümet arşivlerinden çıkarılmış ve imha edilmiştir.[4] Biz örgüte ilişkin bilgileri çeşitli anılar ve dağınık arşiv belgelerinden toplamaktayız.
TM’nin, Harbiye nezaretine bağlıyken Har­biye Nazın Enver Paşa tarafından denetlenen, örtülü ödenekten  özel bir bütçesi vardır. Örgüt, fedai olarak ça­lışan subaylar vasıtasıyla iş görüyordu.[5]Bu subayların bir kısmının ordu ile ilişkisi şeklen kesilmiş bulunuyordu ancak sıkı bir disiplin ve hiyerarşiye tabi idiler. Örgütün Soykırım sürecinde Dahiliye nezaretine bağlanmasıyla Dahiliye Nezaretinin örtülü  ödeneğini kullandığını söyleyebiliriz. Ancak yazışmalardan zaman zaman aynı anda her iki bakanlığın örtülü ödeneğinin de kullanıldığını anlıyoruz.
Zira, TM’nin askeri istihbarat bö­lümü Harbiye Nezareti’ne, sivil bölümü ise Dahiliye Nazın Talât Paşa’ya karşı sorumlu idiler. Savaştan önce ve savaş sırasında TM, gazetecileri, yazarları, hatipleri ve din adam­larını kullanarak, İttihatçı karşıtlarına karşı yoğun bir pro­paganda yürütmüştür.[6]
İTC’nin Dünya Savaşından ön­ce bir devlet politikası olarak örgütlenmeye başlanan  Büyük Turan İmparatorluğunu kurma hayali Savaş ile birlikte savaşın olanaklarıyla gerçekleşeceğine dair inanç İTC’ni bu amaçla çalışacak bir örgütün organizasyonunun gerekliliğine de  inandırmıştır. Teşkilât-ı Mahsusa bu amaçla kurulmuş olan gizli örgütün adıdır. Örgütün ne zaman ve nasıl kurulduğu konusunda elimizde kesin bilgiler yoktur. Bunun nedeni örgüte ilişkin birçok belgenin im­ha edilmiş olmasıdır. Örgütte önemli görevlerde bulunmuş Kusçubası Eşref, örgütün 1911-1913 arasında kurulmuş olduğu­nu söyler. Çeşitli anılarda örgütün 1914 Temmuz sonu Ağustos başında "yeniden" kurulduğuna ilişkin bilgiler vardır. Tak­ma ismi A. Mil olan Parti Sekreteri, konuya ilişkin tartışmaların Balkan yenilgisi sonrası başladığını, kuruluşun Temmuz 1914 sonlarında olduğunu söyler. Tevfik Bıyıkoğlu örgütün, 5 Ağustos 1914’te Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın gizli bir emriy­le kurulduğunu bildirir. Kısaca eldeki bilgilerden çıkartılabilecek sonuç şudur ki, 1911 ile birlikte, Enver Paşa etrafında bir grup kendisini bu isimle ad­landırmaya başlamıştır. [7]
Soykırımın Yüzüncü yıl çalışmaları çerçevesinde değerlendirdiğimiz bir çalışmada; 2 Ağustos 1914’te ilan edilen seferberlikten sonra Trablusgarp ve Balkan Harplerinden alman dersler is­tikametinde acil tedbirler alma çerçevesinde  TM teşkilatlanmasının gerçekleştiğini “Dâhiliye Nâzın Talat Paşa’nın  bilgileri dâhilinde, öncelikli olarak Kafkas cephesinde, bir anlamda gayrinizami harp yürütmek üzere kadrosunu gönüllülerin oluşturacağı birliklerin kurulması, şevki ve sair işlerini koordine etmek üzere, teşkilat-ı mahsusa merkez-i umûmisi teşkil edilir. Komisyonda Binbaşı Süleyman Askerî, Emniyet-i Umûmiye Müdürü Aziz Bey [Hüseyin Aziz Akyürek], Dr. Nazım Bey ve Atıf Bey [Kamçıl/Kambur Atıf] yer alırlar.[8]  Orhan Koloğlu kuruluş için 5 Ağustos 1913 tarihini verir ve komisyona Dr. Bahattin Şakir’i de ekler. “Teşkilatın üst düzey yönetici kadrosunda bazı ünlü isimler vardı: Yakup Cemil, Dr. Rusuhi, Süvari Kaymakamı Hüsamettin (Ertürk), Eşref ve Hacı Sami Kuşçubaşı kardeşler, Ömer Naci, Mümtaz, Yüz­başı Rıza, Nuri Paşa (Mataracı), Eyüp Sabri (Akgöl), Yusuf Şetvan, İzmitli Mümtaz.”[9] Gibi şahsiyetleri sayar. Tevfik Bıyıklıoğlu TM’nın kurulusunu 5 Ağustos 1913 tarihine çekmektedir.[10]
Bir başka çalışmada, Eşref Kuşçubaşı’na dayanılarak, TM’nın 1911 ile 1913 arası bir ta­rihte gayriresmi olarak adlan­dırılmaya başlandığını  belirterek. Eşref Kuşçubaşı’nın “Teş­kilat, ister Batı Trakya Geçici Hükümeti, ister Fedai Zabıtan, is­ter Umur-u Şarkiye, ister Teşkilat-ı Mahsusa ismini taşısın, lide­ri Enver Paşa’nın yönetiminde aynı tür faaliyette bulunan aynı insanlardan oluştuktan sonra, bunun bir önemini yoktu.” Sözlerinin altı çizilerek, TM’nın doğuşunu Enver’in Harbiye Nazırı ve Başkomutan vekili olmadan önce kurduğu resmi olmayan örgütlere dayandığını söylenerek TM’nın İttihat ve Terakki ile olduğu kadar silahlı kuvvetlerle de organik bağının olduğu vurgulanır.[11]TM’nın üst düzey görevlileri, harbiye Nazırıyla yakın ilişkilerinden kaynaklı gücüyle  ordu birliklerine Enver adına emir de verebiliyorlardı. Aslında teşkilat Erver ile ordu komutanları arasında özel, yarı resmi bir bağlantı oluşturuyordu.[12] Sözleri de TM ile Enver  arasında özel ilişkiyi belirtir.

Yapısı
TM’nın Ordu- Parti- Güvenlik üçgeninde birbiriyle iç içe geçmiş,   asker- sivil  arasında flu ve geçişli bir kadroya sahiptir. Sultan’ın özel bir kararnamesi ile kurulduğu iddia edilse de  belgelerin imha edilmesinden dolayı bu kararnameye ulaşılamamıştır: “Hususi bir irade-i şahane ile kurulduğu için bünyesi gereği gizli kaldı; bütçesi Harbiye Nezareti tahsisat-ı mesture [örtülü ödenek] faslında idi...Ordunun çok değerli kur­mayları, yaşlı ve tecrübeli kumandanları, sivil kesimin fikir, sanat ve edebiyat sahasından ve dini-manevi hayatın seçkin tanın­mış şahsiyetleri ve bu arada Türk milliyetçiliğinin kudret-i kuv­vet gaye mihrakı Türk Ocakları tam kadro halinde Teşkilatı Mahsusa safında idi,[13]Kısaca toplumun her kesiminden insanlar TM içinde seferber edilmişlerdir.

TM kadrolarının asıl nüvesi 3. Orduya mensup subaylardır. Bu bakımdan  TM kadroları Harekat Ordusu ve Trablusgarp kadroları ile örtüşür. Özünün Enver’in etrafındaki bu fedai subaylar topluluğunun Balkan savaşından sonra reorganizasyonu olduğunu söylemek  mümkün. Bu Fedai grubu 1913’te gayrı resmi olarak Teşkilât-ı Mahsusa diye nitelendiği  biliniyor. “Örgüt bu ad altında 1914’te resmileştirilmiş ve (o tarihte) Harbiye Nazırı olduğu için Enver’in doğrudan denetimine verilmişti. Birinci Dünya Savaşı’nda bu örgütün hem ayrılıkçı hareketlerin, bilhassa Arap eyaletlerindekilerin bastırılmasında ve hem de Batı Anadolu’daki Rum işyer­lerine karşı yapılan terör saldırılarında perde arkasından önemli rolü”[14] olduğu gibi, bu kadrolar 1918 sonrası milliyetçi hareket/milli mücadele kadrolarının da taşıyıcılarıdır.[15] Kaldı ki İTC ve TM kadrolarının uzun yıllara dayanan bir birlikteliği vardır; Aynı dönem okula başlamışlar, aynı dönemde aynı görevleri paylaşmışlar aynı dönemde rütbe alarak yükselmişlerdir.[16]
TM kadroları Makedonya’da komitacılık çalışmaları, Harekat Ordusu çerçevesi, Trablusgarp ve II. Balkan Savaşı sırasında şekillenmeleri yanında asıl etnik temizlik deneyimlerini Savaş öncesi Ege ve Trakya pratiklerinde kazanmışlar ve geliştirmişlerdir.  Ermeni Soykırımı sürecindeki en önemli kadrolar Ege ve Trakya pratiklerinde devşirilmiştir: Mahzar Müfit Kansu, Dr. Reşid, İbrahim Bedrettin, Gn. Pertev Demirhan,  Sarı Edip Efe, Eşref Kuşçubaşı… gibi.
Toynbee, Ege'den Hıristiyanların yok edilmesi  konusunda şu bilgileri aktarır; Batı Anadolu Rumlarına karşı Türklerin sal­dırıları 1914 baharında yoğunlaştı. Bütün Rum cemaatleri kor­ku salınarak yer-yurtlarmdan atıldı, evleri, toprakları ve sık sık da taşınır mallarına el konuldu ve bu süreçte insanlar öldürül­dü. Toynbee, (Kuşçubaşı'nın anılarından habersiz), olayla­rın gelişimi bunun sistematik olduğunu gösteriyor, der. "Terör, sırayla bir bölgeden ötekine yöneldi ve yerel halk kadar Rumeli göçmenlerinden de toplanan ve görünüşte düzenli Osmanlı jan­darmasına bağlı ’çete'ler eliyle yürütüldü. [17] Toynbee’nin kısaca aktardığı bilgiler durumun vahametini anlatan ifadelerdir.
İttihat ve Terakki'nin (İTC) başında­kiler Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesinin ardından –İTC Paşa suikasti ile beraber muhalefeti yok etme şansına kavuşurlar-    İktidara el koyup, iktidarı tekellerine almalarından sonra Haziran ve Temmuz içinde güdecekleri genel siyasanın ana çizgilerini tesbit etmişler­dir. Artık sorun bunları hayata geçirmek meselesidir. Bura­da önemli bir köşe taşı Enver'in Paşa olması ve Harbiye Nazırlı­ğına atanmasıdır. 4 Ocak 1914'te gerçekleşen bu atama ile özellikle ordunun (ve Teşkilât-ı Mahsusa'nın) yeniden örgütlenme­sinde büyük adımlar atılır. Anadolu'nun tümüne yönelik İtti­hatçı politikalar hayata geçirilmeye başlanır,.. Teşkilât-ı Mahsusa örgütü bu dönemde kurulur veya yeniden düzenlenir. O güne kadar parça bölük uygulamaya konan bazı fikirler tek bir elden planlı olarak, hayata geçirilebilecektir.[18] TM’nın Ege ve Trakya pratikleri Örgütün gelişimini ve kökleşmesini sağladığı gibi Etnik temizlik ve Soykırım konusunda da  engin deneyim kazandırmıştır.
“Kuşçubaşı Eşref, verdiği tarihe güvenmek gerekirse, 23 Şubat 1914 tarihinde Harbiye Nezareti’nde Enver Paşa ile bir görüşme yapar. En­ver ülkenin içinde bulunduğu çöküş tablosunu çizdikten sonra, tek çıkışın Türk ve İslam aleminin birliğini sağlamaktan geçtiği­ni söyler. Ülke içindeki gayrimüslimler ise devletin devamın­dan yana olmadıklarını ispat etmiş bulunuyorlardı. Osmanlı Devletinin kurtuluşu onlara karşı alınacak tedbirlere bağlıydı. Teşkilât-ı Mahsusa'nm görevi, hükümetin.... görünürdeki kuvvetlerinin ve asayiş teşkilâtının kat'iyyen başaramayacağı hizmetleri yerine getirmekti. Kuşçubaşı'nın sözleriyle, ilk vazife, SADlK’larla HAİN'leri birbirlerinden ayırmak idi[19]. Bu doğ­rultuda, büyük bir plan hazırlamıştık...[20] Teşkilât-ı Mahsusa'nın önde gelen ismi teşkilatın mucidinin amaçların özetliyor.

İTC Ege'den gayri Türk un­surların temizlenmesine ilişkin geniş planını yaygın bir kadro ile örgütleyerek gerçekleştirir.  Bu plan çerçevesinde yok dilen Gayri Türk unsurların sayısı çeşitli şahsiyetlere göre 150.000 ile 1.500.000 arasında değişir. Ayrıca bu unsurların bütün mal varlıklarına el konulduğunu söylemeye gerek yok.  Çeşme’de her şeylerini bırakarak bir hafta içinde 40.000 Rum tarihsel topraklarından buharlaşmıştır.[21] Planın askeri boyutunun yanında İktisadi boyutu da vardır. Bu planının iktisadi boyutunu yönetmek üzere özel olarak Bursa'dan getirilerek görevlendirilen 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, stratejik noktalara kümelenmiş... gavri Türk yığınakların tasfiyesi sonucu, sadece İzmir ve civarından 130 bin dola­yında Rum'un zorla Yunanistan'a göç ettirilmiş olduğunu akta­rır. Celal Bayar tüm bu eylemleri, milli bir hareket olarak ad­landırmaktadır. Halil Menteşe, İzmir civarından sürülen Rumlar için 200 bin sayısını vermektedir. Bu sayılar sadece Ege bölgesine ilişkindir. Trakya bölgesinden sürülen Yunan nü­fusu ise 1919 yılında, Meclis-i Mebusan görüşmelerinde, 300- 500 bin arasında verilmiştir.
Kuşçubaşı, sadece 1914 içinde ve savaşın ilk aylarında, Ege mıntıkasında ve bilhassa sahillerde yuvalanmış ve küme­lenmiş olan... Rum-Ermeni nüfus(un), sürülen miktarının 1 milyon 150 bin olduğunu söylemektedir. Böylece, değil sa­hip, bekçi bile olmadığımız gâvur İzmir başta olmak üzere tüm Ege temizlenir. Kuşçubaşı tüm bu eylemleri fetih hareketi olarak tanımlar. 19 Haziran 1918 tarihinde İngiliz İstihbarat servislerince Fransız Harbiye Vekaletine sunulan bir raporda, sürülen ve öldürülen Rumlara ilişkin verilen sayılar, Kuşçubaşı'nın verdiği sayılara yakındır: Trakya ve Anadolu'dan gönde­rilen nüfus 1.5 milyonun üstündedir; bu miktarın yarısı ya zor koşullar altında öldüler ya da katledildiler. Türk Memur ve subaylar Hıristiyanların artık Türkiye'de yaşamalarına izin veril­meyeceğini ve Rumların zorla Müslümanlaştırılacaklarını çe­kinmeden ilan ediyorlar. Rumların Türklerce el konulan- emlâkinin değeri 5 milyar Frank’ın[22] üzerindedir.[23]
Ege’deki kovulmalar konusu ancak savaş sonrasında  ilk defa Meclis'in 4 Kasım 1918 tarihli, 11. Oturumunda ele alınmıştır. Ege’de etnik temizlik ve ve ardından gelen 1915 sürecini vatandaşlara karşı cihad olarak niteleyen Aydın Me­busu Emanuil Emanuilidis Efendi, "Hükümet-i Sabıkanın [eski hükümetin] icraa­tı hakkında” şimdiki Hükümet'in açıklama yapması amacıyla bir soru önergesi vermiştir. Önergesinde Ermeni Kırımı konu­suna değinen Emanuel Efendi, Rum göçüne ilişkin; "Rum unsurlarından 250 bin nüfus, hudud-u Osmani'den [Osmanlı sınırından] tart edilerek [kovularak] malları müsadere edilmiştir", ayrıca, "550 bin Rum nüfus daha, Karadeniz, Çanakkale, Marmara ve Ada­lar denizleri sevahil [kıyıları] ve havalisinde ve sair mahallerde kati ve imha edilmiş ve malları da zabt ve gasp edilmiştir.[24]
Çeşme Kaymakamı Hacim Muhittin Bey’in zihniyeti bu konuda ilginçtir. Planın bir parçası olarak özel olarak bölgeye atandığının ifadesidir: “Bizce en mühim anasır meselesi, Aydın vilayetinin sahil kısmının çoğunlukta oturan Rumlar meselesi idi. Balkan Harbi es nasında kazandığı kolay galibiyet neticesinde bir taraftan Drama’ya kadar Makedonya’yı gasb etmiş olan Yunanlılar’ın bundan    sonra artık Aydın vilayetini bilfiil işgale başlayacaklarına şüphe yoktu. Adalar meselesinden dolayı kendileriyle ergeç mücadeleye hazırlandığımız Rumlar’ında, Yunanistan Makedonyası’nda ka­lan ve Osmanlı memleketlerine hicret etmek isteyen İslam ehaliye mukabil Yunanistan’la mübadelesi esasına muvaffakat etmesi Yu­nan hükümetinden talep olundu.
Mösyö Venizelos, istikbale ait muzır niyetleri için bir müma­naat darbesi teşkil eden bu teklifimize iltifat etmiyordu. Fakat o sıralarda Türk unsuru arasında şiddetle hüküm sürmeğe başlayan milliyet cereyanı en ziyade Aydın vilayeti dahilinde tesir etmeğe başlamış ve Yunanlılarla Sırplar’dan ve Bulgarlar’dan gördükleri her nevi zulme tahammül edemeyerek en caniyane işkencelere ma­ruz kaldıktan sonra Osmanlı memleketlerine ilticaya mecbur olan yüzbinlerce İslam muhaciri tarafından yerli Rumlar’a karşı bazı te­cavüzlere başlanmıştı  … Yani tahkikat netice gösterdi ki, Rumlar’a zulüm yapılmamış ve zulümden çok cam yanmış İslam muhacirle­rinin irtikab ettiği bazı tecavüzler, hükümet tarafından şiddetle menedilmiştir. Nihayet Venizelos, Talat Bey’in noktai nazarını kabul ederek Aydın vilayetinin sahil kısımlarındaki Rumlar’ın Yunanis­tan’a ve Makedonya İslam ahalisinden arzu edenlerin de Aydın vi­layetine nakledilmesi ve menkul mallarına eskisi gibi tasarruf et­mek üzere, gayrimenkul mallarının mübadeleye tabi tutulması esası dairesinde müzakerata başlamağı kabul etmişti.”[25] Olayların boyutu nedeniyle Yunanistan tarafından sorunun   mübadele ile çözülmesi önerilmektedir.

Hacım Muhittin Bey’in oğlu, babasının  uyguladığı terörü nakleder, Hacım bey bu uygulamalarıyla bölge Rumlarını sindirmiş ve pratikleriyle de övünmektedir. “[O]n bin Türk’ün kırk bin Rum üzerin­de egemenlik kurarak onları sindirmelerini de daima sita­yişle [övünçle] anlatmıştır. Gerçekten on bin Çeşme Türk’ü kırk bin Rum üzerinde hakimiyet kurmuştur. Bunun sonucunda Balkan Savaşında, Sakız ve diğer Ege adalarında Yunanlı­  26 ların saldırıları sürerken, Çeşme Rumları kıpırdamaya ve başkaldırmaya cesaret edememişlerdir. Bunda kaymakam Hacim Bey’in cesur ve bilgili idaresinin de payı olduğunu kabul etmek gerekir sanırım. Kaymakam, daha başlangıçta harbin devletler arasında olduğunu, aynı topraklarda yaşa­yan toplulukları ilgilendirmeyeceğini belirtmiş ve bir olay vukuunda çoktan yani Rumlardan çok, azdan yani Türkler- den de az kayıp olacağını hatırlatmayı ihmal etmemiştir. Balkan Harbinden sonra da Rumların İzmir (Klozomen) yarımadasından Yunanistan’a göçünü hızlandırmak için yıldırma hareketlerine tevessül etmekten çekinmemiş­tir. Rum manastır ve kiliselerinin, sorumluluğu sarhoş pa­likaryalara atılarak yakılması gibi. Karadağdaki fener bek­çisinin öldürülmesi gibi. Çeşme’ye çok yakın olan Urla’da ise Rumlarla Türkler arasında farklı bir ilişki mevcuttu. Çok saldırgan, hatta şirret olan Rumlar çoğu devecilikle geçinen sakin tabiatlı Türkler üzerinde gerçek bir hakimiyet kurmuşlardı. Bu durumu savaş da değiştirememişti. Hükümet, Rumlar sal­dırganlıkta çok ileri gittiklerinde Kızıldağ, bu günki Çatalkaya, yörüklerini Urla’ya indirir ve Rumları sindirirdi. Bel­ki garip bir idare tarzı ama gerçek.” [26] Özel görevli Hacım Muhittin Bey, bölgede terör kaynaklarından biridir.[27]

Bölgeye Hacim Bey’den sonra gelen Hilmi Uran tasfiye ve etnik temizliğin boyutunu ortaya serer. Hatıratında Çeşme ve çevresindeki terör  olaylarına özel bir yer ayırır: 
ÇEŞME kaymakamlığında işe başladığım günlerde  artık Balkan Harbi de sona ermiş bulunuyordu: harbi 'kaybetmiştik. Hemen ardından Osmanlılık camiasın­da bir çöküntü başlamıştı. Ordularımızın ricatini ge­niş ve acıklı bir hicret akını takib etmekte ve bir Türk - İslâm muhacereti, daha çok İstanbul üzerin­den sel gibi Anadolu’ya akmakta idi… Bu büyük bozgunun ve bir sefalet akım halinde devam eden muhaceretin Anadolu’da ilk tepkisi Çeş­me’de Rumlar arasında olmuş, çok ihtiyatlı bir kaç Rum ailesinin durup dururken adalara gitmeyi isa­betli bir hareket bularak Çeşme’den ayrılması bütün Çeşme Rumları arasında şiddetli bir korku yaratmış ve birkaç gün içinde Çeşme ve mülhakatında başlıyan bir Rum muhacereti derhal her tarafa yayılarak artık önüne geçilemez bir hal almıştı… Biz Çeşme’de Sakız adasıyla karşı karşıya idik. Mahallî kayıkların Rumları ilk Sakız’a götürmesi üzerine oradan derhal muhtelif Çeşme iskelelerine kayıklar gönderilmiş ve bu da, bir nevi kucak açma kabilinden olarak, Rum muhaceretini teşvik etmişti. Bütün ilçe Rumları, artık birkaç gün içinde Çeşme’­den olduğu gibi, kendilerine en yakın ve en münasip iskele olarak seçtikleri, Köste’den, Aşağı Çiftlikten, Agrilya’dan, Reisdere'den ve ıldır’dan Sakız’a gitme­ye başlamışlardı. Sonradan bazı Yunan vapurları da gelmiş ve taşımaya yardım etmişti. Bununla beraber, pek çok Rumlar, iskelelerde günlerce vasıta bekle­mişler ve bugünleri bazıları evlerinde ve bazıları da hep bir arada toplu bulunmayı daha emniyetli telâk­ki ederek, deniz kenarında, eşyaları üzerinde geçir­mişlerdi. Rumlar beraberlerinde istedikleri kadar eşya götürüyorlardı. Buna hiç mümaneat edilmemişti [engel olunmamıştı]. Hattâ bazı Rumlar telâşla az eşya alarak çıktıkları evlerinden, iskelelerde kaldıkları müddetçe, gidip gi­dip eşya getiriyorlar ve götürebileceklerine kani ol­duklarını alıp götürüyorlardı. Çeşme’ye İslâm muha­cirleri, Rum muhacereti başladıktan ve artık önüne geçilemez bir hal aldıktan sonra getirilmiş ve Rum­ların terkedip çıktıkları evlere yerleştirilmişti. Çeşme’de Rum muhaceretinin sebebi tamamiyle ruhidir. Bunu, Rumların birdenbire mahiyetini bilmedikleri meçhul bir korkuya' kapılmış ve bilhassa hayatları için herşeyden şüphe eder bir duruma düş­müş olmalarında aramalıdır. Onlar kısa zamanda bu korkuyu birbirlerine aşılamışlardı. Çünkü hiç bir yerde hiç bir tazyika ma­ruz kalmamışlardı. Hiç .bir yerde hiç kimsenin evine en ufak bir tecavüz olmamıştı. Ne muhaceret başla­mazdan evvel, ne muhaceret devamınca kimsenin burnu dahi kanamamıştı. Ve hiç bir kimseye yan göz­le ve kötü gözle bakan olmamıştı; bu muhakkaktır. Nitekim bu muhaceret birdenbire devletlerarası bir mesele ehemmiyetini de almış ve henüz muhaceretin arkası alınmamış iken Çeşme’ye İstanbul’dan muh­telit bir tahkik heyeti gelmişti. Bu heyet büyük dev­letlerin İstanbul sefaretleri baş tercümanlarından te­rekküp ediyordu. Hükümet böyle bir tahkik arzusu­nu. memnunlukla kabul etmiş ve o vakit Muhacirin Müdürü vazifesini görmekte bulunan Şükrü Kaya Beyi de bu heyetin reisliğine tâyin etmişti. Heyet gelmiş, Çeşme’de bir çok Rum evlerini gezmiş, bir çok Rumlarla görüşmüştü ve hiç bir evde ufak bir taar­ruz ve tecavüz işareti bulamadığı gibi, hiç bir Rum da kendilerine şundan veya bundan tazyik gördük­lerini söylememişti. Gitmemeleri kalmaları tavsiye­sini de reddetmişlerdi. Hattâ bu baş tercümanlardan birisi, muhaceret için mutlaka bir sebep bulmak is­tiyormuş olacak ki, bir aralık bana dönmüş ve sitem­li bir bakışla : “Biz vakıa bir şey bulamadık. Fakat kırkbin kişi de dua ile gitmez” demişti. Evet, öyle­dir. Kırkbin kişi gerçi dua ile gitmezdi, buna inan­mak lâzımdı Fakat yine inanmak lâzım geliyordu ki, kuşkulu dimağlarda muhayyelenin büyüttüğü mev­hum bir can korkusu, işte böyle koca bir ilçe halkı­nı yerinden oynatabiliyor ve onları zaptecülemez, durdurulamaz hale getiriyordu. Çeşme’nin bir iki hafta içinde tamamen çehre­sini değiştiriveren Rum Muhacereti işte böyle başla­mış ve böyle bitmişti.”[28] Hilmi Uran olayları ve uygulanan terörü anlamazdan gelmektedir...



[1] O ruhu Teşkilat-ı Mahsusa başkanlarından Halil (Kut) “Talebelik yıllarında Enver ve Hafız Hakkı ile konuşurken Makedonya’dan bahseder, orada teşkilât yapmanın ve çetelerle dö­vüşmenin hayallerini kurardık. İmparatorluğun başına dert olan çe­teleri yola getirmekle devlete karşı hizmet içinde olacağımıza ina­nıyor ve daha sonraki ideallerimiz için de Makedonya’yı biçilmiş kaftan buluyorduk” sözleriyle nakleder. O ruh savaş öncesi ve sonrasında Osmanlı coğrafyasını kan gölüne çevirecektir.
[2] Galip Vardar, İttihad ve Terakki İçinde Dönenler. Ed. S.N. Tansu, YZY yayınları, s 387-388
[3] Hamit Bozarslan, türkiyede devlet komitacılık ve çetecilik konusunda birkaç hipotez Resmi Tarih Tartışmaları-1 Ed. F.Başkaya,  Özgür Ün. Kitaplığı 2005. S 181.
[4] Ternon, bir Soykırım Tarihi, haz. R. Zarakolu, Belge, 2013 s 272
[5] Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul 1918-1923, iletişim 2008 s 145
[6] Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul 1918-1923, iletişim 2008 s 146
[7] Taner akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İmge,2002, s 169-171
[8] Ahmet Tetik, Teşkilat-ı Mahsusa (Umur-ı Şarkiyye Dairesi) Tarihi cilt I: 1914-1916, İşbankası Y. 2014, s 15
[9] Orhan Koloğlu, Curnalcilikten Teşkilat-ı Mahsusa’ya Kırmızı Kedi Y. 2012 s 98
[10] Orhan Koloğlu, Curnalcilikten Teşkilat-ı Mahsusa’ya Kırmızı Kedi Y. 2012 s 89
[11] Atilla Çeliktepe, Teşkilat-ı Mahsusa’nın siyasi Misyonu, IQ 2002, s 73-74-75
[12] Philip H. Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa,  arma, 2003, s 62
[13] Kutay, Cemal (1983). Talat Paşa’nın Gurbet Hatıraları. Cilt 3. İstanbul: Kültür. Sayfa 1491. Akt. Vahakn N. Dadrian, türk Kaynaklarında Ermeni Soykırımı, tpolu Makaleler 2, Çev. Attila Tuygan Belge Y. 2005 s 80
[14] Erik Jan Zürcher Modernleşen  Türkiye’nin Tarihi, Çev Y.S. Gönen, İletişim.2002 s 162
[15] Bozarslan,  miiliyetçi hareket/ milli mücadele dönemindeki TM kalıntılarına da dikkat çeker: İstiklâl Harbi’nin de, en azından 1921’e, yani Batı bölgesinde az-çok merkezî bir ordunun kurulmasına kadar, çetecilik temelinde geliştiğini görmekteyiz: İstiklâl Harbi çeteciliği, büyük bir ölçüde bürokrasi ile eşan­lamlı olarak kabul edilen “okumuşlar katmanını” hor gören pleb­yen bir niteliğe sahibdi. Subay kökenli İttihatçılıkla ihtilaflı iliş­kilerin oluşmasına yol açan bu plebyenlik, aynı zamanda da, asker eşraf ve ulema kökenli Birinci Cihan Harbi dönemi İttihatçılığını devam ettirmekteydi. Bu dönemdeki çete üyelerinin de büyük bir kısmının devlete oranla nispi bir özerkliğe sahip olan ve “cemiyet”ten, özellikle de eşraftan ve ulemadan gelen simalarla güçlenen Teşkilât-ı Mahsusa’dan geldikleri, devleti devlete rağ­men kurtarma programını devam ettirdikleri söylenebilir. Bu anlamda, çetecilik, belli bir oranda, kendini, Cihan Harbi İtti­hatçılığının ya zihnî ya da de organik devamı olarak algılamak­taydı. Ne var ki, kriz ve dağılma, İttihatçılığın uğradığı prestij kaybı, İstiklâl Harbi’ni destekleyen Sovyetler Birliği’nin varlığı ve Üçüncü Enternasyonal yoluyla yoğun bir propagandaya gi­rişmiş olması... gibi faktörler, devletin ne olduğu ya da ne olması gerektiği konularında çeteler arasında da ciddî yol ayrımlarına yol açmıştı. Bu nedenle, Çerkez Ethem misalinin de gösterdiği gibi, bazı çeteler kendilerini, sosyalizm, İslâmcılık ya da Türkçülük arasında ihtilaflı sentezlerle meşrulaştırmışlardı. Hamit Bozarslan, türkiyede devlet komitacılık ve çetecilik… s 182-183)
[16] Erik Jan Zürcher, Milli mücadelede İttihatçılık, Çev. N. Salihoğlu, İletişim,2003 s 108
[17] Arnold J. Toynnbee, The Western Question in Greece and Turkey NY 1970 s 36 dan akt Taner akçam, İnsan Hakları s 189
[18] Taner akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İmge,2002, s 186
[19] Eşref Kuşçubaşı, anılarında bu top­lantıların Mayıs, Haziran ve Ağustos 1914 tarihlerinde de de­vam ettiğini söyler. Toplantılara, İttihat ve Terakki Partisinin Anadolu'daki "mutemet... değerli, fedakâr, vatansever unsurla­rı" da "birer vesile ile İstanbul'a çağrıl(arak) dahil edilmişlerdir. Önemli olan bu toplantılardan, kabineye dahil bazı zevatın bi­le malumatı olmamasıydı Cemal Kutay, Birinci Dünya… s 18’den aktaran Taner Akçam, İnsan Hakları…s 187
[20]Cemal Kutay, Birinci Dünya harbinde Teşkilat-ı Mahsusa ve  Hayber’de Türk Cengi, 1964 s  18. Akt. Taner akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, aynı yerde
[21]evlerde götürülemeyip de Rumlar tarafından öylece bırakılan eşya da bir müddet, evler gibi sahipsiz kalmıştı. Bu gibi sahipsiz eşya, hiç hırsızlık olacağı akla bile gel­meksizin, evlere girilip almıyor ve götürülüyordu ve bunu kimse gayri ahlâkî telâkki etmiyordu. Çünkü bu eşyaya âdeta mubah bir mal gözü ile bakılır ol­muştu. Hilmi Uran Hatıralarım, Ankara 1959, s 72

[22] 1 FF= 22.4 Os Lirası. 1914 yılı Omanlı Bütçesi 35.329.950 Os lirasıdır.
[23] Taner Akçam, İnsan Hakları…s  191-2
[24] Emanuil Emmanuilidis, Omanlı’nın son Günleri, Belge, 2014
[25] Babam Hacim muhittin Çarıklı, Bir Kuvay-ı milliyecinin yaşam Öyküsü, Turgut Çarıklı, haz. Y. Hakan Erdem, Boğaziçi üniversitesi y. 2005 s 78-80
[26] Babam Hacim muhittin Çarıklı, Bir Kuvay-ı milliyecinin yaşam Öyküsü, Turgut Çarıklı, haz. Y. Hakan Erdem, Boğaziçi üniversitesi y. 2005, s 27
[27] Hacim Muhittin Bey’in Kemalist dönem görev yerlerinden biri bir başka terör kaynağı İstiklal Mahkemesidir.
[28] Hilmi Uran Hatıralarım ankara 1959 s 

Hiç yorum yok: